Askerliğini yaptığı sırada şehrin cazibesine(1) kapılan rahmetli babam, köyü terk edip şehirde yaşamaya karar vermiş. Şehirde gecekondu yapmak için şehirden uzak, ancak şehre oldukça yakın, istikbali olacak(2) bir yeri gözüne kestirmiş. Yememiş-içmemiş, köyde kendine ait olan ne var, ne yoksa anneyi-babayı düşünmeksizin satmış, savmış(2). Belki de tek evlât olarak kendisinin mirasçıları olacağı düşüncesiyle onları tez elden yitirmeyi göze almış olabilir. Yol, su, elektrik gibi sosyal hiçbir konumu-güvencesi olmayan, taşıma su ile değirmenin dönmeyeceğini(3) bile bile o arsayı sahiplenmiş, asker arkadaşı ve birkaç amele, eleman desteği ile el elden(2) gecekondusunu oturtturmuş o arsaya bir gecede…

Şehrin durduğu yerde durması, nüfus artışının beklentide olması yahut da nüfusun hareketini yavaşlatması düşünülemezdi. Ayrıca asker arkadaşı kendisine yardım etmişti, onun da ona yardım etmesi gerekliydi. Hemen yanındaki arsa ve gecekondu için, hem de iki taraf için de ufak çapta kendi ihtiyaçları için ekip-biçme şeklinde bahçeli, artezyenden(1) kuyu açıp su çıkartmalı, asker arkadaşı gibi değil de kardeş-kardeş üleşmeli, babamın gecekondusu tarafından olay gerçekleştirilmişti. Bakmayın, bilgiç bilgiç seslenişime(2), aslında “mış!” diye kısaca anlatmam gerekirdi, babamdan duyduklarımı.

İki arkadaş dur-durak bilmeksizin mümkünsüzlüğü yaşarken Tanrı Azrail’ini görevlendirerek dedemi ve ninemi yanına alıvermiş. Bu; Allah’ın babama “Yürü ya kulum!” diye gerçekleşmesi mümkün kılınmış bir lütuf(1) olarak görünmüş. Dediğim gibi evin tek dikili çınarı olarak, babasının önce, annesinin sonra defin işlemlerini yaptırıp, mezarlarının çökmesinden sonra kabirlerinin yaptırılması için muhtar ve mermerci ile “para peşin, kırmızı meşin!” şeklinde anlaşmış.

Sonra, köyde kalan ne varsa, ucuz-pahalı demeden elden çıkartmış babam, işe yarayacakları almaları için öncelikle komşu ana- (ve annem olacak) genç kıza mühlet ve izin vermiş. Artırılan eşyalarla birlikte belki köy ortamı için yadırganacak bir şekilde ismi olan, kendinde gönlünün olduğundan emin olduğu Dul Emine’nin kızı Gamze Gizem’i (tekrar gibi olsa da; gerçekte annem olacak güzel kızı) ve annesini köyden alıp şehre taşımış.

Baba ve anneden kalanlarla ve Dul Emine‘nin getirdikleri ile gecekondu şenlenmiş. Bu kaymaklı ekmek kadayıfı gibi şans olmuş babama ayrıca. Çünkü hükümet yaklaşan seçimin avantajı olarak İmar Affı çıkarmış, tapusuzlara tapu çıkarmış, herkesi hak sahibi yapmış ve dahi babamı da, asker arkadaşını da.

Nikâh, evlilik falan olmaksızın gecekonduda ben doğmuşum bir ara. Görevi gereğince tamamlanmış gibi anneannem, sizlere ömür olmuş, o zamanlar anlamını bilmediğim bir şekilde, malum olduğu üzere köyünün yağmurları(4) devreye girmiş…

Kısacık, ufak bir not, devam edeceğim sonrasına…

Kocaman kız oldum. Nüfus Kâğıdımın, pek inanasım olmasa da vaktinde alınmış olduğu konusunda şüphem var. Çünkü şu anda 23 yaşlardayım, annemin, anneannemin soy isimleri aynıydı, benim Nüfus Kâğıdımda annemin ismi kayıtlı olmasına rağmen sadece babamın kızıydım, her konuda tek isim olarak. Bir bakıma gerçeği saklayıp-saklamadığı konusunda tereddüdüm olan babam öldüğünde nasıl bir evlât olduğumun fakında değildim.

Söylenmesi gereken hiçbir kelimeyi veya deyimi kendime yakıştırmam asla mümkün değildi.

Annemle babam arasında kesinlikle medeni bir nikâh yoktu, belki imam nikâhı bile, o da şüpheli. Tanrı huzurunda birbirini kabullenmişler. Peki, ben ne oluyordum? Kaba bir söylemi var, demin de söylemekten utandığım!

Hazıra dağ dayanmaz, ölüp giden babamın evimizi nasıl geçindirdiği bir bilmece zihnimde. İmar Yasası gereği ile gecekondumuz ev hüviyetini taşıdığı için hükümetin maşası belediye; elektrik, su, doğalgaz, sokak, cadde, yol, telefon, kanalizasyon gibi gereklilikleri tamamlamıştı. Doğal olarak komşumuz; babamın asker arkadaşı da aynı nimetlerden faydalanmış, tekrar gibi olsa da.

Bir ufacık eklenti yapmak gerekirse, kardeş gibi olan babamla Hamdi Amcanın evi ve arsası, bahçesi ile bizim evin arsası, bahçesi arasında tel örgü, çit, tahta perde gibi bir sınır yoktu. Babalar kardeş gibi olunca annelerin de “Ahret kardeşi(3)” olmalar şarttı bir bakıma. İki aile arasındaki tek fark; yan taraftaki ağacın meyvesi yoktu, olmamıştı, vermemişti Allah. Bu tarafta da kız çocuğu olarak sadece ben vardım. Amma…

Karşı tarafta da bir evlât ve hele ki o evlât oğlan olaydı, bu konuda “Love Story(3), beşik kertmesi(3)” vb. gibi bir kısım olaylar mutlaka gerçekleşirdi; yaş-baş, iş-güç, kader-kısmet gibi hiçbir şey dikkate alınmaksızın! Tövbe, tövbe!

Dediğim gibi şehir genişleyince, açgözlü müteahhitlerin tamahlarının(1) da yerinde sayması düşünülemezdi, hele ki bu sırada babamın asker arkadaşı Hamdi Baba Amca kalp krizi ile “Pat!” diye göçüverince onun yükü de babamın omuzlarına binmişti. Şöyle ki Hamdi Babamın eşi Münevver Teyze kör cahil değilse bile ümmi(1) idi ve Hamdi Baba Amca eşinin de rızasını alarak “Dikili ağacımız yok! Evimiz zaten senin eserin!” deyip evini belirli bir zaman içinde babama bağışlamış, Tapuya beraberce giderek.

Müteahhitlerin devamlı ısrarı nedeniyle babam bir müteahhitle anlaşmış, üç daire kendisi için, üç daire asker arkadaşı için, toplam altı daire, hepsi güney cephe olarak. Anlaşmanın detayı hakşinaslık(1) üzerine kurulmuş. Münevver Teyzenin yaşına, başına, eğitimsizliğine bakmaksızın manevi bir güçle teyzeyi de himayesine(1) almış babam.

Arkadaşının vasiyet gibi herhangi bir iletisi olmamasına rağmen; Allah’tan kendine ulaşan vahiy(1) denilecek bir güç ve inanışla, arkadaşından kendine nasip olan üç daireyi üç ayrı yardım kuruluşuna Hamdi Baba ve Münevver Teyzenin adları ile bağışlamış. Yardım (Hayır) Kuruluşlarının temsilcileri, Münevver Teyze, Müteahhit ve babam yasalara uygun olarak beraberce anlaşma imzalamışlar. Tek eklenti, müteahhit daire numaraları projeye göre işaretlenen daireleri rayiç bedele(3) uygun olarak sattığı takdirde müteahhidin bu bedeli eksiksiz olarak kuruma havale etmesi olacakmış.

Hani insanın aklından geçmiyor değildi tekerleme; “Atın tepmezi, itin ısırmazı, müteahhidin çalmazı olmaz!” şeklinde. Ama inancım o idi ki, Hayır Kurumlarının o mevkie ulaşmış yetkilileri de ağzı açık olarak; “He! Kabul!” demezlerdi, araştırıp, taraştırıp, rayiç bedeli öğrenip müteahhidin ense köküne tokadı yapıştırıp(2) yasal haklarını alırlardı (gibime geliyordu)!

Babam Hamdi Babanın vefatına çok üzülmüş, yaşamını evden-camiye, camiden-eve şeklinde bütünleştirmişti, ben de büyümeye devam ederken her şeyin olmasa da çok şeyin farkındaydım.

Apartmanlar tamamlandığında dairelerden birinde biz oturuyorduk, diğer iki dairenin kirası geçimimize yetiyordu, ek bir gelire ihtiyaç duymuyorduk, karınca kararınca yetinip(2) ben okumaya devam ederken.

Önce Ahretlik Kardeş Münevver Teyze vefat etmişti, belki de eşini yitirdikten sonra gereksiz ve fuzuli bir yaşama tahammül edemeyerek. Zamanında akıl edilemediği için kocasının mezarı ile kendi mezarı arasında muhtemelen 500-600 metre kadar mesafe vardı. Babamı bu görünüş de üzmüştü, gereğinden öte ve bizim için yan yana üç mezar yeri satın almıştı, mezarlıktan.

Ve her ihtimale karşı ve sessizce fısıldamıştı kulağıma;

“Eğer dinen ve yasalara aykırı olmazsa seni benim yanımda isterim!” deyip eklemişti; “Vakti gelince… Üçüncü mezarı o zaman ilgililer bir şeyler yaparlar herhalde!” derken gizli tercihinin “Evlendiğin takdirde” şeklinde bir cümle olacağının farkında gibiydim. Oysa boş oturmaktan bıkkın ve sıkkın olarak şimdiki görevi sahiplendiğim otelde part-time(3) çalışıyor, üniversiteye de devam ediyordum o zamanlar, geleceğim hakkında bilgi ve fikir sahibi olmaksızın.

Babam, köyde ırgatlık, askerde komando görevi ve şehirde koşuşturma (gecekondu ve apartman ahvalinde inşaatlarda amelelik…) şeklinde yoğun bir tempodan sonra rahatlığı hazmedemediği için, kendini genç ve dipdiri zannetmesinin bedelini ödemişti, ben tahsilime devam ederken, tıpkı arkadaşı gibi, bir gece ansızın “Pat!” diye ruhunu teslim edivermişti Yaradan’ına.

Annem sabahında babamın soğuk bedenini hissedince kısmi bir felç geçirmişti; yürüyordu, ellerini kullanıyordu, işitiyor, anlıyor ve fakat konuşamıyordu, boğuk bir sesleniş ötesinde. Kısaca bakıma ihtiyacı vardı, bu; benim okumaya, yani üniversiteye devam etme arzumun engellenmesi anlamını taşıyordu.

Aradım, araştırdım, eşten-dostlardan, ilgili kurumlardan ve zor da olsa Türk asıllı, ismini telâffuz etmekte zorlandığım Gürcü, yatılı bir bakıcı buldum, annem için. İki-üç ayda bir on beş günlüğüne benim paramla uçakla memleketine gidip-gelmesine izin vermem şarttı. Maddi konum önemsizdi dairelerden birinin kirasını yabancı para birimine çevirip öyle ve elden ödeyerek gereğini gerçekleştirecektim. Bu konu ile ilgili yasal durum ve parayı ailesine ulaştırması benim sorunum değildi. Bilmem gerekenleri, bilmem gerektiği kadar biliyordum. Kocası yoktu, üç çocuğu vardı; büyüyen, okuyan ve çocuklara kendi annesi bakıyordu, kendisi anneme bakarken.

Benim konumum belliydi, üniversiteyi bitirmek ve eğer kabul edilirsem part-time çalıştığım bir turizm cenneti olan ilin en değerlisi olarak kabullendiğim, şimdilik eksikliklerini teferruatları ile beynime işlediğim otele, düzgün, yükselme amaçlı bir görevli olmaktı.

Yaşamda her şey insanın istediği şekilde oluşmuyor, gelişmiyor, gerçekleşmiyordu, çok zaman insanın kendisine yetmesi gerekiyordu. Belki bilgisizliğimin eseri, babamın kemikleri henüz etlerinden ayrılmaya bile başlamadan annem, bir tatil günü öğlenine doğru babamın yanına gelmeyi tercih etmişti, bakıcısı bir vesile ile ev dışındayken.

Annem kükreme şeklinde, genelde “A! U!” harfleriyle seslenmeye çalışırken tuvalete gitme ihtiyacını belli etmişti bana. Maksadı içinden geçirdiği şekilde abdest almakmış. Abdestini aldı, eğilemediği için ayaklarını ben yıkadım. İstirahat etmesi için yatağına götürdüğümde yatmak istemedi, oturdu, iki-üç kez höykürür(2) gibi öksürdükten sonra kaykıldı, ecel geldi cihane, baş ağrısı bahane, hak tecelli etti. Belki sonrasını hissederek abdest almaya niyetlenmiş olabilirdi, çünkü her nefis ölümü tadacaktı(5).

Babamın yanındaki kendi mezarına defnettim annemi. Bu benim yalnız dünyama başlangıcımın ilk anları idi, zaman ister dursun, ister yürüsün(6). Üniversiteyi bitiriş, part-time çalışma şeklinde yaşamıma, yaşamak denirse eğer. İtiraf etmeliyim ki dört yıllık öğrenimim sırasında çok arkadaşım oldu düşünülen anlamda. Güzellikte kısıtlılığımı inkâr etmek bana yakışmaz, vermeyince mabut, hele ki fenni-suni yakıştırmaları da kabullenmemişken, üç daire sahibi olduğumu bilen arkadaşlarım da oldu ayrıca, istikbal tereddüdü yaşamak istemediğine inandıklarım.

Kendimi asla fasulye gibi nimetten saymadım(2), çünkü haddimi ve haklarımı biliyordum. Düşüncem; gönlümün sultanına rastlamaktı gelecekte, beklentim olmamasına rağmen. Ancak umudumu inkâr etmem mümkün değil, beyaz atlı prensim olsa, ben de her kadının özendiği gibi anne olmak özlemimi doyursam fena mı olurdu ki? Aslında anne olmak için bir babaya muhtaç olmak gerçekten gereksizliğin anlamsızlığıydı.

Tüm varlığıyla beni sevecek, beni tümümle kapsayacak, gözlerime, kokuma, sesime değer verip beni daima el üstünde tutacak, bana şarkılar söyleyip, şiirler yazacak karşı cinsle karşılaşmak mutluluğun habercisi mi görünürdü ki? Bunu hissediş, hükmediş, kalbin çarpmasıyla yaşamayı ummak gerçekten “aşk” denilen mucize mi demek olurdu? Oysa alıcı gözüyle, sevgiyle bir bakan bile olmamıştı tüm üniversite yaşamımda, menfaat ve ucuz istekler olarak daha önce söylediklerim hariç.

Niyet esastı, mademki benden bir parçaya evlât olarak sahip olmak istiyordum, sabretmesini bilmeliydim, anne olma hakkımın devam edeceği son anlara kadar. Çocuğumun mürüvvetini görmek(2) de arzularım içinde yer alabilirdi, ama bunu sadece kısmet ya da kader denilen çizgi ile sınırlamasını bilmeliydim. Oysa sanki yerde arayıp da havada bulmuşum(2) gibi bulmuştum da bunuyordum(2) hayalimde yaşamak istediğimi…

Göz açıp kapamakla üniversiteyi bitirip, dileğim ve karşının icraatından(1) memnun olmayıp da salıverdiği müdür yerine benim gelmemi isteyen otelin varisleri tarafından Otel Müdürü olarak 25 yaşımı biraz geçmiş olaraktan görevlendirilmiştim. Yönetmeyi başaracaktım ve bu mutluluğum olacaktı, mutlaka, çünkü çok işim olacağını keşfetmiştim, bir bakışta, ufak bir inceleme ile.

Otelin staj niteliğinde, part-time çalıştığım zamanlarda fark ettiğim, nezih(1) bir otele yakışmadığına, yakışmayacağına inandığım kurallarına çeki-düzen vermek gerekiyordu (bana göre). Çünkü ufak süreli çalışmalarımda değil, ancak otele hükmetmeye başlayacağım zamanda değiştirebilir, düzeltebilirdim gördüğüm bir önceki yönetici tarafından uygulanan ve biçimsizliği tasdiklenmiş felâket niteliğindeki acayip yanlışlıkları. Başlangıcımda aslında asla böyle bir zamanım olmadığına inansam da boş zamanlarımda denetleme amaçlı gezilerimde, gözlemlerimde gördüklerimin, düzeltmem gerekenlerin hepsini önce beynime, sonra da not defterime maddeler halinde kaydediyordum.

Benden öncesini şöyle özetlemem mümkün; otelde görev yapan her eleman ve otele gelen her misafir imza mukabili taahhütnamede yazılı olan belirli kurallara uymak zorundaydı. Önceliği misafirlere vererek söylemem gerekli ki; uluorta fantezi giyimlerle(7) dolaşmak uygun değil, hatta yasaktı, alkışlanacak bir kural gibi; bikinili(7), bermudalı(7), taytlı(7), tangalı(7), halhallı(7), persingli(7), slipli(7), plaj kıyafetli dolaşımlar yasaklar içindeydi.

Amma…

18-20 yaş arasındaki evli-bekâr kızlar; yemeğin salçalısı, kadının kalçalısı beyanında(1) mini etekli giyimlerinde eğilip kalkmalarının âdâbında(1) değillerdi. Keza karınları açıktı, sutyenleri tarif etmekte zorlandığım çeşitli şekillerde, gayet dekolte(7), göğüsler iri-diri gibi müstehcen(1) vasfını hak eder şekilde idi. Hızmalar(7), halhallar, stringler(7), persingler, kulaklarda boğa zapt etmek için kullanılan hızmalar gibi kocaman-kalın küpeler vardı oğlan-kız ayırımsız.

Dövmeler(7), bilezikler, kol saatleri, parmaklarda çeşitli şekil, renk, biçim ve adette yüzükler vardı. Saç tıraşları, kesimleri, boyaları inanılmaz gökkuşağı renginde çeşitli şekiller ve biçimlerde idi. Geniş omuzlu, bol pazulu oğlanların, kısmen kızların şortlarının, bedenlerinin bütün kıvrımlarını hilafsız(1) işaret eden tişörtlerinin ayıplar içinde sayılması mümkündü.

Islah için bin, bin bir, hatta yüz bin bir dert başımda beni bekliyordu! Belki kısaca “Yazsaydım, ben derdimin bir tekini(8) havasında, uzun bir zaman gerekliydi benim için, ama kısa bir zamana sığdırmak için her türlü riskin üstesinden gelmeyi kafama yerleştirmiştim bir kere, kısa sözün gereği; ya bu gemiyi yürütecek, yüzdürecek, ya da yüzdürecektim, pes etmeyi aklımın ucundan bile geçirmeksizin.

Bir parantez açmam gerek, bilmeden, ama ilerilerde bileceğim malûm olmuş gibi… Hani demiştim ya; “Yazsaydım derdimi, ciltlere sığmayan bir kitap olur!” şeklinde, dünyada o kadar çok benim gibi ancak benzersiz konularda dertli insanlar varmış ki, öyle bir dertli de zaman gelip otelimizin müşterisi olacakmış, bilemezdim, hissetmem de zordu. Ama görüp bilip tanımam mutlaka gerekecekmiş, fazlasını fısıldamam abes…

Otel hemen düzenleme havasına girmeden yahut da girmek üzereyken otele teşrif etmişti o meşhur şair-yazar gibi ismi olan Attilâ Bey(9). Bu ismin oldum olası doğrusunu öğrenemedim, tıpkı Alaattin gibi. Bir de Hakkâri iline dilim dönmezdi, her nedense. Şapkaları bu yaşa geldim hâlâ oturtturamam isimlerin üstüne, yerlerini kestiremediğim için. Gereği yok, kestim!

Söylenenlere göre; “Horoz ölür, gözü çöplükte kalır!” örneği gibi, yaşı 70 olmasa da, azanı teneşir paklasa da, evli-barklı, çoluk-çocuklu olsa da, gözleri dışarıda, zampara havasında olan Attilâ Bey sezon sonu organizasyon için geçiyorken bir de otelimize uğramıştı, henüz düzenlemeler için kollarımı sıvamama(2) ramak kalmışken(2).

20 aile, 40 kişi ve bir de artı bire bir haftalık tatil süresiyle ilgili olarak organizasyona niyetlenmişti gördükleri için ikna olmuş gibi. Bir hafta için rezervasyonu yapmış, muhtemelen arkadaşlarından peşinatı alarak hazırlıklı olarak gelmiş olduğundan, belirli bir miktar depoziti telefonundan otel hesabına aktarmıştı. Gelecek bir hafta içinde otel ücretinin artı yarısını daha bir hafta içinde otel hesabına havale edecek, kalan çeyrek ödeme miktarı ise her şey dâhil otele girişte ödenecekti tatili yapacak taraflarca.

Sözleşme şeklinde tadilata gerek görülmeksizin her şey gerçekleşecekti, planlandığı şekilde. Tüm sezon için olduğu gibi tekrarında fayda olmasa da, otel bedeli içine her şey dâhildi, ekstra diye bir şeyden söz edilemezdi, belki hoşnutluğun karşılığı ödenmesi muhtemel bahşiş gibi…

Görüntülediğine ve fakat tatil için otele geldiğinde otelde yapacağımı düşündüğüm tadilatın farkında olmasa da, şaşıracağını aklından geçirmemiş olsa gerekti Attilâ Bey.

Otelden ayrılıncaya kadar sabredememişti genç, zampara hüviyetli adam. Danışma Deskinin karşısındaki koltuğa oturup, müjde ulaştırma gayreti yaşamış olsa gerekti kendi gibi düşündüğüne, inandığı kendisi gibi ilgilenen yandaşlarına, oteli metheder gibi, hepimizin duyacağı bir şekilde;

“Bomba gibi bir tatil geçireceğiz, inan! Cıvıl cıvıl(3), mini mini, pamuk gibi tavşan örneği ponponlar(1), nefis yemekler, sınırsız içki, hem en âlâsından, deniz ve tüm güzellikler aklından geçen, geçmeyen, geçmesi muhtemel olanların tümü, yemeğini evde değil, vitrinlere bakarak değil, belki de hep dışarıda yiyeceğin(10)…”

Daha fazlasını dinlemeyi gönlüm arzulamamıştı, kapımı açıp büroma yöneldim, ertesi günü toplayıp ilkelerimi açıklayacağım toplantı için satır başları ile bir metin hazırlama gayreti yaşadım. Sanırım bu sırada reklâmlarımızı yapan Attilâ Bey de defolma hakkını kullanmış olmalıydı (Affedersiniz, desem kulağına ulaşır mıydı acaba?)

İrticalen konuşacaktım(2), detaylara sırası geldikçe inerdim, üniversite bilgim uygun, otelde görüp not aldıklarım ise konuşmam için yeterliydi (sanırım). Kollarımı sıvadım, müşteriler uyanmadan, patronlardan usulen yetki ve ayrıca her türlü harcama ve kullanma imkânı alarak personeli toplayıp ilk vaazımı verdim; haşmetle(1), tehditle, sevgiyle hepsinin gözlerinin içine bakarak ayrı ayrı.

“Bundan böyle her türlü süs, aksesuar, saat, bilezik, küpe, abartılı ruj, hele ki görmem gerekmeyen eklentiler yasak, takmayacaksınız, görmeyeceğim, sildireceksiniz, yasak, sadece nişan ve evlilik yüzükleri hariç. Kabul etmeyenler için işte kapı! Buraya sokaktan ve içeriye girdikten sonra hanımefendi, beyefendi hüviyetinde gelip-gideceksiniz, otel sonrası beni hiç ilgilendirmiyor. Ancak otel içinde her şeyin çözümü tazminatlarınızı ödemekle sınırlı, yerleriniz için çok aday sırada, siz bilirsiniz…

Beyaz renkli, aynı tip, aynı model, bluz, ceket, pantolon, otel adı yazılı elbiseleri kullanacaksınız, üçer takım yaptıracağım, ayakkabılarınız dâhil. Fazlası sizlerin tercihiniz, her zaman, ütülü, temiz, gösterişsiz, kibar ve kurallara uygun isim etiketleriniz yakalarınızda olarak. 7 yaşındaki bebeler de, 70 yaşındaki dede ve nineler de sizleri ismen tanıyacak, aynı giyim içinde olacağımız için resepsiyon(1), hizmetliler olarak bizler de tabii. Hepimiz ‘Siz’ hüviyetinde olacağız, içtenlik, diğer anlamda samimiyet kesinlikle yasak…

Birazdan terzi ve ayakkabı imalâtçısı burada olacak, ölçülerinizi usulünce veriniz lütfen, ilk kıyafetleriniz için. Sonrasında aynıları ikişer takım daha sonraki vakitlerde adlarınıza gelecek, ayrıca yeni kardeşleriniz için çeşitli formlarda imal edilip gardıroplara yerleştirilecek. Bu ayın başından itibaren otelde sadece bu elbiselerle hizmete devam edeceksiniz…

Mutfak personeli, her sabah temiz beyaz kıyafetleri ile hizmet verecek, tek kullanımlık steril başlıklar(3), boneler(1) hizmet verilen her gün, gün boyu başlardan asla çıkarılmayacak, diğer konular onlar için de aynen geçerli olacak…

Eski alışkanlıklar nedeniyle müşteri sayımız başlangıç olarak biraz azalabilir belki, hiç önemli değil, ancak müşteri sayısını arttırmak sizlerin elinizde, kazanırsak, bilin ki sizler de kazanırsınız, kazanacaksınız…

Ek olarak hiçbir karşılık beklemeksizin bana verilen yetkiye istinaden, sözleşmelerinizle elde ettiğiniz ve zamanı gelince patronlarla yenilenecek sözleşmelerinizi de etkilemek üzere hepinizin maaşları bu ay ödeme tarihlerinize uygun olarak % 10 artırılmış olarak ödenecektir, bu konuda muhasebeci arkadaş görevlendirilmiştir. Patronlarla yapılacak zam sözleşmelerinde sizlerin yanınızda olacağımı bilmenizi isterim. Sorusu olan, ya da sözlerime katkıda bulunmak isteyen?”

“Sokakta karşılaşırsak?”

“Tanırsanız, selâm verin, alırım. Tanımazsanız, bu sizin tercihinizdir, kızmam, kırılmam, kin tutmam. Sadece bilin ki selâm; Tanrı kelâmıdır!”

“Evvelki sosyal aktiviteler?”

“Sözleşmelerinizde neler varsa aynen geçerli. Bana ulaştıracağınız her türlü resmi dileğinize mutlaka cevap vereceğim. İstek ya da dileğiniz yetkim dâhilinde olursa anında, değilse inceleyip, gerekli izni aldıktan sonra hemen…”

Boşa geçmemişti zaman(11), Attilâ Bey kalan peşinatı göndermiş, rezervasyon tarihi, biri hariç hepsi denizi gören odalar olarak o günler için kesinleşmişti. Fark sadece Attilâ beyin gelip-gördüğü gün ile gelip-görecekleri gün arasındaki ben ve tüm personeldeki fark olacaktı (sanırım)! Attilâ Bey, telefon ettiği kişi ve belki onun kıratındaki(1) kişilerin ne yapacakları umurumda değildi, misafirlerin umduklarıyla değil, buldukları ile yetinmeleri doğru bir tabiat kuralıydı ve gerçekleşecekti…

Zaman geçme hakkını kullanmış, gelmiş ve bir otobüs dolusu misafirlerimiz öğlene yakın bir vakitte otelimize gelmişler, kayıtlarını yaptırıp, odalarını üleşmişler, odalarına çıkanlar bile olmuştu ve en sonda suratı asık, gülümseme modundan uzak o tek kişi kalmıştı kayıt için. Garibim! Oysa yakışıklı bir ismi vardı, ama ona yakışmayan; Ziya Işıktanışık…

Kayıttaki kızcağıza yardım etmek arzusuyla yanındayken lâfı gediğine sokmak(2) gibi bir amacı gözlediğini hissettim. Kızcağızın yakasındaki kart ters dönmüş, dolaysıyla ismini çözememişti Ziya Bey ve beni hedef almıştı;

“Şaziment Şekûra Hanım! Attilâ gerek iletişimde, gerekse sohbetlerimizdeki reklâmlarda ‘Bomba gibi bir tatil’ vadetmişti bizlere. Oysa buradan baktığımda temizlikteki titizlik dışında diğer otellerden pek farklı görünmüyor bu otel de. O halde ‘Bomba gibi’ değil, normal bir hafta tatili yapacakmışız gibi görüyorum bu tatili…”

“Sizin farklı bir dileğiniz mi vardı efendim?”

.”Yoo! Kesinlikle hayır! Ben yetinmesini bilirim, kanaatkârım. Sadece Attilâ arkadaşımın ‘Bomba gibi’ demekle neyi kastettiğini ve kayıt sırasında sükûtu hayale uğramış(2) gibi gözlerini hayretle açmasını, hatta gözlerini pörtletmesini(2) anlayamadığımı öğrenmek istemiştim. Galiba siz de bilmiyorsunuz. Önemsiz! Vaktinizi (ç)aldım bir miktar, özür dilerim. Ben, titizliğinizin eseri nezih bir ortamda dinleneceğim umudundayım. Çünkü uzun zamandır kaldıramayacağım bir yük altında ezilir gibiydim. ‘Bir of çeksem, karşıki dağlar…(12)ya da ‘Yazsaydım derdimin ben bir tekini…” deme modundaydım sanki. Bu tatil bana iyi gelecek…”

“Odalarınızda kalem ve kâğıtlar var efendim. Yazın isterseniz içinizden geçenleri. Giderken bırakırsanız kayda alır, değerlendiririz, hatta hatıra defterimize adınızla yazmanızı dileriz. Uygun görmezseniz ya alır götürürsünüz yahut da ‘Vur! Kır! Yırt! Parçala!’ tezahüratı ile belirli yere istiflersiniz. Karar sizin! Neyse hoş geldiniz efendim, herhangi bir şekilde yardım ister miydiniz?”

İç sesim(3) anında girdi devreye; “Bu kadar sert davranmam gereksizdi. Ne oluyordu bana? Yaşamımda ilk kez bu şekilde bir hareket ve söz dizisi yakışmış mıydı bana? Saklanmam gerek, dürüst olmam mümkün değildi kendime bile, etkilenmiştim!”

Cevap gecikmedi, belki de aynı tandansta(1), bir kadın olarak karşımdakinin duygularını bir çırpıda da olsa hissetmemem asla mümkün değildi.

“Görevde olmasanız, böylesine düzgün bir ortamda müşteri memnuniyetinin esas olduğu kanaatini yaşasanız da, müşterilerle samimiyetinizin olamayacağı inancıyla ‘Bir dileğim yok!’ deme mecburiyetini hissediyorum. Bavulum hafif, bir-iki kitap, ıvır zıvır(3) vb. sadece. İkiniz de güzelsiniz bayanlar, bu bir başlangıç iltifatı değil, gerçek. Sizlere iyi günler dilerim, tekrar karşılaşır mıyız, bilemiyorum, miskin(1) bir adamım, uzak durmak dileğinize hak versem de, vermesem de saygıyla uymam gerek. Ancak ola ki bir vesile ile bana ‘Merhaba!’ derseniz, size cevap veririm, ama bana sebebini sormayın. Bu tatilin bildiklerimi, yaşadıklarımı unutmam için bana iyi gelmesi arzum…

Özür dilerim, gerçi arkamda bekleyen yok, ama vaktinizi aldım. Hemen defoluyorum!”

“Hoş geldiniz tekrar. O fiili söylemeyeceğim, güle güle istirahat edin Ziya Bey!...”

Otobüs öğlene doğru gelmişti (demiştim!) otele, biri hariç tüm yolcular iki-üç gün perhiz yapmalarının(2) ertesinde acıkmışlar gibi doluşmuşlardı salona. Tabak seslerine ek olarak tabaklar, bardaklar doluydu, tarifte sıkıntı yok; kıtlıktan çıkan insanlar hakkında bilgim vardı ve sohbet edip odasına çıkan (beni etkileme hakkını kullanan) o tek kişi ortalıklarda görünmüyordu. Gönül üzüntüsünü hissediyordum, ama neydi? Meraklı taze değildim, ama saklama gayretini yaşadığım duygularım onu çözmemi, onu öğrenmemi emrediyordu bana sanki.

“Son müşteriye telefon et kızım! Öğle yemeği 11.30-14.00 arası diye hatırlat lütfen!”

Kurtlar gibi acıkmışlara göre suskun, asabi, asık surat onlardan farklıydı; “Acıkmamıştı” ve dinlenecekmiş(miş)!

Akşam oldu penceremde(13)!

Yaşamak istemeyeni; “İllâ yaşayacaksın!” diye zorlamamalıydı. Biz kadınların en büyük zaaflarından(1) birincisi merak, ikincisi bilindiği üzere kıskançlıktı, hele ki, yakışıklı olması bir tarafa suskunluğu ve asık suratı ile beni ve benim gibileri karşıdaki etkilemişse. Kendimi inkâr edemez, yalan söyleyemezdim, üstelik doğruya doğru.

Bu akşamki menüde ek olarak ayrıca patlıcan musakka vardı, severdim, sevmek mecburiyeti yanında, elemanları, mutfağı denetlemek için de öylesine haşin(1) bir duygu vardı ki içimde. Kesinlikle kusur bulayım, azarlayayım, kaba anlamda fırça çekeyim gibi bir şey değildi içimden geçen, bilâkis içimde zapt edemediğim duygularla herkese “Aferin!” demek geçiyordu içimden, şaşkınca. Üstelik anlamakta, anlatmakta zorlansam da, içimden geçen duyguları ben bana saklama gayretindeydim sadece (Deme gitsin)!

Akşam, o kadar zorlamama rağmen zor geldi, netice itibariyle gelmeme lüksü yoktu, gelecekti mutlaka, ömürden bir gün eksilttiğinin farkında olarak. Alelusul dolaştım şöylece. Bir kısım tabaklarını lebalep doldurmuş(2) masalara, “İyi akşamlar!” tabaklarına karınca kararınca bir şeyler iliştirmiş masalara da; “Afiyet olsun!” dedim. Sözlerimle maksadımın anlaşıldığı umudundaydım.

O yoktu masalardan herhangi birinde, kendime patlıcan musakka ısmarladım, gelen gideni kontrol ettiğim fark edilmesin, anlaşılmasın düşüncesini yaşıyordum.

Göründü elinde bir rakı bardağı, koltuğuna sıkıştırdığı pet su şişesi, bir dilim peynir ve biraz yeşillik olan tabağıyla. En uçlarda karanlıkça bir köşeyi seçti, aşk gibi sarıldığına inandığım yalnızlığını, kimsesizliğini kendisi kendisiyle üleşmek ister gibi.

Bardak ve tabağını masaya bırakıp geri döndü. Bu kez su katılmamış kulplarından tutar gibi iki bardakla geri döndü, sanırım bardaklarda yarı yarıya sadece rakı olsa gerekti, diğer elinde bir dilim kavun olan bir tabak vardı.

Farkımda değildi, ben de fark edilmek arzuma karşın fark edilmeme eğilimindeydim. Beni ona iten, ya da onu bana çeken bir güç vardı hissettiğim, ama bilemediğim, inkâr edemeyeceğim, imkânsızlığı reddedeceğim.

Sağa-sola gülücükler sarf ederek ulaştım masasına, 30 yıllık annesi, ablası, ya da kadim(1) bir dostu gibi azarladım onu;

“Bu ne şimdi, bu ne? Biri elde, ikisi yedekte, daha akşam henüz başlarken?”

“Şairine Allah rahmet etsin, onun gibi diyesim geçer aklımdan; ‘Güzel bir kızdın(14), görüp tanıdığım, beni perişan edip, aklımı başımdan alan, etkilendiğim, ama adın neydi, unuttum!”

“Adım yakamdaki kartta yazılı!”

“Görsem, bu karanlıkta okuyabilsem, demez miydim hiç hanımefendi?”

“Bu rakılar niye? Yakışıyor mu surat asmak, suskunluk, asık surat, asabiyet, hüzün?”

“Biliyorum ki… Yok… Yok… Asla bildiğimden dolayı değil, tahmin ediyorum ki, müşterilerle personelin yakın temasları, içtenlikleri uygun değil, hatta yasak! Bu nedenle size ‘Oturun!’ diyemiyorum. Ama iyi bilin ki içimdekileri anlatmaya, sevmeye ve sevilmeye o kadar çok ihtiyacım var ki! Kimseden, ismini hâlâ bilmediğim sizden de isteyemem bunu. İşte böyle her şey dâhil bu mekânda ancak bu kadarıyla ve kadehlerle paylaşma niyetindeyim içimi. Yükümü biliyorum, yürümemin değişmesine çeyrek kala odama yönelirim. Merak etmeyin, kusmam, öğürmem, taşkınlık yapmam, kaykılıp kimseyi rahatsız etmem. Bu nedenle endişelenmeyin. Ama ola ki sapıtırsam, sabah çıkış vizemi elimi tutuşturup defedin beni, usulünce defolayım yani!”

“Hem tavrınızı, hem sözlerinizi yakıştıramadım size. Bunalımınızı terk edip bir tebessümü esirgemeseydiniz, hiçbir şey yitirmezdiniz. Yanınıza oturamam, ama ‘Yarın sabah, gel, şurada beraber kahvaltı edelim!’ derseniz…”

Sözümü bitirmeme fırsat bırakmaksızın hazırda beklettiği rakı bardaklarının her ikisini de saksıya boşalttı.

“Hemen dinlenmeye başlıyorum, yarın dediğiniz vakitte, dediğiniz yerde olacağım, söz!”

“Bu kadar çabuk ve belirgin bir heyecanla?”

“Gösteriş gibi olsa da sevgiye ihtiyacım olduğunu söyledim, olmasa da olmuş gibi. O halde neden bana vakit ayıracağınızı söylediğiniz zaman heyecanlanmasaydım ki? Söz olmasın, size lâf gelmesin, gidin lütfen! Danışma, Resepsiyon her neyse orada telefon numaram var. İçinizden geliyorsa, gelirse mesaj yazın bana, dilediğiniz yerde, dilediğiniz zamanda olayım. Ama isminiz…”

“Unutmanız mümkün değil, şu an, iğne ile kuyu kazar(2) gibi beyninize işleyeceğim beni; Şaziment Şekûra…”

“Peki, Şaziment! Andım, ahtım olsun ki ölünceye kadar beynime işlediğin yazıyı silmeyeceğim, unutmayacağım, yazın hep beynimde kalacak!”

İçim elvermese de içimden söylendim; “Sanmıyorum, ama umarım!” İç sesim yanılmalıydı, denemeliydim, hem mutlaka.

O, odasına gittiğinde Danışmaya yöneldim, görevliye; “Ben bakayım, sen yemeğini ye de gel!” dedim ve dâhili telefondan oda numarasını çevirdim;

“İyi akşamlar…”

“Şaziment! Bu kadar çabuk mu özledin beni?”

“Özlem değil de, rakıları dökerek ani davranışından, sözlerinden etkilenmem olarak düşünmen daha doğru!”

“Sebep her ne olursa olsun, içkimi döktürecek kadar beni etkileyene sonuç ne olursa olsun, minnettarım. Dediğin vakitte ve istediğin yerde dinlenmiş olarak seni bekleyeceğim. Senin de dinlenmiş olman arzum. Yarın benim için içkiyi terk etmiş bir adam olarak yeni bir gün olacak. Dileğim; yarın ve takip edecek diğer yarınlar senin için de aynı güzelliklerle bezensin, iyi yaşa, Allah nasip etsin, mutlu ol! Allah rahatlık versin güzel ve iyi insan!..”

Söylediğim vakitte belirlediğim adreste benden önce orada olmasından, beni bekliyor olmasından memnun olmuştum, sevinmiştim de, ilerisini mutluluk diyeceğim. Çünkü beklenmenin güzel bir şey olduğunu keşfettim yaşamımda ilk defa. “Keşke” dedim içimden bir kez daha, “Bu bekleyiş özlemle olaydı (keşke)!”

Oysa korkaktı Ziya, çekingendi, cesareti yoktu, “Günaydın!” dedi uzaklardan duyulur-duyulmaz bir sesle sadece hissedilen. Teşebbüs olarak öpmeye yönelmek bir yana, erken bir davranışmış gibi elini bile uzatamamıştı, uzatmamıştı değil. Üstelik acelesi varmış gibiydi, cehennem azabı çekmişçesine(2) yaşadığı hayatı anlatmaya başladığında, masaya henüz oturmuştuk kafeteryada, çaylarımız gelmemişti bile.

“Bir evlilik geçti başımdan yenilir-yutulur gibi değil, tam bir mizah konusu, ancak sonucunda kendilerinin sebep olduğuna inanan anne ve babamı arka arkaya yitirmeme sebep olan…”

“Ne gibi, anlayamadım?”

“Utanarak da olsa söylemem gerekli ki bizde bir kısım Evlilik Âdetleri(17) vardı, tuzlu kahve(17), tek taş yüzük(17), kırmızı kurdele, takı töreni, ayağa basma, Evlilik Cüzdanını gelinin sahiplenmesi gibi… Bir de damada sağdıç,(17) geline gelin yengesi(17) denilen evli birinin evlilikle ilgili bilgileri vermesi gibi…”

“Türkiye’min her yerinde bilinen uygulanan âdetler bunlar, ben bile biliyorum. Eee! Peki?”

“Gelin Hanım evliliği üç-dört yaşındaki bebelerin evcilik oyunları gibi sanıyormuş. Gelinliğini çıkarmasına yardım etmemi beklemeksizin odamız diyeceğim yere girdi, kapısını kilitledi ve “Dokunamazsın!” diye höykürdü, kapı arkasından. Zaten aklımda olmayan bir şekilde baskı ile “İçgüveysi(1)” idim. Ailemin kahrolası rıza ve önerileriyle 8-10 gün kadar sürdü evliliğim…

Bir sabah işe gitmeden evvel kişisel eşyalarım iki bavul halinde kapı önüne konulmuştu. Evime döndüm, siyah-beyaz(16) amatörce çekilmiş fıkra gibi bir filmdi geçen 8-10 gün. Önce annem, sonra babam kahırlanıp göçüp çıktılar yaşamımdan, yalnız kaldım dünyada. ‘Acele ediyorsun!’ deme lütfen, seninle karşılaşıncaya kadar ben hep yalnız ve kimsesizdim. Reddedersen beni, aynı dünyada yaşamaya devam edemem, çürümeye devam eder, temelli çürür, yok olurum, intihar denilen sonucu bilmeksizin. Tutarsan elimden ben benim yaşadığım şu ana ‘sevgi’ diyorum, yaşamaya devam ederim Şaziment!..

Tutmazsan elimi, bu senin kararındır, direnemem hayata, biterim, çürümeksizin bu kez, sona ulaşırım, kestirmeden…”

“Duygu sömürüsü(3) yapmanı ve kendine acındırmanı hiç de yakıştıramadım sana Ziya! Farkında mısın sana ismini söyledim. ben de?”

“Farkındayım tabii. Ben senden etkilendim, senin benden etkilenmeni beklemem hayal ötesi. Ama insanlar umutları ve hayalleri ile yaşarlar. Arkadaşlarım; ‘Bomba gibi bir tatil’ dediklerinde hiçbir şeye önem vermeksizin bu tatilin benim yaşamımda gerçekten bomba tesirli olmasını hayal etmiştim. Karşıma sen çıktın, ellerine baktım, yok olması gereken yoktu, görür görmez çarpılıp kayıt sırasında en sona çektim kendimi, uzaktan da olsa seni içimde sahiplenmek için. Hiçbir şeyin beni bomba gibi etkilemeyeceğinden emindim, seni görmem hariç. Küskün, suratsız görünsem de yaşama dönmeliydim, ama hakkım yoktu. Çok güzeldin! Kariyerin(1) vardı, ulaşamazdım. Küstüm kendime, içkimin yalnızlığımın çaresi olacağı geçti aklımdan, karanlığa büzülünce…”

“Kendimi biliyorum, güzel değilim!”

“Gönül kimi severse güzel odur!”

“Bu; bir itiraf, ilân-ı aşkın başlangıcı mı?”

“Kabul et! Kısacık bir süre içinde etkilendim senden. Sevdim de, hem seviyorum, seni bilmeden, tanımadan. Otellerin kuralları açık, devamlı olarak benimle olmanı isteyemem, ama devamlı olarak ‘Benim ol!’ demek geçer içimden. Benden söz al, sığınmayayım o köşelere, arkadaşım olmasın, istemediğin her şey. Beni bilmesin hiç kimse, senin dışında, yüreğimde senle yaşayayım günler boyu. Güvenlik kameralarında görünmeyi önemsemeyip ‘Gel!’ dediğinde koşarak ulaşmaya çalışayım sana…”

“Önce ilânı aşk, sonra evlenme teklifi… Öyle mi? Bir soru; bunlar okuduğun bir romandan alıntılar mı, yoksa yazarlığınla ilgili öykülerinden aklında kalanlardan bir demet mi?”

“İçimden geldiğince ilk, tek ve son defa sana iletmeye çalıştığım sözlerdi sana yaşatmaya çalıştığım. İnanmaman sonum olsun Tanrı huzurunda. Tekrar da olsa etkilenişim başlangıcımdı, gerçek ki masama geldin, beni alkolden uzaklaştırdın, sana sevgimi tasdiklemeyi beceremedim. Bu sabah 24 saate sığmayan bir gerçeği tekrarlamayı istiyorum. Seni seviyorum, benim olmanı diliyorum, işimi-gücümü tüm varlığımı terk eder, reddederim senin için, eğer eşim olmayı istersen sen de…

Ama öncelikle beni bil, araştır, güven, inan bana. Benim dünyaya senin için geldiğime inancım da, güvenim de, inancım da sonsuz…”

“Tek soru; eşim dediğin, evlenemediğin kişi öptü mü seni hiç?”

“Hem çok defa, Türk filmlerinden öğrendiği kadarıyla sun’î ve fennî…”

“Anladım, ben ise hiç öpülmedim, öpmedim, bilmiyorum!”

“İnanıyorum Şaziment! Bakışlarından hissediyorum, bu bakışlar asla yalan söylemez! Ama ben de neden fazla ümitvar(2) değilim, bilemiyorum. Bugünün gecesinde benim olmak geçer mi aklından, hem öğretirim de öpmeyi sana!”

“Neden olmasın? Sanki ben yıllardır senin için hazırmışım gibi hissediyorum kendimi.”

“O halde sabret sevgili, iyi, büyük insan, bu gece bizim gecemiz olsun dileğim!”

Parası, pulu vardı, ben anasız-babasız, o anasız-babasız iki garibandık dünyada, kimseye hesap vermek mecburiyeti olmayan. O bir uçta bir devlet dairesinde, ben otelimde idareci. Nasıl biz olacaktık, biz bize?

Sezon bitip arkadaşları evlerine döndüğünde iznini uzattı Ziya bir süreliğine daha. Biz; biz olmayı tercih ettik, o sevdiği benim evimde kaldı otel yerine, hiçbir şey bilmeden, öğretmeyi iletmeden.

Ve film koptu, Allah huzurunda beraber olduk, nikâhımızı Allah kıymış gibi, resmiyete zaman geçmeden ulaşmak kaydıyla, ancak şimdilik dini ve yasaları umursamaksızın. Gelecek gelecekse(17) medeni kanun da, dini konular da hükümlerini icra edecekti(2).

“İbibikler öter ötmez burdayım(18)!” demişti, benim arabamla iline gidip ataması için dilekçe verip yasal gerekliler için sabretmek ve yaşamımızın bundan sonrasına da burada devam etmek için.

Bensizliğe dayanamıyordu yasaları umursamayan kocam. Her hafta başında benim arabamla benzin sarfını dikkate almayarak iş yerine giden Ziya, hafta sonlarını değerlendirmek için her türlü kurala uyarak bana dönüyordu, nikâh için günümüzü almıştık, yasalar huzurunda da beraber olmak için gün sayıyorduk, bir bakıma. Doymuyor, doyamıyordum ona, onun adına konuşmam uygun değil gibi görünse de kısaca aynı duyguları yaşıyorduk, diyebilirdim. Böyle bir aşk görülmemiştir dünyada(19) demem gerçekçi bir ünlem olsa gerekti!

Bir Cuma akşamı mesai bitiminde; “Geliyorum!” diye telefon etti sevgili kocam. Nikâh başvurumuzu yapmakta biraz geciktiğimiz için karnım az-çok değil, belirli bir şekilde büyüme göstermeye başlamıştı, oğlumuz olacaktı, ilk ultrasonda(1) iddialı bir şekilde belirlenmese de.

Hamile bir gelin adayı idim, millet, nikâhın mecburiyetten olduğunu sanacak diye düşünüyordum, elin (yani yakın arkadaşlarımızın) ağızları torba değildi(3), görünümüm ağızlarını bırakıp da başka bir şekilde gülümsemelerine(2) sebep olabilirdi, ama umurumuzda değildi, seviyorduk birbirimizi. Gene de çareler arayıp, nikâh günümüzü erken zamanlara alıp medeni ve dini olarak evlenmeliydik, diye acele ediyordum, ediyorduk da demeliyim, belki kaderin geleceğimizi etkileyeceği kanısıyla.

Gecenin kör bir vaktinde, eşimin gelmesini beklerken henüz yatmamışken bir telefon aldım;

“Şu plakalı araç sizin miydi, efendim?” şeklinde boğuk bir ses tüm benliğime hükmetme amacında gibiydi.

“Evet! Arabam kocamdaydı!”

“Size iyi bir haber veremeyeceğim efendim, kocanızın hiçbir suçu yok! Karşı yönden gelen araç şoförü direksiyon hâkimiyetini yitirip şerit değiştirip eşinizin aracı üzerine kapaklanmış. Şoförlerin ikisini de anında yitirmişiz efendim, başımız sağ olsun!”

Dünya başıma yıkılmıştı. Resmen kocam olmayan kocamın morgdan aldığım et kemik yığını şeklindeki cenazesini, babamın benim için aldığı mezara defnettim, ileride oğluma vasiyet şeklinde belirtecektim ki; öldüğümde beni de babasının üstüne gömsün.

Babamın kızı olup annemin kızı olamadığım gibi bu kez bebeğim(iz) de annesinin oğlu olup babasız olacaktı. Peki ben?..

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Şaziment; Allah’ın adamı, Allah’a ait olan. Allah yolundan giden kişi. Kimseye benzemeyen, farklı, tek, eşsiz.

Şekûr, (Şekûra, Şakire şeklinde de söylenir) Şâkir kelimesinin mübalâğa ve süreklilik ifade eden şekli olup “Kullarına yaptıkları ibadetin karşılığı olarak çok mükâfat ve nimet veren, az veya çok her itaati ödüllendiren, çok ve devamlı nimet ihsan eden” demektir. [Kur’an’da Bakara ve Nisa Ayetlerinde geçmektedir]. Kur’an’ın İsra Suresi 3. Ayetinde Şekûrâ, Şekûrân şeklinde geçen “Çok şükreden” anlamında bir sözdür. Ek bir bilgi vermek gerekirse, eskiden gazetelerin özellikle Ölüm İlânlarında harflerin dizilerini hazırlayanların (Mürettip; Dizgici. Eskiden yayınevlerinde, matbaalarda kurşundan yapılmış harfleri dizenlere verilen ad) doğru yazılmasının insaflarına bırakıldığı çoğu kez yanlış veya inceltme işaretsiz yazılmaya mahkûm olan isimlerden biriydi, tıpkı Şükûfe (gibi); Şükufe. Açılmamış çiçek, tomurcuk ve süslemede çiçek motiflerine dayanan bir tarz.  (Arapça olup, kız çocuklarına takılan bir ad (“Şükufe” kelimesi “Şefika” kelimesi ile karıştırılmamalı.  Şefika da Arapça kökenli bir kelime olup, anlamı; Şefkatli, acıması, esirgemesi bol olan, esirgeyici anlamındadır).

Münevver; Aydın. Entelektüel. Genellikle öğrenim görmüş, çok okumuş, kültürlü, tahsilli, bilgili, görgülü, ileri ve açık düşünceli, kendisi aydınlıklar içinde olduğu için çevresini de aydınlatacak nitelikteki kişi. Işıklı alan, aydınlıklı, pırıltılı.

Hamdi; Allah’ı övmeyle, Allah’a şükretmeyle ilgili. Allah’ı övme, Allah’a şükretme. Şükreden, şükredici.

(1) Âdâp (Adap); Edep kelimesinin çoğulu, Edepler. İyiliğe, güzelliğe yönelttiği için insanın övgüye değer güzellikler. Dinin gerekli gördüğü ve aklın güzel bulduğu bütün söz ve davranışlar ile uyulması gereken görgü kurallarını, göz önünde bulundurulması, izlenilmesi, bilinmesi gereken yol, yordam, yöntem gibi unsurlar…

Artezyen; Toprağa burgu ile açılan, suyu kendiliğinden yükseğe, bileşik kaplar sistemine göre yeryüzüne fışkırtan kuyu.

Beyan; Bildirme. Söyleme. Söz Bilimi.

Bone; Genellikle düz ve yumuşak kumaştan yapılmış saçı tümüyle örtecek bir biçimde genelde kadınlar için kullanılan başlık.

Cazibe; Cezbedicilik. Çekim. Çekicilik. Alımlılık. Gönül çekicilik. Albeni. Yerçekimi. Kendi kendine akma, yönlenme.

Hakşinaslık; Haktanırlık. Herkesin hakkını gözetme eylemi.

Haşin; Gönül kırıcı, sert (kimse).

Haşmetle; Haşince. Görkemlice, gösterişle, heybetle, ezerek, kırarak, yararak, parçalayarak..

Hilâfsız (Hilafsız); Hiç kuşku duyulmayacak bir şekilde doğru, yalansız, dolansız, kesinlikle aykırılık, karşıtlık, terslik, zıt olmayan. İnanılması güç gibi görünse de gerçek olan.

Himaye; Koruma, gözetme, esirgeme, elinden tutma, gözetme, kayırma.

İcraat; Yapılan işler, çalışmalar, uygulamalar.

İçgüveyi; Daha çok “İçgüveysi” şeklinde kullanılır. Damadın, gelinin ailesinin yanına, evine yerleşmesi durumu olarak özetlenebilir. Evlenen bir erkeğin kadının ailesi ile birlikte oturmasına “Matrilokal” adı verilmektedir. Genelde “İç Güveylilik” denen kavram.

Kadim; Başlangıcı geçmişin derinliklerinde bulunan, pek çok eskiye uzanan, öncesiz.

Kariyer; Bir meslekte zaman ve çalışmayla bir yere gelme, bir yere çıkma. Başarı, uzmanlık, aşama. Meslek. Üniversite öğretim üyeliği mesleği.

Kırat; Nitelik, değer, seviye. Elmas, zümrüt gibi değerli taşların tartımında kullanılan ölçü birimi.

Lütuf; Kayra. Önem verilen, sayılan birinden gelen iyilik, yardım, ihsan, güzellik, hoşluk, bağış.

Miskin; Sümsük. Uyuşuk davranan, çok uyuşuk, aptal, mıymıntı, sünepe, pısırık. Aciz, zavallı. Hoş görülmeyen durumlarda tepki göstermeyen.

Müstehcen; Açık saçık, edebe aykırı, yakışıksız. Göreneğe aykırı derecede çıplak ve örtüsüz. Yüz kızartıcı, cinsel çağrışım yüklü söz ya da anlatım.

Nezih; Temiz, ahlâklı, saf, lekesiz, güzel, kibar.

Ponpon; Saçta, kadın giysisinde, eşya döşemesinde vb. süs olarak kullanılan yuvarlak püskül. Pudra sürmekte kullanılan, püskülümsü uzantıları bulunan tuvalet aracı. Ayrıca dekoratif bir top veya lifli malzeme tutamıdır. Terim, amigo kızlar tarafından kullanılan büyük tutamlara veya bir şapkanın tepesine takılı küçük, daha sıkı bir top,

Resepsiyon (Resepşın, Reception); Kabul etme, kabul.  Resmi kabul töreni, resmi ziyafet.

Tamah; Açgözlü davranmak, açgözlülük, çok istemek.

Tandans; Eğilim. Bir şeyi sevmeye, istemeye veya yapmaya içten yönelme, meyil, temayül.

Ultrason (Ültrason); İnsan kulağının alamayacağı nitelikte çok yüksek frekanslı ses titreşimi ve bu titreşimi veren aygıt. Ses ötesi. Ultra ses. Vücut içindeki hastalık ya da dokulardaki yoğunluk farklılıklarını tespit etme aleti, işlem ve bulgular.

Ultrasonografi; Ultrason kullanılarak elde edilen görüntüler. Birçok hastalığın ön teşhisinde kullanılan ancak daha çok karın organları gibi ses dalgalarının kolayca geçebileceği konumdaki organların tetkikinde etkili bir inceleme yöntemi olup X ışını yoktur.

Ümmi; Genelde okuma-yazma bilmeyen, okur-yazar olmayan, bilgisiz kulaktan dolma bilgilerle yetinen gibi düşünülürse de, daha çok kendini geliştirmemiş kişiler için kullanılan söz. Ancak ümmi ile cahilin karıştırılmaması gerekir. Ümmi; bilmeyendir. Cahil ise bilse de bilmese de bilmediğini bilmeyendir. Ümmi cahil değildir, cahil demek de mümkün değildir.

Vahiy; Gizli konuşmak, emretmek, ilham etmek, ima ve işaret etmek, seslenmek, fısıldamak, mektup yazmak, göndermek. Allah’ın Peygamberlerine iletmek istediği mesajların doğrudan veya Cebrail vasıtasıyla bildirilmesi.

Zaaf; Düşkünlük, dayanamama, istenç zayıflığı.

(2) Ağzını Bırakıp Bir Tarafıyla Gülmek; Alay ederek karşısındakine gülmek.

Bilgiç Bilgiç Seslenmek; Çok bilmişçesine, biliyormuş gibi, bilgiçlik taslayarak birilerine söz söylemek, münakaşa etmek, bağırıp çağırır gibi seslenmek.

Bulduğunu Bunamak (Buldukça Bunamak, Bulup da Bunamak); Bulduğundan daha çoğunu isteyip şükretmemek, daha fazlasını, daha iyisini istemek, dilemek. Elindekini beğenmemek, razı olmamak.

Cehennem Azabı Çekmek; Çok büyük üzüntü ve sıkıntı çekmek.

El Elden İş Yapmak; Yardımlaşma amacıyla birleşerek işleri yapıp bitirmek.

Ense Köküne Tokat Yapıştırmak; Karşısındakine hatasını belirtmek için söz söylemek, ensesine ders verir gibi tokat atmak, cüssesi uygunsa dövmeye başlamak, dövmek.

Gözleri Börtlemek (Pörtlemek); Börtlemek, az haşlamak anlamında olan kelime, yöresel olarak gözleri börtlemek; gözlerin olağandan fazla ve hayretle açılması anlamındadır (Guatr Hastaları gibi).

Höykürmek (Heykirmek, Hökünmek); Yüksek sesle ağlamak, heyecanlı ve kızgın bir şekilde bağırarak konuşmak, korkudan bağırmak, haykırmak.

İcra Etmek; Yapmak, yürütmek, uygulamak. Bir müzik yapıtını çalmak ya da söylemek, sese çevirmek.

İğne İle Kuyu Kazmak (Deyim); Yetersiz araçlarla, imkânsızlıklarla (oldukça büyük) bir işi geç ve güç de olsa başarmaya çalışmak, sürekli ve sabırlı çalışmalarla çok güç olan ya da çok ağır yürüyen bir işi başarmaya çalışmak, gayret etmek. Benzeri sözcük; “Çay kenarında kuyu kazmak” da denilebilir.

İrticalen Konuşmak; Elinde hiçbir belge olmaksızın, doğaçlama, içinden geldiği gibi konu ile ilgili mantıklı bir şekilde konuşmak.

İstikbali Olmak; Geleceği, istikbali olmak. İstikbal; yönelme, yönseme, karşılama, ve misafir kabul etme.

Karınca Kararınca (Karınca Kaderince, Kararında, Kararınca) Yetinmek; Az da olsa elden geldiğince, imkânların tümünü zorlayarak kanaatkâr olmak, elindekine rıza göstermek.

Kendini (Fasulye Gibi) Nimetten Saymak (Sanmak); Kendini çok beğenmek.

Kolları Sıvamak; Bir işi bütün gücüyle yapmaya hazırlanmak.

Lâfı (Sözü) Gediğine (Yerine) Sokmak, Yerleştirmek (Taşı Gediğine Koymak, Oturtmak); Gerekli bir sözü tam zamanında zekice ve yerinde söyleyerek karşısındakini susturmak, zekice davranmak.

Lebalep Doldurmak; Bir şey ağzına kadar silme doldurmak.

Mürüvvetini Görmek; Evlâdının mutluluk verici günlerini görerek sevinmek. Evlâdının kendisine hizmet ve yardım etmesiyle rahat bir yaşam içinde olmak.

Perhiz (Diyet, Rejim) Yapmak; Sağlığını korumak, düzeltmek amacıyla uygulanan bir kısım sınırlamalara uymak. Para harcamamak amacıyla uygulanan beslenme düzenini sağlamak.

Ramak Kalmak; Bir şeyin olmasına az kalmak. Hemen hemen, az daha olacak, kıl payı kurtulmak.

Satıp Savmak; Parasız, güç durumda kalmak, ya da herhangi bir iş için peşinat, ya da başlangıç olarak gereken parayı sağlamak, teminat, kaparo, sermaye için, nesi var nesi yoksa yok pahasına satmak.

Sükûtu Hayale Uğramak; Düş kırıklığı, hayal kırıklığı yaşamak, hayal kırıklığına uğramak.

Umutvar  (Ümitvar) Olmak; Ümitli olmak. Ümitle beslenmek.

Yerde Ararken Gökte Bulmak; Sözün aslı; “Gökte ararken yerde bulmak” şeklindedir. Çok güçlükle ele geçirebileceğini sandığı şey ya da kimseyle birdenbire karşılaşmak.

(3) Ahret Kardeşi, Ahretlik Kardeşi, Ahretlik; Birbirine kardeş gözüyle bakacaklarına ve ahrette birbirlerine şahadet edeceklerine söz vermiş iki kadından her biri, aralarında sözleşmiş karı-koca.

Beşik Kertmesi; Erkek ve kızın daha beşikte bebekken, gelecekte evlenmesine dair verilen karar. . Anadolu'da bu gelenek şöyle işler: Bir kızın doğum haberini alan ve bu kızın ailesiyle akraba olmak isteyen erkek ailesi, kızın ailesine bir beşik yollar ve söz kesilmiş olur.

Cıvıl Cıvıl; Yerinde duramayan, neşe saçan, canlı, neşeli, şen, şakrak. Kuşlar için kendine özgü sesler çıkararak cıvıltıyla ötüşmek.

Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar.  Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği. Merhamet istismarı.

Elin (Milletin, Âlemin) Ağzı Torba Değil Ki Büzesin; Başkalarının söyleyeceklerine engel olamazsınız, dedikodu ortamı doğunca herkes yalan, yanlış, haksız her şeyleri söyler anlamındadır.

Ivır-Zıvır; Küçük, önemsiz.

İç Ses; Herhangi bir ses yokken, sessizlikte, yaşantımıza uygun olarak duyduğumuzu sandığımız bizi yönlendiren ses.

Love Story; İngilizce de olsa Türkçemize de yerleşmiş olarak “Aşk Hikâyesi” demek.

Part Time; Kısa, az süreli, bütün gün çalışılmayan, kısmen çalışılan.

Rayiç Bedel; Bir mülkün o günkü piyasa koşullarındaki satış bedeli.

Steril Başlık; Mikroplardan arınmış başa geçirilen bone gibi şeyler.

Taşıma su ile değirmen dönmez; Mümkün olan olanaklardan faydalanmak yerine değişik tedbirlere başvurmak uygun değildir. Bir değirmenin dönmesi için (Bir imkânsızlığın yok olması, bir devamlılığın uygun şekilde ilerlemesi için) mutlaka sabit bir girdi gereklidir. Borçla-harçla  gereğini yapmak uygun değildir.

(4) Beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar…  “Eğer ölürsem buralarda”  şeklinde başlayan Bir Anadolu (Artvin Yöresi) Halk Türküsünün nakarat bölümü. En iyi yorumlayan, herkesin tercihi farklı olabilir, ama ben grup AYNA diyorum.

(5) Her canlı ölümü tadacaktır. Kur’an, Âl-i İmran Suresi, 185. Ayeti, Ankebut Suresi. 57. Ayeti, Enbiya Suresi. 35. Ayeti;Küllü nefsin zâlikâtül mevt” olarak Kur’an’da üç yerde geçen ayetin tefsiri; “Her canlı ölümü tadacaktır! Sonra bize döndürüleceksiniz”

(6) Gurbete düştüğüm günlerden beri… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte Sahibi bilinmemektedir. Eser Muzaffer İLKAR tarafından Nihavent Makamında bestelenmiştir. “Zaman ister dursun, ister yürüsün…” bir mısraıdır.

(7) Fantezi Giyim; Günlük hayatta kullanımı uygun olmayan giyim çeşitleri.

Bermuda; boyu dize ya da diz altına gelebilen, dar ve kısa pantolon.

Bikini; Kadınlar için tasarlanmış, bir altlık ve bir sutyen olmak iki parçadan oluşmuş, genelde yüzmede kullanılan bir mayo türüdür. Bikini üretiminde suya karşı dayanıklı kumaşlar tercih edilmektedir.

Dekolte; Kadın kıyafetlerinde kısmen açıkta bırakan giyim. Boyun, omuz, göğüs ve sırtın bir bölümünü açıkta bırakan kadın giysisi. Açık-seçik, açık, örtüsüz, çıplak.

Dövme (Öyküdeki Anlamı); Vücudun derisi üzerine, iğne vb. sivri araçla çizilmek ve içine renk veren maddeler konulmak suretiyle yapılan yazı veya resim. Her dövmenin kendine özgü anlamları vardır. Bu konuda İslami açıdan, bir kısım bilgiçlerin farklı yorumları vardır. Birinci grup “zinhar” demekte ve dövme yaptıranı lânetlemektedir. Ben de düşünce olarak kendimi bu gruptan ayıramıyorum. Ancak Diyanet İşlerinin İnternet resmi sitesinde dövme yaptırmanın sakıncası ve abdeste, gusle engel olmadığı ifade edilmiştir.

Halhal; Genellikle Arap ve Hintli kadınlarca kullanılan, Anadolu’nun kimi yerlerinde de kadınlarca kullanıldığı görülen, ayak bileklerine takılan, çoğunlukla gümüş ya da altın halka.

Hızma; Burun kanadına takılan süslü, altın ya da gümüş küpe gibi bir şey. Aslında ayı, boğa gibi hayvanların dudaklarına veya burunlarına geçirilmiş halkalara da verilen ad.

Persing (Piercing); İnsanların bedenlerinin muhtelif yerlerine taktırdıkları boncuk türünden bir şeyler.

Slip; Paçasız ve sıkıca oturacak biçimde dikilmiş erkek donu.  Kısa vücuda oturan iç çamaşırı, iç giyim ve mayo türüdür. Slipler, genellikle leğen kemiği boyunca kasık ve kalçalara kadar uzanır. Hem erkekler hem de kadınlar tarafından giyilebilir. Kumaşa bağlı bir bel bandı ile çeşitli farklı tarzlara sahiptir. Kredi Kartıyla yapılan alışverişte ödemenin sonradan denetlenebilmesi için satıcının verdiği fiş, satış belgesi.

String; Genellikle bazı ülkelerde iç çamaşırı ya da mayo olarak giyilen bir giysidir. Geleneksel törenler veya sporlar için de giyilebilir. Önden bakıldığında, tanga tipik olarak bikini tabanına benzemektedir, ancak arka kısımda malzeme minimum düzeye indirgenmiştir

Tanga; Apış Bezi. Genellikle bayanlar tarafından tercih edilen iç çamaşırı türüne verilen isimdir. Tanga cinsel bölgeyi ince bir şekilde kapatır, Dantel işlemeleri ve desenleri göze çarpar. Tanganın diğer bir türü de string'tir.

Tayt; Kalçayı ve bacakları sıkıca saran kadın pantolonu.

(8) Söylemek istesem gönüldekini, dilime dolanan ıstırap olur… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Vecdi BİNGÖL’e, Bestesi; Selahattin PINAR’a ait olup eser Rast Makamındadır. Eserde bir bölümü; “Yazsaydım derdimin ben bir tekini, ciltlere sığmayan bir kitap olur” şeklindedir.

(9) Attilâ İlhan; Tam adıyla Attilâ Hamdi İlhan, Türk şair, romancı, düşünür, deneme yazarı, gazeteci, senarist ve eleştirmen. Entelektüel çalışmalarıyla Türk edebiyat ve düşünce dünyasına önemli katkıları olmuştur. 

Ben sana mecburum, bilemezsin, adını mıh gibi aklımda tutuyorum.  Attilâ İLHAN Ancak bu arada Özdemir ASAF’ın sözünü de unutmamak gerek; “Ben utangaç bir kalbi taşırım geceden... Ben sana âşık olduğumu ölsem (de) söyleyemem!” şeklindedir.

(10) Lokantaların vitrinlerine bakabilirsin, sakıncası yok, ama yemeğini mutlaka evinde ye! Cinsel tercihlerin aranılmaması, sadece evinde gerekliliğinin belirtilmesi, sadece güzel bakmanın izin olduğunun belirtilmesi anlamında bir söz.

(11) Boş zaman yoktur, boşa geçen zaman vardır… Vaktin çok önemli olduğunun, geçtiği anda, bir daha geri gelmeyeceğinin, saçma şeylerle zamanı sarf etmenin yanlışlığını anlatan söz.  Rabindranath TAGORE Boşa geçen zamana üzülmek rüzgârı kovalamaya benzer. RUS SÖZÜ

(12) Bir Of Çeksem Karşıki Dağlar Yıkılır; Derin bir umutsuzluk ve karamsarlık ifade eden, özellikle askerlerin söylediği, askerler için söylenilen bir Kayseri Türküsü.

(13) Akşam oldu penceremde, Yorgun rüzgâr esiyor geçiyor renkler suskun, Bir mahzun mormenekşe, Ağlıyor mu ne? Kayahan AÇAR

(14) Seni sevdiğim zamanlarda / Sevda gönlümde hevenk hevenkti… /… / Hiçbir şeyi unutmayacağımı sanırdım / Aşk ne tatlı… / Ne yalan şeydi…/  İsmin neydi? / Unuttum… Şemsi BELLİ, “UNUTTUM”

(15) Âdetler;

Gelin Yengesi; Anadolu’da geline yardım eden, evlilikle ilgili kapsamlı bilgileri veren  kişiye verilen ad.

Sağdıç; Düğünlerde gelin ya da damada kılavuzluk eden, onları bilgilendiren, görmüş-geçirmiş kimse. Daha çok güveye bilgi veren, güveyin sağ kolu anlamında kullanılan bir kelime ya da deyim.

Tektaş Yüzük; Aşkın ve bağlılığın simgesi ve kalbe giden en yakın damar olan sol elin dördüncü parmağına takılan genelde pırlanta olan yüzük.

Tuzlu Kahve; Genelde Trakya ve Marmara yörelerinde ancak Türkiye’min çok bölgelerinde uygulanan bir âdettir. Amaç; “Tuzlu kahve ikramında gelin adayının damada gönlünün olup olmadığının”, şekerli kahve ise gönlünün olduğunun” ifadesi olarak söylenmişse de aslında bu, damadın istediği kız için nelere tahammül edeceğinin, katlanacağının belirtisi, kanıtı, işareti gibi yorumlanır. Damat o kahveyi mutlaka içmelidir.

(16) Bizimkisi Bir Aşk Hikâyesi, / Siyah beyaz film gibi biraz… Kayahan AÇAR

Ne sahip olduğundur hayat, ne de umdukların bunca zaman. Yüreğin kadardır hayat! 'Seviliyorsan renkli, Seviyorsan siyah beyaz...’ Can YÜCEL

(17) Gelecek de (Gelecekte değil) bir gün gelecek; “Gelecek” dediğimiz önümüzdeki zamanın bir süre sonra geleceğinin ifadesidir. Geleceğin umududur ki, “Gelecek” anlamında yorumlarsak “gelecek” geldiğinde, şimdiyi yaşıyor olacağımızdan “Gelecek” yerinde duracaktır. Sözü; “Gelecek de gelecek” şeklinde değil, “Geleceğin geleceği” şeklinde yorumlamak doğru olacaktır. Erol KARATEKİN Beklenen gün gelecekse çekilen çile kutsaldır. Victor HUGO Gelecek de bir gün gelecek… Gelecek geldiğinde “Şimdiki zaman” olacak ve gelecek yine gelecekte… Che GUAVERA

(18) Karagözlüm efkârlanma gül gayri, ibibikler öter ötmez ordayım! Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım. Tüfekleri çatar çatmaz ordayım… Bekir Sıtkı ERDOĞAN’ın “KIŞLADA BAHAR” isimli şiirinden bölümler olup eser,  Münir Nurettin SELÇUK, Gültekin ÇEKİ, Erol SAYAN, Yusuf NALKESEN tarafından Nihavent, Rast ve Kürdilihicazkâr Makamlarında Türk Sanat Müziği eseri olarak bestelenmiştir. Şiirin bir bölümünde; “Vatan borcu biter bitmez ordayım!” dizeleri hâkimdir.

(19) Küçücük dünyamda görünmez kalemle onu kalbime yazdığım… “Böyle bir aşk görülmemiş dünyada…” şeklinde başlayan “Seni yazdım kalbime” olarak ünlenen şarkının bir bölümü.