Hani bazı sınavlarda sorular vardır; “Şu şöyle de, bu böyle (meselâ) sebebi aşağıdakilerden hangisidir (acaba)?”

Cevaplar 1, 2, 3 veya (büyük-küçük harf olması fark etmez) a, b, c şeklinde sıralanır, en can alıcı iki şık en sona iliştirilir;

4 ve 5 veya d ve e olarak;

4 – d; Hepsi.

5 – e; Hiçbiri.

Al başına belâyı! (Aslında bu yanlış bir tehdit, daha sonralarda sunmalıydım. Neyse…)

Zeynep! Benim taa çocukluğumdan beri gönül verdiğim, ama onun taa çocukluğumuzdan beri beni umursamadığından emin olduğum, dünyadaki güzeller ötesinde güzel, benden iki yaş küçük, şu anda üniversite son sınıf öğrencisi olan, sömestre tatili için köye ailesini ziyarete gelen yan komşumuzun kızıydı.

Ahenksizlik, ya da ters bir rastlantı, o köye geldiğinde muhtarlığa gelen haber üzerine, babasının yakınlarından, ancak cenazesine gitmeseler olmaz kabilinden uzakça bir akrabalarının vefatı nedeniyle onun gelişinden bir sonraki gün köyden çıkmışlardı.

Ha! Ben kimim, Zeynep’ten yaş farkı nedeniyle iki yıl önce mezun olmuş, işi-gücü olan tamamen ona ait ve sömestre tatili nedeniyle köye geleceği umuduyla annesini ziyarete gelen âşık Mehmet.

Aniden oluşan gürültü, çatırtı, sallantı nedeniyle ve merak ederek dışarıya çıktığımda gördüğüm manzara hayra alamet(1) değil, tehlikeli boyutta hayret edilecek durumdu. Tek katlı, kâgir bile denilemeyecek ev yıkılmış ve Zeynep yıkıntı altındaydı. Sadece başı, boynu, üstündeki entarinin omzundan bir bölümü ve elinin biri görünüyordu, kış-kıyamet, kar-soğuk altında.

Sessiz ve sedasızdı, ne kadar acı çekiyor olsa da hissettirmezdi, yapısı öyleydi ve sadece “Allah!” der, başka söz çıkmazdı ağzından.

Yıkımın sebebini sorguladım kendi kendime, zamanı olmadığını bile bile üstüme vazifeymiş gibi sanki;

1. Kış ve çatıdaki kar yükü nedeniyle bina dayanamamıştı…

2. Yapıdaki noksanlık, eksiklik, demir ve beton kullanılmadığı için stabilite bozukluğu(1), bizim eve göre daha çürük zemin, yılların malzeme yorgunluğu…

3. Vitesten çıkmış gibi tünelden haldır-huldur çıkan(2) trenin olağandan öte gürültüsü…

4. Tepelerden kendi halinde gevşek bir kaya parçasının esaret ve zulme dayanamayıp kendini azat ederek yuvarlanışı (ve hatta eve isabeti)…

5. Olası değil gibi duyulmamış görünse de (Üç maymundan ikisinin “Görmedim! Duymadım!” düşüncesi gibi) birkaç yıl kadar evvelki feyezanın(3) kış şartlarına uymayı düşünmeksizin Kocaçay’dan tekrarı…

6. Hissettim gibime geldi, ama yalan olmasın, akla gelmese de kısa sürekli, tee bilmem nerelerdeki bir depremin ancak hissedilebilen sarsıntısı…

Ve can alıcı o iki cevap;

7. Hepsi.

8. Hiçbiri.

Gerçek meydanda, Zeynep yıkıntı altında, aklım başıma neden sonra gelebilmişti, sevdiğim eziyet içindeyken.

“İyi misin Zeynep?”

“Sence?”

Soru sormanın bir usulü, adabı olmalıydı, kişi üniversite mezunu olsa da, eğer hanzo(3) (bu kişi; ben oluyorum) ise, kızın kısa, kesin, net cevap vermesi doğaldı, her ne kadar beni o kısacık kelimeyle reddetmesine hoşgörüyle bakmayı akıl edememişsem de…

Ama gene de kafamın çalıştığını iddia etmem gerek. Eve koştum, battaniye fikrimin uygun olmadığını geçirdim şıp diye aklımdan! Bere ve şapka aldım kendimden, yüzüne maske ve kaşkol, eline eldiven alıp yanına çömeldim, onları yerleştirmeye çalışırken ve o soğukta sordum;

“Su ister misin?”

Anında aldım, sinirli cevabını;

“Zevzeklenme(2) de, git işine, ya da yardım et! Yardıma çağır insanları!”

Devam etti kesik kesik;

Çıtırtı ve sallantıları hissedince ancak kapıya kadar gelebildim. Kapıyı açmamla beraber ev yıkıldı… Sanırım… Galiba kapının direkleri korudu beni… Yaram-berem yok gibime geliyor… Sadece üzerimde biraz yük… Ama fazla değil…”

Teklif gene kısa, öz ve uygundu.

Caminin yanında oturan, köy ahalisi gibi sadece ezan-namaz vakitlerinde kış uykusundan uyanan cami hocasından anahtarı alıp minarenin hoparlöründen çağırdım ahaliyi usulünce;

“Komşular yetişin! Mehmet Amcanın evi yıkıldı, kızı Zeynep göçük altında, yardım edin. Benim tek başıma yapacağım bir şey değil!”

Zeynep indinde itibarımı yükseltmem için yardım çığırışında reklâmımı da yapmam, fena olmamıştı gibime geldi, hatta bu zaruriydi diye mi düşünmeliydim ki? El insaf! Bu kadar bencillik?

Hemen başına geldim tekrar onu yalnız bırakmamak istercesine.

Komşular yetişti. Sağdan-soldan, estek-destek-köstek ve el elden çıkardılar yalnızlığı yaşayan Zeynep’i yıkıntının altından. Yıkıntıdan çıktıktan sonra (Bir vesileyle sadece annemi ziyaret için bizim eve gelen) Zeynep herhalde bizim eve gelmezdi, yıkanıp-paklanıp temiz olmak için. Dayısı ne güne duruyordu ki köyde?

Dayısı, görünürde fazla bir sıkıntısı olmasa da muhtemelen yürümeye mecali olmadığına(2) inandığı Zeynep’i kucaklayarak eve götürmeye yöneldiğinde bana bakışları; “Avucunu yaladın, bak!” dercesineydi sanki!

Yetiştim arkasından, “nanik yapma(*)  tavrına aldırmadan;

“Hemen doktora gitmemiz gerek! Bu havada taksiler köye gelmek istemezler, mırın kırın ederler(2), muhtarın traktörünün de mazotu donmuştur, uzun iş çalışmaz. Seni sırtımda taşırım ana yola kadar. Ya da iki ağaçla sedye yapayım sana. Hayvana gerek yok, ben taşırım seni…”

Kime diyordum ki, umursamadı (sanki);

“Ne dediğinin farkında mısın?”

“Evet! Sen dünyaya geldiğinden beri…”

Zeynep’i eve bırakan dayı önce Muhtarlıktan eniştesini aramış; “Gel!” diyerek, olaydan söz etmeden, hele ki teferruata hiç ilişmeden. Sonra da enkazda eşinmeye başlamıştı, aradıkları her ne idiyse, bulma umuduyla. Enkazda eşinen dayıdan başka bir de ben vardım.

“Ev yakın!” dedim, bulup bana uzattıklarını, nasıl olsa ben evde yoktum, yatağımı bir kenara topladıktan sonra usulünce, kolaylıkla bulunacak şekilde üzerlerine kâğıtlar iliştirerek yığma gayreti yaşadım. Şimdilik kaydıyla tabak, bardak, çanak, kaşık, çatal vb. odamda yer kalırsa o zaman toparlamak için bir kenara yığıyorduk.

Düşüncem, muhtar ve dayısının önderliğinde temizlenecek olan enkazdan sonra Zeynep’in ailesinin yeni bir eve sahip olacağı idi, hissettiğim kadarıyla ekonomik durumlarında sıkıntıları yoktu ve zaten Türkiye’m köylerinde kendi kendine yaşanan “İmece” vardı.

Şu gerçek ki, özellikle sevdiğim, benim olsun dilediğim Zeynep’in bavul ve eşyalarını eve, odama taşırken duygulanma hakkımı kullanırken zorlanmadım!..

İznim bitmişti. Annemin bitip-tükenmeyen dualarıyla yola çıkmak üzereyken, hüznüne karşın Zeynep ve arkasından yengesi göründü, iyi sağlıklı görünüyordu, dayısı enkaz içinde hâlâ eşelenmeye devam ediyordu.

Bana doğru yönelince; “Teşekkür edeceğini” düşünme gafletini yaşadım.

“Sapıksın ya, umarım bana ait bir şeyleri hatıra diyerek çalmamışındır!”

“Acımasızsın! Elimde sadece bu çanta var, aç içine bak! Beni sevmeyişini, sevmek istemeyişini, aklından bile geçirmeyişini anlayabilir, saygıyla karşılar, hoş görebilirim. ‘Hiç mi şansım yok?’ diye sormaya cesaretim yok! Ama yanlış sözlerini hak etmedim, etmiyorum da!”

“Başka?”

“Bana; ‘Özür dilerim!’ demek bile geçmiyor aklından. Çok güzelsin, Rabb’im özenerek ve sevmem için yaratmış seni. Seni sevdiğimi, sonuma kadar seni yaşayacağımı biliyorsun. Dilemesen de, ben seni affediyorum, sevgim bana bunu emrediyor!”

“Hayhay! Bere, şapka ve eldivenini annene bırakacağım!”

“Sahiplenmek isterdim!”

“Sapık dedim diye kızdın bana, bir de…”

“Anlamadım!”

“Benden bir şeyler çalmadığına göre, eşyalarının bana değdiğini düşünerek, ‘Koklarım, kucaklarım, öperim!” diye düşünüp saklamak istediğini hissediyorum. ‘Öyle bir şey yok!’ deme, inanmam!”

“Hayalperestsin Zeynep! Ama güzel fikir, keşke verdiklerim şimdi yanında olsaydı da anneme iade etmek yerine bana verseydin, mutlu olurdum. Sana derslerinde başarılar dilerim! Neyse, şimdi Allahaısmarladık, belki de bir dahası için elveda!”

“Elveda yanlış! Ne yazık ki ‘Güle güle!’ demek de içimden gelmiyor. Ama bunca yıllık beraberliğimiz, arkadaşlığımız ve senin bana bitip-tükenmeyen sevgin var, unutmam mümkün değil. Bu nedenle nasıl olsa bir gün gene bu köy ortamında karşılaşabiliriz, ne dersin? O halde ben sana içtenlikle; ‘Görüşmek üzere’ diyorum!”

Aklıma yeni geldi, döndüm, yengesinden uzaklaşmasını bekleyerek;

“Sömestre tatiline geleceğini umarak senin için izin alıp gelmiştim. Böyle bir olayı yaşayacağını aklımdan geçirmezdim. Allah korudu seni, annene bağışladı. Herhalde bana bağışlayacak değildi ya! Bu sene mezun olacaksın. Başarını diliyorum gönülden. İndinde hiçliğimi bilsem de, hiç umudum olmasa da, mezuniyetinden haberim olursa, beklenti diye bir heves yaşamaksızın köylüm olarak seni tebrik etmekten mutluluk duyacağımı bilmeni istiyorum…

İkinci bir konu, annem benim yalnızlığımdan ziyade kendi yalnızlığından şikâyet ediyor. Bugün-yarın bir kamyonet bulabilirsem annemin istediği eşyaları alarak onu yanıma götüreceğim. Belki irat zamanı birkaç günlüğüne buralara döneriz, bilemiyorum. O zamanlarda senin isteyeceğin aklımdan geçmese de, seni görmeyi arzulayacağım, ‘nasip’ diyerek, bilmeni istedim!”

Sözlerinin karşılığını beklemesine gerek yoktu, iteklenişinin, karşı koyulmasının, hatta nefret boyutunda aşağılanışının sebebini bilemiyordu. Nefretle sevgiyi ayıran çizgi çok inceymiş(miş)(4)! Lâf! O çizgi değil, kalın bir duvar olsa gerekti, sebebini anlayamadığı, yakınken uzak olmak gibi. Gün doğmadan neler doğmazdı ki, umut ya da umutsuzluk şeklinde, yarına senedimiz yoksa düşünmek bile fuzuli.

Aklımdan geçeni söylemeden ayrıldığım için hayıflandım. Geri dönüp tamamlamak mı? Tam tımarhanelik bir konum…

“Sen yaşa ki, bu; benim yaşam sebebimdir, senin ölmense yaşama küsmek değil, dünyada sensizlikle cehennemi yaşamaktansa, cehennemde ebedi yanmayı tercih etmek bana haktır.”

Yaşamda insanların “Kader” adını verdikleri bir yörünge var, “Alınyazısı” olarak da şekillendirilen. Tanrının doğumla işaretleyip ölüme kadar mühürlediği bir zarf, kese, torba gibi herhangi bir şey, benim inanmakla, inanmamak arasında bocaladığım. Varsa niye mutlu değilim, yoksa neden hüzünle cezalandırılıyorum. Ateşse niye yanmıyorum, ayazsa, buzsa, donsa niye donmuyorum? Anlayamıyorum neden yaşamak mecburiyetinde olduğumu?..

Askere çağırılmıştım, yüksek tahsil yapmış olmak, yedek subay olmak hakkını kazanmış olmak demekti, bu; ayrıca askerlik görevimi tamamladıktan sonra aynı işime devam etmemin de gereğiydi. Kuralar hoş gelirse kaymaklı ekmek kadayıfı, değilse Ağustosta suya girsen balta kesmez buz olur, ya da gökten halka yağsa biri bile başından geçmez örneğidir. Demem o ki; şanssa şans… Istırap, eziyet olsa da ona Onun beni yakın olmak, hiç olmazsa uzak olmamaktı arzum. Amma…

İşte bu amma, ürkütüyordu beni. Mezuniyetine çağıracağından umudum yoktu. Ama hani, meselâ “Hiss-i kabl-el-vuku” ya da “Aptala (abdala da olabilir!) malûm olma” kontenjanından uzaktan da olsa onu görsem, bu görüşün benim için son olacağına inansam bile nasıl şükretmezdim ki Tanrıma?

Şükretmeme gerek kalmadı, eğitim sonram (sanki) Fizan’dı(3), uçsuz-bucaksız, sınıra yakın bir birlik. Annem de benimle birlikte askerlik yapmak istedi. Köydeki ev kapalıydı, açtık, boşu boşuna kira vermek yerine şehirdeki evi bir-iki gerekliliği yanımıza aldıktan sonra köye taşıdık, fazlaları dağıttık, kapıyı kapattık, anahtarı muhtara bırakıp.

Gittiğimiz yer de, yaşamayı kurguladığımız adresimiz de önemli değildi, ana-oğul olarak. Askere gitmek, ev bulmak, askeriyeden, eski yedek subaylardan, astsubaylardan, komşulardan sahiplenmek ve çarşıdan destekle zor olmadı.

Annem üst kat komşularıyla; çocuklara bakmak, ev sahibi çalışan kadın olduğu için okuldan gelenlere ikindi kahvaltısı hazırlamak, bakmak, ders çalıştırmak, yemek yapmak vb. gibi konular için neredeyse ahretlik kardeş(1) olmuştu, kanka olmak yerine. Eğer benim veya üst komşumuz beyinin nöbet veya operasyon olayı olursa, her iki durumda da diken üstünde kalmak hakkını kullanarak “Gece Bekçisi olmak” görevini de üstleniyordu. Özellikle kışı sert ve soğuk geçen bölgede tezeklere ellemek kusmak şeklinde gerçekleşiyordu annemde (nedense). Bu da bir bakıma devamlı olarak üst katta misafir kalmasının gerekçesiydi.

Geçiyordu günler, “Ha!” dediğinle bitecek gibi değil, tek tek, birer birer farkındasızlıkla ve ömür fitilinin geçmesinin beklendiği günler için bitmekte olduğunun farkında değildi. Ne demişti şair, yaşamak için aldığımız nefes, o nefes kadar bizi toprağa yaklaştırıyordu, ya da buna benzeyen bir söz(5). Annem kurallara uyuyordu, kendince uymuştu da. Ancak bir sözü vardı, “Beni yâd ellerde bırakma, babanın yanına göm, hakkım varsa!”

Annemin hakkını nasıl inkâr ederdim “köyümün yağmurlarında yıka(6)” der gibi görünen soluk yüzünde, bir gecenin ertesinde kendi başına ruhunu teslim etmişti, danışmadan, haber vermeden.

Telefon ettim acilen PTT’den. Babamın yanındaki boşluğa mezar açılması, gerekli hazırlıkların yapılması için.

Görevim kutsaldı, annem için yapılması gerekenleri yaptıktan sonra derhal görevimin başına döndüm. Annemin vefatı bir operasyon hazırlığının öncesine rastlamış ve komutanlar özellikle anneye görevin çabuk bitirilip operasyonun gecikmemesi için vatan görevine geri dönülmesini emretmişlerdi. Cenaze arabasıyla gitmek vakit alsa da, uçakla dönüşüm çabuk olmuştu

İnsan yaşamında üstesinden gelemeyeceği, kabul etmekte zorlansa da bildiğini zannederek inandığı hurafeler(7) vardı, özellikle sağ taraf için. Sevap yazan melekler sağ tarafta olduğu için sağ gözün seğirmesi, sağ kulağın çınlaması, sağ avucun kaşınması her zaman hayra yorulmakta.

Sol ayak…

Bu gece operasyon öncesi ağrır gibiydi, romatizma falan gibi bir derdimin olmadığını bilmeme rağmen. Haydi hayırlısı…

Operasyon hayırlara vesile olmadı. Komutan ve iki şehit, ben ve iki er yaralı. Benim sol ayağım yoktu, hastanede, kendime geldiğimde duyup fark edip öğrenmiştim.

Kaç günler geçtiğinin farkında değildim. İş yerimden amirim, arkadaşlarım duymuşlar, bulmuşlar ve komutanlarımıza ulaşarak şehitlerimiz için rahmet, bizler için “Geçmiş olsun!” diyerek şifa ve sabır dileklerini ulaştırmışlar. Bana dilenen şifa dileğinin bana ne yararı olacağının bilincinde değildim. Kimim, kimsem yoktu ki, şifam sebep, moral, heyecan olsun, yaşadığım için, ölmeyip hayatta kaldığım için Tanrıma şükredeyim.

Varmış…

Hemşire;

“Eşiniz geldi, selle-sümük(1), gözlerinde yaş kalmamış ağlamaktan. Ne çok seviyormuş sizi, zapt edemedik, uykulu uykulu burada…”

Zeynep;

“Canım!.. Mehmet’im!” diye kapandı yüzüme.

“Önemsiz! Ağlamana gerek yok, sol ayağım yok dizden. Nihayeti futbolcu değilim ki! Kaldı ki futbolcu olsaydım da ampute futbol takımında(1) oynardım yine de…”

Hemşire, anlayışlıydı;

“Konuşacaklarınız vardır!” diyerek perdeleri çekti, boydan boya ve kapıyı dışarıdan kapattı.

“Bu; ‘Eşiyim!’ olayı nasıl şekillendi, bana acıdığından mı?”

“Acısaydım deli mi olurdum çaresiz. Köy Muhtarı bir şey bilmiyor. İş yerinden bulmuşlar arkadaşların seni. Acısaydım; ‘Görüşmek üzere’ dediğimi unutup ben de arkadaşların gibi, komutanlarına iki satır telgraf çeker, ‘Görevimi yaptım!’ demenin rahatlığını yaşardım…

Zanneder misin ki sen tek başına çile çektin, beni severken? Ben o kadar duyarsız, seni sevgiden yoksun bırakacak birimiydim? Gayem okulu bitirmek, mezun olmaktı ellerimi bile sakladım, sakındım senden. Gözlerimi değdirmedim gözlerine. Nefesini sakladım cismime…

Başarım, mezuniyetim sürpriz olsun istedim sana. Mezuniyetimde haberimi alır almaz bana koşacağını, beni kucaklayacağını, beni dans etmeye davetini isteyecek ve usulca da olsa seni sevdiğimi, sensizliği düşünemediğimi anlatacaktım…

Ve sonrasında atanmam yapılmadan evvel bana koşmanı beklemekti arzum…

Anneni yitirdiğini öğrendim Muhtardan. Muhtar evinin kapılarını açtı bana, halden anlamış gibi. İş yerine ait evraklar vardı sadece çekmecelerden birinde. Muhtardan sakladığın gibi işyerinden de saklamışsın kendini, ulaşamadım sana, ta ki televizyonlarda ismin heceleninceye kadar…

Adresin belliydi, ama çekindim, hatta ismimiz nedeniyle korktum da öncelikle senden, askerden ve çevreden. Gene de her türlü riski üstlenerek, bana inanacağını umarak, kolaylıklarından yararlanarak ‘Eşim’ olduğunu söyledim her yerde. Nitekim bu şekilde sana ulaşmam çok kolay ve çok çabuk oldu. Çünkü inancım o ki; sevenlere Allah her zaman yardımcıdır; hele ki bu karşılıklı olarak ‘Aşk’ ise…”

“Ne zaman nefes almayı düşünüyorsun?”

“Bitirmeme izin ver lütfen, Mehmet’im. ‘Sen yoksan, ben yokum, ölürüm!’ dedin. Peki çocukluğumuzdan beri içimdeki sen olan Mehmet, senin olmadığında, sensizlik beni yaşatır mıydı, ölmez miydim ben de?”

“Olmadı Zeynep, yine başa döndüreceksin beni. Bana seni hissettirmedin bile, hem hiç, taa başlangıcımızdan beri, hele ki sonlara doğru iyice. Bir selâmı bile esirgedin çok zaman, sırtını dönerek. Şimdi yılların biriktirdiğine inandığım hatırına, kimsesizliğime, yarım adam oluşuma bakarak ve özellikle acıyarak kendini feda etmek istiyorsun. Seni sevdim, çok seviyorum, ama benim için kendini feda etme gayretini kabullenemem!”

“Saçmalama! Sanırım bu sözü söylemeye hakkım var. Evet, ben de zamanla sınırlı olarak saklanmayı yeğledim, istedim sınırlı olarak. Ama ben de seni sevdim; elini, ayağını, yüzünü değil, seni, tümünü…

Ve seni istiyorum, senin eşin, karın olmak istiyorum, beni kocam olmanı istiyorum, üleşelim istiyorum kalan yaşamamızın tümünü. Tekrar ediyorum, ya benim ol, senin olayım, ya da azat et, yok olayım. Seçim senin; evet ya da hayır...

Hastanenin dördüncü katındayız, pencereler yüksek, ama ben de zor değilim, tek an yeterli benim için…”

“Delisin sen!”

“Beni tedavi etmek senin elinde!”

“Benim tedaviye ihtiyacım varken…”

Bakışlarını dikti bana eşim olmak isteyen eğilirken bana doğru;

“Bu bakışları hatırlıyor musun, yaşamımda bir kere paylaşmıştın?”

“Hatırlamaz mıyım, ağlamıştın!”

“Senin için nankörlük artısıyla, sebepsiz olmayan ilk gözyaşlarımdı onlar, şimdi de buraya gelirken yol boyu dökülen. Öperek kurutman mümkün değil, çünkü pınarları kurudu, kupkuru. Benim ol, bir daha hiç yaşamasın böyle bir pınarı gözlerim…”

“Uzat elini ve eğil, yaklaş bana, n’olur!”

Hazır değillerdi bir baskın için, doktorlar doluştu odaya paldır-küldür. Doktor, gözlüklü olan göbekli, şişman olana döndü;

“Yaralımızın ayağı kopuk, ama derdine ilâç olan gelince iyileşmiş galiba. Ne dersiniz hocam, iyice iyi oluncaya kadar birkaç gün daha refakatçısıyla kalsın da taburcu mu edelim, çünkü benim aciz kanaatime göre artık ilâç tedavisine gerek yok, yoksa hemen taburcu edelim de evinde mi iyileşsin? Karar sizin hocam!”

Hoca denilen gözlüklü amca bize döndü;

“Siz ne dersiniz gençler?”

Şaşkındık, birbirimize bakıp bir şey diyemezken Zeynep dillendi;

“Siz bilirsiniz hocam!”

Profesördü galiba “Hocam”, davudi sesiyle(1) bağırdı;

“Taburcu…

Muhtemelen bir ay sonra, yarın (ne demektiyse?)…”

 

YAZANIN NOTLARI:

(1) Ahret Kardeşi, Ahretlik Kardeşi, Ahretlik; Birbirine kardeş gözüyle bakacaklarına ve ahrette birbirlerine şahadet edeceklerine söz vermiş iki kadından her biri, aralarında sözleşmiş karı-koca.

Ampute Futbol; Yedişer kişilik takımlarla oynanan ve ampute oyuncuların mücadele ettiği futbol türü. Oyuncuların tek bir bacağı ampute edilmişken, kalecilerin üst kısmında ampütasyon bulunmaktadır. Oyuncular, maç sırasında koltuk değneği kullanırlar (Ampütasyon; İyileşmesi olanaksız görülen bir organı kesip atma. Bütün bir şeyden parça kesme ya da koparma).

Dâvûdî Ses; Hazreti Davut’un sesi tok, kalın, gür ve etkili olduğundan benzer sesler “Davudi Ses” olarak yorumlanmaktadır.

Hayra Alâmet; İyi bir durum belirtisi. İyiye alâmet.

Hiss-i Kabl-El-Vuku; Hissikablelvuku olarak da yazılabilir. Altıncı his, önsezi, içine doğmak gibi anlamları taşır. Bir olay olmadan önce o olayı hissetmek de denebilir.

Nanik Yapma;  Başparmağı buruna dayayıp öteki parmakları açarak ve sallayarak alay işareti yapma.

Selle Sümük; Aslı; Salya sümük. Ağlamanın bir başka türlü tarifi, burnunu gürültülü bir şekilde çekmek vb.

Stabilite Bozukluğu; Kararlılık, sağlamlık, uygunluk bozukluğu.

(2) Aptala (Alığa) Malûm Olmak; Sözün aslı; “Abdala (Allah’a yaklaşmış kişiye, dervişe) malûm olmaktır”. Bir şeyin olacağını önceden sezen kimseler için söylenen bir söz. Genelde saf insanların olaylar hakkındaki görüşleri ile alay etmek anlamında “aptala” şeklinde kullanılan söz yanlıştır.

Diken Üstünde Olmak (Kalmak); Tedirginlik duymak, her an kalkmak, konuşmak, şifreleri, şüpheleri açıklama korkusu yaşamak, huzursuz olmak.

Haldır-Huldur (Haldır-Haldır); Hızlı ve ses çıkararak, dikkatsizce, umursamaksızın.

Mecali Olmamak (Kalmamak); Gücü kalmamak, güçsüz olmak. Takatını yitirmek.

Mırın Kırın Etmek; Bir isteği yerine getirmemek için çeşitli sebepler ileri sürmek, nazlanmak.

Zevzeklenmek, Zevzeklik Etmek, Zevzeklik Yapmak; Türkçemizde genel olarak “Gevezelik yapmak” anlamında kullanılırsa da, yöremde boş-boş oturmak, örneğin televizyon seyretmek, çekirdek çitlemek gibi gayesiz bir yaşantının, vakti boşuna öğütmenin bir şekli olarak dillendirilmektedir.

(3) Feyezan; Taşmış. Su baskını. Suyun çok olup taşması. Seylap. Belli aralık ve dönemlerde ritmik olarak yaşanan taşkın. Bereket anlamını da taşır. Akarsuyun kabarma sonrasında yatağından da çıkarak taşıp, coşkun bir şekilde akması, geniş alanları su altında bırakması.

Fizan (Arapçası Fezzan), 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda en çok korkulan bir sürgün yeriydi. Burası, bugün Libya olarak anılan ülkede eski Trablusgarp.

Hanzo; Kaba-saba, görgüsüz, iri yarı kimse.

(4) Sevgi ile nefret arasında çok ince bir çizgi vardır. Birisinden nefret ediyorsanız ve bir gün onu yenemeyeceğinizi anladığınız zaman onu sevmeye başlarsınız. Ve yine birini seviyorsanız ve bir gün onu yenebileceğinizi düşündüğünüz zaman ondan nefret etmeye başlarsınız. Peyami SAFA

Sevgi ile nefret arasında tercihini soran kişiye Necip Fazıl KISAKÜREK’in verdiği cevap enteresandır; “Nefret! Çünkü nefretin sahtesi olmaz!”

Sevgi ile nefret arasının çok ince bir çizgiyle ayrıldığı… Hatice Mine BAHADIR’ın bir şiirinin ilk dizeleridir. “Tutku ile aşk arasında, / kalın bir çizgi vardır…” dedikten sonra son satırlarda isyan edercesine bu çizginin sevgi ile nefreti nankörce ayırdığını söyler.

(5) İnsan her adımını mezardan uzaklaşmak için atar. Yine her adımda mezara bir adım daha yaklaşır. Her nefesi hayatı uzatmak için alır, yine her nefeste hayatından bir nefeslik zamanı azaltır. Namık KEMAL

Aldığımız nefesi bile geri veriyorsak, hiç bir şey bizim değildir. Necip Fazıl KISAKÜREK

(6) Beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar…  “Eğer ölürsem buralarda”  şeklinde başlayan Bir Anadolu (Artvin Yöresi) Halk Türküsünün nakarat bölümü. En iyi yorumlayan, herkesin tercihi farklı olabilir, ama ben grup AYNA diyorum.

(7) Hurafe; Batıl İtikat (Batıl İnanç). Boş inanç. Yanlış İnanç. Hatalı Düşünce. Korku, umarsızlık, çağrışım gibi nedenlerle beliren, geleceği bilmek isteğiyle rastlanılan benzerlikleri iyilik, ya da kötülüğün ön belirtileri olarak değerlendirilen, bilimin ve dinin kabullenmediği doğaüstü güçleri tasarımlayan, kuşaktan kuşağa geçen yanlış inanışlar. Dinde kesinlikle yeri olmayan, fakat günlük hayatta dinin bir parçasıymış gibi gösterilen ve gerçekte dindışı olan, hatta dinin özüne ters düşen kimi inanç ve davranış biçimleri. Nazar Boncuğu gibi… Sonradan uydurulan ve genellikle İslam’ın gerçeğiyle bağdaşmaz çarpık davranış biçimlerini ifade eden hikâye ve sözlerdir.