Ne zaman İzmir’e gelsem…

Çoluk-çocuk, torun-topalak…

Atma Recep, din kardeşiyiz! Recep sözün gelişi, aslında annem babam doğumumdan kıvanç duyduklarından “Kıvanç” olarak koymuşlar adımı. Nedenini bilemediğim diğer adım Aykut’tu Nüfus Kağıdımda, gerçek hayatta mecburiyetler dışında kullanmadığım.

“İzmir’in kızları güzelmiş, ablan demişti, şöyle gönül gözüyle bir baksan(1), diyorum!”

İzmir’de bana; “Dayıbaba” bazı-bazen, şansını zorlayarak mı, sırasını unuttuğundan mı nedir “Babadayı” diyen gerçek (ve de hakiki), ilkokula henüz başlayan, “sevgilim” dediğim, çıtı-pıtı(2), çok güzel bir kız vardı, ablamın kızı. Dayı olduğum gerçek, baba oluşuma gelince...

Eniştemin, yanlış olan gerçeği, inkâr edilemeyecek şekilde fark edilmişti. Kalbini ve bedenini verdiği ablam, onun soy ismi de dâhil her şeyi kendisine iade ederek boş bir süt şişesi gibi kendisini kapı önündeki paspasın kenarına bırakıvermişti.

Desteklerimizle evin sahibi de olan ablam duldu yani. Eniştem pılısını-pırtısını (soy adı dâhil neyi varsa) alıp itirazsız yok olmuştu.

Bunun içindir ki; babamı yitirdikten sonra görevlerim nedeniyle sık sık evden uzaklaşmam annemin yalnızlık tedavisini mecbur kılmış, annem de uygun bir zaman sonrasında ablamın yanına taşınmıştı. İyi de olmuştu. Ben de atanmamı istememe rağmen isteğim kilit bir mevkide olmam dolaysıyla üstler tarafından kısa, kesin ve zecri(3) bir tavırla; “Hayır” sözü ile sonuçlanmıştı.

Gerek yurtiçi, gerekse yurtdışı görevler sonucunda İzmir basamak şeklinde bir mecburiyetti benim için. Doğal olarak kafama estiğinde, kafamın tası attığında, çok zaman canım istediğinde, bazı bazen de ısrarlı bir şekilde davet edildiğimde (benim kesinlikle sayım-suyum yok(2), birbirinden habersiz yaprak sarma, ıspanaklı kolböreği, mantı siparişiyle kendimi zorla davet ettirmem kusur sayılmamalı)  İzmir’de olurdum.

 Bilâistisna(3) İzmir’in tüm kızları güzeldi, ablam, annem, sevgili birtaneciğim Armağan dâhil. Zaten filozofun dediğine göre; “Dünyada güzel olmayan kız veya kadın yoktu ki(4)!” İzmir’in kızları sadece güzellikleri ve fettan(3) davranışları ile neleri, nasıl yakıp yıktıklarının farkında değillerdi, olsundu o kadar…

Babam yaşarken İzmir’e ne zaman gelsem…

Önce parantez açmam gerek. En fazla on beş günde bir Cuma namazının hemen ertesine, yani hafta sonuna çeyrek kala ülkemizin Uşak bölgesinden emir ulaşırdı.

Bir parantez daha; biz hepimiz İzmirliydik de, aramızda bir tek yabancı olan babamdı, bu nedenle Uşak’ta oturuyorlardı, Uşaklı babam ve annem…

“Atla arabana gel, geçerken bizi de al, dönerken de bırakırsın!”

Emir, demiri keserdi, babam yaşarken, bu ziyaretler Armağan’ın İzmir’e teşrifinden sonra bir hafta sonunda gidiş, iki hafta sonunda dönüş olarak gerçekleşir gibi olmuştu.

Yaşlanan insanlar zamanı gelince dönüş yoluna çıkıyordu, Sessiz Gemisiyle(5) ve doğal olarak dönmüyordu da geri…

Ve dediğim gibi harç bitti, inşaat paydos örneği, annem birkaç hatıra niteliğindeki değerli şeylerini sahiplenerek evi (ablamın kontrolünde) olduğu gibi satmış, iki kardeş olarak haklarımızı üleştirmiş, mahrecine iade(2) şeklinde İzmir’ine geri dönmüştü, ablamın has annesi olarak.

Ablamın arabası vardı, bu nedenle aklıma estiğinde, vaktim müsait olduğunda, bazen uçaklarla, bazen otobüslerle sevgililerimin ziyaretine koşuyordum, daha önce söylediğim nedenleri unutmaksızın.

Angaryası bana ait olmak üzere genelde İzmir’e sabahları ulaştığımda boyoz ve gevrek alıp sabah kahvaltısına yetişiyor, yetiştiriyordum hepimizi.

Armağan çocukken pek başarılı değildim, ama ilkokula başlayınca o rehber oluyordu bana İzmir’de! Kordonboyu’nda akıllık edip altımıza minder almayı unutmuşsak denize doğru çiğdem çitliyorduk.

Eşref saatimizde(2) Kemeraltı’na yönlenip önce kumrumuzun tadına bakıp, sonra Şambali ile neşemizi bulup standart görevimize başlıyorduk hobi olarak; Konak’tan vapura binip Karşıyaka’ya gidip dönmek şeklinde, yaz ve hava durumu uygunsa, terasta, değilse, içeride cam kenarında sohbetin en koyusunu yaşayarak.

Sevgilim Armağan anneanne ve anne tarafından tembihliydi ve daha şimdiden neyi, nasıl, ne zaman, ne şekilde yapacağı konusunda bilinçli, akıllı ve hevesliydi;

“Eee, Dayıbaba?..”

“Anlaşıldı, fıstığım, Şark Cephesinde yeni bir şey yok(6)!”

“Garp Cephesinde” diyemezdim, çünkü Ankara İzmir’in Kuzeydoğusundaydı ve doğu demek daha uygun gibiydi, aramızdaki söz düellosuna göre.

Sözün ikinci bölümü can yakıcıydı;

“Kurban kesilmesini, tavuklarla boğuşulmasını istemem, nohutlu düğün pilâvını özledim, ama ne zaman, bilmiyorum!” ya da benzeri klâsik bir dürtü.

Demokrasilerde çare, dayılarda da telâş uyandıracak cümleler tükenmezdi;

“Bak fıstığım o dediğin olursa, hele ki devamını aklımdan geçirmek istemiyorum, sevgimiz, birlikteliğimiz biraz ayrılıklara neden olur, çekinmiyor musun?”

“Yengem de, kardeşim de beni severler akıllım, sen kendine bak, beni ne sensiz koyarlar, ne de bensiz olmak geçer akıllarından…”

Günlerin geçişi doğal, Armağan büyüyor, saçlarıma kırlar düşer gibi ve iteklemelere, önerilere karşı ben hâlâ kendimle, işimle-gücümle haşır-neşirdim ve sözler öylesine bir bunaltıcı vaziyete gelmişti ki, artık canımın bir şeyler istemesi gerekli değildi; “Mantı yaptık, zeytinyağlı yaprak sarma da var. Şambali yemeyi, Konak-Karşıyaka yapmayı özlemişindir, gel!”

Ve duygu sömürüsü(2);

“Armağan da seni çok özledi, ‘Dayıbaba!’ diyor da başka bir söz çıkmıyor ağzından hüzünle, gel!”

“Eh! Peki, madem!” demek zorunda kaldığım bir yolculuğu daha gerçekleştirmem çok kere olduğu gibi farz olmuştu. İzmir havasının bir kısmını bagajıma depolamak(!) için arabamla gitmeye karar verdim, babam sağ olsun!..

Hoşbeş(3)

Bu kez sevgilim Şiribim’le (Bu ismi yeğenim Kahraman’a ne zaman, neden yakıştırdığımı hatırlamıyorum, umuyorum ki bir sebebi vardı!) ve kurallara uygun olarak o arka kanepede, sağ arka kapı kilitlenmiş ve emniyet kemerini takmış şekilde otururken önce İzmir’in kısmi fethini tamamladık beraberce!

Sonra arabayı uygun bir paralı park yerine emanet ederek boyoz ve gevrek konularını sabah kahvaltısında halletmiş olduğumdan dolayı diğer alışkanlıklarımızı sırasıyla gerçekleştirdik (Övünmek gibi olmasın)!

Kalan gereklilik Konak-Karşıyaka Vapur Seferimiz idi, onun da üstesinden gelecektik evvel Allah, programımız dâhilinde, ancak tek bir rica katkısıyla. Bu kez fıstığımdan “Nohutlu Pilâv” konusuna girmemek ve sataşmamak konusunda söz almıştım.

Güvertedeydik, vapurun hızıyla oluşturduğu meltem (“rüzgâr” diyemezdik) saçlarımızın daha doğrusu Şiribim’in saçlarının dalgalanmasını, ozon-iyot karışımını sindirmemizi sağlıyordu.

Geri geri gitmek asabiyetti benim için, doğal olarak Şiribim için de. Bu nedenle giderken Karşıyaka’yı hedef aldık, dönüşte Konak hedefimizde olacaktı.

Karşımızdaki karşı koltukta geri gidişin asabiyetini yaşamayan yahut da önemsemeyen hüzünlü bir genç kız vardı, meltemin saçlarını önüne atmasına aldırmayan, (herhalde) güneşe alışkın olmayan gözlerini kara gözlüklerle gizlemişti.

İsim vermek gibi olmasın, yanımdaki felâket(!) kaş-göz işaretleri, fısıldamakla-haykırmak arası sözlerle beni o tarafa doğru yönlendirmek gayretindeydi. İlk kez gözlükler arkasına saklanmış gözlerle ilgilenmek değil, yeğenimin şahane gözlerini süzüyordum sanki. Belki de saklı bir niyetle bakmaya çekindiğimin gözlerinin de sadece Ege’nin değil Armağan’ın da nazar boncuğu masmavi gözleri gibi şahane olmasını arzularmış gibiydim.

Kendimi tarafsız görünmek mecburiyetinde hissetsem de, gerçekten etkilenmekten çekinmeyeceğimi sandığım güzel bir İzmir kızıydı, dalgalanan sarı saçlar ve kapkara gözlüklerle gizlenen yüzünü görmeden ve yarım profilden nasıl bilip anladıysam?

“Dayıbaba! Gözlerin şaşılaştı, dudakların kurudu birden galiba, yoksa bana mı öyle geldi? Söz vermemiş olsaydım, o konuya dönerdim, ama siz öğrettiniz bana; ‘Ya verdiğin sözü tut, ya da tutacağın sözü ver!’ diye…

Sustum!”

Birbirimize sataşma hakkımızı kullanırken vapur iskeleye yanaşmıştı, dikkatimizden kaçmayan genç kızın yerinden ayrılıp çıkmaya yöneldiğinin farkına varmamıştık.

Yerimizde çakılıydık, nasıl olsa aynı vapurla geri dönecektik, telaş etmeye, ya da sanki elimizdeki fırsat kaçmış gibi; “Tüh! Tüh!” şeklinde düşünmemize gerek yoktu.

Hayret edercesine çığırdı Armağan;

“Dayı, bak! Çantasını düşürmüş o güzel kız!”

“Senin söylediklerini duymuş olmalı, ilgilendik, ilgilendim ya…

Eh! Ben de yakışıklı olmasam da pek çirkin de sayılmam ya hani, değil mi? Pas attı herhal…”

“Anaokulundayken öğretmenim öğretmişti, aklımda kalmış; ‘Aç tavuk darı ambarında sanırmış kendini!’ Gözümden kaçmadı, beğendin ya, sözü uzatma gayretindesin Dayıbaba!”

“Saçmalama fıstık! Al cüzdanı yerinden, yetişip ver kendisine, beni karıştırma, hiç halim ve de niyetim yok! Elbet, bekârlık sultanlık değil, yaşıyorum, biliyorum, ama bir güzeli gördüm diye de evlenmeye karar vermek, pek akıl kârı değil gibi…”

Armağan cüzdanı almaya yöneldiğinde iskeleye yanaşmış olan vapur deprem sarsıntısına ve çıtırtısına benzer bir sesle iskelede indirme işlemine başlamıştı, Bu hissediş sevgilimin elini bırakmamamın da gereken tehdidiydi bir bakıma.

Vapurdan dayı-yeğen beraberce indiğimizde bırak etkilendiğimiz güzele rastlamak, görüp yetişmek, etrafımızdaki Cumartesi kalabalığından sakınmamız gerekliliği vardı.

Cüzdanı açtık mecburen, başlangıçta gözümüze çarpan sadece Yakut Çerağ adına kayıtlı bir Bankamatik Kartı idi ve Cumartesi günleri bankaların kapalı olduğunu hiç ilgisi olmasa da Armağan bile biliyordu.

Oldukça haşmetli görünen cüzdanın diğer bölümlerine inmemiz, kurcalamamız gerekiyordu. Güzel kızdı, kimlik vb. fotoğraflarında, yeğenimin kıskacında kalmamak kaydıyla ilgimin yoğunlaşmasına engelleyemedim, engel olmak geçmedi aklımdan.

Cüzdanda birkaç telefon numarası yazılı kâğıt geçti elimize.

İlk telefon numarası bir İnşaat Ustasına aitmiş. Yakut Hanımın ismini biliyor, kendisini tanıyor, ancak adres ve telefon numarasını hatırlamıyordu.

İkinci telefon numarası; “Kimsiniz, neden?” gibi ahret sualleri(2) ile beni boğmuş ve sonrasında “İnanmıyorum, bilmiyorum!” şeklinde fiillerle sözü kestirip atıp “çattadak” denecek şekilde hiddetle yüzüme kapatmıştı telefonu.

Şansımı üçüncü telefonda daha atik, kaba anlamda damardan girecek şekilde davranarak açmak zorunda kalmıştım;

“Adım Kıvanç. Yakut Çerağ Hanım Bornova-Karşıyaka Vapurunda, içinde banka kartları, parası, pulu, kimliği falan olan çantasını düşürmüş, yeğenimle birlikte biz bulduk. Biliyorsanız ya telefon numarasını verin kendisini haberdar edelim, ya da siz kendisini veya akrabasını, kardeşini, babasını, anasını kimi biliyorsanız arayıp haber verin…

Ben 9 yaşındaki yeğenimle iskele karşısındaki pastanede olacağım, size yarım saat müsaade. Gelen-giden olmazsa cüzdanı ya bir posta kutusuna ya da bir çöp kutusuna atarım, benden bu kadar! Bilmem anlatabildim mi?”

Saatime bakıp telefonu bu sefer ben kapattım, ama “çattadak” değil.

Yaklaşık 20 dakika kadar sonra yaşlı bir bey, belki de Armağan’ın varlığından esinlenerek bize yaklaştı;

“Ben Yakut’un babasıyım. Kendisine ulaşamadım, herhalde telefonunun şarjı bitmiş olsa gerek. Cüzdandaki Nüfus Kâğıdını alıp beni sorgulayın lütfen; baba adı, anne adı, doğum yeri, tarihi falan gibi.

Ve ondan sonra cüzdanı teslim edin, sanırım kızım size teşekkür edecektir…

“Tamam amca, inandık size, ne sınav yapmaya, ne de teşekkür etmeye değmez. Buyurun cüzdanı…”

“İşimiz bitti mi Dayıbaba, hadi dönelim evimize!”

“Peki bir tanem! Amca allahaısmarladık! Güzel kızınız bundan böyle biraz daha dikkatli olmaya gayret etsin lütfen. Söz, bana ait değil, yeğenim öyle görmüş kızınızı…”

“Peki kızım sorarsa ne diyeyim sizin için?”

“İzmirli iki kardeş, fazlasına gerek var mı? Teşekküre bile değmez!”

Ayrılıp gelen ilk vapura bindik yeniden.

“Ayağına gelen kısmetti belki. Silip atmayıp bir şans verseydin, adını, adresini, telefon numaranı belirtmen o kadar zor muydu?”

“Verdim ya Şiribim! Hoş ne olacak ki sanki? Gerçi miktarı hakkında bilgim yok, ama o kadar kalabalık cüzdanı olan biri beni neden arasın ki?”

“Anlamadım, Dayıbaba!”

“Allah’ımın armağanı Armağan’ım benim. Telefon ettim ya. Birinden birinin telefonunda benim numaram görünüyordur. Eğer karşı tarafın teşekkür etmek gibi bir meziyeti(3) varsa ve eğer ben İzmir’den ayrılıncaya kadar bilmediğim bir numara beni ararsa telefonu sana veririm, artık annenin ve anneannenin duymamaları şartıyla içinden ne geçiyorsa konuş, rızam var, sadece reklâmlara fazla yer verme demek isterim…

Ve itiraf ediyorum sevgilim; çok güzel gözleri var (nerden bildiğimi bilemiyorum) Ege gibi, seninkiler gibi, kendi de güzel ve vapurdaki tavrına göre de iyi biri sanırım!”

Sadece havayı koklar gibi yaptı, “Yanık kokusu hissediyorum!” anlamında olsa gerekti tavrı, daha bu yaşında, üstelik dayısına karşı.

Akşam yemeğinden sonra Armağan odasına çekildiğinde telefonumu da yanına ve sessize almıştı. Hissi kabl el vuku(2), değişik, isimsiz bir numaranın aradığı malum oldu sanki bana, her türlü derde deva çiğdem dediğimiz çekirdeklerimizi çitlerken…

Odasından çıkan Armağan müjde gibi doğrulttu sözlerini;

“Bir vapurda bir cüzdan bulduk, sahibini de, “geç vakit” sözlerine aldırmaksızın anne ve babasını da bize davet ettim, geliyorlar…

“Ne yaptın deli kız? Toparlanalım çabuk.  Kıvanç çabuk git, bir şeyler al, gel! Anne ocağa çay suyu koy, ben terlik çıkartayım. Durduk yerde başımıza belâ açtın, Çıtırık Şiribom…”

“Telâşlanmayın, merak da etmeyin. Ben o ablayı beğendim. Dayım da duyarsız gibi görünmedi bana. Yeter ki o abla da uyum göstersin. Gün doğmadan neler doğar, belli mi olur?”

“Oh ho! Bizim 9 yaşındaki kızımız çöpçatan olmuş da haberimiz yokmuş, olmamış! Anne, ister misin bu torunun ileride ‘Dünür Başı olacağım!’ diye tuttursun?”

Koşturunca (belki de gizli bir, imkânsızlık yüklü heyecanla) yorulmuştum. İzahat vermem gerektiği de geçiyordu aklımdan;

“Fıstığımla vapurda rastladığımız güzel bir kızdı. Tanışmaktan gayet tabiidir ki memnun olurum. Ama içini görmediğimiz cüzdan bir hayli kabarıktı, muhtemelen ailesi zengin olmalı, belki de sosyetedir, sanırım beni, bizleri beğenmez. Gene de bir tanem yeğenim; ‘Alacağın olsun!’ demek geçmiyor içimden. Her şeyde bir hayır olduğu inancı içimde çünkü…”

Kapıdaki motor sesi dikkatlerimizi çekince, ışığı yanmayan Armağan’ın odasına doluşup bakındılar (yani bakındık) perde arkasından. Sonra Şamar Kızı gibi (Şamar Oğlanı oluyor da Şamar Kızı neden olmasındı ki?) Şiribom’u itekledik kapı önüne; “Hoş geldiniz!” tezahüratı için. Bu telâş sırasında yeğenimin isminin “Şiribom” olduğunun farkında değildi kimse, benim dışımda.

Şaşkınlık; arabanın, markasında, modelinde, renginde, boyutunda değildi. Şoförün saygısı yanında kızın değil, annesinin çiçeği taşıması, annenin şıklığı ve ziynetleri yanında, kızın bir besleme tipinde sadeliği dikkat çekiciydi.

Tavırları mecburiyet şeklinde bir teşekkür ziyareti olacağı, birkaç çeyrek saatin yeterli olacağı şeklinde gibiydi. Gene de Armağan’ın iyi bir reklâm gerçekleştirdiği kanaatini yaşıyordum. Zira daha kapıdan girerlerken üçünün de ellerini öpmekte çekince yaşamamıştı. Yakut’un eline hazırladığı bir şeyi sıkıştırmaya çalıştığı, genç kızın tedirginlik yaşaması sanırım sadece benim gözüme ilişen bir fevkalâdelikti. Hissettirmemeğe çalıştı genç kız, elini cebine sokup çıkarttı kısaca…

Sözler, sözleri açtı, teşekkürler dışında suya-sabuna dokunmadan. Yakut öğretmendi ve iki öğrencisinin bugünlerden yaşattığı kötü görünüm ve hoşnutsuzluk dalgınlığına, hüznüne ve çantasını düşürdüğünün farkına varmamasına neden olmuştu.

Karşılıklı tezahürat, reklâmlar ve ilgiyle teşekkürler tekrarlanmış, ziyaretin kısası makbuldür(7) modunda, şoför bulunduğu yerden çağırılmıştı kapı önüne.

Geceler uzundu, tıpkı farkındasızlık yaşanan etkilenişler gibi de gerçek ve bitmeyecek gibi.

Cep telefonum sessizdeydi, gene de gelen mesajı hissettim.

“Armağan; ‘Dayıbaba’ diyecek kadar çok seviyor sizi. Bana anlattı sizi. Siz kendinizi tamamlamak isterseniz size istediğiniz yerde bir çay ikram etmek istediğimi iletsem. İşiniz Ankara’daymış ve yarın dönecekmişsiniz. İsterseniz siz ısmarlayın çayı, ben dediğiniz yerde olayım…”

“Bana adresinizi söyleyin, ya da bir yer tarif edin, sizi oradan alayım. Aslım İzmir, İzmirliyim yani, bilirim bu şahane şehri. Her türlü istek, dilek ve tercihinize uyarım!”

“Saat; 10?”

“Uygun! Kordon’da(8)?”

“Orada görüşmeyi daha güzel, daha iyi, hatta mutluluk hissedeceğimiz zamanlara bıraksak daha iyi olmaz mı Kıvanç? Karşıyaka Vapur İskelesi karşısındaki pastane civarı?”

“Hayhay!”

“Teşekkürler!”

“Asıl ben, bana değer verdiğiniz için teşekkür ederim…”

Fısıldayarak da olsa telefonda konuşmak mümkün değildi, mesaj dışında. Kulakları kirişte, dinleme melekeleri(3) zehir gibi açık, yarınlar için hazır ve hazırlıklı üç kadından kendimi sakınmam mümkün değildi (‘Asla’ demem de zorunlu görünüyor)!

Ertesi gün saat ona çeyrek kala denilen yerdeydim.

10.00… 11.00… 12.00… ve 1.00…

Şarkının sırasıydı; “Ne haber, ne mektup vardı…(9) Ekilmiştim doğrudan, telefonla bile mazeret belirtmeden. Kişisel telefonumu kapatıp, iş telefonumu açtım.

Eve uğramama gerek yoktu, yola çıkmak üzere vedalaşıp, gak-guklarımı, yol kumanyalarımı aldığımdan Ankara’ya doğru yola koyuldum.

Hüznüme, dalgınlığıma mağlup olup bunaldıkça nerede bir cep görür-bulursam girip dinleniyor, düşünüyordum;

“İlgisini açıkça belli mi etmişti ki, sessiz-sedasız birden bitivermişti reklâmların oluşturduğuna inandığım harmoni(3)?” İlgisi mi? Kendimi kandırmama gerek yoktu ki, yarım profil anından beri içimdeydi ve zordu içimden atmak(10), istesem de…

Eve ulaştığımda, iş telefonundan geldiğimi ilettim sevgililerime; “Selâmetle” takısını ekleyerek. Telefonlarımın tümünün kapalı olduğunu tasdikledikten sonra buzdolabımdaki şişelerden birine el attım, karnımdaki yokluğa aldırmaksızın. Değil mi ki sevgililerim “selâmetle ulaştığından haberdar olmuşlardı!” o halde diğer el âlem(2) beni neden merak edip arasındı ki?

Sayılı günler çabuk geçermiş, kim dediyse zırvalamıştı! Say! Say! Bitmemişti sayılı günler telefonları kapalı. Bir hafta ne kadar çabuk tükenmişti. İş yerinde; “Bana telefon bağlama!” demişti santrala. Anne ve ablasının telefonları dışında ceplerindeki telefonları açmasa da, tüm telefonlara “reddet!” komutu vermişti, bir bakıma her bir şeylere, her bir âleme küsmüş olarak.

Kapıp koyuvermiştim kendimi, dünya umurumda değildi, özellikle akşamları ilerleyen vakitlere kadar yalnızlığında…

Cumartesi herkesin tatil yaptığı günde işe gitmek gelmemişti içimden. Mazeret bildirmeyi bile istemiyordu içim, sessizliğimde. Öylesine muhtaçtım ki, sese ihtiyacı olmayan sessizliğe. Kendime izin verdiğimi sandım, oysa tüm telefonlarım kapalı olduğundan meslektaşlarımdan biri beni almaya gelmişti arabasıyla.

Mecbur kaldım, mecburdum sanki içimde yığışan bir sürü yoğunluğa önem vermem gerektiği düşüncesindeydim.

Daireye gittiğimde sürprizle karşılaştım, Yakut masam önündeki koltuğa yorgun gözlerle oturmuş beni bekliyordu. Yerime oturmamı beklemeksizin dillendi Yakut;

“Telefonlarıma geri dönmedin, hatta reddedilecekler listesine aldığının farkındayım. Senden özür dilemek için geldim, sabah uçağıyla, öğle uçağıyla da döneceğim. Sana söz verdim, gelemedim, o telâş sırasında sana seslenmeyi de akıl edemedim. ‘Bağışla!’ demek istemiyorum, ama bağışlamanı diliyorum. O gece babam ağır bir kalp krizi geçirdi, anjiyo ve stent çare olamadı ve By-Pass oldu.

Onu yatağında bırakarak sana geldim, senin olmaya değil, benim olmanı dilemeye,  sana ihtiyacımı anlatmaya…”

Sadisttim ben, ne olduğumu bilmeyecek gibi ve kadar;

“Nasıl olacak o? Zengin bir ailesiniz ve varlıklısınız ya, beni satın alacak gibi mi?”

“Babam zengin, varlıklı olabilir. Ben sadece o evde yaşamaya mecbur edilmiş bir öğretmenim. Arabam yok, çeyizim yok. Onları almak için maaşımdan henüz bir bölüm hazırlamam mümkün olmadı. Üstümdekileri iki yıldır taşıyorum, görevim gereği…

Ve bil ki seni satın almaya dünyadaki hiçbir bedel yetmez, böyle bir şey aklımın ucundan bile geçmez, sadece kalbimi vermiştim sana, bedelsiz olarak geri almamak kaydıyla…

Ve kırcısısın. Ne söylediğinin farkında değilsin, ne demek satın almak? Sarhoş musun sen?”

“Beni bir gecede alıp, bir sabahta terk edip gittiğinden beri, evet!”

“Anlamıyorsun, anlamadın, ya da ben anlatamadım. ‘Babam ölüyordu!’ dedim Kıvanç! Seni terk etmeyi değil, terk etmeyi düşünecek kadar bile vaktim yoktu. Sana sevgi ve sevgim ile ilgili ne söylesem boş, sabit fikirlisin. Bilmen gereken yaşamımda kimse olmamıştı senden başka, bundan sonra da olmayacak. Şu tutumuna göre vedalaşmama gerek yok, yakınlaşamamışız demek ki…”

Elini uzatmadı ve gitti Yakut…

Pişmandım, gururumla kısa zaman içinde sahiplendiğim sevgi ikilemi arasında bocalıyordum. Gururumu yenmeliydim, başardım.

Bürodan hızla çıktım. Yoktu civarlarda, yerin yarılıp onun yok olması mümkün değildi. Bir yerlerde eğlenip de uçağın kalkış vaktine doğru havaalanına gitmesi, olamazdı. Küskündü. Havaalanına gidip uçağın kalkış vaktini orada geçirmesi, hatta daha önceki uçaklardan birinde bilet bulup biletinin yanacağını umursamaksızın geri dönmesi hüznü nedeniyle doğaldı.

Eve bir taksi ile gidip arabamı aldım.

Havaalanında ismini anons ettirdim, cevap alamadım. Yolcu listelerinden onu bulmak “devlet sırrı niteliğinde olduğundan” mümkün olamamıştı. Kimse kimseyi bilmiyor, tanımıyordu.

“Karı-koca kavga ettik, yuvam yıkılacak!” yalanıma kimsenin inanası yoktu.

Topukladım arabamı, yetişecektim, kaç km/saat sürat gerekirse gereksin, ne kadar ceza yazılırsa yazılsın yaşamım için önemsizdi, yeter ki diz çöktüğümde o yaşamaya devam etsindi, gerisi önemsizdi benim için.

Gaziemir’de bekledim saatlerce. Bildiğim bir adres yoktu ona ait. Ne yapsaydım, nerelere gitseydim? Telefonlarım yoktu yanımda, ama hafızamdaydı numarası. Kontörlü telefondan çevirdim numarayı.

“Ben ettim, sen etme, desem boş. Seni seninle yaşamaksızın ayakta ve hayatta kalmaktansa, senin için yok olmak yakışır bana bu sabaha ulaşmaksızın. Elveda!”

Cevabı kısa ve kesindi sevdiğimin;

“Ölme ya da beraber ölelim, söyle neredesin? Sensiz yaşamaktansa beraber yaşayalım ölümü, ya da benim ol ki, senin olmak da şart olsun bana.”

“Gel, de geleyim, ama ölme sen, ölmeyelim, beraber yaşayıp tüketelim ömrümüzü, hadi cesaret ver bana, sevdiğimi söyleyeyim sana, sen de bana söyle ki diz çöküp seni isteyeyim senden…”

“Saatler önemsiz, seni seviyorum, bir münasip zamanda nerde olursun?”

“Seni seviyorum, mutlu olacaksın, söz veriyorum. Bekle beni sevdiğim, hemen ordayım(8)!”

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Boyoz; 1492'de Türkiye'ye yerleşen Sefaradlar tarafından Anadolu ve özellikle İzmir mutfağına katılmış, İzmir damak tadı ile özdeşleşmiş, mayasız bir hamur işidir. İzmir'in coğrafi işaret olarak tescillenen tatlarından boyoz, sadece Türkiye çapında değil, dünyada da adını duyurdu. İzmir’in vazgeçilmez böreğidir.

Çiğdem; Güzel İzmir’e has olarak ay çekirdeğine verilen bir ad.  Simide de “gevrek” denilmesi gibi.

Şambali (Aslı Şammali);  Ege yöresine has irmik ve yoğurtla yapılan, sert hamurlu, yoğun şuruplu tatlı.

Kumru; İzmir'e özgü coğrafi işaretli bir tür sandviçtir. Kumru simit hamuruna benzeyen az tuzlu bir hamurdan üretilir, susama batırılarak fırınlanır. Şekli kumru kuşunun gövdesini andırdığından bu ismi almıştır. İzmir'de kumru fırınlarda sade olarak satıldığı gibi sokak satıcıları ve tezgâhlarda içerisine domates, turşu, yeşil biber ve İzmir tulum peyniri konmuş olarak da satılır. Ayrıca büfelerde, içine kömürde pişirilmiş sucuksalamkaşar peyniri (bir başka çeşidinde de ek olarak eritilmiş Sayas peyniri bulunur) ve domatesin yanı sıra üzerine ketçap ve mayonez eklenmesi ile hazırlanmış sandviç olarak da tüketime sunulur. Normal İzmir kumrusu ise; Bergama tulum peyniri, domates, biber ve (isteğe göre) salatalıktan oluşur. Ekmeğinin bol susamlı olması da bir özelliğidir. Bazı sandviççiler ise sandviç ekmeğinin içerisine hazırlanan bol malzemeli karışık sandviçleri yanlış biçimde kumru olarak adlandırmaktadırlar.

Yakut; Erime noktası 2050 °C olan değerli bir taştır. Kırmızının çeşitli tonlarında olabilmektedir. Yakuta kırmızı rengini veren içindeki krom elementidir. Yakut, ilk lazer yapımında kullanılmıştır. Sanılanın aksine, yakutla lazer yapımı çok kolay olmamıştır

Çerağ (Çırağ); Farsça kökenlidir ve ilk anlamı kandildir. Kelimenin sözlük anlamı ''yakılan ve ışık veren şeydir.'' Osmanlı döneminde aydınlatma gereçlerinin tamamına çerağ denirdi. Mevleviler ışığı söndürmek yerine çerağı dinlendirmek tabirini kullanırdı. Kelimenin üçüncü anlamı ise alev ve ateştir.

Aykut; Birinci yüzyıldan beri kullanılan bir isim. Ay ve kut kelimelerinden oluşan birleşik bir isimdir. Ay, dünyanın doğal uydusu anlamına gelirken, kut da şans, baht açıklığı ve uğur demektir. Sözlük anlamı kutlu ay olan Aykut, Türkmenistan ve Tacikistan gibi ülkelerde de yaygın olarak kullanılmaktadır. (Yakut-Aykut isimlerinde birliktelik yaşatılmak istendi).

Kıvanç; Sevinç, övünç.

(1) Gönül Gözüyle Bakmak; İnceden inceye, duygulanmasına sebep olacak, mana katacak şekilde bakmak.

Haşır Neşir Olmak; Bir arada olmak, kaynaşmak.

(2) Ahret (Ahiret, Kabir) Sualleri; Ölen insanı kabirde Münkir-Nekir denilen Sorgu Melekleri sualleriyle sorguya çekerler, bu sorular; “Rabbin kim? Dinin ne? Kimin ümmetindensin, Kitabın ne? Kıblen neresi?” diye başlayan ve “Rabbim Allah!” cevabı verilmesi gerektiğine inanılan suallerdir. İnsanları bıktıracak kadar uzun ve devamlı olarak sorulan sualler.

Çıtı Pıtı; Minyon, ince, küçük, cici, Ufak tefek ve sevimli.

Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar.  Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği.

El Âlem ( Cümle Âlem, Dünya Âlem); Kim var, kim yoksa herkes.

Eşref Saati; Bir işin olumlu yola girmesi için en uygun zaman. İş görecek kimsenin ters davranmayarak, güçlük çıkarmayarak uysallık gösterdiği zaman.

Hiss-i Kabl-El-Vuku; Hissikablelvuku olarak da yazılabilir. Altıncı his, önsezi, içine doğmak gibi anlamları taşır. Bir olay olmadan önce o olayı hissetmek de denebilir.

Mahrecine İade;  Asıl anlamı; Gümrüğe gelen bir eşyanın vergileri yatırılmadan satıcısına ya da aynı ülkedeki başka bir alıcıya gönderilmesi olmakla beraber, meselâ nişanda takılan bir kısım ödüllerin, nişanın bozulması nedeniyle sahibine iade edilmesine, bir mektup, bir tebligat kabul edilmemişse gönderildiği yere iade edilmesine dair kullanılan söz.

Sayım Suyum Yok; Bir işte ciddi olunduğunun anlatımı. Çocuk oyunlarında “Kısa bir süre için oyun dışındayım!” anlamındaki söz.

(3) Armoni  (ya da Fransızca bilim dalı olarak Harmonie); Müzikte iki ya da daha fazla sesin aynı anda tınlaması, ahenk, uyum, seslerin eş zamanlı olarak birleşmesi. Buna bir bakıma seslerin akor olarak birleşmesi demek de mümkündür.

Bilâistisna; İstisnasız, ayırım yapılmadan, ayırımsız, ayrıcalıksız, dışarıda bırakılmadan.

Fettan; Fitneci, fesat karıştırıcı gibi anlamları olsa da, gönül ayartıcı, cilveli anlamlarına da gelmektedir.

Hoşbeş; Buluşan kimseler arasında buluşmanın ilk dakikalarında hal hatır sormak için söylenen sözler.

Meleke; Yeti. Tekrarlama sonucu kazanılan yatkınlık, alışkanlık (Ayrıca yelken makarası).

Meziyet; Bir kişiyi, ya da nesneyi, diğerlerinden üstün gösteren nitelik.

Zecri; Yasaklayan, zorlayan, zorlayıcı, yasaklayıcı.

(4) Çirkin kadın diye bir şey yoktur, yalnız güzel görünmesini bilmeyen (bakımsız) kadın vardır. Jean de La BRUYERE Ruslara ait bir söylem; “Çirkin kadın diye bir şey yoktur, az votka vardır!” şeklindedir.

(5) Yahya Kemal BEYATLI’nın “SESSİZ GEMİ” adlı şiirinden bir dize. Eser daha sonra Fransızca; “Sans tol je suis seul” şarkısından esinlenerek şarkı olarak da bestelenmiştir. Bilindiği üzere şiir; “Artık demir almak günü gelmişse zamandan, / Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan, / Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol; / Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol…” diye başlar. “Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli / Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli / Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu… / Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu…” Yahya Kemal, Nazım Hikmet ve annesi Celile ile ilgili hüzün dolu özel bir de öyküsü vardır.

(6) Şark Cephesi; Doğu Cephesi. Buna benzer bir söz. “GARP (BATI) CEPHESİNDE YENİ BİR ŞEY YOK!” şeklinde bir roman ve film ismidir. Orijinal ismi; “Im Western Night Neues” olup Erich Marie REMARQUE’e ait eser.

(7) Ziyaretin Kısası Makbuldür; Aslında buradaki “kısa” olarak söylenen kelime sıfat değil; “Kısas” anlamında söylenmesi gereken bir sözdür. Yani; “Ziyaretin karşılıklı olması makbuldür” Türkçemize yanlış olarak oturmuş ve öyle kullanılan bir deyimdir.

(8) Şu güzeller güzeli / Yâr gibi geldi bana diye başlayan Nihavent Makamındaki, Söz ve Müziği; Necib MİRKELÂMOĞLU’na ait olan Türk Sanat Müziği eserinin “Bir münasip zamanda, meselâ saat onda / Buluşalım Kordon’da der gibi geldi bana!” şeklinde olan bir bölümüne atıf yapılmıştır.

Kıvanç, gerek ilk gerekse son buluşmada zaman takviminde buluşma yerinin Kordon olduğunu anlamıştı.

(9) Ne mektup, ne haber geliyor senden… “Gözlerin doluyor gecelerime” Güftesi; Halit ÇELİKOĞLU’na, Bestesi; Yusuf NALKESEN’e ait Uşşak Makamında Türk Sanat Müziği eseri.

(10) Yalan değil, pek kolay olmayacak… Güfte ve bestesi Yusuf NALKESEN’E ait Hicaz Türk Sanat Müziği eseri.