Ben Emine, teferruatıyla Ümran Emine. Arkadaşım Arsız’ı (asıl ismi; Ersöz ve de eklentisi; Ares’miş).

Arsız’ın dedesi ve nenesi ihtiyarlıklarının ilk, gençliklerinin son devrelerinde başarmışlar hac görevlerini.

Arabistan çöllerinde kumlar arasındaki parlaklıklar çekmiş dikkatlerini dede, nenenin, neyin nesi olduğunu bilmedikleri. Sonrasında bir Arap Kardeş buna; “Aren” dendiğini, “Çöldeki en parlak ve gösterişli kum tanesi” olduğunu öğretmiş.

Dede dillenmiş;

“Pek akıl kârı değil gibi görünse de hanım, döndüğümüzde kız, oğlan fark etmez, bir bebeğimiz daha olursa onun adını Aren koyalım!” demiş ve neticeyi kelâm(1) ailenin son numarası olarak dünyaya gelen Arsız’ın annesinin adı hacıların kafa kafaya vermeleri(2) sonucu “Aren” olmuş.

Bunun; erken kalkan yol alır teşbihinde(3) bebelere sahip koca koca adamlar, hanımlar olan aileler için sorun yaratacağı göz ardı ve inkâr edilemezdi. Torunlara sahip hacı dede ve hacı nenenin yeni doğan bebeği Aren torunlardan kiminin teyzesi, kiminin de halası idi.

Az buz konu değil, torunlardan biri yeni evlenmişti, eğer ki onlar da hacı dede ve hacı nene gibi; erken kalkan yol alır felsefesini uygularlarsa hacılar torunlarının çocuğunu görmüş olacaklardı, göçmeden evvel. Bu durumda Aren ve Aren’in bebeleri Ersöz (Ares) ve Arsen neyin nesi olurlardı benim bilmem mümkün değildi.

Biraz erken söze girdim galiba; Aren Hanım büyüyüp de Esat isimli babamla evlenince önce tek çocuk hevesiyle nüfus planlaması düşüncesiyle benim sözünü ettiğim çocuğa sahip olmuşlar. Annesi, önce kendi adından, sonra beyinin adından ilk iki harfleri alarak Ares ismini koymak istemiş ilk oğluna.

Öğrenmişler ki o eski bir Yunan Tanrısının adıymış, vazgeçmişler, uygun olduğunu düşünüp ilginçliğine önem vermeksizin Ersöz adını koymuşlar benim sevdiğime. Ares ismi göbek adı gibi kalmış (galiba) Arsız sözüne yakın gibi. Her zaman söylenen değerli bir söz var; Allah’ın dediği olur!” Arsen, Ersöz’den sonra “Selâmünaleyküm!” demiş aileye ve dünyaya…

Ersöz’ün “Allah iyiliğimi versin benim!” deyişine ben lise ikinci sınıfta şahit olmuştum, bakışlarıyla. Sadece bakışlar, ama etkisiz eylemler, yanaşıp da tek söz bile etmeksizin lise sona gelmiştik. O senenin tatil dönemini onu hayal edip, rüyalarımda nasıl beraber olduğumuzu sadece Allah bilir, benim dışımda.

Hissettiğim kadarıyla duygusuz ve ilgisiz değil, ama cesur olmakta geciken bir yapısı vardı. Ve ummadığım bir şekilde cesur oldu, belki de ben destekledim bakışlarını cesareti için, başarısız bir Ankaralı Arsız olarak kalmaması için. Aslında bunun kendine taktığı bir isim olduğunu sadece kendi biliyordu, ama bir teneffüste tesadüfen sırasının üstünde açık zarf ve imza örnekleri arasında belki de benim görmem için bırakılan bu takdimi görmüştüm.

Biliyordum o derin bakışlar arkasına gizlenerek sergilemekte zorlandığı ilgisini. Ama “Cesur olsun, beni tavlaması için pas vereyim de yaklaşsın, yakınlaşsın!” diye düşünemezdim, biraz kapris yapmanın, çok naz âşık usandırır, tavrına kadar sırtımı dönmemin, ya da kız arkadaşlarımdan birinin yanına sığınmamın ne zararı olabilirdi ki? Karşıma geçerdi; “Sebebimsin!” derdi, eğer havamdaysam yakınlaşması için izin verirdim, ama elimi hemen uzatarak değil.

Bu son sınıf onun da, benim de son şansımızdı, o bunu biliyor, ben ise kesinlikle biliyor, anlıyordum, aksi takdirde fakülteye giderse dört yıl, tıp fakültesine giderse elim böğrümde altı yıl beklemek zulüm olacaktı benim için, belki de aynı okullarda olmazsak uzaktan. O nedenle yakınlaşması için bir fırsat tanımalıydım ona, ama nasıl? Konunun uzmanlarından; Şöyle şöyle de, böyle böyle!” diyerek ders almam olası değildi ki? Hem kimdi ki onlar, bilmiyordum.

Nihayet…

Okuldan çıkıp evime yöneldiğimde arkadaşlarımdan kimse yoktu yanımda ve o mükemmel heyecanı dorukta, cesur bir sevgiliydi;

“Merhaba! Ben Ankaralı Arsız!”

“Yakışmış!” dedim, dudaklarımı bükerek, seslenişine hiç olmazsa gülümsemek geçse de içimden, morgda bir ceset, ya da tıp dersinde bir kadavra(3) gibi duygusuz ve sessizdim. Övünmek ister gibi bir arsızlık sergileme düşüncesindeydi gibime geldi, sözünün devamını bekledim, çoktan daha çok cesur olmalı, sahiplenmeliydi beni, ben de onun benim olmasına izin verirdim o zaman.

Ama sözümün cuk oturmuş(2) görüntüsünde onu incittiğimi aklımdan geçiremezdim, belki de hazmetmekte zorlanıyordu, olabilir miydi, olurdu, henüz enine-boyuna bilmiyordum ki onu, “Merhaba!” demekten öte.

“Ne olur sanki ufacık bir ilgi göstermeyi denesen?”

“Aklımdan bile geçiremiyorum, geçen seneden beri. Hem diyorum ki; şu ısrarlı bakışlarını kaldır, uzaklaştır üzerimden…”

“Uzaklaştır, denmez, ‘Çek üzerimden!’ denir…”

“Uzaklaştır da derim, ‘Kaçıl(3)!’ da derim. Benim sözümü düzeltmek üzerine vazife mi senin? Benim öğretmenim misin, keyfimin Mehmet Ağası mısın?”

“Sinirlenince çok daha güzelsin, ayrıca benim adım Mehmet değil…”

“Duymak istemiyorum!”

“Unutursun canım!”

“Unutmam!”

“a” harfini üç elif kadar uzattığının farkında değildi.

“Tamam! Adımı biliyorsun zaten; Ersöz. Bir de arsızlığı yakıştırdığım Ares ismim var.  Ben de beni unutmanı istemem zaten, ‘Bekle!’ dersen de ömrüm sonuçlanacak olsa da ömrümden sonra da seni sevmeye de, beklemeye de devam ederim.”

“Allah’ım neydi günahım, ya da ben çok büyük bir günah mı işledim ki bu deliyi başıma sardın?”

“Beni deli eden sensin. Geçen seneden beri beni görmemek, tanımamak, yakınlaşmamaya direndiğin gibi, yaklaşmama da izin vermedin. Hislerimin farkında olmadığını söyleme, inanmakta zorlanırım!”

“Efendi bir çocuksun, biliyorum, seni kırmak da istemiyorum, yanımdan ayrılır mısın lütfen? Neredeyse evime girmek üzereyim!”

“Defoluyorum hemen yanından! Ama bitmedi. Belki hakkım yok, belki haddimi aştığımı söyleyeceksin. Belki de sevgimin karşılığının olmadığını bilip görüp kendi başıma kahrımdan öleceğim. Çünkü seni ilk gördüğümde sevmeye başladım, seviyorum…”

“Bence ölme, hem duygu sömürüsü yapmak(2) da yakışmıyor sana. Gençsin, etrafında niceleri var! Sevaba bile girersin, dene!”

“Ben ‘Senin için ölüyorum, ölürüm, bir yudum su!’ diyorum, sen telefonla su siparişi veriyorsun. İnsaftan bahsedebilir misin? İyi günler Emine!”

İlgime normal koşullarda ulaşamayacağı düşüncesinde olsa gerekti Ersöz. Muhtemelen bir kahramanlık yapıp gözüme girmeye çalışacağını yahut da bir eylem sonucu dikkatimi çekip ona acıyıp, bunun sevgi olarak şekilleneceği düşüncesinde olsa gerekti. Ona ilgimin olmadığı düşüncesinde olsa gerekti.

Oysa o bakışları bana yönelttiğinde, onun esiri olmuştum, seviyordum ben de onu, ama ikimize de zaman gerekti kanımca, sabretmeli, sabretmeyi bilmeliydi. Ona bir önceki yıldan kalan ısrarlı bakışlarını söylemiştim. Bunu anlamayacak kadar yanlışlar içinde olmamalıydı.

Deliydi, biliyordum, o sarı defterinin sayfalarında sadece benim görüp, anlayacağım satırlar vardı, dizeler olmasa da;

“Şeytan diyor ki, al bir buket çiçek eline, git çal kapıyı, ‘Teyze ya da amca… (Yok yok, baba, anne demek daha mı uygun olurdu ki?) üniversiteyi bitirdikten sonra kayda girmek üzere, kızınıza bugünden talibim!’ desem acaba (diyebilir miydim)? Ne cevap verirlerdi acaba? Silâhla mı, sopayla mı kovalarlardı ki beni, ‘Git işine bile deli!’ diyerek? Ama önce bir liseyi bitir de…

Başlangıç cümlesi ümit verir gibi olurdu, sevinirdim!”

Kargacık-burgacık yazıyla tam bir metindi, aşağı-yukarı, not alacak, ya da fotokopi çekip saklayacak kadar vaktim yoktu ki bu itirafı zapt etmek için. İndimde onu kabullenmek benim için çok kolaydı, ama oluşturduğum mesafeyi nasıl birden yok eder, edebilirdim ki? “Biraz sürünmesinde yarar var!” diye düşünüyordum, beni sahiplenmesi, benim onun, onun benim olması için.

Şu gerçek ki, bana ilgisinin olduğunu hissettiren sadece Ersöz değildi, başta Bahadır olmak üzere, isimsiz iki-üç mektup sahibi daha vardı, cesur, ama saklanmayı tercih eden. Gösterişli miydim, gerçekten göze batacak kadar güzel miydim? Ersöz söylediğine göre doğru olmalıydı, o yalan söylemezdi, ya da bana öyle geliyordu. Doğrusu rekabet güzel şeydi, ama benim sevdiğimin bu rekabeti kazanması şartıyla. Benim Ersöz’le konuşmam bazılarının dikkatinden kaçmamış, bilgi sahibi olan biri olmuştu, başlangıçta bilmem bir yana hissetmediğim bile.

Zaman hangi zamandı, bilmiyorum, düşüncelerim, hüznüm ve yalnızlığımla yönelmiştim Ersöz’le birlikte merdivenlere. Bir şey söylesin, elimi tutmaya çalışsın, ben tahammül ve sabrımın sonuna gelmiş olarak cevaplayayım düşüncesindeydim onu.

Ersöz’ü biri mi iteklemiş, çelme mi takmış, yoksa kendi başına tökezleyerek mi başarılı olmuştu, merdivenlerden yuvarlanmıştı desteksiz, nerelere çarpıp nerelerden, nerelerinden darbe ya da darbeler aldığının farkında olmasa gerekti. Bu demekti ki artık benim için onun bir kahramanlık yapmasına gerek yoktu, planlamış olmasa da eylem gerçekleşmiş ve ben benim isteğim olduğu halde zorunlu bir merhamet eylemi yaşama gayretine bürünmüştüm.

Kolunda kırık, ayağında ve kafasında çatlaklar vardı. Şehir Hastanesine ulaştırdığımızda kendi cep telefonundan annesine, babasına haber verdiğimden dolayı başında idi anne-babası ve bir kenarda ayakta olan ben...

Daha sonra olaydan haberi olan Arsen de katılmıştı, âleme.

“Bu kızımız haber verdi, senin telefonundan sakarlığından(3) demeyeyim de dikkatsizliğinden dolayı yuvarlanıp hastaneye getirildiğini…”

“Zahmet etmiş, medyun mu olmalıyım(2), minnettarlık hisleriyle diz çöküp teşekkür mü etmeliyim, bilemedim şu an?”

İlâçların etkisi olabilir miydi (hiç sanmıyordum) ancak sevgime ve bunu hissediyor olmasına rağmen kin tutar gibi söyleminin nedenini anlayamamıştım.

Haber üzerine sağa-sola bakmadan acele ile gelmişti anne-babası hastaneye ve iç çamaşırı eşofman, pijama vb. almak için eve dönmüşlerdi yeniden. Oysa külot hariç çıplaktı, doktorlar öyle gerek görmüşlerdi, alçılarla ve bir sürü pamuk ve sargı bezi ile donatılmış Ersöz ‘ün bedeni için.

Bir şeyler yapmam, yılgınlığına son verip beni kabullenmesini, sevdiğimi anlatmam gerekti. Bu nedenle haber verdim aileme, arkadaşımın başında refakatçı olarak kalmama izin vermeleri için. Kabullendiler, ama isteksizliğini şamar vurur gibi ifade etmekten çekinmedi beyefendi;

“Annen, baban merak ederler seni, keşke gideydin!”

“Deli olma, seni böyle bırakıp nasıl giderim ki?”

“Bu kaçıncı kez? Bu delilik meselesini daha önce de konuşmuştuk, hatırımda kalmış öyle. Ve bir itirafa bulunmam gerek. Sana beni anlatamamamın hüznünü yaşıyordum, üstelik seni sevdiğime seni inandıramamamın dalgınlığını. Bu nedenle senin ilgini çekmek için özellikle yuvarlandım merdivenlerden.  Bu kadar sıkıntı çekip debeleneceğim doğrusu aklımdan geçmemişti!”

“Neden yalan söylüyor, ya da kendini yalan söylemek mecburiyetinde hissediyorsun ki? Sen düşmedin, Bahadır sana çelme takıp düşmene neden oldu. Üstelik bilmen de yarar var, benim için böyle bir mizanseni(3) düşünmen seni hiç de haklı göstermez. Biraz mesafe koyma gayretim yanlıştı, ama bil ki en az senin sevdiğin kadar ben de seviyorum seni ve sensiz bir yaşamın zerresi geçmiyor aklımdan, ‘anlattım mı?’ diye sormayacağım…”

“Desene onun sevgisi ve ilgisi senin için beni öldürmeyi düşünecek kadar güçlü. Ben seni yıllar yılı sürecek olsa da beklemeye taliptim. Ancak şimdi o acele ederse ben sensizliğe dayanamam sevgili Emine, bana davetiye falan gönderme lütfen. Çünkü bu vakitten sonra yaşama ihtimalim yok, yaşayamam!”

“Deli etme beni de! Saçmalama da! Benim düşünmek için kısa, çok kısa bir zamana ihtiyacım vardı, dinlemem gerekti beni bir süre. Düşmen benim için bu süreci hızlandırdı…”

“Sevgili Emine! Bana acıman, sevginin yerine geçmez. Öğrendim ki bana sevgin yok! Bahadır’ı sevmediğine de inanıyorum. Ama güzel günler önünde, hayatını yaşa, mutlu ol, saadeti tat ve ben öncende de, sonranda da yoktum, beni yok olarak kabullen, bu; o kadar zor değil. Kalbim de, gönlüm de, ruhum da sende kalsın, artık onlar benim geleceğimde gereksiz…”

“Yani Ankaralı Arsızlıktan, benim Ersöz’üm olmaktan istifa mı ediyorsun?”

“Değil mi ya dünyamdaki biricik insan?”

“Kabul edilmedi.”

Sağıma-soluma baktım, ortam uygundu bana göre, eğilip öptüm, bilsin diye.

“Bunu ispat olarak kabul et. Devamı için ayağa kalk hele, liseyi bitirelim, sonrası sonra…”

“Hâlâ ‘seviyorum!’ demedin, bana acıma modundasın, farkında mısın?”

Cevap veremedim, zaman aleyhimde yürüyor olmamalıydı, gösterime rağmen, sözlerimi geciktirmemin yararlı olacağı kanısındaydım, ama neden? Sevmiyor muydum, gerçekten acıma kargaşası mı yaşıyordum, sevgimin esaretinde?

Hastaneye yatanların en çok sıkılıp utandıkları konu fiziksel zorunlulukların karşılanması olsa gerekti, Ersöz’ün sıkıntısını ve utangaçlığını hissediyordum. Bay hemşire, bay hastabakıcı hatta Arsen’den bir şeyler istemek daha doğrusu tam anlamıyla dilenmenin Ersöz’ün zorlanmasına neden olduğunu hissediyordum. Hele ki ileride üleşeceğimizi düşündüğüm yaşamda bu zorlanmayı kat kat yaşayacağımın şimdiden endişesini yaşıyordum.

Annesi bunu hissetmiş olsa gerekti, “Kızım, oğlum önce Allah’a, sonra sana emanet!” deyip sıvışmıştı. Kendi deyimi, bir ara ağzından kaçırdığını düşündüğüm; babası ana kuzusu gibi, sinameki(3) bir şeymiş, her eve lâzım bir kılıbık. Aslında bana anlatırken yutkunmuş ve; “Daha ilkel benzetmelerim de var, ama sana karşı beni bugünden tarif eder gibi davranamam, soy soya, bulgur suya çeker deyiminde genlerimi inkâr eder gibi!” demişti.

Engellemeye çalışmama karşın Ersöz’ün devamlı tekrarladığı söz; “Benim minnetimle benim merhametime muhtaç olduğuydu.” Bunda benim de katkım yok sayılmaz, dediğim gibi babam ve annem sevdiğim için, onun bakımında refakatçı olmama “Hayır!” dememişlerdi.

Hissediyordum, sanki zorlanıyordu kendini tutmakta, bir bakıma midesindeki ve diğer organlarındaki zorlamalara tahammül etme çabasındaydı. Fark ediyordum dışa vuran sesleri, asansörler sadece yukarı-aşağı değil, sanki sağdan-sola, soldan-sağa doğru da hareket ediyorlardı, halat ve zincirlerde onarım gerektiren eskimeler olsa gerekti, gurul-gurul, gacır-gucur, yaklaşan tehlikeyi haber verir gibi!

Oysa su içmese de serum ilerliyordu damar yolundan garip sevdiğimin. Sırf tehlike yaşamamak için gelen yemeklere dokunmuyordu neredeyse… Ama doğanın hükmüne karşı da gelemezdi ki!

Nihayet dayanamadı. Bedenin de bir dayanma gücü, sabretme hesabı, limiti vardı; üstelik bana dönüp “Affedersin!” diyecek kadar utangaçtı. Dediği gibi üstünde sadece külotu vardı, çıplaktı ve ilk kez olsa gerek perişanlık yaşar gibiydi, malûm konuda.

“Destek ol, belimden tut!” dedi ayağa kalkma çabası yaşarken. Sarıldım ve o halinde muzırlık moduna girdi;

“Teninin kokusu, dünyada hissettiğim en nefis koku!”  dediğinde hayretle yüzüne baktığımda boş bulundum, ama o dolu olsa gerekti, öptü.

“Doymadın mı?”

“Ömrümün sonuna kadar doyacağım geçmiyor aklımdan.”

Utancının nedeni felâketinin iyice yaklaştığının farkında değildi.

“Gözlerini kapat, külotumu indir, klozete oturt, sırtını döndükten sonra aç gözlerini ve kapıyı dışardan kapatıp bekle, lütfen. Ben haber veririm!”

Sanırım, insanın, yani bu insan Ersöz oluyor, bedeni tahammülsüz olunca bağırsaklarına ve poposuna hükmü mümkün olamıyordu. Gürültülerden dolayı utanma katsayısı bir hayli yükselmişti galiba ve dışarıya nasıl çıkıp, bana nasıl görüneceğinin hesabı kitabı ile uğraşıyor olsa gerekti geçen süre içinde taharetlendikten sonra çekince yaşar gibi…

Seslendiğinde sırtını dönmüştü, tek eliyle kendini toparlaması zaten mümkün değildi. Elimdeki fırsatı kullanmamı hiç kimse engelleyemezdi;

“Ooo! Yemeğin salçalısı, adamın geniş kalçalısı…”

“Bir kere o sözün gebelik ve doğum organizasyonları için Allah’ın sizlere sağladığı bir ayrıcalık. Zaten utanıyorum, bir de…”

“Belli! Kıpkırmızı idin, morarmaya başladın şimdi.”

Yatağına iliştirirken, bilmiyorum başka adı var mıdır, ben gıdık diyordum, gıdığım dikkatini çekmişti sanırım, “Gel beni kokla, hatta öp!” der gibi miydi ne, önce derin derin kokladı ve sonra öptü gıdığımdan, gıdık alsam da hoşuma gitse de, tek bir söz çıktı ağzımdan; “Pes!”

Bir süre dikildim başında, sonra aparatlarını ayarlayıp üstüne kendimi sakınarak dikkatle eğilip onu örterken söylemem gerekeni söylemek gereğini hissettim;

“Söylemedin, teklif de etmedin, umudum da yok gibi görünmüyor, ama bir ömrü beraber üleşeceksek benden utanman, çekinmen niye?”

“Başlangıç cümlelerinle beni yok etmek mi maksadın? Beraberliğimizde şu anda yaşadığımız gibi bir şeylere seni mecbur etmek aklımın ucundan bile geçmez. Ben bu duruma seni mecbur etmekten dolayı gerçekten utandım. Senin okula devam etmen gerek, benim için de, eksiklerimi senden öğrenmem gereğiyle. Senden uzak kalmak hüznüm olacaksa da zahmet olmazsa sor bakalım doktorlara; ‘Tedaviye evde devam etmem mümkün mü?’ diye.”

Sordum, bedeni için sorun yokmuş, ancak kafası için asgari iki gün daha kalması gerekliymiş.

“Bir de kendimi ‘Kafasız’ sanırdım, bak doktor teşhis etmiş, kafam varmış!”

Patron Ersöz Bey bana izin vermişti, Arsen gelmişti Cumartesi günü ağabeyinin başına. Pazar günü de annesi gelmiş. Arsen durum vaziyeti görünce karar vermiş; “Doktor olacakmış, iyice büyüyünce ve tüm aileye…” durakladıktan sonra kararını değiştirmiş olsa gerekti; “Tüm sülâleye ve muhtaç olan herkese bakacakmış!”

Onun adına da, kendi adıma da mutlu oldum, mutluluk bu kadar kolay ve çabuk elde edilen bir şey mi olsa gerekti? Peki, mutluluk için neden engeller çıkartmış, üzmüştüm ki bu çocuğu, hemen  “He!” desem kaybım mı olurdu, belki hemen kazanırdım, belki de hemen kaybeder miydim, bana çok çabuk ulaşmasına yardım ederken? Geçmişe dönmek, yarını düşünmek kimseye bir şey kazandırmazdı, geçmişi unutmalı, gelecekten umutlanmakla beraber elimizde şu an bugün vardı,  bugünü yaşamalıydık, seviyordum ve zannımca seviliyordum.

Bu kadar büyük, kocaman lâflar etmemin nedeni; nöbetçi doktorun “Belki” eklentisiyle; “Hocamız sizi Pazartesi taburcu edebilir!” sözünü Ersöz’ün bana müjde gibi iletmesi olsa gerekti.

Pazartesi ben ordaydım, ama uzaktan, çünkü annesi ve babası başındaydılar doktorun vereceği haberi beklerken sevdiğimin. Üstelik babası ekonomik sıkıntılarına rağmen oğluna rahatlığı için tekerlekli sandalye almıştı. Her konuda titiz ve kocasını yönetmekte olağanüstü başarılı olan annenin elindeki torbada mutlaka ıslak mendil olsa gerekti, arabanın tekerlerini her ihtimale karşı iki de bir silmek için (Nerden biliyorduysam? Yorum tabii)!

Profesör Doktor; “He! Çıkın! Taburcusunuz!” derse, eve dönünce emindim ki, pencere önüne arabasını çekecek ve gamlı baykuş(1) gibi okula başlayacağı zamanı bekleyecekti, kim bilir boş vakitlerini değerlendirmek için beni de beklerdi, belki! Beklemesine gerek olmadığını söyleyip çağırdı beni; “Gel!” diye emreder gibi. Sözlerinin üstünde durmama gerek yoktu, çünkü âşıktı bana, eh benim de ondan aşağı kalır bir yanım yoktu, iftiharla.

Önce liseyi bitirecek, sonra üniversite sınavını kazanacaktık, beraber, aynı konuda, o mühendislikten, ben doktorluktan vazgeçmiştik, ikimiz de öğretmen olacaktık, sınav sonucu nasıl gerçekleşirse, yeter ki ayrılmamış olacaktık. Ancak şart; eski dersleri gereğince öğrenmek ve okula aksatmaksızın devam etmemiz idi.

Evimize yakın olan okulumuza gitmek için bir sıkıntı/mız yoktu sayılır. İyi havalarda yollarını biraz uzatarak beni de alıyorlardı, öyle gidiyorduk okula. Arsen’in ehliyeti vardı, kötü havalarda babasının arabasıyla o götürüyordu bizi okula. Bazen de ki; bu bazen ilk iki günü kapsıyordu, cüssesi nedeniyle Alamancı Bahattin Amca götürmüştü beni/bizi. Çünkü bu ilk iki gün üçüncü kattaki sınıfa ittire-kaktıra-taşıyarak gitmem sorun yaratmıştı, merdivenlerde hepimiz zorlanmıştık, ben dâhil.

İkinci gün sınıf öğretmenimizin ve müdürün gözüne çarpmıştı yaşadığımız işkence. Sınıf öğretmenimizin teklifi, müdürün “Allah razı olsun!” diyeceğim/iz onayıyla, zemin kattaki birinci sınıf öğrencileri ikinci kattaki ikinci sınıfa, ikinci kattaki ikinci sınıf öğrencileri de bizim üçüncü kata taşınmışlardı. Biz de topluca birinci katta son sınıf öğrencileri olarak yerleşmiştik.

Okula geldiğimiz ilk gün ben henüz Ersöz’ün yanına yetişememişken Ersöz’ün yalnızlığından cesaretle yararlanarak Bahadır gelmiş yanına, hem çekinmeksizin.

“Özür dilerim!”

“Seven biri sevdiği için ölümü de, öldürmeyi de göze alır. Hareketin uygun değildi, tasvip etmem(2) de mümkün değil, ama sevdiğin için her şeyi göze alman, takdir edilecek bir olay.  Olayı sadece sen, ben ve Emine biliyoruz. Herkesin bildiği tökezlemem ve ayağımın kayması ve düşmem. Son senemiz, açık verip, dürüstlük taslayıp kendini belli etme, hep beraber mezun olalım, olur mu?”

“Şunu bil ki, benimkisi sadece bir özenç ve kıskanma imiş, sizinkisi Yaradan’ın teşvik ettiği, yarattığı bir iman gücü. Mutluluk hakkınız. Saadetler dilerim!”

“Çabuk kaybolma! Ben de Emine de bir kısım dersleri yitirdik. Emine de yanımıza gelince olmadığımız günlerin özetini yap kısaca. Bize tuttuğun notları ver, birkaç saatliğine, ya da bir günlüğüne, not alalım, ya da fotokopi çıkartalım, ondan sonra kaybolmak istersen, kaybolabilirsin, karar senin!”

“Teşekkür ederim.”

Öğle paydosunda yanımıza geldi, hazırladığı not kâğıdı ve defteriyle özet yaptı, defteri bıraktı ve ayrıldı.

Gereken notları alıp biriktirdik paydosta, yaşam kaygımız yoktu, çalıştık beraberce, mezun olmak için hazırlandık, bitime çeyrek vardı, sene içi notlarımız uygundu, mezun olmamız için sadece gereken sınavlara katılmamız yeterli olacaktı, yeterli oldu ve mezun olduk.

Üniversite için beraber hazırlanmamıza ailem izin verdi, onun hâlâ arabaya bağlı olarak yaşamak zorunda olduğu fiziksel durumunu göz önüne alarak. Ayağındaki çatlağı iyileşme emaresi(3) gösterse de, değiştirilen alçı nedeniyle kolundaki kırık iyileşme emaresi gösteriyorsa da, başındaki sargılar devamlı değiştiriliyor, doktorların anlamakta zorluk çektiğim bazı tereddüt ve endişelerinin devamını seziyor ve üzülüyordum. Oysa Ersöz (Benim Arsız’ım) lây, lây, lôm(1) şeklinde direk olarak havalardaydı.

Ve o gün ailelerimizle ve o mazereti nedeniyle arabasıyla geldi sınav salonuna. Önce onu aldılar salona ve usulünce ilk sıranın en sonuna yerleştirdiler, kimsenin onu rahatsız etmesine imkân vermemek için. Salona girerken kimseyi umursamaksızın eğilmemi isteyerek;

“Başarılarını diliyorum. Sen de benin sağlığım için dua et, lütfen!” dedi ve sonra kulağıma fısıldadı;

“Seni çok, canımdan çok seviyorum bir tanem!”

Başımı eğerek onayladım onu sadece.

Bahadır dâhil, birkaç arkadaş daha kimi tokalaşarak, kimi kucaklaşarak, kimi sırtına vurarak başarılarını dilediler, gözetmene teslim ederlerken onu.

Teslim-tesellüm diyeceğimiz işlemler sonrası tam saatinde başladı sınav. Ben Ersöz’ün iki sıra arkasında, Bahadır ise sonlara doğru bir yerlerdeydi galiba, aynı sınav yerinde.

Sınavın başlangıcının ya 10. ya da bilemedin 15. dakikası idi. “Küt!” diye tahtaya vurulur gibi bir ses dikkatimi çekti Ersöz’ün bulunduğu yerden.

Gözetmenlerden yakın olan biri masaya yöneldi, Ersöz eğmekte başarılı olamadığı kafasını masaya çarpmıştı. Öğretmen arkadaşına seslendi;

“Acil durum, ambulansa seslen, sedyeyle gelsinler, çocuk nefes alamıyor” dediğinde hiçbir şey umurumda olmaksızın, her şeyi olduğu gibi bırakıp ayağa kalktım, Ersöz’dü o acil durumu yaşayan, kesinlikle emin olmuştum yanına ulaştım, görevliler gelinceye kadar ve sınavın benim için hiç mi hiç önemi kalmamıştı.

Handiyse(3) ceviz büyüklüğünde bir şişlik oluşmuştu Ersöz’ün ensesinin biraz üstünde, bu hiçbir tıbbi bilgim olmamasına karşın hayra alamet değildi(1), nefes alamaması ayrı bir handikaptı(3). Gömlek düğmeleri kopartarak göğsünü açıp kalbini yokladım, çalışıyordu, bunun anlamını bilemiyordum o an, nefes alamıyor, ama kalbi çalışıyordu, nefes alamazsa kanı temizlenemez, beynine kan gitmezse de ölüm gerçekleşmez miydi? Nasıl bir şeydi bu, bilmem, anlamam asla mümkün değildi, bildiğim, bilmek istemediğim tek şey; Ersöz’ümü yitirmek üzere oluşumdu.

Ve ben bu sonucu, bunun bir beyin ölümü olduğunu, yaşamın onun için olduğu gibi benim için de tükendiğini kısa bir süre içinde çok acı bir şekilde öğrenecektim.

“Çocuklar! Siz sınava devam edin!” diye gür bir ses yankılandı ve arkasından anlaşılmayan sesler ve sessizlik…

Ben de sedye ile beraber dışarı çıkarken bağırdım;

“Baba! Yetiş! Telefonumu ver! Ersöz’ü hastaneye götürüyorlar, ailesine haber vermeliyim!”

Aynı kararlılıkla Bahadır da her şeyi yerinde bırakarak, ikazlara aldırmaksızın benimle birlikte sınav salonu dışına çıkmıştı, Ersöz’ün sedyesinin bir ucundan tutarak.

Ambulans önde, biz üç araba arkasında idik, ambulansın süratine uygun, kendini açıkgöz veya akıllı sanan edepsiz sürücülerin aramıza, arkamıza katılmalarına tahammül ederek…

Ulaştığımızda Ersöz’ün gerçek ve gerçekten ölümüne çeyrek vardı, zannederim Ve gerçekle yüz yüze gelecektim mutlaka…

Doktorlar Ersöz hastaneden taburcu olduğu gün öncesinde; “Organ Bağışı” konusunda düşüncesini sormuşlar. Olumlu görüşünü söylemiş, organ bağışı dileklerini iletince de “Tabii!” deyip, imzalamış o belgeyi. İmzaladığı belgeye göre hazırlanan kartı da cebinde ve cüzdanında taşımasını önermişler, buna “öğütlemişler” demek, daha doğruydu (yaşadığımı dikkate alırsam).

İster istemez; “Acaba doktorlar Ersöz’ün beyin ölümünün gerçekleşeceğini bilip organlarının bir bölümünün de olsa bekleyenlerin yararlanmaları için mi bu belgeyi imzalatmışlardı ki!” diye düşünmek içimden geçmemiş değildi!

Organ bağışına ait belge cebinden çıkarılmıştı, anne-baba çocuklarının kararını çaresiz olarak onaylamışlardı. Ben bağırdım, çağırdım, höykürdüm(2), yalvardım;

“Ne olur organlarını alırken incitmeyin, acıtmayın bir yerlerini, üzmeyin bu sevgili insanı…”

Zamanın yettiği kadarıyla gereken organları alınmış soğuk, steril(3) kutulara konulmuştu ayrı ayrı, ihtiyaç duyulan yerlere ulaştırılmak üzere.

Beyin ölümünden sonra organ yetersizliği nedeniyle beden ölümü de gerçekleşmişti, kısa, kesin, öz; “ex(3)” kelimesine sığıntı ve; “Başınız sağ olsun!” dilek ve tesellileri ile. Çaresizliğimin adı; “Bir garip ölmüş diyeler… soğuk su ile yuyalar!(4)terkibindeydi, Ersöz genç yaşında toprağa verilecekti.

Bahadır’ın görünümü hiç de iyi görünmüyordu o anda. Yanımdan ayrılırken; bana ulaşan soğuk ve hüzün dolu sözü; “Ben sebep oldum!” şeklindeydi, nedenine, kahrının onda nelere sebep olacağına ulaşamadığım.

Ersöz’ü anında toprağına ulaştırmak sanki şarttı, hastane morgunda usulüne uygun yıkanıp temizlenmiş, kefenlenmiş, dini hiçbir kurala riayet etmeksizin kurdele ya da kefenin baş tarafı kapatılmadan (bağlanmadan) önce anne, baba ve kardeşi tarafından ve beni de aileden saydıkları için benim de izin almama gerek kalmaksızın yüzü görülmek üzere açılmıştı.

Gözlerinde pamuklar vardı. Organ nakli için gözlerinde de işlem yapmış olsalar gerekti uzman doktorlar. Sevdiğimi biliyordum ki o da beni seviyordu, sevgiyle gülümsüyor gibiydi, ölümüne sevinir gibi, benim hüznümden habersiz, defnettiğimizde…

Akşam ezanı okunurken aldığımız haber bizi perişan etmişti. Ersöz’ün ölümüne neden olduğuna inanan Bahadır, metro treninin önüne atlayarak intihar edip kendini cezalandırmıştı.

Hüznüm öbek öbekti, yaşamıyordum artık Ankaralı Arsız’ı yitireli, ama ben Bahadır kadar cesur değildim…

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Aren; Çölde bulunan en parlak ve gösterişli kum, çöl kumu.

Ares; Yunan mitolojisinde Savaş Tanrısıdır. Zeus ve Hera’ın oğlu ve On İki Olimposlu’dan biridir. Roma'da Mars olarak da bilinir. Barış Tanrıçası olan Athena’nın zıttıdır.

Arsen; Arapça kökenli, kurtuluş, sağlam, güçlü, mert yiğit erkek, ufak tefek, yiğit, özgürlük.

Arsız; Utanması, sıkılması olmayan, yılışık, sırnaşık,  yüzsüz, açgözlü davranan. İyi yetiştirilmemiş çocuk. (Bitkiler için kolay üreyebilir olan)

Ümran; Medeniyet (uygarlık), ilerleme, saadet, mutluluk, refah, imar etme.

Bahadır; Savaşlarda gücü ve yılmazlığı üstünlük kazanan ve yiğitlik gösteren, batur, yiğit, kahraman.

(1) Gamlı Baykuş; Çok kimsenin korku veren, uğursuz olduğunu belirttiği kuş. Baykuşun gam yüklü olarak uğursuzluk getirdiğine inanılan biçimi. Bir şeyler düşünüp kimseyle paylaşmayanlara kasvet taşıdığı düşünüldüğü için deyim kendiliğinden oluşmuş olup, “Gamlı baykuş gibi tünemek” şeklinde bir diğer şekli de vardır.

Hayra Alâmet Değil; İyi bir durum belirtisi yok.

Lây Lây Lôm; Önemli olayları önemsemeyen, umursamayan, dünyadan haberi olmayan, sorunlarla ilgilenmeyen, gamsız tasasız insan tipi.

Neticeyi Kelâm; Sözün kısası. En son söylenmesi gereken sözün uzatılmadan söylenmesi.

Öbek Öbek Hüzün; Birbirine benzer ya da aynı türden hüzünlerin, gönül üzüntülerinin olağan ötesinde hissedilecek şekilde duygulanma şeklinde oluşması.

(2) Cuk Diye Yerine Oturmak (Aşığı Cuk Oturtmak);  İşi çok olumlu bir şekilde almak, yapmak. Uygun gelmek, yakışmak.  Aşık kemiğinin dik duruşunu ifadelendiren bir deyim olmakla birlikte, tam yerine denk, rast gelmek anlamında kullanılan bir deyim.

Duygu Sömürüsü Yapmak; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışları koz olarak sergilemek.  Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği yapmak.

Höykürmek (Heykirmek, Hökünmek); Yüksek sesle ağlamak, heyecanlı ve kızgın bir şekilde bağırarak konuşmak, korkudan bağırmak, haykırmak.

Kafa Kafaya Vermek; Güvendiği kimselerle bir araya gelerek çözüm yolu bulmaya çalışmak, bir kenara çekilip konuşmak.  Fikir almak, danışmak. Dayanışmak.

Medyun Olmak; Verecekli, borçlu olmak.

Tasvip Etmek; Bir düşüncenin ya da davranışın doğru, uygun, yerinde olduğunu belirtmek, onu uygun bulmak, onamak.

(3) Eks; Ex, Exitus kelimesinin kısaltılmışıdır. (Doğru hali; “Exitus Lethalis”)  Yunanca ‘sız... çıkış’ anlamına gelen kelime olup tıp dilinde “Ölü, Ölmüş, cansız beden, göçmüş, yaşamını yitirmiş, ölerek çıkmış” ölü, ölümcül hasta, ölüm hali için kullanılır. Öyküdeki gibi herhangi bir şekilde bir yerlerden uzaklaştırılan, ya da işlevini yitirmiş kişiler için de kullanılmaktadır.

Emare; Belirti, ipucu, iz.

Handikap; Engel anlamındaki İngilizce “handicup” kelimesinden gelmekte olup aşılması güç engel, durumun elverişsiz olması, engel anlamında kullanılmaktadır.

Handiyse; Yakın zamanda, hemen hemen, neredeyse.

Kaçıl; Yöresel bir söz olarak “Çekil!” anlamındadır.

Kadavra; Tıp öğreniminde görerek, uygulayarak öğrenim amacıyla üzerinde çalışmalar yapılmak üzere hazırlanılmış, ölü insan, ya da hayvan vücudu.

Mizansen; Bir oyun düzeni. Bir şeyi, bir durumu, olduğundan değişik göstermek amacıyla hazırlanan düzen (Tiyatrolar için değişik anlamı vardır).

Sakarlık; Elinden ufak tefek kazalar, kırıp dökmeler çıkma.

Sinameki; Mızmız, sevimsiz, başkalarıyla ilişki kuramayan kimse (Baklagillerden sıcak bölgelerde yetişen birçok türü olan bitki ve meyvesi ve tıpta yapılan bir ilâcın ana maddesi).

Steril; Mikroplardan arınmış. Kısır. Verimsiz.

Teşbih (Benzetme); Sözü daha etkili duruma getirmek için aralarında ilgi bulunan iki unsurdan güçsüz olanı güçlü olana benzetmek, gibi. Örnek; Çocuk; tilki gibi kurnaz biriydi)

(4) Bir garip ölmüş diyeler / Üç günden sonra duyalar / Soğuk su ile yuyalar / Şöyle garip bencileyin. Çok kişi son satırdaki ilk kelimeyi maalesef  “Söyle” olarak söyler ki yanlıştır.) Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm… Ve dahi  “Elif okuduk ötürü / Pazar eyledik götürü / Yaratılanı hoş gör / Yaradan’dan ötürü” Yunus EMRE