Annemin vefatından sonra üleşmiştik babamın bakımını. Babam hastalık şeklinde olmasa da, her şeyi değilse de çok şeyi unutan, her şeye değilse de çok şeye sinirlenen, hiddetlenen, bağırıp çağıran, bencilce dileklerinin yerine getirilmesini isteyen biriydi. Babamı; ablam olan iki kız kardeş artı damatlar ve keyfinin istediği zamanlar için ben; yalnız adam onun evini dağıtarak bu işin üstesinden gelmeyi başarmıştık.
Allah var, inkâr edersem taş yapar Allah beni, devlet memuriyetinden oldukça uygun bir unvanla emekli olan babam, emekli maaşını aldığı gün, ikamette veya takdiren(1) misafirlikte olduğu evin mutfak masasının üstüne koyardı, kuruşuna dokunmadan hepsini.
Bu emekli maaşını bir kez bile sahiplenemedim, babamın ablalarıma aşırı düşkünlüğünden dolayı değil, benim babamla ilgilenme nöbetimin bu maaşı hak edecek kadar uzun sürmemesi dolaysıylaydı. Babam benim yalnızlığım, kısıtlı imkân ve başarısız olduğum ikramlar nedeniyle bir hafta, bilemedin ittire-kaktıra(2) en fazla on beş gün tahammül ederdi bana yahut da ablamların özlemleri baskın çıkardı.
Burada parantez açmakta yarar var, her ne kadar ablamlara düşkünse de, “Canının istediklerini” ablamlara değil usulca çıtlatmak, abartarak söyleyince damatlar çaresizliklerini haykıramadıkları için her türlü dileğine “Peki!” derlerdi, bunu zorunluluk görmemek, bilmemek, yaşamamak şeklinde kabullenmek eşlerine olan sevgilerinin gereğiydi çünkü.
Emekli maaşını hak edememek bir yana, ben işe gittiğimde hatır için karşı komşumuz tavla oynamasını bilmeyen, rakıdan anlamayan Hamdi Baba ile Emine Annenin karşılıklı tahammüllerinin etkisi ve de gereklilikleri vardı. İstemeseler de, kabul etmek konusunda eziyet çektirseler de babamın kahrını çektikleri için karşılığının ödenmeyeceğini bilsem de onları gönüllemek boynuma borçtu.
Tahammül konusuna gelince; Emine Anne bana misafir geldiğinde babama hiçbir zaman istediği gibi bir işkembe çorbası yapamamıştı. Yapamıyordu vesselâm! Bir defa işkembe çorbası jöleden yapılmayacaktı asla. Kendisi (kim bilir nasıl) kasaptan alırdı işkembeyi ve yeniden temizlenmesi sırasında Hamdi Babaya talimatlar yağdırarak nezaret ederdi, Emine Annenin kendini nasıl kurtarıp da bu görevi Hamdi Babaya yıktığı meçhuldü, benim için.
Emine Anne kendi başına yapardı çorbayı, nasıl başardığını bilemiyorum, ama babamı mutfağa sokmazdı, kapıyı bile kilitlerdi ve bu da ceza olarak mutlaka kendisine geri dönerdi. Çünkü çorba ya soğuk, ya sıcak, ya iri, ya ufak deneli(!), ya denesi az, ya çok, ya sirkesinde, ya sarımsağında, tuzunda sorunlar serdedilirdi(3) bizzat kendisi tarafından.
Bilmez miydim ki? Ben de ayran konusunda asla başarılı olamamıştım. Ya curu idi ayranım, ya da yoğurtlu su, tuz konusunu ayrıca derlerdi babam. Fark ettirmeden, hissettirmeden marketten aldığım ayran için bile “Aferin” değil, sadece kuru bir “Eh!” almıştım!
Kızlara asla toz kondurmazdı, bildiğimden değil, eniştelerimin gazete ilânı gibi sözlerinden(!) edindiğim bilgi, asla şikâyet değil! Babamın kendine göre ve kendi deyim ve sözleriyle damatlar; ne kalkandan, ne barbundan, ne hamsiden, ne de palamuttan anlarlardı. Mangalvari bir bonfileyi ağız tadı ile rakılayamamıştı hiç. Sucuğu sevmezdi, ama kuşgömü pastırmaya, lâkerdaya tesadüf etmemişti (Yalansa gözüme -ve de dizime- vursun. Nitekim gözüme hâlâ vurmadı!)
Bir haftalık misafirliğini zor tüketmişti yanımda, her zamanki gibi:
“Yarından sonraya bilet al trene, ablanlardan sıra hangisindeyse ona da haber ver, karşılasın beni, damadın da haberi olsun, ha!”
Haber verilen, damatlardan hangisi olursa olsun, sabah trenine binip de akşam ezanında menziline ulaşacağı kesinkes belli olan kayınpederi için, gereğinin ne olduğunu bilmeseler de, eşleri babalarının dileklerinden, isteklerinden (belki de resmen) haberdar olarak iletirlerdi “Kocacığım” diyerek babalarının emirlerini!
Şu gerçektir ki; bu gerçekleşecek dilek (ya da istek) babamın benim evimde asla rastlamadığı ve rastlamasının mümkün olamayacağı şeklinde gerçekleşen (gerçekleşmesi mecburiyet olan) ziyafetti. Örneğin, poşetinden kalamar, ya da bizzat midye dolma, ya da karides eklentisiyle mutlaka mevsimin önerisi balık…
Memuriyetinden aklında kalmıştı, lokantalardaki değişik yemek çeşitlerini dilimize uygun şekilde söylemekten hoşlanırdı; Örneğin; Şato Biryan (et yemeği), Burginyon (et yemeği), Lazanya (makarna), Sup (çorba, hâlbuki bizde kakaolu bir tatlı çeşidi), Minestron (sebzeli makarna), Tortiya (Patatesli bir yemek). Hepsini ayrı ayrı tarif etmişti. Mantı için şehrin öteki ucuna gitmekten (daha doğrusu götürülmekten) çekinme duygusu yoktu.
Ocak başında is durumuna aldırmaksızın çoluk-çocuk böbrek, ciğer, billur, yürek yerdi sicâk rôz şarap eklenirse keyfinden neredeyse yerinde oynardı, “Boğazına düşkündü” en doğru ve güzel söz olsa gerekti.
Yaşamında özendiklerinden sadece pavurya, ıstakoz, balina(!) yememiş olabilirdi sadece. Ama efendiydi babam; bana ve damatlarına asla aykırı teklif ve ısrarları olmazdı; “Gidelim!” ya da “Gidin, getirin!” gibi. Uluorta seslenirdi; “Canım çekti yarın olsa da künefe yesek!” Ya da; Bursa İskender, Adana kebap, Eskişehir çibörek, Konya bıçaksırtı pide… gibi. Koskoca İstanbul, vardı yakınlarda şubeler…
Tatlılarla arası pek düzgün görünmese de, ara sıra canı şammali çekerdi İzmir’den, ya da baklava Gaziantep’ten, bademezmesi taa Edirne’den…
Adresler belirlenirdi yarın, ya da düşünülen yarınlar için, telefon edilir, yer ve zaman ayarlanırdı, tek başına babam değil, çoluk-çocuk, everybody(1), kontenjandan diğer abla ailesi de katılırdı masaya, masrafa değil ama…
Sabah işe gitmek üzereyken uyuduğunu zannediyordum, ama tilki gibi gizlice uyuduğunu kesinlikle biliyordum. Fısıldayarak sordum, kesinkes bir isteğini dayatacağını bilmeme rağmen.
“Yarın için biletini alacağım, başka bir isteğin var mı baba?”
“Akşam gelirken yandaki kokoreççiden soğutmadan yarım ekmek arasına tam porsiyon ondan al, getir! Kimyonu bol, pul biberi az olsun, bir de soğuk şalgam suyu acılı ve pancar turşusu. Ay! Canım şimdiden öyle bir istedi ki…
Ablanlara boş gidip görünmeyeyim. Anıtkabir’e uğra. Rozet, kalem, anahtarlık al! Takvimleri, tişörtleri falan var zaten, almana gerek yok…”
“Sen de ilâçlarını çantana koymayı, yanına su almayı unutma! Yanına poğaça koyarım, trende restorana gitmene gerek kalmaz. Hediyeleri akşamdan yerleştiririm çantana. Merak etme!”
Demiştim galiba, ama tekrarında zarar yok, kızlarının ayrı yerleri vardı indinde. Bense üniversiteyi bitirip şurda-burda biraz süründükten sonra askerliğimi tamamladıktan sonra şu anda kira ile oturduğum evi kendim, kendi başıma düzmüştüm, annem yoktu ki!
Babam çok önceden neyi var, neyi yoksa ucuz-pahalı demeden satıp-savmış, kendini sıfırlamıştı. İki ablam da üleştirilen miktarlara göre önce eften-püften(2), salaş(1) da olsa kendi evlerine sahip olmuşlar, sonra aynı statüdeki bir sitede iki apartman dairesinin temelden tapulu olarak sahibi olmuşlardı. Estek-destek(2), kredi-mredi benim konularım değil, çoluk-çocuk güle güle oturuyorlardı, ya canları sağ olsun!
İstasyona gittiğimde saat sekiz sıralarıydı, önünde 8-10 kişinin beklediği bir gişe dışında diğer gişeler kapalıydı, saat dokuzda o günün treni kalkacak olmasına rağmen.
Gazete bayi gazeteleri tasnif ederek tablalarına yerleştirirken sorunca söylediğine göre; “Tadilât mı, tamirat mı ne varmış. Sadık Amca da namaza gitmişmiş, gelecekmişmiş!”
Sabah ezanı 6.30 civarlarında okunduğuna göre, kerahat(1) denilen bir şeyleri bildiğimi zannettiğime göre onun kılacağı, ya da kıldığı namaz ne namazı olsa gerekti ki? Muhtemelen prostatı(1) olan, defi hacette(2) geciken amcanın namaz diye adlandırdığı bu işlem olsa gerekti (Tövbe! Tövbe)!
Önümdekileri saydım, bingo(1), tam onuncu kişiydim. Kalkacak trene bilet alma ümidinde olanlar var olsa gerekti, oflayarak, sızlayarak, söylenerek.
Tam bu sırada örtülere bürünmüş, nefes nefese bir kız veya kadın soluğu erişti enseme. Geriye döndüm, saatine bakıyordu ve ben yaşamımda böyle örtünmeye çalışmış ama örtünememiş bir yüzle karşılaşmadığımı geçirdim zihnimden düşünce olarak. Kesik kesik seslendi en yakınında ben vardım, benden başkasına seslenmiş olamazdı, unutulmayacak bir sesle.
“Gişe açılmamış mı daha?”
“Yoo! ‘Amcabey namaz kılıp gelecekmiş!’ dediler!”
“Ama sınavımı kaçıracağım!”
“Bak kızım… (Demek ki hayran olmak esnasında dikkatle bakmayı akıl edememiştim. Karşımdaki oldukça genç ve güzeller ötesi güzel, benim gibi bir garibanın edep sınırlarına dikkat etmediği takdirde yüreğini anında yerinden fırlatacak biriydi, sözümü değiştirmek zorunda kaldım, anında) Yani kardeşim (dedim, zırvalamanın dik âlâsı!) Elinizde kâğıt var. Yolcuların adlarını da söylerseniz ben size yardımcı olmaya çalışayım, vaktim müsait! (Kâğıda üstünkörü baktım; İstanbul ve yarın, şimdiki kalkacak olan aynı vakitteki tren içindi ve yolcular bir bay ve bir bayan; Kemal ve Senay idi, karı-koca yani)…
Şu benim iş yeri kartım. Uygun biz zamanda telefon edin, biletinizi aldığımı belirteyim. Aynı trene ben de babam için bilet alacağım…”
“Bilet parasını vereyim…”
Hazırladığı parayı uzatma gayretindeydi;
“Yarısını alayım. Ola ki bileti aldım, siz trene yetişemediniz, gelemediniz. Biletiniz yanar, zararım yarı bilet parası kadar olur. Ya da almadım, bileti yedim, kaçtım, sizin kaybınız bu kez yarı bilet parası kadar olur…”
“Hiç de inandırıcı değilsiniz, üç-beş kuruş için kendinizi feda edeceğinizi aklımın ucundan bile geçirmem mümkün değil, bakın elimde kartınız var. Şimdi söz düellosuna da gerek yok bayım, sınava yetişmem gerek. Umarım yarın teşekkür etme şanssızlığı yaşamam, kendim için de, ağabeyim ve yengem, hatta babanız için de…”
Keşke benim için de, “Görüşmek mutluluğu yaşamayı isterim!” diyebilseydiniz diye iç geçirdi, iç sesim(2). Kısacık bir zaman içinde nasıl bir telâştı yaşadığım?
“Hadi koş güzel insan! Duraktan taksiye bin, sınavına yetiş, ağabeyini uğurlamaya gelirsen eğer; ben babamı uğurlamak için istasyona gelmeye mecburum, ‘Başardım!’ dersin, senin adına ben de sevinirim. Sonrası, babamın yanında ağabeyin, yani birileri olacağı için bu benim de menfaatim olur. Karşılaşırsak mutlu olurum…”
“Sağ ol abi!” dedi kayboldu. Arkasında gölgesini bile bırakmamıştı, hissettirmediği kokusunu, sessizliğini koruma amacında olsa gerekti bir bakıma sanki. Acelesi nedeniyle arkasında kaldığımda darmadağın olmayı hak etmemiştim üç-beş dakika içine sığan. Böylesine bir etki Newton’un(4) aklından bile geçmemişti herhalde. Ne oluyordu bana?
Yaklaşık saatin on ikisi civarlarıydı, onsuzluğa kendimi alıştırma sürem olarak. Arkadaşlar tabldota çıkıyorlardı, “Gel!” demişlerdi, tıkanıktım, midemin bir şeyleri hazmetmeye çalışacağını aklım kesmiyordu, hem de hiç mi hiç. Telefon çaldı;
“Abi, biletleri aldın mı?” Kartta adım yazılıydı, adımı söylemek istememiş olsa gerekti.
“Aldım, aldım da, sen önce sınav sonucunu müjdelemek istemez miydin?”
“Sınava yetiştim, bana göre, benim için çok kolaydı sorular, inkâr edilmeyecek şekilde başarılı oldum, diyebilirim.”
“O zaman ben Kızılay’dayım, görüşelim, gel karnını doyur!”
Tam bir hanzo(1) cümlesi…
“Mümkünsüz Abi… Öğleden sonraki dersleri kaçırma ihtimalim olabilir. Artık yarın treni uğurlarken görüşürüz inşallah. Ellerinizden öperim!”
Bazen bazı sözler, inşaatların temellerine subasmana(1) gerek kalmaksızın cuk diye oturuyordu(3), en ufak sarsıntıda binayı çökertecek şekilde, tıpkı genç kızın son sözü gibi…
Anıtkabir’e geçtim, öğle paydosu benim yararıma idi. Abla ve eniştelerime, kamber(1) olarak unutmaksızın babama, başları kel miydi ki genç kızın ağabey ve yengesine, elimi öpen genç kıza ve eh bir de kendime aldım takım olarak; rozet, anahtarlık, masa saati, kalem, bloknot…
Genç kıza bir de fular aldım, içimden geçirerek…
Mesai bitiminde pancar turşusunu, acılı şalgam suyunu hemen paketlemiştim. Eee! Kokoreci evin hemen yakınındaki tarif edilen adresten almam sorun yaratmayacaktı, paketinde sıkı sıkı sarılı, baharat vaziyeti gerçekleştirilmiş şekilde, yeter ki kokorecin tümü satılmamış olsun, yoksa…
Düşünmek bile felaket anonsu…
Eve ulaştım, tüm konum yarına ulaşmak üzerine kurguluydu, dizeler kendiliğinden şekillendi pasaklı odamda, herkesin bir yıldızının olduğu (olacağı) varsayımıyla;
“Zindanı bilmem
(bilirim yalnız söz üstüne)
karanlık
kapkaranlık gökyüzü bu gece
yıldızlardan eser yok
Hani kaysa biri
dilek tutmak için
gören olmaz bu karanlıkta
o;
benim yıldızım olsa da...(5)”
Sevgiye, sevmeye ihtiyacım vardı, onun ihtiyacım olduğuna inanıyordum, muhtaçtım, hissediyordum isteyenin yüzünün kararmaması dileğiyle;
“Bir sevgi istiyorum;
Yüzümü güldürecek,
Gönlümü aydınlatacak
Bana nefes aldıracak...
Kararmayan, karartmayan,
Bunaltmayan, üzmeyen,
Çıldırtmayan, yıldırtmayan
Bir sevgi istiyorum.
Bir sevgi istiyorum;
Açsam doyuracak,
Susuzsam su verecek
Uykusuzsam göğsünde uyutacak,
Uzatınca tutacak elimi...
Ayrılmayan, ayırmayan,
Kayırılmayan, kayırmayan,
Darılmayan, dargın olmayan
Göremezsem gören,
Duyamazsam duyan,
Geceme güneş,
Kışıma bahar olacak
Bir sevgi istiyorum.
Bir sevgi istiyorum;
Su-ateş-toprak-hava dörtgeninde
Ben edecek beni,
Ben olacak bana,
Beni verecek bana...(6)”
Konu yarına ulaşmaktı benim babamı uğurlamam için. Bilet parasının kalanını almak mı? Umurumda değildi, onu bir kez daha görmenin bana bir ömür yeteceği inancındaydım. İnsan asla kendine yalancı olmamalı doğruluğundan nefsine karşı şaşkınlık yaşamamalıydı.
Ben ismi bilinendim, abi, eli öpülecek şekilde görünsem de, bilinsem de, alıcı gözüyle olmasam da farklılığı fark edilmiş olan. Ama karşımdaki? İsmini bile bilmediğimdi, hani hayale dalsam, hayalimde isim olarak şekillendiremeyeceğim. O üniversite öğrencisi bir civciv, ben hâzâ(1) bir saksağan. Kaba bir benzetiş oldu, meselâ değişiklik olsun; şarkıdaki gibi dağ yolunda yonca (yerine sahrada kaktüs), gül dalında gonca gibi. Kartal-şahin ve karga benzetmesi de yavan kalır, sanırsam.
“Yorgun bir güvercin
sabah mahmurluğunun sarısında,
yalnız bir gecenin tesellisini
vermek istercesine bakıyordu
dallar arasından.
Ben mahzun
(ve galiba)
o da mahzundu.(7)”
Karşılaştık, ellerimizi bile birbirimize uzatmaksızın, iki yabancı gibi, bilmeyen, bilinmeyen, sahrada bedeviyle, kutupta Eskimo biri diğeri ile karşılaşsa bile bir tebessüm yaşanırdı aralarında bana göre, karşımdakinde ise sempatinin kıpırtısı bile yoktu, “Merhaba!” şeklinde kuru bir sesleniş ötesinde, mecburiyet gibi. Bu işlem biletlerin alınıp, eller ellere değdirilmemeye dikkat edilerek paralar verilirken gerçekleşen sıradan bir olay gibiydi, benim için umudun kırıntısından bile söz edilmeyecek.
“Şansım bu benim gerçekten, söylediğim gibi. Babamı, işlerimin yoğunluğu nedeniyle refakatçısı olmaksızın göndermek zorunda kalmıştım, ablam karşılayacak olmasına rağmen. Şimdi gönlüm rahat, gişede sorun yaşamama rağmen, babamla ağabeyinizin numaraları arkalı-önlü ve babam adresine ulaşıncaya kadar güvencem nedeniyle benim yönümden herhangi bir endişem olmayacak!”
Kış günlerinde, hele ki babam gibi asabi biri için en rahat yolculuk trenle olandı ve asabiler için çift koltukta tek başına ayaklarını uzatarak, sevilenler yan yana iseler bu yolculuk bitmesin tezahüratıyla sona erecek bir serüvendi. “Keşke” demesem olmazdı, bu rüyada!
Babamı yerine oturttum, yandaki koltuk da boş olduğu için ayaklarını uzatabilecekti. Biletlerini alırken isimlerini öğrendiğim genç kızın ağabeyi Kemal ve yengesi Senay arkasındaki koltuğun sahibiydiler ve gerçektir ki; aralarındaki herhangi bir diyaloğa şahit olamadığım için genç kızın adını hâlâ bilmiyordum.
“Bağışlayın!” dedim, nezaketen. “Babam size emanet İstanbul’da, ablam teslim alıncaya kadar. İlâçları, suyu, bastonu yanında, yanındaki koltuk da boş kalacak, memurun dediğine göre, sanırım size bir zahmeti, angaryası olmaz. Abla ve eniştelerim için bana Anıtkabir’den almam için sipariş vermişti. Haddim olmayarak, sizleri düşündüm ve Atatürk’ümle ilgili olarak bir takım da sizler için aldım, lütfen kabul ederseniz, memnun kalırım!”
“Atatürk’ümün hediyelerini nasıl kabul etmeyiz ki, bu ihtilâl olur! Canla, gönülle!” diyerek Kemal, rozetleri poşetinden çıkarıp kendinin ve eşinin montuna iliştirdi ayrı ayrı.
Ben ve o, yani biz, yolcularımızı yerlerine yerleştirme, vedalaşma heyecanı içinde trenin anonsunun yapılışına ve hareketine şahit olamamıştık, tren hareket etmişti, biz de yolcularımızla beraber gidiyorduk.
“Merak etmeyin, telâşlanmaya gerek yok, Sincan’da yolcuları almak için tren durur, biz ineriz, yolcularımız da yollarına devam eder!” dediğimde gözleri özellikle büyümüş olan öğrenci rahatlamıştı sanki.
Tren durdu, biz indik, yolcularımız perona göre ters tarafta olmalarına rağmen (babam hariç) ayağa kalktılar, tren hareket etti, uzaktan da olsa el sallayıp güle güleleştik! Peronu değiştirdik, o öğrenci biletiyle, ben adam biletiyle turnikeden arka arkaya geçtik. Başka ne gerçekleşmeliydi ki zaten, sessizlikte?
Kanepelerden birine cam kenarına geçip oturdu. Yanına geldim, türban diyebileceğim örtüsünün kendinde çekince yaratacağı düşüncesiyle, yanını işaret ederek sordum;
“İnanç ve giyiminize saygı duymam gerek. Oturabilir miyim?”
“Trenler ve vagonlar devletimizin, yani hepimizin, tren bomboş olmasına rağmen tabiidir ki oturabilirsiniz. Üstelik öncemde ağabeyim için bana bilet alarak ve sınava yetişip başarılı olmama yardımcı oldunuz. Sanırım bunun için yanımda oturmaya hakkınız olduğu inancındasınız. O halde neden soruyorsunuz ki?”
“Bağışlayın! Söyledikleriniz hak etmek anlamında değil, sadece darda kalan bir insana diğer bir insanın yardımı, insanlıktı sadece. Özür dilerim, yokum!”
Tren boştu, belki de memurlar işlerine yetişmişler, belki de ilk istasyon, ilk kez yolcu almak için zamanının gelmesini bekliyor olabilirdi. Başımı eğip, arkalardan bir kanepeye trende ters yönde gitmeyi umursamaksızın oturdum. Üzülmüştüm, duygulanmamın, etkilenmemin yokluğunu dudaklarımı ısırmaksızın yerken hazmedemeyişime kahırlanıyordum.
Karşıma gelip oturdu.
“Yanılıyorsam, söyleyin, bir görüşte, inkâr etmenizin mümkün olmadığı bir şekilde benden etkilendiniz ve beni öğrenmek istediniz, değil mi?”
“Nerden çıkartıyorsunuz ki bunu?”
“Yaşım küçük, ama Allah’ın biz kadınlara verdiği özel bir yeti var! Basit bir soru sordum size, üstelik ‘Abi’ falan eki olmaksızın; ‘Evet!’ ya da ‘Hayır!’ şeklinde cevaplayabileceğiniz. Sizin yerinize ben cevap vereyim, üstelik doğruluğu için yemin edebileceğim şekilde. ‘Evet!..’
Ama ben size ilgi duyamadım ki! İlgim sadece ‘Abi!’ deyip elinizi öpecek gibi ve kadar şekillenmişti bende. Siz beni bilmiyorsunuz, ama ben sizi biliyorum. Söz, tavır ve davranışlarınıza göre ilginizi nasıl yorumlamalıyım, bilemiyorum şu an. Öyle ki ismimi bile bilmiyorsunuz, bırakın teferruat…
Acele etmiyormuşsunuz gibi, kendinizi suyun akışına bırakmışsınız. Bir bent kurmak geçmiyor mu aklınızdan, neden? Evet, küçüğüm, aklım bile ermiyor olabilir, ama öğretmeye çaba göstermek gelmiyor mu elinizden? Neden çaba göstermeyi denemek istemezsiniz ki?”
“Hayal dünyanız, ufkunuz çok geniş, yükseklerde uçuyorsunuz, diğer olasılıkları söylemek geçmiyor içimden (Kibirlisiniz, egonuz uçuk, ya da benzeri sözler bana yakışmaz, hem doğru söylediklerini neden inkâr edeyim ki? Evet, etkilenmiştim, iki-iki dört ve işin gerçekten tuhaf yönü, onu hiç bilmiyordum. Hatta duygularımın beğeni mi, sevgi mi, yanlış mı, doğru mu olduğunun bile farkında değildim, nanosaniye(1) duraklayışımda)...
Bakın güzel kız! Ağabeyiniz dolaysıyla sadece soyadınızı ve üniversite öğrencisi olduğunuzu biliyorum, kaçıncı sınıftasınız, o bile bilgim dışında. Ayrıca uçurum kadar yaş aralığımızın da farkındayım, sizi etkileyeceğim yahut da sizden etkileneceğim şekilde yasaklı olduğumu bilecek gibi ve kadar…
Ben hiçim; bahçede bostan, yan gel yat Mehmet gibi, Osman yerine. Ama size verdiğim iş yeri kartımı yırtıp atmadıysanız elinizdeyim. Ola ki hüznünüz, derdiniz olur, canınız sıkılırsa; ‘Abi! Şuradayım, gel, çay ısmarla bana, derdimi dinle, çarem ol!’ dersiniz, ben de koşarak yanınızda olmaya gayret ederim, her ne olursa olsun, her şeyi bir kenara bırakıp! Anlaştık mı, şimdilik?”
“Abi, Hipodrom Durağına geldik, inmeliyim, canım sıkkın, bana şu an çay ısmarlamayı düşünür müsünüz? Hem iyi tarafıma rastladınız, küçüğüm, ama aileme göre büyük, bağışlıyorum ismimi sana; Dilek…”
“Hemen mi?”
“İsterseniz yaşamda ilk örnek olarak, bir çay içimi için ölmez sağ kalırsam, bir-iki yıl bekleyen ilk kız ben olayım!”
“Asla!”
Tren hareket etmişti tekrar, onları mı dinleyecekti ki?
“O zaman gerçeği itiraf edip, belirtmelisin!”
“Bir gecede bu kadar mı çabuk büyüdün?”
“Yıllardır saklanışımın bir gece sonrasının mükâfatı olarak düşünebilirim seni!”
“Üniversitede ne okuduğunu hissedebiliyorum, çünkü şifreleri çabuk çözüyorsun!”
“Çözmem gerektiğinde ‘Evet!’ demem gerek galiba? Örneğin bakışlar gibi, sözlere saklanmak gibi(8). Meselâ müneccim(1) gibi, ağabeyime ve yengeme verdiğin hediyelerin aynısının bana verilmek üzerine ceketinin iç cebinde olduğunu ve bana vermek için can attığını hissetmek gibi bir duygu hissettiğim…”
“24 saatin birkaç saat ilerisinde bilmek istediklerinin tümünü öğrenmişsin hislerinle, bravo! Hediyelerin aynı, bir de fular… Kabul et, lütfen!”
“Yok! ‘Söz uçar, yazı kalır!’ derler, ama kalp ile iman, söz ile tasdik yeterli, benim için!”
“Ne gibi?”
“Zekisin! Anlamamış gibi davranmak sana hiç yakışmıyor Mehmet?”
“İlk kez ismim çıktı dilinden, tamam, pes ediyorum, ilkinde kanım kaynadı, ama şimdi ikimizden de emin oldum, seni seviyorum!”
“Son kısma; ‘Galiba, tahmin ediyorum, zannediyorum ki!’ gibi bir eklenti yapmadığına göre benim için ciddisin galiba? Gar son durak sanırım, sözüm ona Hipodrom İstasyonunda inecektik ve sana çay ısmarlayacaktım.
Vagonda sessizlik olduğuna göre bizden başkası kalmamış olsa gerek vagonda, yeni sefer için veya garajına çekilecek vagonlar için. ‘Dedim ki, dedim ki…’ diyerek sözleri uzattın ve bugünkü derslerimi yitirdim, üstelik bir çay içimi için söz verip vakit ayırmayı söylediğin halde. Benim de çenem düşüp sana lâf yetiştireyim derken!”
“Estağfurullah Dilek! Seni dinlemekten sonsuzluğa değin hoşlanırım, bıkmam, bu sözleri mutlaka söylemem gerek. Ancak ben bana gereken gerçeği mutlaka, şimdi, şu an mutlaka söylemeliyim, ben, bende, aklım başımdayken; ‘Seni sevdim, seni seviyorum, seni ölümümden sonra bile sevmeye devam edeceğim, bilmen gereken tek gerçek bu. Peki, sen?”
“Acelem yok! Hem çok da emin değilim! Düşüneceğim!”
“Zulüm yakışmadı, desem?”
“Yirmi dört saat içine çok şey sığıştırmaya çalıştığının, daha doğrusu çalıştırdığımızın farkında mısın?”
“Nasıl? Neyi ispat etmemi bekliyorsun, yılların birikimi olan sevgimi mi?”
“İnanmasam gönlümde yıllardır biriken sen olmasan; ‘Bir gecenin mükâfatısın sen!’ der miydim?”
“Peki, sevgini söylememek için neden direniyorsun ki?”
“O kadar cesur değilim Mehmet! Tartmalıyım kendimi, seni sevdiğimi söylemeye hakkım var mı? Okuyorum daha! Tut elimden, hazırla beni senin için. Senin baktığın yönde olsun benim de gözlerim(9). Kalbimin çarptığını sen de duy! Sen olmadığında benim nefes alamadığımı, kokuna özlem duyduğumu, sesine muhtaç kaldığımı hissettir bana. 24 saat içine sığdırma beni. Bir ömür içine hapset, sensizliği yaşamayacağıma inandır beni!”
“Kesinkes inandım, ‘Diz çök!’ diyorsun. Bomboş diz çökemem, seni seviyor, çok seviyorum. Hadi, okulunu çabuk bitir! Ellerini ne zaman tutmalıyım? Söyle, hem öğret bana, nasıl?”
“Bu yaşa gelmişsin…”
“Sen, nasıl saklamışsan kendini benim için, bana, benim de senin için saklandığımı nasıl kabullenmezsin ki?”
Vagonlar yerinde, biz mekân bulamamış âşıklar gibi karşılıklı iki kanepede uzak uzak sözlerle savaşıyorduk sanki.
Yerinden doğruldu Dilek, sadece garı, Ankara’yı, ülkemi, dünyayı değil, evreni umursamaksızın bağırdı;
“İhtiyacım var sana, kucakla, öp beni, seni seviyorum, seni çok seviyorum, sana kat beni…”
Emir, demiri keserdi…
YAZANIN NOTLARI:
(1) Bingo; Tam isabet. Bu isimle oynanan tombala gibi oyun. Ayrıca askeri uçaklar için kullanılan bir sözdür.
Everybody (İngilizce); Herkes.
Hanzo; Kaba-saba, görgüsüz, iri yarı kimse.
Hâzâ; Eksiksiz, kusursuz, noksansız.
Kamber; İtaat eden köle. Sadık arkadaş ve dost. Bir eve sık gelip giden kimse, evin gediklisi. Hazreti Ali’nin yanından hiç ayrılmayan köle. Her toplantıda bulunan, her işin içinde yer alan, hiçbir yerden eksik olmayan kimseler için alay yollu söylenen “kambersiz düğün olmaz!” deyiminde geçer.
Kerahet; İğrenme, tiksinme, nefret, mecburiyet yüzünden yapılmış, harama yakın şey. Dinen kerahet vakti, güneşin doğuş, batış ve tam tepemizde bulunduğu vakitlere denmektedir. Dinimize göre bu vakitlerde namaz kılmak kerih olmaktadır, mekruhtur, kerahetlidir, yani sakıncalı vakitlerdir. Vakt-i Kerahet (Vakti Kerâhat, Vakti Kerahet); Argoda; “İçki masasının kurulup demlenmeye, içki içmeye başlama” anlamında kullanılmaktadır
Müneccim; Yıldızların durumundan ve hareketlerinden anlam çıkararak falcılık yapan. Yıldız falcısı. Gökbilimci. Astronom.
Nanosaniye; Bir saniyenin milyarda biri olduğunun ifadesidir. Yani bir saniye içinde 1.000.000.000 nanosaniye vardır. (ns-nsec-n şeklinde gösterilir. Nano kelimesi; Grek lisanında “Cüce” demektir ve önüne geldiği her kelimenin milyarda birini[10-9] ifade etmektedir).
Prostat; Bir salgı bezidir. Mesanenin altında rektumun önünde yer alır. Bu bezin büyüyerek idrar yollarını sıkıştırmasına Prostat Büyümesi, İyi Huylu Prostat Büyümesi(BPH), Prostat Hiperplazi denmektedir ki, kanser değildir. Bu bezin büyümesi bahçe hortumuna bir kıskacın takılması gibi bir durumda meydana gelen basınç gibi bir durum ortaya çıkartır. Yapılan bir araştırmaya göre köpeklerin, idrar kokusundan bu kanser türünü tespit ettikleri ifade edilmiştir. Prostatektomi; Prostat bezinin ameliyatla çıkarılması işlemi.
Salaş; Aslı sebze-meyve satmak için kurulu eğreti, derme-çatma, dükkân ya da baraka. Bu şekilde Eğreti, derme çatma, tahtadan, ağaç dallarından yapılmış çok kötü görünen evlere, gölgelik ve çardaklara da böyle denilmekte.
Subasman (Fr. Soubassament); Yapı eteği. Yapıda zemin kotunun (sıfır kotu, giriş kotu) altında kalan, ancak toprağa gömülü olmayan bölüm. Bu bölüm yapının üzerine oturtulmuş olduğu bir döşeme, bir kaide olabileceği gibi, basitçe bodrum katının yüzeyde kalan kısmı da olabilir.
Takdiren; Beğenilerek, memnun olarak, beğenildiğini belirterek, değer verildiğini göstermek için. Bir şeyin değerini, önemini, gerekliliğini anlayarak. Değer biçerek.
(2) Defi Hacet; Küçük ya da büyük abdest bozmak, tuvalete (helâya) gidip işlemi sona erdirmek!
Eften Püften; Baştan savma yapılmış, dayanaksız, dayanıksız, derme çatma, çürük, değersiz.
Estek Destek; Sözün Aslı; Estek Köstek; Oyalamak, Yersiz Bahaneler Bulmak, İşten Kaçınmak şeklindedir. Ancak yazımda tersine uyarı anlamında destekleme tarif edilmek istenmiştir.
İç Ses; Herhangi bir ses yokken, sessizlikte, yaşantımıza uygun olarak duyduğumuzu sandığımız bizi yönlendiren ses.
İttire Kaktıra (Gaktıra); Yapılması için ısrar ederek, hatta cebir kullanarak yapılmasını sağlamak.
(3) Cuk Diye Yerine Oturmak (Aşığı Cuk Oturtmak); İşi çok olumlu bir şekilde almak, yapmak. Uygun gelmek, yakışmak. Aşık kemiğinin dik duruşunu ifadelendiren bir deyim olmakla birlikte, tam yerine denk, rast gelmek anlamında kullanılan bir deyim.
Serdedilmek; İleri sürülmek. Başında, başlangıcında söz konusu edilmek.
(4) Etki-Tepki Yasası (Newton Hareket (Devinim) Yasası); Bir cisme bir kuvvet etkiyorsa, cisimden de kuvvete doğru eşit büyüklükte ve zıt yönde bir tepki kuvveti oluşur. Burada dikkat edilmesi gereken bu kuvvetlerin aynı doğrultuda olduğudur. (Yasa;3) Bu yasa çok zaman şu cümle ile akıllarda kalır; “Her etkiye karşılık eşit ve zıt bir tepki vardır! Yani; İki nesnenin birbirine uyguladıkları kuvvetler eşit ve zıt yönlüdür.” “Bir cisim üzerine bir dış kuvvet etki etmedikçe o cisim durumunu korur, değiştirmez.” (Yasa;1) “Cisme etki eden kuvvet, kütle ile ivmenin sonucudur.” Yasa;2)
(5) KARATEKİN, Erol. 2007 Yılı. “YILDIZ”
(6) KARATEKİN, Erol. 2007 Yılı. “BİR SEVGİ İSTEMEK”
(7) KARATEKİN, Erol. 2007 Yılı. “GÜVERCİN”
(8) Bazen bakışlar, bazen sözler vardır; Sözün insanlar üzerindeki etkisinin büyüklüğünü yerinde söylenen sözlerin işlerin yoluna girmesini, sert söylenen sözlerin karşıdakileri menfi etkileyeceğini anlatan Bu düşünceye uygun olarak şunlar bir çırpıda söylenebilir. Duygular vardır anlatılamayan, sevgiler vardır kelimelere sığmayan, bakışlar vardır insanı ağlatan, insanlar vardır unutulmayan! Victor HUGO Bazen küçük bir bakış insana dünyaları verir, bazen o küçük bakış, insanı cehennemin derinliklerine yollar… Jean Jacques ROUSSEAU Söz vardır, asalet dolu, söz vardır, rezillik diz boyu! Söz vardır gelip geçer, söz vardır, delip geçer! Söz vardır baş götürür! Şems-i TEBRİZİ (Atasözü olarak da yeri var!)
(9) Aşk, birbirine bakmak değil, birlikte aynı yöne bakmaktır. Antoine de Saint-EXUPERY
Sevmek insanların birbirlerine bakmaları değildir. Birlikte aynı yöne bakmalarıdır. André Paul Guillaume GIDE
İki insan birbirlerini sevdikleri zaman birbirlerine bakmazlar, aynı yöne bakarlar. Ginger ROGERS