“Hüzünlüsünüz! Yardımcı olmamı, yardım etmemi ister misiniz?”
“Hayır!”
“Hüzünlüyüm, siz bana yardımcı olmak istemez misiniz?”
“Hayır!
“Peki!”
55-60 yaşlarında, ancak bu yaşlardan önce çökmüş görünen, aslında dinç görünümlü adam, bastonuna dayanıp güç alarak temizlenmiş olan park kanepesinden usulca ve usulünce kalktı. Kuşların genellikle yukarıdan-aşağıdan, kenardan-köşeden defi hacet ettikleri(1), insan denilen varlıkların kanepelerin arkalıklarına oturup da ayaklarını dayadıkları kanepeye gazetesinin ilân sayfalarından birini yayarak başını eğerek dikkatlice oturdu.
Sonrasında hüznü ya da sıkıntısı ile baş edememiş olsa gerek ki, çantasından bir bloknot ve kalem çıkartıp bir şeyler karalama gayreti yaşamaya başladı.
“Bir gazete parçasını da bana vermeniz mümkün mü, lütfen!”
Gazeteden bir sayfa kopartıp uzattı yaşlı adam, kendinden 5-10 yaş daha genç görünen kadına.
Genç kadın bedenini ve sırtını kanepeye dikkatli bir şekilde yerleştirmeye çalışırken, cevabını anında almak istercesine, tek kelime yönlendirdi karşısındakine;
“Neden?”
“Peki! Uzun uzun mu, kısaca mı?”
“Kısaca, gerekirse devam edersiniz lütfen!”
“Sanırım farklı gibi görünsek de, ikimiz de eşlerimizi yitirmiş olmanın hüznünü yaşıyoruz?”
“Enteresan! Uzayacak galiba, gazetenin hışırtılarını umursamamak için yandaki temiz kanepeye geçelim mi, lütfen?”
“Peki! Sanırım; ‘Şurası baş başa…(2)’ diye başlayan şarkının; buralara sık sık gelişim ondan’ terennümünde(3) olan bir yer…”
“Bir hüzünde, eşimden evlilik teklifini aldığım yer konusunda bilgiçlik…
Zekisiniz, ya da müneccimlik(3) falan…”
“İltifatınıza teşekkür ederim hanımefendi, beni mi anlatayım, sizi mi anlatayım size?”
“Şaşırdım! Beni anlatın lütfen, hüznümde neler gördünüz, neler hissedip bildiniz?”
“Peki! Eğer merakınız devam edecek olursa beni anlatmayı sonraya erteliyorum. Sizinle konuşmaya başladığımızda ilk cümlem; ‘Hüzünlüyüm, yardımcı olmaz mısınız?’ şeklinde ‘İkimizin de dul olduğumuz…’ anlamındaydı, de mi?”
“Evet! Sanırım; ‘Peki!’ kelimesini olağandan çok kullanıyor olsanız gerek!”
“En kısa tasdik kelimesi, o. ‘Peki!’ deyince, akan sular durur, onaylarsınız bir çırpıda karşınızdakini…
Peki! Neyse! Devam edeyim mi? Yani vaktiniz uygunsa?..”
“Peki! Evet!”
“Ben bir subay olarak zorunlu emekliyim. Eşimi, kendi kusurumla bir trafik kazasında yitirdim ve o kazada sol ayağım da kısaldı biraz maalesef, baston kullanmamın nedeni bu. Çocuğumuz yoktu henüz…
Ve ben o günden beri yaşama küskünüm…
Sizinse eşinizi umulmadık bir zamanda yitirdiğinizi ve şu anki konumunuza baktığımda hissettiğim kadarıyla sizin de çocuğunuzun olmadığı geçiyor zihnimden. Ayrıca tavrınıza, giyim-kuşamınıza, sözlerinize bakınca öğretmen ya da öğretmen emeklisi olduğunuz, benim gibi eşinizi yitirdikten sonra aklınızdan asla yeni bir yaşam geçirmediğinizi alkışlıyorum…
Gerçekten bazı şeylerin hüzün ve tavırlara göre çözümü emekli bir subayın tek başına çözümleyeceği kolay bir konu değil(miş)!”
“Bir bakışta bir soruda çözmüşsünüz karşınızdakini. O halde eksiklerinizi ben tamamlamaya çalışayım…
Evet! Bana ‘Kumrum(4)!’ diyen eşim bir subaydı ve devletimin kuralları gereği nasıl olduğunu bilip öğrenemediğim bir şekilde şehit olmuş…
İşin bana göre acı tarafı, ailesi bizim evlenmemizi istememişti, bu nedenle memleketlerinde yapılan cenaze törenine beni almamak için direndiler. Kurallar, âdetler, zorunluluklar ve bence askeri komutlar (belki emirler) nedeniyle beni zorla kabullendiler…
Ben de eşimin şehadetinden(3) sonra o ilden kendi yaşadığım bu ile atanmamı istedim ve devletim acıma hak vererek beni buraya atadı.
Evet, tahmin ettiğiniz gibi Kız Lisesinde öğretmenim. Arzum, bana göre ölünceye kadar, ancak devletimin kurallarına göre emekliliğimi hak edinceye yahut da yaşım doluncaya, yani devletim ‘Yeter!’ deyinceye kadar eksikliğimi, her şeyin bir telâfisinin olduğu düşüncesiyle öğrencilerimle tamamlama gayretinde olacağım.”
“Çok güzel, çok doğru öğretmenim. Maalesef benim bileğimde sizinki gibi kutsal, aziz bir altın bilezik yok! Sadece yöresel bir alışkanlık; ‘Homini gırtlak(5)” gibi bir yaşam şekli ve bir koli kutusu içinde kendi halinde öykü-şiir denecek bir şeyler, belki ve muhtemelen ve hatta mutlaka imlâ hataları ile dolu…
Neyse! İzninizle, eğer aklınızda herhangi bir şekilde gelecek yoksa şekillendirmemişseniz yahut da aklımda tek başıma kurgulayıp gerçekleştirmemin zor olacağı geleceği anlatabilir miyim? ‘Evet!’ ya da ‘Hayır!’ demek tamamen sizin elinizde. Ancak başlangıç olarak ‘Peki!’ demenizi hayal ettiğim geçsin aklınızdan. O zaman topal olduğuma bakmaz havalara bile zıplarım!”
“Tanışalı daha birkaç dakika oldu, ama merak ettim, nedir o teklifiniz?”
“Ben, bir bakıma boş gezenin boş kalfası(6) gibiyim. Evim, arabam, oldukça önemli sayılacak miktarda birikmişim ve hatırı sayılacak bir maaşım vardı. Zamanında ‘kadrolu’ diyeceğim yardım etme çabası gösterdiğim insanlar da vardı, asla ‘dilenci’ diye söz kondurmayacağım…
Hoşgörümden yararlanma şeklindeki davranışları, bitip-tükenmeyen dilekleri için kapıma gelmeleri yıldırdı beni. Evimi sattım, muhtara rica ettim ve kayboldum. O parayı da bankaya istifledim, şimdi kirada bir evde oturuyorum…
Aynı konu üyeliğimle ilgili yardım kurumları tarafından da abartıldı. Onların taleplerinden de yıldım ve onları da sildim yaşamımdan. Anlattıklarımla sizi sıkmıyorum, değil mi? Bu açıklamalar sonrasında esas konuma gireceğim çünkü…”
“Estağfurullah! Sadece yardımımı isteyeceğiniz konuyu merak ediyorum şu an…”
“Üç-beş satırlık vasiyetle, belki de yazamadan ölünce bıraktıklarımı, isimlerini-cisimlerini bilmediğim, hatta görüp, bilip, tanımadığım akrabalarım üleşecek, ya da onların haberleri olmazsa devletime, ya da hayır kurumlarına kalacak...
Vasiyetim olursa; yok Akıl Sağlığı Raporu, yok şahit, yok Noter tasdiki falan bir sürü eziyet, sıkıntı…
Bir ara muhtaç olup, okumak isteyen, ancak imkânları olmayan bir öğrenciyi okutmayı düşündüm. Nasıl olsa her Pazartesi günü evimin işleri için gelen, beni dışarı kışkışlayan karı-koca aile vardı, ‘yevmiyelerini, çalışma günlerini artırırım, olur-biter!’ diye düşündüm…
Düşüncemin olup bitmeyeceğini anında çözdüm. Hangi öğrenci, kim, oğlan-kız, hem kim anlatıp tavsiye edecek, ben nereden, nasıl bilip anlayacağım, gerçekten muhtaç mı, zeki mi, akıllı mı, dürüst mü, hırlı mı? Vs. Vs…
Aklım ermedi, işte böyle hüzünlü ve bomboşum öğretmenim!”
“Dileğinizi anlayamadım!”
“Öğretmensiniz, yalnızsınız, muhtemelen eviniz var ve öğrencilerinizi tanıyorsunuz. Sizin öngörünüzle bir, hatta ikiz kardeş, akraba, ya da herhangi bir yakınlığı olan iki öğrenciyi benim de katkımla misafir edip okumalarını sağlamaya gayret etseniz? Ben nasıl olsa kiracıyım, her derdinize koşmak, maddi-manevi çözüm olmak için yakınlarınızda bir ev kiralarım…
Sizin anlaşabileceğiniz bir yardımcıyı edinmeniz kolay olur düşüncesindeyim, ama sıkıntınız olursa yardımcı olmak için gene gayret gösteririm, o yardımcının maddi giderlerinin tümünü karşılarım efendim…
Eğer yardımcı olacağınıza inandığınız kız veya kızlar, benim desteğimle okullarını bitirir, akıllı, uslu insanlar olarak sizin gibi öğretmen veya meslek sahibi olurlarsa ben bu yaşama katkıda bulunma şerefim nedeniyle sizin gibi mutlu olurum, hatta birikintilerim bu çocuk veya çocuklar sayesinde değerlenmiş olacağı için gözüm arkada kalmaz…
Sevgili öğretmenim, ikimizin de geçmişimizle ilgili hatıralarımız, vazgeçmemizin mümkün olamayacağı ahları var, eskimize kesin bağlılığımız var, hem zaten ikimizin de sadece vahlarımız kalmış. Hele ki hissediyorum ki; sizin şehit eşi olarak gönlünüz tamamen kapalı dünyaya. O halde, ‘Evlenelim de, konu-komşu bir şey demesin!’ düşüncesini yaşamanızı asla istemem. Öyle ki buna bir şehidin eşi olarak kabir törenine katılmanızı engelleyen ailenin tavır ve düşünceleri de umurumda olmaz, sizin de olmasın. Şehit maaşı alıyor musunuz, bilemiyorum, ama…”
“O maaşı vakfa bağışladım, öğretmen maaşım bana yetiyor, sizin gibi benim de annem-babam yok, akrabalarımın varlığından da bahsetmek geçmiyor içimden…”
“O halde size telefon numaramı vereyim, sizinkini istememe gerek yok. Çünkü böyle bir konu için detaylı bir şekilde araştırma yapmanız, çocukların vasıfları ve aileleri hakkında bilgi sahibi olmanız, her şeyden önce öğrenci veya öğrencilerinizin ailelerinin rızalarını almanız gerekecek, bu da sizin için uzun bir zaman aralığı demek. Benden ne isterseniz anında yerine getireceğimden kesinlikle emin olun lütfen. Bu arada adım; Sonay…
Söylemiştim, aklınızda kalmıştır herhalde, Pazartesi günleri temizlik vs. için evimle meşgul olan aile kendileri telefon edinceye kadar beni kovarlar evden. Ben de çok zaman şehirde, özellikle de bu parkta dolaşırım, bugün olduğu gibi…
Eğer bir sabah; ‘Çay ısmarla!’ ya da bir öğle; ‘Yemek ısmarla!’ dileğiniz olursa, seve seve ve sevinerek yerine getirmeye çalışırım. Sanırım ki ölülerimizin ikisi de hareketimizden ıstırap duyup bizlere gücenmezler. Hatta öyle ki ilerleyen zamanlarda eşimi ve şehit eşinizi sık sık ziyarete, topraklarının kokusunu içlerimize sindirmeye gideriz. Belki öğrenci çocuğumuz, ya da çocuklarımız olduğunda beraber gitmeyi de plânlayabiliriz…”
“Bakın bu çok iyi fikir. Eşimin ailesinin haberi olmaksızın, ara sıra bize özel günlerde kaçamak gibi ziyaretine gidiyorum onun. Başucundaki bayrağı görevlilerin yardımıyla her seferinde değiştiriyorum. Ayakucundaki çam ağacının, mezarındaki çiçeklerin budama, yenileme, temizleme, bakım işlemlerini yaptırıyorum…
Şu andaki vaadiniz beni mutlandırdı. Öğrencimiz, daha doğrusu görünen isteğim olarak iki öğrencimizle, kimseye muhtaç olmadan şehit eşimi ve eşinizi ziyaret edip mezarlarının bakımlarını yapmak, yıkayıp-sulamak, okuyup-üflemek beni sizin gibi mutlu edecek, belki bize katılacak olan öğrencilerimizi de…”
“Şimdiden mezar ziyaretleri için hazırlanmanız, hazırlanmayı düşünmeniz beni de aynı mutluluğa taşıdı öğretmenim!”
“Adım Aysun...
İkide bir ‘Öğretmenim’ demenizden memnunum, ama Aysun da diyebilirsiniz...
Ve bir konuyu anında düzeltmem gerekirken, geciktim. Üstünde durmam gerekiyor, lütfen! Bir öğretmen olarak ne kadar maaş alabilir, nasıl biriktirebilirim ve ev sahibi olabilirim ki Sonay? Ben de senin gibi kiracıyım, biraz kaba kaçacak, ama yalnız, kimsesiz bir öğretmen olarak ev sahiplerinden neler çektiğimi ve kaç kez ev değiştirmek zorunda kaldığımı anlatamayacağım, anlatmak da istemiyorum zaten…”
“Üzülmeyin, bu kez istikbale yönlendirme çabasında olacağınız öğrenci çocuklarınız, size yardımcı olacak bir hizmetliniz ve hemen yakınınızda adı Sonay olan bir kardeşiniz olacak bundan sonra…
Şimdi değil belki, ama ilerilerde mutlaka, çocuklarınızın tahsilini yapacağı üniversiteye yakın, rahat, huzur ve mutlulukla yaşayacağınız kocaman bir evinizin olacağını size şimdiden müjdeleyebilirim…”
“Nasıl olacak o, peki?”
“Boşa geçen bir ömrün kalanı. ‘Birikintim var!’ demiştim, evimin satış bedeli de duruyor, gerekirse sizin için ayrıca arabamı da satarım…”
“Yok! Yok! Arabanızı satmayın, size, bana, öğrenci çocuklarımıza gerekebilir, hem her bakımdan…”
Pazartesi günleri Aysun’un da dersi yokmuş okulunda, ancak okulun gerektirdiği sebepler nedeniyle mecburen azat ettiler birbirlerini abi-kardeş, çok zaman birbirlerini uyardılar aynı minvallerde(3), telefonlarla seslenerek.
Boş gezenin boş kalfası olarak dilekler Sonay yerine Aysun’dan geliyordu, bir bakıma şamar oğlanı(6), günah keçisi(6) gibi görünse de joker gibi.
Aysun Öğretmen özellikle Pazartesi günleri Öğretmenler Kurulu Toplantıları, Müzik Öğretmeni raporlu veya herhangi bir sebeple yoksa Ulusal Marş başlangıcı için ses vermek üzere, hasta, hamile ya da sorunu olan öğretmen varsa hangi ders olursa olsun, konuyu öğrenip dersine çalışarak öğrencilerinin karşısına çıkıyordu.
Muhtemelen bir şehidin yalnız yaşayan dul eşi olduğu, yardımseverliği, muhafazakâr yapısı nedeniyle çok sevildiğini söylemek iyimserlik görüntüsü sayılmamalıydı.
Ve Aysun bu sevgiyi hissediyor, biliyor, anlıyordu.
Bazı-bazen kahvaltıya yöneliyorlardı, ama ve ancak bazen. Çok zaman öğle yemekleri bilinen adreste İskender ve sonrası künefe idi, künefeyi yarımşar üleşmek zevkti, yanındaki neşe ise her ikisi için de mutluluk gibiydi, hak etmişler gibi…
Aylar öyle çabuk geçmiyordu, ama mecburen geçiyordu. Ne öğretmen anlatmıştı, ne de Sonay sormuştu; “Okullar ne zamanlar açılır, ne zamanlar kapanır, üniversite sınavları ne zamanlarda yapılır?” falan…
Aysun Öğretmen ölçmüş, biçmiş, öğretmen olma tercihini yapmış ve Sonay’ın bir İskender davetine iki öğrencisiyle birlikte gelmişti.
Şenay ve Ayşen…
Soy isimleri aynıydı, ancak yakından-uzaktan akraba değillerdi. Yakın özellikleri aynı köyün çocuklarıydılar, belki dıdının dıdısı(6) şeklinde çok uzak babalarının dedeleri tarafından akraba olduklarından söz edilebilirdi.
Öğretmen, Kız Lisesinde okurken şehirde bir yurtta kalan her iki kızın da ailelerini, onlar da anne-babalarını ikna etmişlerdi üniversiteye devam etmek konusunda.
Aysun Öğretmen yaşaması gerekenlerin tümünü kendi çabaları ile gerçekleştirmiş, yarım ağızla da olsa; “İstersen çocukları da alıp arabanla, “yan komşumuz” diyerek seni de ailelerle tanıştırayım (belki de mecburen köy havası solumasını dileyerek)”
Evin yükü Nezir Hanım da aileye katılınca artmış ve ev, ev sahibinin kira konusunda huysuzluğu bir yana, üniversiteye uzaklığı nedeniyle sorun olmuştu.
Nezir Hanımı evde bırakıp Cumartesi-Pazar tatilinden yararlanarak, emlakçıya-komisyoncuya danışmayı düşünmeksizin dördü birden üniversite civarında ev aramaya çıktılar. Pek başarılı oldukları sayılamaz. Sonrasında Pazartesi tatilinden yararlanarak abi-kardeş Sonay ve Aysun devam ettiler ev aramaya.
Deprem ya da çürük yapısı nedeniyle yıkılıp yeniden inşa edilmiş, mal sahiplerinin bir kısmının yerleştiği apartmanın en üst katındaki dubleks denilen dairenin satılık olduğunu öğrenmişlerdi. Kendisi, Nezir ve öğrencileri için biçilmiş kaftandı Aysun’un. Sonay bu konuda avucunu yalamak(1) mecburiyetinde gibi görünse de çözüm onun için de kolaydı. Zemin kattaki kömürlük üstündeki 1+1 daire de müjde şeklinde kiralıktı ve Allah elinden geleni esirgememişti Sonay için.
Ancak dubleks daire için “tırınk para(6)” teklifine karşı ev sahibinde fiyatta herhangi bir indirim yapma gayreti görünmüyordu. Sorun sadece bu değildi Sonay için. Bankalar statüleri, kuralları, yaşları itibariyle her ikisi için de kredi vermeyi akıllarından bile geçirmeyecek şekilde çekimserdi.
Ayrıca Aysu; “Ölürüm Allah!” diyor, tapunun kendi adına tescillenmesine sıcak bakmıyordu.
Aysun’u ikna etmek kolay olmamıştı, ancak sonunda özellikle öğrenci kızların ağzından girip, burnundan çıkmaları(1) ile ikna olmuştu.
Aynı davranışı duygu sömürüsü(6) şeklinde hayır duası, “Karı-koca hemen umreye gidersiniz!” şeklinde Aysun da “tırınk para” ve “Bizi ele güne borç yapmaya, bankaların faizleriyle uğraşmaya bırakmayın!” heyecanını abartınca ev sahibi de indirime rıza göstermiş ve Aysun ev sahibi olmuştu.
Sonay’ın kızlarla daha doğrusu Ayşen’le arası çok çok iyi, Şenay’la “Eh!” denilecek şekilde iyiydi. Şöyle ki kızlar; Cumartesi-Pazar bazen kahvaltıya, öğle ya da akşam yemeklerine davet ederlerdi kendisini. Ayşen;
“Hadi gene iyisin Amca! Sevildiğini bil! Bu sabah hava berrak(7)! Öğretmen Annem rüyasında seni mi gördü, ne?” şeklinde ya da benzeri cümlelerle sabah kahvaltısına, öğle akşam yemeklerine davet eder, uzanır elini öper, bazen kucaklar, kapıyı kapatıncaya yahut da kendisine katılıncaya kadar kapıda beklerdi.
Şenay ise kapıdan;
“Annem börek, çörek, mantı yaptı, seni çağırıyor!” der, hiçbir tezahüratta bulunmadan sırtını döner giderdi. Ancak Allah var, inkâr etmemek gerek, yardımcı olmayı unutmazdı;
“Bastonunu al, yeleğini giy! Terliğini getirmeyi unutma!”
Oysa bir çift yedek terliği üst katta kendisi için daima hazırdı.
Ayşen bazen kapıya gelirdi sessizce, kapıyı açmasını bekler, dilini şaklatarak; “Acaba bugünkü programınızda bizi gezdirip, hava aldırıp, yemeğe çıkarmak gibi bir etkinlik görünüyor mudur?” der, yahut da cep telefonundan sonu soru işaretleri ile donatılmış; tek kelime görünürdü;
“Etkinlik???”
Şenay da benzerini yapardı, benzeri şekilde, ancak resmi gibi; “Okulu bitirip mezun olduktan sonra, nohutlu pilâv yeme hakkını kazanmak istiyorsan bugün (yahut da şu gün) İskender hakkını kullanmanız fena olmaz gibime geliyor!”
Aysun da, Nezir de garip-garibandılar. Evde yoğurt mu, tuz mu, süt mü, ya da herhangi bir baharat mı bitmiş, vaktinde söylemedikleri için belki 40 defa özür dileyip öyle söylerlerdi dilek ya da isteklerini. (Kızlar gibi yıllardır İskender dilekleri olmadığı gibi, nedeni belirsiz bir şekilde ne telefon ederler, ne de kapıya gelirlerdi, hep kızları gönderirlerdi yemeğe davet için, kısaca belirli bir program yoktu, Sonay’ın sevdiği özel şeyler yapılmışsa davet olurdu mutlaka.
Şu gerçek ki; kızlar zeki, akıllı, ahlâklı ve sorunsuzdular. İskender haklarının olmadığına inandıklarında kendi çabalarıyla Cuma akşamından Öğretmen Annelerine haber vererek köylerine gidiyorlardı. Dönüşleri biraz yüklü ve zahmetli olduğundan onları karşılama görevi Sonay’a aitti.
Köy yumurtası, tereyağı, kuru yufka ya da lavaş her neyse, bazlama, torba yoğurdu, peynir, sebze…
Köyden gönderilecek ne varsa hepsini getiriyordu kızlar, seferlerinden dönüşte. Eee! Ne de olsa ana yüreği, baba yüreği, iki taraftan da dayanılmaz özlem, doğal olarak…
Önce ilk yıl geçti başarılı bir şekilde üniversitede, sorunsuz…
Sonra ikinci yıl bitti aynı minval üzere, kızlar köylerine döndüler, iki dul evi beklerlerken, onlara destek ve katkıda bulunan yıl sonu tatiline çıktı Nezir Hanım…
Tatil denilen şey neydi ki, göz açıp kapatıncaya kadar tükenip bitiyordu. Önce Nezir dönmüştü tatilinden, ama bomboş değildi, eve bir şey getirmemişti, ama “kızların çeyizlerine” diye oya, başörtüsü, el işlemesi olarak aklına ne geldiyse alıp doldurmuştu çıkınlara, ayrı ayrı…
Sonra Ayşen gelmişti şehre kendi başına, sessizce, ekleri olmaksızın, sadece kendi ders kitapları olan çantasıyla ve asık bir suratla. Şenay yoktu, gelmemişti. Sesleri duyunca sevinçle üst kata yönelmişti Sonay ve şoke olmuştu.
Ayşen’in bilgisizliği, bir şeyleri usulünce bilmemesiydi. Şenay’ın üniversiteye devam etmeyeceğini, okumayı bıraktığını söylemişti bir çırpıda. Üstelik kendi kararı olarak, özür dilemek gibi, kendi için yapılan seferberliği, maddi ve manevi kazançlar için teşekkür etmeyi bile akıl edemeyerek.
Ayşen, Şenay’ın gönderdiği zarfsız kartı da gerekliymiş gibi çantasından çıkartıp anında uzatmıştı Sonay’a.
Kart düğüne davet içindi, okulu bırakmış olmasının nedeni evlenecek oluşuydu, kendisi için sarf edilen emek ve sevginin zerre kadar değeri yoktu, sırtını dönmüştü.
Sonay yerinde sallandı bir kez ve; “Ne oluyor?” demeye gerek kalmadı, sırtüstü sert bir şekilde neredeyse yere yapıştı, tahammülde zorlanacağı değil, üstesinden asla gelemeyeceği inkisar(3) dolu bir darbe idi bu. Başından akma meylinde olan kan hemen durmuş ve donmuştu. Aklı başına geldi Aysun’un.
“Çabuk telefon edin, ambulans çağırın!”
Çekindiler dokunmaya, gözleri kapalıydı Sonay’ın ve nefes almıyordu, hayat belirtisi sanki yok olmuştu anında. Ayşen kulağını dayadı göğüs kafesine ve bağırdı;
“Hayır! Olamaz! Amcam buna asla lâyık değildi!”
Ambulansla gelen doktor, baktı, dinledi; “Yapacak bir şey yok! Ölmüş! Üstünü örtün, dokunmayın, savcı görsün, kararı o versin!” deyip telefon etti, bir köşeye oturup gereği için beklemeye başladı…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Nezir; Adak. Adama işi ve adanılan şey. Yerine getirileceğine söz verilen kurban kesme gibi adamak eylemi. Bir dileğin bir isteğin yerine gelmesi amacıyla kutsal sayılan bir güce adanmış nesne.
(1) Ağzından Girip Burnundan Çıkmak; Çeşitli yollara başvurarak birini bir şeye razı etmek, gönlünü yapmak, kandırmak, hatta aldatmak, bir bakıma ikna etme sanatı, yolu ya da yöntemi de denebilir.
Avuç (Avucunu) Yalamak; Beklenenin, umulanın olmaması, umduğunu bulamamak, elde edememek, umulanın ele geçirilememesi, umduğunu, istediğini ele geçirememek. Sükûtu hayale uğramak. Umulan, beklenilen bir şey ele geçirilemediğinde kullanılan bir deyim.
Defi Hacet Etmek; Küçük ya da büyük abdest bozmak, tuvalete (helâya) gidip işlemi sona erdirmek!
(2) Günlerdir içime çöktü ayrılık… diye başlayan Nihavent Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin nakarat bölümü; Şurası göz göze geldiğimiz yer, / Şurası söyleşip güldüğümüz yer, / Şurası baş başa kaldığımız yer, / Buralara sık sık gelişim ondan” şeklinde olup Eserin Güftesi Yahya BENEKAY’a, Bestesi Sadettin ÖKTENAY’a aittir.
(3) İnkisar; Kırılma, gücenme, incinme anlamında kullanılan bu kelimenin diğer bir anlamı; gönül kırılması, ilenme, ilençtir.
Minval; Biçim, usul, yol, tarz.
Müneccimlik; Yıldız falcılığı. Yıldızların durumundan ve hareketlerinden anlam çıkararak falcılık yapma. Gök Bilimciliği, astronomluk.
Şehadet (Şahadet şeklinde söylenmesi yanlıştır); Şehit olma. Vatan uğruna, yüksek bir ülkü uğruna ölme. Bu şekilde ölene ise “Şehadet Şerbeti içti!” denilmektedir. Ancak (özellikle mahkemelerde) tanıklık, şahitlik olarak da yanlış olarak kullanılmaktadır.
Terennüm; Güzel ve alçak sesle şarkı söyleme, genelde kuşlar için şakıma, ötme, anlatma, ifade etme anlamlarında kullanılan bir kelime olup, öyküde mecazi anlamda kullanıldığı açıktır.
(4) Ufak bir bilgi; “Kumrular ömürlerinde bir kere sever.”
(5) Homini gırtlak … Püfüdü Kandil… Tumba yatak… Sadece dünyalık zevkler için yaşamak anlamında bir Sezen AKSU şarkısı. Genelde; Ege-Akdeniz yörelerinde oldukça yaygın bir tekerleme şeklinde kullanılmaktadır.
(6) Boş Gezenin, Boş Kalfası; Yapacak işi olmayıp vaktini sağda-solda boşuna harcayan, ya da harcamaya meyilli olan (boş gezen) insanlar için kullanılan bir halk deyimidir. Bir bakıma aylak, avare.
Dıdının Dıdısı; Dıdının didisi, yahut didinin dıdısı, didinin didisi şeklinde kullanılan uzak akraba ya da arkadaşları, konuları anlatmak için kullanılan bir deyim.
Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar. Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği. Merhamet istismarı.
Şamar Oğlanı; Osmanlı Saraylarında (belki başka ülkelerin asilzade ortamlarında da) padişahın oğluna (veliahda) ders veren öğretmen ders sırasında veliaht yanlışlık yaparsa onun yerine dayak attığı avamdan bir çocuğa verilen ad. Günümüzde ise; herkesin, hırsını, hıncını aldığı, menfaatlerine el koyduğu, sırtından yararlandığı kişi anlamındadır. Belki bir bakıma “Günah Keçisi” demekte de mahzur yok, gibime gelir.
Tırınk (Tırink, Tirink) Para; Hemen ödenecek bedel.
(7) Bu Sabah Hava Berrak; Cahit Sıtkı TARANCI şiiri. “Bu sabah hava berrak, / Bu sabah her şey billurdan gibi / Gök masmavi bu sabah / Güzel şeyler düşünelim diye…”