Dededen, nineden amenna(1), anne, babadan sona doğru yetiştikleri için Köy Enstitülerinin kurucusu o muhteşem insanın soyadını oğullarına isim olarak sahiplenmişlerdi; bu yaşlarında bir Edebiyat Öğretmeni olan Tonguç için…
İlk kez heyecanlandığını sanmıştı gençliğinde, eşiyle karşılaştığında. Kalplerinin karşılıklı olarak attığı inancıyla yuvalarını kurmuşlar, bir de kızları olmuştu; “Canımsın” dedikleri. Kimin canı olduğu belli idi, aşırı düşkünlük, kızları biraz büyüyünce eşi; “Sana doyum olmaz!” diye kapıyı gösterip şeriata(1) göre “Boş ol(2)!” demesini rica etmişti ona…
Kapıdan çıkışı ummadığı bir dünyaya yeni doğmuş gibi gelişiydi sanki hiçbir şeysiz, varlıksız, imkânsızlıklar, yokluklar içinde, bir bohçası, çıkını(1), bavulu bile olmaksızın, bir bakıma sıfırlarla, hatta eksilerle yola çıkmış gibiydi Tonguç.
Önce bir otele attı kendini, sığıntılığı asla kabullenemezdi cismi. Derslerini aksatmaksızın önce çare, sonra başını sokacak bir yer aradı. Birikmişi yoktu ki, dayasın, döşesin. Öğretmen arkadaşlarının desteği ile kulübe gibi, kömürlükten iyileştirilmiş bir oda (hatta odacık!) buldu.
İşte bu anda kendinden haberdar olan ve sevgisinin tümünü yitirmediğini sandığı karısı Canımsın’ın da elinden tutarak bavulunu getirmek lütfunda bulunmuştu.
Odacığı gerçekten bir fotoğrafçının zevkle kullanacağı karanlık odadan farklı değildi. Odanın kapısı eğer açıksa, ancak sokak kapısı açıldığında ışık girebiliyordu evin içine, ola ki eğer pisicikler ya da havhavcıklar evin hava almasına izin için dış kapının dışında sıra beklemiyorlardıysa…
Tonguç, eşi ile birlikte aile hayatını yaşadıkları tarih öncesinde ve sonrası tarihlerde aynı okulda görev yapıyorlardı. Eşinin ricası; (bunu doğrudan doğruya emir gibi yorumlamak kesinlikle mümkündü); “Kurulu düzen ve kızlarının hatırı için evden kovulması gibi okuldan kovulmasının da gerekmediği, kendi rızası ile diğer bir yerlere atamasını istemesinin yaralı olacağı” idi.
Genç bayan öğretmen bunu kocasına söylediği gibi gereğince, usulünce ve fakat asla nefret eder gibi değil, ilgililere iletmeyi de uygun görmüştü, yani şansını iki yönden de zorlamıştı!
Bu gibi konulara gereğine uygun olarak Milli Eğitimin ilgili birimi bir aileyi kurtarmak, yeniden birleştirmek, yaşamı devam ettirmeye çalışmak yerine, adam yani erkek olan öğretmeni şehrin bir başka kız lisesine atamıştı, öğretmenin; “Al başına belâyı!” demesini beklercesine.
Yeni bir kulübecik araştırmak için seferber olduğunda bu kez kendine destek olacak ne eski eşi, ne de bir öğretmen arkadaşı vardı yanında. Sap gibi dikilerek(2) araştırmasında yalnızlığının, boşanmış bir erkek olmasının ceremesini çekiyordu, bütün kapılar bir-bir yüzüne kapatılırken.
Okulun Müdire Hanımı gerçeğin üstünde gerçek olarak zeki ve akıllıydı
Tonguç; “Atandığını, öğrencilerine hemen kavuşmak istediğini, evinin çok uzakta olduğunu, bu şehirde kiralık bir ev bulmak için zorlandığını” anlatınca, Tonguç hakkında eski okulundan iletilen bilgiler ışığında Tonguç’u joker gibi kullanmak arzusunu yaşamıştı içinden.
“Bizim uzak akrabalardan, koca evde yalnız başına yaşayan bir teyzemiz var. Ona iyilik anlamında gereken yakınlığı gösterip dolgunca bir kira ödemeyi göze alırsanız sizi kiracı olarak evine kabullenebilir belki…
Hatta öyle ki, sevgide ve saygıda yaratıcı üstünlüğünüzü fark ederse, tutum ve davranışlarınızdaki etkinliğe göre belki ölünce evi biz akrabalarına değil, size bile bıraktığını vasiyet edebilir…
Gülsevim Teyzenin evi okulumuza çok yakın, handiyse(1) zilin sesini bile duyabilirsiniz olduğunuz yerden. Kendinizi hazır hissediyorsanız, hemen gidip tanıştırayım sizi, elini öpelim, şans bu, belki yüzünüze gülebilir!”
“Olur Müdire Hanım. Belki o ev sadece onun değil, benim yalnızlığımın da çaresi olabilir. Ev kirası bedeli para olarak umurumda değil, yeter ki teyzemiz beni kabullensin, nasıl olsa mezarıma götürecek değilim. Üstümde borç olarak sadece kızıma ait nafaka ödemesi var. Yasanın ‘Bir dediğinin’ çok üstünde bir bedeli umurumda olmaksızın nafakaya katarak kızımın sağlık ve başarısı için ödemekteyim…
Kötü alışkanlıklarım olmadığı gibi kanaatkâr olduğumu da söylemem mümkün…”
İki adım ötesine yürüyerek yöneldiler, çekince hissetseler de…
Öncesinde ikisine de şüphe dolu bakışlarını yönlendiren Gülsevim Anneye, “Anne” vasfı kazandırılacak gibi o anda bir meleğin eli dokunmuştu ona sanki. Elini uzatıp Tonguç’a elini öptürmüş ve sonra; “Gel buraya can yoldaşım!” demiş, sarılıp öpmüştü öğretmeni.
Tanrı; “Kimsesizliğin yıllardır dört yanında bir duvar gibi olmasının(4)” görüntüsünü silme kararında olsa gerekti. Tonguç’un tavrı; “Koşarak gider Abbas, sağa sola bakmaz(5)!” şeklindeydi. Bir tek bavulu, bavulu dışında göreviyle ilgili ıvır zıvırı(3) vardı bir çantaya sığacak kadar, bir taksiyle ikinci kez Gülsevim Annenin yöneldiğinde…
Evet, “Anne” olmayı hak etmişti evin sahibi, kendini garip hisseden Tonguç’un elinden tutmasıyla, elini öpmesine izin verip her şey bir yana, sevgiyle, kucaklayıp “He!” demesiyle.
Allah, bazen karşısındaki insan hak etmese de “Yürü, ya kulum!” diyordu, Tonguç gibi bir kuluna, “Sabret, ya kulum!” demeden önce. Gerçekten Tonguç’a öyle geliyordu ki; Gülsevim Annenin beklentisi, can dostu idi kendisi. Yediği önündeydi, yemediği yanı başında örneği. Evinde nefes almasına bile yaradığı düşüncesindeydi hiçbir şeyi hak etmediğine inanarak.
Ev kirasını peşin ödeme fikrine;
“Hele dur bakam, gün ola harman döne!” demişti, ne demek istediğini anlamamış olmasına aldırmaksızın.
Ve Tonguç buna karşın kısaca; “He!” demişti, anlamadığının ispatı gibi.
Gülsevim Anne öyle bir sabah kahvaltısı hazırlıyordu ki, Tonguç ona zahmet olmasın diye unuttuklarının dışında hepsini marketten alıp getirmesine rağmen sanki mükemmellikte madalya kazanması gereken masada sadece kuş sütü eksik oluyordu.
Pastırmalı yumurta, sucuklu kuru fasulye, sarımsaklı cacık, mantı sadece Cumartesi-Pazar öğünlerinde yer alıyordu, diğer günlerde okul olduğu için normal yiyeceklerle donatılıyordu masa, gerçek olarak kuş sütü tamam ve tanımlamasıyla.
Bir ara; “Okul Müdiresi zeki ve akıllı” demiştik! Evet, doğru. Tonguç’taki yalnızlığı, cevheri(1), gayreti, uysallık ve gayreti görünce onu Müdür Yardımcısı olarak makama teklif etmiş ve başarılı olmuştu. Müdürlüğe ait tüm angaryaları yüklemesi yanında hamileliği nedeniyle raporlu olan Beden Eğitimi Öğretmeninin görevini de onun omuzları üzerine yıkmıştı.
Ancak hemen ertesinde meydana gelen şikâyetler duraklamasına neden olmuşsa da öğretmenin haklılığını savunmuştu. Çünkü idealist bir öğretmen olan Tonguç, okuyor, öğreniyor, öğrendiklerini öğretiyor ve yazılı yoklama yapıyordu Beden Eğitiminden.
Tonguç Öğretmen yazılı ve sözlü sınavlarda genelde soruları iki seçenekli olarak hazırlıyordu. Bir-iki keyfe keder eksiklik dışında, bariz bir şekilde çarpıklığı gören çocukların büyük çoğunluğu tam numara almayı hak ediyorlardı.
Beden Eğitimi için bir örnek vermek gerekirse;
Basketbol maçında oyuncu sayısı kaçtır; (a) 5 (b) 11
Edebiyat için bir örnek vermek gerekirse;
Hangisi doğrudur; (a) Güzel bakmak sevap (b) Güzele bakmak sevap.
Tek-tük farklılıklar yaratsa da, genelde kimsenin hatırından geçiremeyeceği müthiş bir kopya gizliydi iki seçenekli sorularda; tereddüt yaratacak şıklarda (a) şıklarında doğruluk oranı daha fazlaydı.
En büyük özelliği gerek kendi dersinde, gerekse Beden Eğitiminde hangi sınıfta ders verirse versin, öğrencilerin Türk olmaları nedeniyle 10 üzerinden 5 numaraları garanti idi ve üzerine çıkmak çocukların hakkı idi.
Özellikle son sınıf öğrencilerine önerisi; “Mezuniyet barajınızı bu derslerden alacağınız yüksek puanlarla yükseltin!” demekti.
Bu nedenledir ki Tonguç Edebiyat Öğretmeni olduğundan onun dilek, düşünce ve önerilerine uyan mezun olan öğrencilerin çoğunun üniversite sınavlarında tercihleri başta Edebiyat olmak üzere yeteneklerine göre diğer öğretmenlik dallarıydı.
Ancak hak vermek gerekir ki; baba-anne, akraba, yakınlıklar gibi nedenlerle doktorluk, eczacılık vb. dalları seçenler de vardı, Aysun adlı bir öğrenci hariç.
Gayri resmi gibi olsa da, kendinden yaşlı görünse de sevdiği, onun da kendisini seveceğine inandığı kocasının çocuklarını doğurup büyütmek, ömür boyu mutlu olmak isteğini söylemişti sınıf ortasında çekinmeksizin, dobra dobra ve fakat nedeni bilinmez bir şekilde başı eğik, belki utanır gibi.
Mezun olmadan evvel Aysun’un başkalarına hissettirmemeye çalıştığı bakışları Tonguç Öğretmene karşı farklıydı (Belki de ipucunu bilerek, isteyerek, düşünerek ulaştırmaya çalışmıştı içindekine). Sınıfın tümünü umursamaksızın hayallerini şekillendirmek istemesi duygularının kendine göre ispatı olsa gerekti.
Oysa Tonguç’un kızı vardı; “Canımsın” hani şöyle geçmişini zorlasa kızı ile Aysun’u aynı yaş grubu içinde düşünmesi mümkündü.
Ancak Tonguç da kendinde değildi; “Ne oluyor bana?” şeklinde sorgularken kendini, utanıyordu kendinden.
Sonlara doğru bir gün dersten çıkışta sona kalıp fısıldamıştı Aysun;
“Seni seviyorum, çekinme, seninim!”
Tonguç kafasının üzerinde parmaklarını çevirdi; “Deli misin?” anlamını şekillendirir gibi ve iç sesini geçirdi içinden;
“40 yaşlarındasın. Başından kendine göre acı bir tecrübe geçirdin ve neredeyse Aysun yaşlarında bir kızın var. İnkâr etmeye çalışsan da, o bakışların esaretinde bir ve beraber olmak değil, o gözlere dokunmaksızın severek yıllarca yaşamak gayretindesin. Gerçeğin, doğrun bu, tekrar etmek gereksiz, ancak inkâr etmen de yararsız…”
Tanrı da bazen ne yapacağının, nasıl yönlendireceğinin şaşkınlığını yaşıyor olsa gerekti; “Devam!” mı, “Aklını başına devşir kulum!” demek ister gibi mi?
Tonguç yorgun düşüncelerle eve ulaştığında Gülsevim Anneyi açık olan televizyon karşısında elinde televizyon kumandası varken gözleri kapalı, bedeni bir bakıma ılık, diğer bir bakıma tamamen soğumak üzere, tamamen soğumasına çeyrek kalmış gibi hareketsiz olarak bulmuştu.
Müdire Hanıma haber vermişti, ailece, hatta sülâlece doluşmuşlardı Gülsevim Annenin evine. Bu Tonguç için pılısını-pırtısını toplayıp başının çaresine bakmasının ültimatomu(1) zannedilebilirdi, bir kenarda dikili suskunluğunda.
Gerekenlerden sonra Müdire Hanım ve eşi karşılarına aldılar Tonguç’u;
“Ölüm hak, miras helâl derler. Sizden okulum adına da, kendi adıma da memnunum Tonguç Öğretmenim. Sizi yitirmek aklımın ucundan bile geçmez. Teyzemin vasiyetini de ben kaleme aldım zaten…
Bir yerlere tayin veya emekli olup, bir yerlere yerleşmeyi isteyinceye yahut da; ‘Allah geç versin!’ dileğiyle ölünceye kadar bu evin sahibisiniz. Teyzemiz gibi biz de kira falan istemiyoruz. Vergisini, giderlerini ödeyin, yeterli. Sizden sonra ev oğlumun olacak...
Teyzemin vasiyetinin bir örneği televizyonun altındaki çekmecede, bir örneği noterde, bir örneği de bende. Bundan sonrası size ait…”
“Teşekkür ederim, önce teyzesi gibi ve kadar hamiyetli(1), sonrasında değerli bir insan olarak tanıyıp değer verdiğim Müdire Hanım!”
Olay bu kadarla tükenmedi, öğrenciler önce Müdire Hanımın önünde saf tutup “Başınız sağ olsun!” diyerek geçtiler, sonra da Tonguç’un önünden, konumunu bilerek…
En sona Aysun kalmıştı, Müdire Hanımın ve Tonguç’un ellerini öptükten sonra kapıya doğru yönelip durup Tonguç’u bekledi ve kısaca;
“Neden?” diye sordu.
Tek kelime dünya yüklüydü, Tonguç’un cevaplamasının mümkün olamayacağı kadar kapsamlı. Cevap veremedi Tonguç, fazla bekleyemedi Aysun ve sınıfına yöneldi.
Mezuniyetlerine çeyrek kalmıştı öğrencilerin.
“Kendiniz olun, dikkatinizi mezun olmaya verin! Biraz kaba kaçacak ama hepinizden birden ilk sınavda kurtulmak, rahat bir nefes almak, benim için hiç önemli değil, ama rahat bir tatil yapmak hepinizin hakkı olsun!”
“Öğretmenim, peki siz?”
“Müdire Hanım teyzesini yitirdi. Dinlenmeye ihtiyacı var. Sizlerin mezuniyetinizden sonra onun dinlenip bir kısım şeyleri sırtından yük olarak indirmesi gerek! O halde okulu başsız bırakamam. Onun yerine göreve devam etmem gerek. Sizler başarılı olursanız benim de yüküm hafifler, inanın!..”
Son dersler, sınavlar, öğretmen ve öğrencilerin hay huy içinde geçen(2) devreleri. Analarından emdikleri süt burunlarından gelmese de Tonguç ve Müdire Hanım karneleri, diplomaları, teşekkür, takdir ve başarı belgelerini hazırladılar teker teker diğer öğretmen veya görevlendirilmesi mümkün öğrencilere güvenmeden. Kendilerinin imzaladıklarından sonra ilgili yerlere imzalatmayı Tonguç üstlenmişti görev gibi.
Ve Mezuniyet Töreninin hazırlığını da birkaç öğrencinin desteğini alarak Tonguç yüklendi. Bu birkaç öğrenci arasına Aysun da gönüllü olarak katılmıştı.
İmkânsız denilecek başarıyı, okul birinciliğini kazanan Aysun’du. Aynı Gülsevim Annenin vefatında olduğu gibi Mezuniyet Töreninde de öğretmenlerinin ellerinden öperken bu kez farklı olarak Tonguç’a sarılıp kulağına fısıldadı;
“Seninim!”
Akşamüzerleri ve akşamlar daima hüzün getirirdi Tonguç’a. “Akşam oldu, hüzünlendim ben yine…” eski bir şarkıydı ve bununla ilgili dizeleri(6) öncesinde yoğunlaştırmasına rağmen, akşamın olup da geleceğinin şekilleneceğini aklının ucundan bile geçirmesi mümkün değildi.
“Akşamı getiren kızıl renklerde bin bir hüzün,
Hüzünde yalnızlığı gizli, biten günümüzün,
Gözyaşlarımla buruk, ama mutlu gülse yüzün,
“Akşamı getiren sesleri dinle,
Dinle de gönlümü alıver gitsin(7)!”
Sevgiler getirir akşamı ayazda, sıcacık,
Yalnızsındır, yaşarken içindeki kalabalık,
Akşamı getiren seslerde ılıkça bir ışık,
“Akşam... Akşam, bir mavi sırdır sulara baksam…(7)”
Akşamın olduğu yerlerde yalnız beklemek zor,
Sona ermekte olan güne zaman eklemek zor,
Yaşamda hem topal yürümek, hem emeklemek zor,
“Akşamın olduğu yerde bekle diyorsun, gelmiyorsun(7)!”
Sığmaz akşam şiire, desen; “Olsa akşam tek bir”,
Kadirşinastır akşam getirir gönlünce tekbir,
Biliriz her akşam ertesi mutlak sabah gelir,
“Akşam oldu, hüzünlendim ben yine
Hasret kaldım gözlerinin rengine... (7)”
Zil yerine parmak uçlarıyla tıklatılan kapıyı, otomatik olarak ve “Kim o?” demeden açmak için Tanrı itekleyerek yönlendirmişti herhalde Tonguç’u. Üstelik kâgir olduğu anlatılan evin üst katından merdivenleri paldır küldür inmesi(2) de Tanrının diğer bir emir şeklinde hissettiklerini gerçekleştirmek için itekleyişi olsa gerekti.
Yanılmamıştı, kapıyı açtığında, hızla içeriye girip kapıyı kapatıp, ayak parmaklarının üstünde yükselerek Tonguç’u öpmeye çalışan Aysun’du.
Zapt edemedi kendini, hatta buna gerek bile hissetmedi. Kendini öpmeyi bile bilmeyene öğretir gibi öptü, ayrıldığında öpüşünü tasdikler gibi, ufacık bir öpüş daha kondurdu dudaklarına.
“Affedersin Aysun! Hakkım değil, zapt edemedim kendimi, saklanmaya çalışılmış bir özenç…
Ayrıca belki biliyorsun, başımdan geçen başarısız bir geçmiş, neredeyse senin yaşlarında bir kızım var benim. Aramızdaki yaş farkını da inkâr etmem imkânsız…”
“Neden saklanmaya, gerçeği yok etmeye çalışıyorsun ki öğretmenim. Koskoca bir öğretmensin. Öpmesini bile şu an öğrettiğin benden öğrendin değil mi, gönülden sevmeyi(8)? İtiraf et, hadi! Okula ilk geldiğinde verdim kalbimi ben sana…
Bakışların duygularımı öğütledi, destekledi, tasdikledi. Bunun için var gücümle okuyup, çabucak mezun olma gayreti yaşadım, senin için yaşamımın değerinin olduğuna inanarak…”
“Bu kadar düzgün ve sıralı konuşmayı ben öğretmiş olamam…”
“Ayrıca bilmeni isterim ki; şu anda kanserden rahmetli olduğunu bildiğim bir sanatkâr kızından bir yaş daha küçük ve aralarında yaklaşık 30 yaş kadar fark olan bir bayanla yuva kurmuş ve ölünceye kadar mutlu yaşamış(9)…
Babamın sınıf arkadaşlarından okuyup profesörlüğe kadar yükselen biri de öğrencisiyle evlenmiş ve mutluymuş…
İsterseniz öğretmenim, araştırayım, isimlerini öğreneyim, örneklemem uygun değil, ama yaşlarımız yarı yarıya görünse de bu mutlu olmamıza engel mi? Karşılıklı olduğuna inandığım/ız bu sevgiyi üleşmemiz çok mu zor?..
Ben seni yaşadım, sen de yöneldin, senden öğrendim ben gönülden sevmeyi, ne istedimse aramadan sende buldum öğretmenim, iste beni tüm içtenliğinle, bilmediğim, öğrenmek istediğim çok şey var senden…”
“Öğretmenim, demeyi bırakırsan…”
“Ne diyeyim, peki?”
“O muhteşem insanın soyadını, yani adımı ki, ben de bu yaşımda cesur olup sessiz fısıldamalarına cesur olup açık yüreklilikle içimden geçenleri sana içtenlikle bağırarak, haykırarak iletebileyim yaşamımdaki bir öncem olmuş olsa da tek sevgili varlık!”
“Tonguç! Seni seviyorum, seni çok seviyorum!”
“Aysun! Seni seviyorum, seni çok seviyorum, ancak anne ve babanın rızaları olmaksızın seni sahiplenip beni anlatamam sana. Şimdi beni kucakla, dudaklarının tadını esirge benden, yoksa hayal etmem çok zor geleceğimi/zi…
Yarın akşam Müdire Hanımla sizi ziyarete geleceğimi oluruyla anlat ailene. Beni anlatma, ben beni ben olarak anlatmalıyım. Çünkü şu anda yaşamımda sadece sen varsın ve bilmediklerini de bilmen en doğal hakkın…”
Söylemesine rağmen bu kez Aysun öptü Tonguç’u gene ayak parmaklarının uçlarında yükselerek, öğrendiği gibi ve şekilde.
Müdire Hanıma koştu Tonguç telefon etmeden, acele, “İnşallah tatile çıkmamıştır hemen!” dualarıyla…
“Hissetmiştim, biliyordum, sadece zaman konusunda yanılmışım öğretmenim, meslektaşım. Tek soru; üniversitede okumak gibi bir niyeti yok mu Aysun’un?”
“Nasıl Müdürüm?”
“İnsanların yeteneklerini gören, bilenleri müdür yapıyor devletin bazı büyükleri. Saçlarım ak değil belki, çok kişinin hissedip de bilemediği, sadece müdür bile olan öğretmenlere ait bir kavram; ‘Bakışlardan, sözlerden, seslerden, davranışlardan, mimik ve hareketlerden’ anlamak! Sadece müdür değil, evli-barklı, iki çocuk annesiyim ben ve eh biraz da olsa halden anlarım…”
“Beni, bizi çözdüğünüze göre, elimden tutun lütfen öğretmenim, karı-koca olarak, lütfen! Birincide ne olduğunu anlamadım, anlayamadım, anlamama imkân bırakılmadı, bebeğimiz olduktan sonra. Burada hayırlara vesile olsun dileğiyle bir sonuç umuyorum, ömrümün sonuna kadar sürsün dileğiyle, Allah’ımı şahit tutarak…”
“O halde hazırlıklı ol, bayramlık elbiselerin vardır herhalde, giy! Tektaş bir yüzük al, kutusuyla ve çiçekler, kutu halinde çikolata gelenek ve felsefe olarak, her ihtimale karşı. Ben Aysun’a telefon ederek onu bilgilendiririm, gerekenler için…”
“Ziyaretimizin sebebi…”
“Müdürüm! Belki Aysun anlatmıştır, belki siz de anlatacaksınız, ancak anne-babanın hakkı var, ben anlatayım kısaca kendimi…
Adım Tonguç, öğretmenim, bu yıl yaşım 40 olacak. Başarı ile yürütemediğim bir evlilik geçti başımdan, yaşı azıcık küçük gibi olsa da Aysun kadar, onun yaşlarında bir kızım var, annesinin yanında, nafaka değil asla eksiğini bırakmadığım bir evlât o. Klasik sözler; içkim, sigaram, kötü alışkanlıklarım yok…
Bana ölünceye kadar kullanma hakkı sağlanmış bir evde yaşıyorum. Allah’ımın emri, peygamberimin kavli ile kızınızı mutlu etmeyi istiyorum. İsterseniz içgüveyi gibi de yaşarım, ama eviniz okuluma çok uzak. ‘Siz benim evime gelin!’ diyecek kadar da yüzsüz olamam. Ayrıca bu konuda ev sahibimin de rızasını almam gerektiği düşüncesindeyim…
Aslında ‘Allah’ın emri’ diyerek sözleri Müdire Ablam gereğini yapacaktı…
Ablam! Haddimi aştım, özür dilerim, buyurun lütfen, söz sizin!”
“Tekrarında fayda var, doğal olarak. Kim ne derse desin, insan hissettiği yaştadır. Gençler, ya da ilgililer birbirlerini görüp beğenip, bir ömrü üleşmek için niyetlenmişler, karar vermişler, bunun yaşla-başla, kaderle-kısmetle, maddi ve manevi üleşmekle hiçbir bağlantısı yok. Gönül kimi severse güzel odur. Ben bu güzel insanların birbirlerine yakıştığını düşünerek Allah’ın emri şeklinde düşünerek Aysun’u Tonguç’a istiyorum!”
Anneden önce baba dillenip, bir bakıma celâllendi;
“Müdire Hanım! Güzel konuştun, ancak bazı şeyleri göz ardı edemeyiz. Konu-komşu ne der, kızımızın mürüvvetini(1) telli-duvaklı gelin olarak, düğünü-dernekli görmek isteriz!”
“Ben kefilim, Tonguç ne isterseniz yerine getirir, o yapamazsa bile bir yuvanın kurulması için ben yerine getiririm yapılması gerekenleri, ama Tonguç bana bırakmaz. Tek soru; Kızınızın mutluluğunu, ‘Konu-komşu ne der?’ diye mi erteleyeceksiniz? Gelinlik, düğün-dernek amenna…
İstediğiniz zaman, istediğiniz yerde, istediğiniz şekilde, ancak hiç kimseyi aşağılamayacak, akraba ve dostlar arasında, kabaca, biz bize, bizim oğlan, bizim kız gibi…”
“Öğretmenim, sizlerin verdiğiniz eğitimin gereği haddim olmayarak iki cümle de ben söyleyebilir miyim?”
“Tabii Aysun, buyur!”
Aysun, anne ve babasının dizlerinin önüne çömeldi;
“Anamsınız, atamsınız, doğurdunuz, doyurdunuz! Sizlerden ayrılmak asla aklımın ucundan bile geçmez. Tonguç Öğretmenim okulumuza geldiği gün kabullendi yüreğimi. Onsuz bir yaşam düşünemiyorum!”
Duraladı, duvarda asılı tüfeği gösterdi;
“Bu tüfek bugüne kadar boştu. Şimdi içinde iki fişek var. Eylem, hele ki Tanrıya isyan edercesine, cehennemde ebedi yanmak(10) gibi göstermelik olmamalı. Tonguç olmazsa ben zaten yaşamıyorum demektir. Karar sizin…”
Sözün bittiği yere gelinmişti…
Kına, duvak, gelinlik, düğün-dernek, yüz görümlüğü, tektaş yüzük, nişan yüzükleri…
Mutluydular…
Ve bir gün; “Doktora gidelim!” dediler, sebebi belli olarak. Doktor müjdeyi verdi;
“İkiz bebekler geliyor! Cinsiyetlerini şu an göremiyorum, bir sonraki kontrolde inşallah!”
Daha sonraki kontrol için “Allah hayırlısını nasip etsin!” diyerek içlerinde merak görünür gibi olmasına rağmen, merak etmeksizin evlerine yöneldiler!
Bir kez daha doktora yöneldiklerinde, bu kez doktor müjdesini katmerli bir şekilde verdi; ancak cümlesinin sonuna “Ama” kelimesini eklemeyi zorunlu görür gibi;
“Biri kız, biri oğlan, gerçektir ki anne-babalarının sevgilerinin yüceliği gibi onlar da gecikmeksizin büyüme çabası içindeler sanki. Bu; erken doğumun müjdesini de yaşatabilir belki. O nedenle doğuma çeyrek kala zamandan itibaren son zamanları hastanede beraber geçirmemizde yarar olacağını söylemem gerek. Bir de…”
Çılgınca bağırdı Aysun, sanki bilirmiş gibi;
“Sakın! Sakın ola yanlış bir söz söyleme doktor. Her şey bir yana, ne olursa olsun, hepsi bana olsun. Bebelerim babalarına kalsın, Allah’ımdan başka bir şey dilemem!”
“Aysun kızım! Niye hemen celâllenip yanlış düşünme gayreti yaşıyorsun ki? Çok mu Türk filmi izledin, çok mu kitap okudun ki? Doğumunu gayet rahat bir şekilde gerçekleştireceğiz, bebeklerinizi de inşallah el ele, gönül gönüle beraberce büyüteceksiniz eşinle…
Söylemekte zorlandığım tek endişe, bebekler olağandan biraz daha büyük ve uzun boylu olacaklar gibi görünüyorlar. Doğumu sezaryenle(1) gerçekleştireceğimiz için belki tekrar hamile kalmanız, doğum yapamayacak olma olasılığınız idi sadece…
Kısaca; Allah yazdıysa, yazılan olur, yoksa hiçbir olasılık sizin mutluluğunuza engel değil!”
“Dur! Ne yapıyorsun güzel kızım? El öpmek de nesi? Bizler sadece Hipokrat’ın(11) dediklerini tekrarlıyoruz ve Allah’a inancımız tam!”
Doğuma bir hafta-on gün kala doktor himayesine aldı Aysun’u. Annesi ve Müdire Hanım gönüllü refakatçi oldular sırasıyla, imkânlar elverdikçe. Sadece elini tutma izniyle dış (kapı dışı) refakatçısı olarak Tonguç vardı okul zamanları dışında.
Ve Erel ve Emel teşrif ettiler. Hipokrat’a sadakatle bağlı olan, ancak;
“Gözlemlemem gerek, sizler de lohusa ve iddet müddeti(3) sonunda kendinizi kontrol etmelisiniz, acele etmenize gerek yok, bana gelmeseniz de bir doğum doktoruna görünmenizin yararlı olacağını da söylemem gerek…
Ki ben de; ‘Hepimizin gözü aydın!’ diyerek mutluluğunuza katılabileyim.”
Özete bile gerek olmayan günler başlamıştı, ikizler Gülsevim Annenin evinde büyürlerken.
Müdire Hanım yorulmuştu, yorgundu, bakmıştı ki arkasında bir bilgin bir cengâver var, emekliliğini istemişti ufacık bir değiş-tokuş şeklinde. Muhtemelen olmayacak bir şey gibi gözükse de üst düzey bürokratlar akıllıydılar. Müdire Hanım yerine atayacak bir Müdire Hanım aramadılar, Tonguç’a Müdür payesi vererek Müdür olarak atadılar aynı okula.
Müdire Hanımın gayret ve himmetiyle ikinci bir değiş-tokuş daha gerçekleşti. Aysun’un babasının evi Müdire Hanımın oğlunun, Müdire Hanımın Gülsevim Anneden miras yoluyla kalan evi de Aysun’un evi oldu tapuda...
Bu demekti ki; artık resmen kira dertleri yoktu ve kim aklından geçirdiyse, normal mutluluk dolu yaşam düzenleri içinde Tonguç artık bir içgüveysi idi!
Günlerden bir gün okuldan dönüşünde bacaklarına sarılan ikizleriyle karısı neşeyle karşıladı Tonguç’u;
“Aslan kocam benim!” deyip sarıldığında Tonguç’un bir şeyler anlaması mümkün değildi, eğer karısı müjdeyi vermeseydi.
Üçüncü bebekleri yola çıkmıştı, sevgilerinin görünüşü şeklinde yeniden…
YAZANIN NOTLARI:
(*) İsmail Hakkı Tonguç (1893 - 24 Haziran 1960); Türk eğitim bilimci, Köy Enstitülerinin mimarı ve dönemin İlköğretim Genel Müdürü. Tonguç'un Türk eğitim sistemine çok önemli katkıları olmuştu
(1) Amenna; Genelde peşine “ve saddakna” kelimesi eklenerek kullanılan Arapça bir deyim olup, asıl anlamı “İman ettim, tasdik ettimdir. Türkçemizde “Mutlaka öyledir, doğru, diyecek bir şey yok, kabul ettim, inandım, anladım!” şeklinde onaylama sözü olarak kullanılmaktadır.
Cevher; Gevher de denilir; İyi yetenek, bir şeyin esası, özü, mayası, değerli süs taşı, mücevher.
Çıkın (Ya da Çikin veya Çıkı); Bezle sarılarak düğümlenmiş küçük bohça. (Yöresel olarak çikin, “r” harfi düşmüş olarak “Çirkin” anlamında da kullanılmaktadır).
Hamiyetli; Hamiyetperver; Hamiyetsever. Hamiyet sahibi, hamiyet değerlerine bağlılık (Hamiyet; Bir insanın yurdunu, ulusunu ve ailesini koruma çabası ve erdemi, ulusseverlik, insanlık, fazilet ve bu değerlere bağlılık).
Handiyse; Yakın zamanda, hemen hemen, neredeyse.
Mürüvvet; İnsaniyet. Daima dinin emirlerine riayet etmek, nefsin şerrinden sakınmak, misafire ikram etmek. İnsanlık, mertlik, yiğitlik, cömertlik, iyilikseverlik. Bir ailede çocukların doğumu, sünneti, evliliği, iyi bir işe sahip olmaları, göreve atanmaları gibi olaylardan duyulan mutluluk, sevinç.
Sezaryen; Doğumun doğal bir biçimde gerçeklemediği durumlarda, anne ya da bebeğin hayatlarının tehlikeye girdiği durumlarda ya da istendiğinde karnın ve döl yatağının ameliyatla açılarak bebeğin alınması şeklinde doğum yöntemi (Doğum Ameliyatı).
Şeriat; Din, yol, mezhep, metot manalarına da gelir. İslâm Hukukunda ise Kur’an ayetlerine, Hazreti Muhammed’in sözlerine ve yaptıklarına, bunlardan çıkarılmış yorumlara dayanan, insanın yaşamını, toplumsal yaşamı düzenleyici, Tanrısal olduğu için hiçbir zaman değişmeyecek olan dinsel kurallar, sözler, olaylar, hareketler, hadisler bütünü. Kısaca; İslam Hukuku.
Ültimatom; Bir devletin başka bir devlete herhangi bir konuda verdiği ve hiçbir tartışmaya ya da karşı çıkmaya yer bırakmaksızın, tanıdığı süre isteklerinin yerine getirilmesini bildirdiği, içinde savaş tehdidinin de bulunduğu nota. Öyküde benzetme yapılarak; kesin uyarı denmek istenmiştir.
(2) Boş Ol Demek; İslâm dininde bir erkeğin karısına üç defa “Boş ol!” dedikten (Buna şeriatta Talak deniyor) yani boşadıktan sonra, artık o kadınla yeniden evlenememe durumu.
Hay Huyla Geçmek; Boş ve sonuçsuz çabalar göstererek vakit ve olası bir hareketliliği boş geçirmek. Herkesin aynı anda konuşmasından ya da eğlenmesinden dolayı oluşan gürültüye meydan vermek.
Paldır Küldür İnmek; Büyük ve düzensiz kaba gürültü çıkararak (örneğin merdivenlerden) inmek. Ansızın, yol yordam ve yöntemlere uygun olmaksızın inmek.
Sap Gibi Dikilmek (Dikili Kalmak) Sap Gibi Ortada Kalmak; Birdenbire yalnız kalmak, terk edilmek. Desteksiz ve destekçisiz kalmak.
(3) Ivır-Zıvır; Küçük, önemsiz.
İddet Müddeti; Medeni Kanuna göre boşanan bir kadının tekrar evlenmesi için bekleme süresi olup üç yüz gündür. İddet müddeti denen olay karı ölmüşse beklenmez, boşanmışlarsa beklenmelidir.
(4) Yıllardır ki bir kılıcım kapalı kında, / Kimsesizlik dört yanımda bir duvar gibi; / Muzdaribim bu duvarın dış tarafında, / Şefkatine inandığım biri var gibi. Kemalettin KAMU, “KİMSESİZLİK” İlk kıta.
(5) Yolcudur Abbas, sağa-sola bakmaz, bağlasan durmaz; “Gitmem gerekli, izninizle! İstesem de kalamam!” demenin kabaca söylemi güzel de bir öyküsü vardır. Tabii Abbas deyince Cahit Sık TARANCI'mn “Haydi Abbas, vakit tamam, / Akşam diyordun işte oldu akşam” diye başlayan “ABBAS” şiirini pas geçmek olmazdı gibime geliyor.
(6) KARATEKİN, Erol. 2004 Yılı. “DEMET”
(7) Akşamı getiren sesleri dinle… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Necip Fazıl KISAKÜREK’e, Bestesi; Sadun AKSÜT’e ait olup eser Acemkürdi Makamındadır.
Akşam, yine akşam, yine akşam / Bir sırma kemerdir suya baksam; / Üstümde semâ kavs-i mutalsam!/ … / Akşam, yine akşam, yine akşam / Göllerde bu dem bir kamış olsam! “BİR GÜNÜN SONUNDA ARZU” Ahmet HAŞİM
Akşamın olduğu yerde bekle diyorsun, gelmiyorsun… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; İ. Behlül PEKTAŞ’a, Bestesi; Avni ANIL’a ait olup eser Hüzzam Makamındadır.
Akşam oldu, hüzünlendim, ben yine… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Ahmet CENGİZOĞLU’na Bestesi; Semahat ÖZDENSES’e ait olan bu eser Uşşak Makamındadır ve yorumunu en iyi şekilde yapan da bestekârı olan aynı sanatkârdır.
(8) Gözlerinden içti gönlüm neşeyi, senden öğrendim gönülden sevmeyi… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği Segâh Makamında olup, Güftesi; Hasan Âli YÜCEL’e, Bestesi; Şükrü ŞENOZAN’a aittir.
(9) Kayahan AÇAR’ın kızı Beste AÇAR, Kayhan’ın eşi İpek’ten bir yaş büyüktü. Karı-koca arasındaki yaş farkı (1978-1949) 29 yıl idi.
(10) Kur’an, Nisa Suresi, 93. Ayeti; “Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası içinde ebedi kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap ve lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” Peygamberimize mal edilen bir hadise göre ise; “Kıyamet gününde insanlar arasında ilk görülecek dava; kan davasıdır.” Buna göre insanın kendisini öldürmesi (intihar etmesi) de aynı düşünce içine hapsolmaz mı?
(11) Hipokrat, İsmi; Tıbbın babası olarak anılan İyon hekim. Hekim olan babası tarafından yetiştirilip birçok yerde hekimlik yapmıştır. Anadolu’nun kuzey illerini gezdikten sonra İstanköy adasına dönerek hekimliğini sürdürdü. Antik İyonya’da bilimsel gelişme ve felsefe ile sımsıkı bağı olan hekimlik gözdeydi.
Hipokrat (Hippokrates) Yemini (Andı da denir); hekimlerin mesleklerine başlarken ettikleri bir yemin olup, mesleklerinin kendilerine sağladıklarını ifşa etmemek üzerine kurulu olup, ülkeden ülkeye değişim gösterir. (Espri niteliğinde Hipokrat Yemininin Tıp Fakültesinde yapılma şekli; TIPOKRAT YEMİNİ)