Geceleyin bir ses böldü(1) uykumu, içim ürpermeyle doldu, doğrulurken yatağımdan, odamda yalnızlığımı kucakladım yastığımla.
Bir fıkra; “Babası ölen oğul, her Cuma annesine; ‘Sana leblebi mi alayım, yeniden evlenmek mi istersin?’ diye sorarmış, annesi de; “Ah, oğul! Ben de leblebi yiyecek diş mi var!’ dermiş. Oğlan; ‘Anladım!’ dermiş, malûm, anlamazmış!
Ben de babasızım, ama annemin dileği değişik, leblebiyi (belki de bir bakıma ayvayı!) benim yememi talep etmesi gibi bir şeydi, ama oluruyla;
“Çıkmadı mı gönlünün sultanı, bakınmıyor musun etrafına şöyle bir?”
Dilinin ucuna kadar ulaşan sözleri iletemezsin, çünkü doğuran da, doyuran da, başımda durup bugünlere kadar ulaştıran da o. Üstelik nasıldı o söz; “Ana gibi yâr olmaz!” Yârim; annemdi!
Ancak; evlenmek için evlenilmezdi ki! Bir kadın beni sevse de, sevmese de mutsuz edemezdim, sırf annemin dileği ve müşterek egomuz (diyebilirim) nedeniyle sevmeksizin. Tapınmak değil, sadece ömrümü paylaşacak; “Gönlümün Sultanı” diyeceğimle karşılaşmaktı beklentim, ya da gecikmem.
Rüyamdaki sesin sahibini, WhatsApp’ta görüntülenmiş gibi resmini bilmek, bir çuval pirinç içinde beyaz bir çakıl parçasını bulmak kadar imkânsız değilse de, zordu. Kaldı ki insan dilerse tekeden süt sağmayı bile başarabiliyorsa o bir çuval pirinci de sinilere, tepsilere, sofra bezlerine döküp yayarak, sabırla koruk helva olduğuna göre arar, bulurdu (mutlaka).
Bulurdu da, bunu yaşama uygulamak mümkün müydü? Ola ki; “Yedi Kardeşe, Yedi Gelin(2)” filminin bir karesinde olduğu gibi, genç, güzel bir kadına rastladın; “Hava güzel, hadi, gel evlenelim!” diyemezdin ki ayaküstü…
Beklemek…
Umut etmek…
Hem kimi, nasıl, nerede?
Rüyamdaki resim dışında, kendimce belirlediğim, arzuladığım bir gaye olmaksızın arayamazdım ki! Nedir amacım (egoistçe); annemin arzusunu karşılamak mı, yaşamımda bana hükmedecek bir kadının elinin değmesi mi, o kadının damızlık(3) hüviyetinde bana çocuklar vermesi mi, yalnızlığıma ses mi, mutfağında aşçı mı, aş mı, ne? Ne?
Rüyalar ancak uyurken görülürdü ve kendiliğinden var oldu dizeler yola çıkmadan evvel;
“Rüya görmek olağan
-mutluluğun resmini yapmak mümkün değilse de(4)-
Rüyaların gerçekleşmesi de mi imkânsızdır?
Yaşanamaz mı?
Gerçekleşemez mi?
Olasılık da mı yok!(5)?”
Suskunca, küskünce, kararsızca belediye otobüs durağına yöneldim, rutin bir 9-18 mesaisinin başlangıcı için bu şarttı. Dikkatini çekti, duraktaki otobüse binme sırasının (kuyruğu da denebilir) uzunluğu.
Bu demekti ki, ya bir evvelki otobüs herhangi bir nedenle gelememiş yahut da bugünkü yolcu sayısı dünlere göre artmış olmalıydı. Ki bu da oturarak seyahat etme hakkından mahrum kalmak görüntüsü yaşatacaktı kendisine.
Otobüse bindikten sonra kurallar gereği arka kapıya kadar ilerledi ve rüyasıyla karşılaştı, olmayacak gibi mümkünsüz görünen bir görüntüydü bu.
Elinde olmadan, kendini esirgemeksizin gözlerine baktı genç kızın;
“Siz?”
“Siz? Ne?”
Çekinmiş, hatta bir bakıma korkmuştu da;
“Affedersiniz!”
“Peki, affettim!”
Sırtını dönme gayreti yaşarken, bu kez o genç kız merak etmiş olsa gerekti;
“Bu kez ben; ‘Affedersiniz!’ diyorum. Maksadınız ne? Tek kelime ‘Siz?’ sorusu ve sırtınızı dönme çabası? Bu; yeni bir sapıklık eylemi, modası mı, ne?”
“Evet! Doğru! Sapıklık ve hadsizlik, haklarını, haddini bilememek(6)…
Tekrar özür dilerim!”
“Otobüsten inince bekleyin lütfen, bana bunun nedenini anlatmak zorundasınız…”
“Yanlışım için tekrar özür dilerim, sizi bir arkadaşımın eşine benzettim de…”
“Yalan yakışmadı dilinize, çünkü fark etmişsinizdir, ellerimde yüzük yok, bu bir…
İkincisi; bu şehre yeni atanan ve bu gün göreve başlayacak bir öğretmenim, bu otobüse ilk defa biniyorum, ne ben sizinle daha önce karşılaştım, ne de siz beni gördünüz daha önce…
Benzetmeniz bana göre yanlış. Bir şehir içi vasıtasında, bu kadar insanın içinde düşünce ve kurgunuz her ne ise size yakıştıramadığımı bilin ve aklınızın bir kenarında tutun, lütfen!”
İnsanlar gizli-saklı hakaret etmek, hatta bir bakıma o kadar milletin içinde azarlamak konusunda sınır tanımıyorlardı. Abonman Kartından ikinci bir kontör atarak, ikinci bir otobüsü beklemekten başka çarem kalmamıştı bana göre, bu nedenle inmek için “Dur!” düğmesine bastım.
Genç öğretmenin peşini bırakmaya niyeti yok gibiydi, peşinden indi hemen.
“Sitemleriniz, hatta hakarete varan azarlar gibi sözleriniz yeterliydi. Size sataşmak, sapıklık yapmak, haddini bilmezlik asla aklımdan geçen bir şey değildi. Güzelliğinizden anında etkilenmek de düşüncelerimde yer eden bir olgu değil. Tekrar özür dilerim efendim…”
“Sözlerinizi kesmeden dinledim. Üniversitede bizlere çok şeyleri öğrettiler, ama hâlâ ‘Siz?’ deyip de sevgi ile bakan bir erkeğin sevincini öğretmediklerini öğrendim sizden biraz evvel. Karşımdaki kendini ne kadar aşağılarsa aşağılasın, sonuç ne olursa olsun, o değerli bakışların nedenini öğrenmemin hakkım olduğunu düşünüyorum.”
“Öğretmenim! Sanırım sabırlısınız! Öğrencilerinize gecikmeyin. Bakayım! Bakın şurda bir pastane görünüyor, mesaim 18 de bitiyor, ama sizin dersinizin 16 civarlarında biteceğini varsayarak saat 16 dan itibaren sizi orada beklemeye başlayacağım…
Ve gelirseniz; ‘Siz?’ diye sorgulamamın nedenini içtenlikle açıklayacağım. Gelmezseniz zaten olay yaşanmamış olacak ve o otobüste bir daha karşılaşmayacağız demektir, emin olun…”
“Peki, size ‘Kim?’ diyeceğim?”
“İsme gerek var mı öğretmenim? Farz edin ki yokum, ismimi öğrenmenizin size ne yararı olacak ki? Artı; merak etmekten vazgeçerseniz, tavrınız benden hazzetmemenizi öğütlüyorsa, ya da doğrudan doğruya hazzetmeme(6) hakkınızı kullanırsanız rüyam biter, hayallerime de son veririm!”
“Sözleriniz anlamsız bana göre, ama merak etmemi diliyorsunuz…”
“Hayır, merak etmenizi dilemek değil, bir şaşkını dinlemeniz arzusu geçiyor içimden. Hangi konuda öğretmensiniz, bilmesem de, edebiyat öğretmeni olduğunuz geçiyor içimden, öğrencilerinize ödev verir, ya da isim vermeksizin beni kendi kaleminizle öykü haline getirebilirsiniz…”
“Düşüncem; sizi tanımak için saat 16 da o pastaneye ulaşmak, eğer o öyküyü kaleme alacaksam mutlaka sizi sayfalar arasına yerleştirmeli, yerleştirebilmeliyim!..”
Saat dörtten önce pastanede oldum, bir hanımefendiyi asla bekletmemeliydim, bana yakışmazdı. Zihnimde bir kısım sözleri kurgulamaya çalıştım, konuya “rüyamda…” diye başlamam uygun olmazdı.
Genç öğretmen geldi ve aile terbiyesi ya da aldığı eğitim gereği başını hafifçe eğerek selâmladı, elini uzatmayı uygun görmemiş olsa gerekti.
“Kimliğim sanırım dikkatinizi çekmiş. Bu nedenle gülüp tenkit oklarınızla ölümüme sebep olmayacaksanız; ‘Siz?’ neden sizsiniz açayım…”
“Pardon! Bir öğretmen, bir kadın olarak uluorta gülmek bana yakışmaz! İyi bir nişancı da değilim, tenkit oklarım vasattır, tahammül edilir, isabet kaydetmekte zorluk çekerim. Ama şu gerçek ki; beni merak etmek gibi bir şantajla davet edip de lâfı eğip-büküp, eveleyip-geveleyip(7) söylemeyene de tahammülüm zor! Boş verip gitmemi ister misiniz?”
“Hayır! Doğrusu böyle bir tehdidi aklımdan geçirmemiştim. Gerektiğine inanırsam iyi bir gelecek umuduyla içimi açarım!”
“Sadede gelseniz(6), diye düşünüyorum…”
“Peki! Hemen! Gülseniz de sabredeceğim. Çünkü merak etmiş olsanız da bana değer verdiniz…
Sizi rüyamda gördüm, seslendiniz ve 24 saat geçmeden sizinle karşılaştım. Karşılaşmam hayret etmeme, bilinçsiz bir şekilde size seslenmeme neden oldu. Tekrar özür dilerim, hakkım ve haddim olmamasına(6) rağmen bakışlarımla dikkatinizi çektim, otobüs dolusu insan kalabalığında buna hiç hakkım yoktu. Şimdi elimi uzatsam…
Yok! Buna şimdi de hakkım yok!”
“Neden hemen pes ediyorsunuz ki? Bakın gülmek bir yana, gülümsemedim bile. Üstelik siz ‘Gel!’ dediniz, size değer vermesem, bakışınıza önem vermemiş olsam, ‘Siz?’ sözünüzden yarım saatlik bir söz düellosu sonrasında burada olur muydum? Selâm verdim, selâm vermenin Tanrı kelâmı olduğunu bilerek. Önem vermesem, selâm vermezdim ki. Başınızı bana doğru eğmeniz mümkün mü?..”
Eğildim.
“Çay iyi değil, üstelik garsonun meraklı bakışından da rahatsız oldum. Ödeyin, beraber çıkalım ve bana sizi anlatın yürürken, nasıl gördünüz beni, nasıl hemen tanıdınız beni. Ara sıra da olsa tıpkı sabahki gibi yüzüme bakın, o yüzün arkasını, içini göreyim. Bedeninizi değil, gönlünüzü, kalbinizi, hatta ruhunuzu görmem için bana imkân tanıyın, şans verin! Çabam; görmeye çalışmak şeklinde değil, içten gerçekleşsin isterim…”
Bu sözlerin benim için bir vaat olarak şekillenmesi mümkündü, sabit fikirli olmayan, ilerisi için ümit var olmayı becerebilecek olan için. Ancak odun, mobilya biçimine gelmesine rağmen hâlâ kerestelik tomruk olduğu ısrarında ise, yapacak bir şey yok!
Bir süre sessizce yan yana değil, kara cahiller örneği gibi abartısız peş peşe yürüdük sanki. Sonra ilk kez cesaret edip elini tuttum;
“Benimle aynı hisleri yaşatmak için, ‘Aşk’ diye yorum yapacak olsam da, nasıl ki rüyamda şekillendin, beni istemesen, reddetsen bile gönlümde, kalbimde, beynimde…
hepsi bir yana asla ölüp tükenmeyecek ruhumda(8) seni ömrümün sonuna kadar saklayacağım, bir başkası sahiplenemeyecek beni senden başka. Acele ve şu an verdiğim bir karar değil bu, seni rüyamda görüp içimde hissettiğim anda benim bana verdiği, seni beklerken tekrarladığım söz…
Sana hükmetmeye hakkım yok, seni hak edeceğim(6) de geçmiyor aklımdan, cesur da değilim. Üstelik seni rüyamda tanıdım, eksiksiz. Adım Nihat!..
Bir kâğıda telefon numaramı yazmıştım. Mademki şehre yeni geldin, sana başka türlü yakın olmam mümkün değil, yakınlaşacak kadar seni isteyemem, ama bir şeye ihtiyacın olursa, söyle, o ihtiyacını karşılamak sevincim olur. Bu; ‘Siz?’ ve ‘Ne?’ dememizin de ödülü olur benim için!”
“İkinci kez söyletmek mecburiyetinde bırakıyorsun beni; ‘Neden, kendini aşağılıyor ve pes etmek için sanki gayret ediyorsun ki, anlamıyorum. ‘Seni anlat bana, otobüste baktığın gibi bak bana!’ dedim. Kalbini göstermeni istedim. Hiç mi önemi yoktu bu sözlerimin? Ki neden sırtını dönmek gibi bir gösteridesin? Elimi tuttun, ben hazırlamamıştım, çektim mi, ama? Şu kalem…
Ya da dur! Telefon edeyim, numaram sende görünsün ve numaranı hemen sileceğim, al şu verdiğin kâğıdı da. Mademki isteğin bu, ben yokum!”
“Küsme! İlgim, şansım devam etsin lütfen!”
“Senin elinde! Bir kadın ismini bile bilmediği biri için sözüne karşılık söylenilen saatte bir pastaneye neden gelsin ki, bir düşün! Ben sadece et ve kemik miyim? Duygularım yok mu? Senin hissettiklerini, taşıdıklarını rüya görmesem, hayal etmesem bile bir görüşte taşımaya hakkım yok mu benim? Bu arada adım; Nihal…”
“Nankörüm ben…”
“Hayır, sevginin ağırlığı nedeniyle dalgınsın, üstelik âşık olduğunu, karşındakinin de seninle birlikte aynı duyguları yaşamaya başladığının farkında olmayan, sokak ortasında ettiğin sözler nedeniyle karşındakinin gözyaşlarını içine akıttığının farkında değilsin!”
“İzin ver, diz çökeyim!”
“Hayır! Kırgınım, kırıldım. Şu anda özür dileme çabasında bir rüzgâr(9) olma! Bırak kendime geleyim. Yarın dersim yok! Herhalde demek istediğim belli!”
“Kırılan bir dalı onaramayacağım kesin, ama izin ver evine bırakayım seni, her ne şekilde olursa olsun. Söz veriyorum sadece yanında olacağım, tek kelime etmeden…”
“Oysa şu anda en çok ihtiyaç duyduğum şey; sesin. İster ‘Dağ başını duman almış(10)…’ diyerek marş söyle. İster bir şarkı; ‘Yine bir Gülnihal(11)…” diye ismimin başında gül olmasa da benimle başlayan, istersen şiirler oku, varsa kendinden, yoksa ne biliyorsan…”
“Peki, umut edebilir miyim?”
“Elinde…”
Elimi uzattım;
“Seni seviyorum!” diyerek bir tam gün dolmadan.
Geri çekmedi elini Nihal.
“Hissediyorum, ta ‘Siz?’ diye sorguladığından beri. Ben de söylemek için hazırım, ama yürüyelim önce…”
Ve yaşamda kimsenin aklından geçmeyecek, ama yaşadıkları adına aşk dedikleri bir serüven başladı, muntazam ve ritim dolu bir yürüyüşle;
“Dağ başını duman almış…”
YAZANIN NOTLARI:
(1) Dizenin aslı; Geceleyin bir ses böler uykumu, İçim ürpermeyle dolar; Nerdesin, arıyorum yıllar var ki ben onu, Âşıkıyım beni çağıran bu sesin. “NERDESİN?” Ahmet Kutsi TECER Şiir; Suat SAYIN tarafından Nihavent Makamında bestelenmiştir.
(2) Yedi Kardeşe, Yedi Gelin; Orijinal ismi; “Seven Brides, For Seven Brothers” olup Jane Powell ile Howard Keel’in başrollerini oynadığı oldukça güzel ve iz bırakan müzikal komedi.
(3) Damızlık; Aslında Sadece döl almak amacıyla yetiştirilen iyi nitelikli hayvan, bitki. Ancak öyküdeki anlamı; kadını sadece çocuk sahibi olmak için kullandığı adam (Affedersiniz).
(4) Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin? İşin kolayına kaçmadan ama... Nazım HİKMET’in Abidin DİNO’ya “SAMAN SARISI” şiirinin ilk dizelerindeki soru.
Ressama sormuşlar; “Mutluluğun resmini çizebilir misin?” diye. Ressam demiş ki; “Ben çizerim de, sen anlayabilir misin?" ANONİM
(5) KARATEKİN, Erol. 2019 Yılı. “SESLENİŞLER, SERZENİŞLER IV”
(6) Haddini Bilmek; Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yeteceğini bilerek onun ötesine geçmemek, ölçüsünü bilmek. Başkalarının kusur ve yanlışlarını istihzalı bir şekilde yüzüne vurmamak gerekliliği. Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî’ ye sormuşlar; “O kadar yazarsın, o kadar okursun, ne bilirsin?” diye. Şu cevabı vermiş; “Haddimi bilirim!”
Hak Etmek; Bir emek karşılığı olarak alacağı bulunmak, hak kazanmak. Lâyık olduğu gerekli karşılığı görmek, almak.
Hakkı, Haddi Olmamak; İnsanların hadlerini bilmemeleri. Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yetebileceğini bilmemek, ölçüsüzlük.
Hazzetmemek; Hoşlanmamak, tat almamak, haz duymamak, keyif almamak.
Sadede Gelmek; İlgisiz sözleri bırakıp asıl konuya gelmek. Maksada dönüp açıklamak. Konuya girmek.
(7) Eveleyip Gevelemek; Bir sözü tam olarak söylememek, mırıldanmak, ağzının içinde kıvrandırmak. Kıvırtmak. Sözü gereksizce uzatmak.
(8) Ben sevdiklerimi ne kalbimle, ne de aklımla severim, olur ya, kalp durur, akıl unutur, ben dostlarımı ruhumla severim, o ne durur, ne de unutur. Mevlânâ Celâleddîn-î RÛMÎ
(9) Rüzgâr ne kadar özür dilerse dilesin, dal kırılmıştı bir kere. Dal rüzgârı affetse bile, kırılmıştır bir kere şeklinde kırılganlığı anlatan sözler (“Rüzgâr Özür Dilese De Dal Kırıldı Bir kere” Halil ATILGAN tarafından yazılan bir kitap ismi).
(10) Dağ başını duman almış… diye başlayan Bekir Sıtkı ERDOĞAN’a ait Gençlik Marşı. “Güneş ufuktan şimdi doğar!” dizesi bir bölümüdür.
(11) Yine bir Gülnihal, Aldı bu gönlümü, Sim ten, gonca fem, Bibedel o güzel… Güfte ve Bestesi; Hamamizade Dede Efendiye ait Rast Makamında Türk Sanat Müziği eseri (Gülnihal; Gül fidanı. Gül ağacı).