Bir puhu(1) öksürdü yahut diğer adıyla bir baykuş da denilebilir öttü kesik kesik, üç kez üst üste. Önce itişip tepişen köpekler, havlamak yerine ulumaya başladılar, öncü bir felâketin habercileri gibi.

Ve olan, daha doğrusu beklenilmeyen oldu, gecenin dördünü geçen vakitlerde, sonradan belirtildiğine göre, merkezi bizden bilmem kaç kilometre uzakta ve şu kadar bin metre derinde, dörtten biraz fazla büyüklüğünde bir deprem olmuştu.

İki katlı kâgir evimin kaldığım ikinci katında uyanmıştım, artçı sarsıntılar devam ediyordu, sokaktan ulaşan seslere kulak vermeksizin(2) ve umursamaksızın ayaklarımın üzerindeydim.

Taban çökse, nihayeti 2-2,5 metre…

“Sanırım telef olmam(2)!” diye düşünüyordum. Tavan başıma çökse, eski bisiklet, eski ambalajlı bir kırpıntı dolu yatak, bir-iki kutu halinde bir-iki kitap…

Şu anda anne-babamın olmadığı yalnızlığımın türküsünü çığırarak kendi başıma paylaştığım dünyamda öldürmez beni, düşüncesindeydim.

“Türker Abi! Çabuk çık evden! Deprem oluyo…”

Depremi bir kenara bırakıp bizi anlatmam gerek önce.

Şu anda rahmetli olan annem; Neşe ve babam; Neşet ve ince bir zekâ ürünüyle ilkokul öğretmenliğinden emekli annemin buluşuyla ben; Ata Türker…

Parantezi açıp önemseyerek demeliyim ki; annemin koyduğu isim eğer hızlıca söylenirse; “Atatürk Er” şeklinde oluyordu ki, bu isme Atatürk’ten başka kimse sahip değildi ve ben bu nedenle daima; “Türker” adını kullanıyordum, hem her yerde.

Bana depremi haber veren (saklamaksızın o bilmiyor görünse de, hissettiğinden eminim, ilk, tek ve son göz ağrım) Muzaffer’i tanıtmam gerekirse;

Ğafur Teyze ile Gaffar Abinin Zafer Bayramında doğduğu için Muzaffer adı verilen ilk kızı idi. Sonrası iki kızları daha olmuştu ailenin, ya da Muzaffer’in kız kardeşleri; Mukaddes ve Muazzez.

Muazzez; ilkokul son sınıfta, Mukaddes; ortaokul son sınıfta ve Muzaffer ise, lise son sınıfta idi, depremin yaşandığı yıl başlamışlardı okullarına devam etmeye…

Gecenin o vaktinde Muzaffer pijamalarıyla kapıma kadar gelmişti, ikaz etmek için. Ayazda üşür gibiydi, montumu giydim, diğer montumu da dışarıya çıkınca onun üstüne giydirme gayreti yaşarken uluorta söylendim;

“Sizinkiler de tabii senin gibi pijamalı, gecelikli, üşüyorlar, de mi?” dediğimde ses çıkarmadı.

Artık kendiliğinden mi, beni gördüğünden dolayı duygularından dolayı mı(?!) devam eden art sarsıntılar nedeniyle mi titriyordu, bilmem mümkün değildi!

Başlangıçta söylemeliydim, unutmuşum. Evlerimiz birbirine yakındı, neredeyse “kapı bir” olmasa da, arada boş bir arsa ile. Tek fark onların ki taş dolguyla topraktan ayrılmış, kâgir, pencereleri ve kapısı demir ızgaralarla destekli ve tek katlı idi.

“Sen dışarda dur! Gerçi çocukluğumdan beri girip çıktığım, çok şeyi hatırımda olan ev, ama sen gene de tarif et, babanlara, kardeşlerine de korunacak bir şeyler alıp getireyim…”

“Sana bir şey olmasın!” derken olmayacak bir teşebbüste bulundu, hemi de kapı önünde. Öncemde de söylediğim gibi hissediyordu içimi, “Yaşımız-başımız neydi ki?” diyesim olmaksızın! Tüm dünyayı göz ardı edip, arkasında bırakır gibi sarıldı.

“Sağ ol!” derken herhangi bir eklentiye gerek görmeksizin, kalbimin sesini duymak istercesine kulağını sol göğsüme yasladı. Gerçeği itiraf etmem gerekir ki (zaten öncemde fısıldamıştım); saklanmaktan vaz geçip, yaş farkımızı göz önüne almazsam, değer verdiğim, ilgilendiğim, kısaca öz olarak sevdiğim ama kendimi kendisine yakıştıramadığım güzel bir kızdı Muzaffer.

Ve sanırım uzaktan duyulması imkânsızı bu deprem olayı ile gerçekleştirmekten çekinmemişti hissedebildiğim kadarıyla ailesini, hatta tüm dünyayı umursamaksızın.

 Olay; yani ki deprem gereğince ve gerektiğince bitti bence, sular duruldu, artçılar hevesleri kursaklarında kalarak çabalarını sükûna erdirdi, herkes evine döndü, evli evine, köylü köyüne örneği. Tekrar geriye dönüp kısa desem de uzayacağını düşündüğüm geçmişten bahsetmem gerek…

Bir evin tek “Oğlum” u idim ben! Annem, babam ismimi söylemek yerine devamlı olarak “Oğlum!” diye çığırdıkları için kendimi böyle adlandırmam uygun.

Yüksek tahsilli, hatta mühendistim, ancak devletim ve devleti yöneten o günkü hükümet hizmet etmemi önemsememiş, atamamış, askere gidip dönmüştüm. Annemin, babamın ve dâhi benim gözüm Muzaffer’de,  Muzaffer’in anne, babasının ve onun (sanırım) gözü bendeydi.

Ancak tüm koşullar uygun gibi görünse, kalpler amaçlarını belli etse de, hele ki Muzaffer Lise Son Sınıfta okumaktayken, liseyi bitirme aşamasındayken, hele ve hele ki yaş farkımızı da göz ardı etmem imkânsızlığını yaşarken üç nal, bir at meselesi gerçekleşmiş gibi görünürken o son nal için çaba göstermeyi düşünemiyordum.

Annem de, babam da şehrin yerlisi idiler, anaların-babalarının kavilleriyle(1) görücü usulü(3) baş göz olmuşlardı, üstelik birbirlerini ayrı ayrı düzenlenen düğün-dernek nedeniyle ancak gerdek gecesi görüp tanımışlardı.

Ve iddialarını şöyle tanımlamak gerek; birbirlerini sevmişlerdi, mutlu ve mesut olmuşlardı (Belki de mutlu ve mesut olmayı aynı yastığı, mutfağı paylaşmak, bir bebeğe sahip olmak olarak düşünmüş olabilirlerdi, annemin öğretmenliğini asla inkâr etmeksizin)!

Babam, atalardan kalan bakkalın sahibiydi, veresiye defteri tutmayan, böyle bir hevesi, alışkanlığı olmayan; darda kalanlara ödemeleri için süre veren; “Aklında kalsın, maaşını alınca, elin bollaşınca, hasattan sonra, kurbandan sonra…” gibi sözleri usulünce, kırmadan, incitmeden söyleyerek

Bakkalın ismi atalardan beri “Cici Bakkal” mış. Yan taraflarında kasap ve fırın, bu tarafında gazeteci-kırtasiyeci, onun uzantısında lokanta ve kahvehane olduğu ve sürümü olmadığı için baharat, gazete, ekmek ve unlu mamuller ve kasaplık bir şeyler dışında vatandaşa gerekli olan her şeyi satıyordu babası.

Askerden dönüşümde depo gerekliliğini eve taşıyarak ve depo bölümünü dükkâna katarak, camekânı kısaltarak, rafları uygun bir pozisyona getirip market haline getirmiştim büyüyen dükkânı. Denetimcilerin özellikle ben askerdeyken denetçilerin devamlı ziyaretleri(!) boğazlarının sürekli gidişmesi(2) nedeniyle kraker, cips, gofret, çikolata vb. alıp marketten çıkmaları nedeniyle babam “Cici Market” adını değiştirmiş, kapı üstüne isimsiz kocaman bir levha, reyonlardaki raflara sitrikır(1) halinde aynı sözü eklemişti; “Allah Görüyor!”

Ben askerdeyken, annem her gün, okulları nedeniyle kızların üçü de tatil günlerinde, Gaffar Amca her gün yardımcı olmalarına rağmen 18-19 yaşları civarında genç bir delikanlıyı yardımcı olarak yanına almış babam.

Cumartesi-Pazar ve tatillerde kasaya göz-kulak olmakla beraber, boş vakitlerini okuyarak, ders çalışarak değerlendirmeye çalışan Muzaffer’e genç delikanlının bakışlarını beğenmemiş babam.

Arşiv ya da eski deponun olduğu bölüme doğru yönlendirmiş genç adamı, ancak döver gibi değil, nasihat eder gibi;

“Bakışlarını beğenmedim, o kız bu sene liseden mezun olacak, seninse hissettiğim kadarıyla sadece ilkokul diploman var. İşin yok, gücün yok, askerliğini bile yapmamışsın, o halde o bakışlar hak ettiğine inandığın bakışlar mı olsa gerek? İki çıplak ancak hamamda olur. O halde haddini bilmen gerekmez mi?”

Önlüğünü hemen çıkaran genç delikanlı ya da adam, her neyse;

“Haklısın amca! Hemen çıkıyorum!”

“Peki! Hak ettiğini sandığım şu parayı al ve ufacık bir öneri; ‘Davul bile dengi dengine diye vurur!’ Ayrıca bilmediğin bir şeyleri de düşünüp öğrenmeye çalış! Fazlasına gerek yok!”

Belki ‘Defolmuş!’ şeklinde bir söylem yanlış, ama benzetme yapmaksızın buralardan kaybolmuş demek, daha doğru olacak galiba. Ancak; bunun babama getirisini söylemezsem olmaz; ‘Bu bana bir ders olsun!’ şeklinde tövbe örneği;

“Bundan böyle bizlerden başka hiçbir yabancı bu marketin içine iş yapmak için girmeyecek!”

Kalbinden geçirip söylemek istediği; Gaffar Ailesi ve biz dışında demek olsak gerekti.

Askerden dönüşüm babamın % 50 oranında (gibi) emekliliği hak etmesi olmuştu (zannımca). Şöyle ki son sınıfların sömestre tatilinde kızların üçü de doluşmuşlardı markete, babamın yardımcı elemana yol göstermesi olayını; “Bir musibet, bin nasihatten evlâdır(4)!” sözünü işitmişler gibi.

Gaffar Amca ve babamın iddialı tavla partileri başlamıştı! Tek sakınca ikide bir değil, sık sık tavlanın zarlarından birini, asabi bir şekilde sallayıştan sonra kanalizasyon ızgarasına doğru kaçırmalarıydı ki, sakıncası yoktu! Yandaki kırtasiyecinin onlar için angaje edilmiş(2) “Zar Kavanozu” her zaman için emirlerine amade idi! Konuma göre suçlu, sorunlu, zorunlu gidip o kavanozdan bir adet zarı alıp yerine kenardaki kâğıttan yırtılmış bir parçayı kavanoza koyup oyuna devam ediyordu. Kâğıt parçalarının iki tanesi, bir çift zar bedeliydi, ödemesi ne zaman akla gelirse artık!

Dikkati çeken diğer olaylardan biri, sık sık denetlemeye gelen görevlilerle ilgiliydi. Şöyle ki;

Gaipten haber almış(2), ya da anne-baba, belki bir Cuma Hutbesinden etkilenen kontrol görevlilerinden biri aybaşında, bordro(1) suretini göstererek tüm maaşını bozukluklar dâhil sarı bir zarf içinde kasanın önüne koymuştu;

“Şeytana belki de başkalarına uydum, çok hakkını yedim amca, beni bu günah azabından kurtar! Say, ‘Yetmez!’ dersen gelecek ay gene uğrar borcumun tamamını öderim, yeter ki bağışla!”

Babam, zarf içindeki bozuk paraları zarfı sallayarak saymaksızın kasaya döker ve;

“Senin borcun ödendi oğlum!” diyerek zarfı iade ederken fısıldarcasına içinden geçeni söyler;

“Çoluk-çocuğunun nafakasına(1) el koyamam!”

“Evli-barklı değilim amca!”

“O halde bugünden itibaren para biriktirerek hazırlanmaya başla!” şeklinde nasihat etmek yerine emretmiş, sözün gereğini, taşı gediğine koyarak(2);

“Bu dediğim sadece senin mutluğun için. Hadi git yoluna, dürüstlüğün rehber olsun çevrene, sakın şaşma ve şaşırma bir daha!”

Bu kendisi gibi olan denetçilerin denetlemelerinin sonu olmuş, ayaklarının kesilmesi şeklinde. Nasıl gerçekleştiyse?

Benim de, Muzaffer’in de en önemli görevlerimizden biri Son Kullanma, ya da Tavsiye Edilen Son Kullanma Tarihi olan yiyeceklerin sona yaklaşmış olanlarını tespit etmekti. Bunları ilgili firmasına veya kuruma iade etmek yerine (Çünkü bazı firmalarını aynı mamullerin tarihlerini değiştirerek yeniden tüketime sunduklarına dair duyumlarımız olmuştu!) zamanında tüketmek için evlerimize götürüyorduk.

Fazlası olursa o zaman da kuşağımızın, sokağımızın en yakın insanı Mehveş Teyzeyi alıyorduk devreye. Az-çok…

O biliyordu, kendisi dışında muhtaç olanları ve doğrudan doğruya söylüyordu dileğini bize, destek olması gerekenleri resmen istiyordu ilgililer için (dilenmek değil, asla)!

Hemen eklemek gerekir ki, süresi geçmek üzere olan ve Mehveş Teyzenin emirleri dışında kalan geri dönüşüm dışında kalan ev ihtiyaçları için Gaffar Amca ve özellikle Muzaffer ve diğer kızlar yardım etme hizmetlerinin karşılığı olarak kabul etmeksizin, diğer aldıklarının bedellerini, etiketlerde yazılı bedeller olarak fişlerini alarak kuruşu kuruşuna kasaya ödüyorlardı, yemin-billah ederek(2).

Bu arada babama bir teklifim geri dönmüştü. Çünkü muhtaç olan sadece Mehveş Teyze ve onun kadrosundakiler değildi.

“Baba! Ufak bir buzdolabı alıp, süresi geçenlerin ihtiyacımız dışında olanları…”

“Orda dur bakalım, küçük, ama yüreği büyük adam! Bizim halkımız doymak bilmez. Oraya koyduklarının anında hepsini sahiplenmek ister. ‘Başkasına da kalsın!’ demez, yetmez. Buzdolabını da yürütmeye kalkışır. Fişi çeker, açıkta bırakır, kedi-köpek bilmez, telef olur. Ya da fişi çekmeyi akıl etmez, kesmeye kalkışır, cereyan çarpar, kendi telef olur, al başına belâyı. O da ayrı bir taraf sigorta atar, elektrik düzenleri çalışmaz, soğukta durması gereken mallar bozulur, biz mahvoluruz. Çıkart bu düşünceyi aklından. Biz, bize, Gaffar Amcanlara ve Mehveş Teyzeye yeteriz, bu böyle biline…” demişti.

Tanrı bazı şeyleri ya hoş görmüyor, ya da gecikilmesinden, sakınılan göze çöp batmasından hoşnut olmuyordu. Muhasebe kayıtlarına bakan yaşlı ağabeye bazen yardım için giden Muzaffer, günlerden bir gün selle-sümük(3), gözleri yaşlı bir şekilde “Ölmüş!” haberiyle gelmiş, kayıtlarımızı yeniden tutmaya başlayan muhasebeci de pek verimli olamamıştı.

Bu; benim veya liseyi bitirecek Muzaffer’in Açık Öğretim için yeniden veya başlangıç olarak okula başlamamızın gerekliliği idi. Muzaffer;

“Tut elimden! Lise bitiyor. Açık Öğretimden Maliye-Muhasebe okuyayım, sana ve geleceğimize destek olayım!” dedi.

“Peki!” deyip o elimden tutuncaya kadar o ve tüm aile benim elimden tutmak mecburiyetinde kaldılar. Çünkü “Üç gün yatak, dördüncü gün toprak!” diyen annemin dileğini Allah kabul etmemiş, “Karnım! Karnım!” diyen annemin derdine doktorlar çare bulamamış, başında ömrünü tüketen babama aldırmayan annem dördüncü günde değil, bu derdi yaşamasının yaklaşık ikinci ayının sonunda inleyerek ölmüştü.

Babam da, ben de onun inleyişlerinde çaresizliğimizde ölümüne sevinmiştik bir bakıma daha fazla ıstırap çekip de inlemediği için.

O durumda babamın odasına ve yalnızlığına çekildiğinde beni göğsüne yaslayıp saçlarımı parmaklarıyla tarayıp teselli eden ve hatta kaderimmiş gibi yatağımı üleşen Muzaffer’di. Sanırım ailesinden izin alarak içinde kopan fırtınaların üstesinden gelendi o.

Evini, evimi, babasıyla beraber marketi ihmal etmiyor, babasının müşteri konumuna, durumuna bakarak, sık sık teselli etmek istercesine, hepsini tam olarak hatırlayamasam da sanki benzer meallerle;

“Ölenle ölünmez! Acını anlıyorum senin gibi, senin kadar olmasa da bil ki aynı sızı benim yüreğimde de var!” diyerek kolumu sıkıyordu.

Babam yalnızlığına fazla tahammüllü olamadı. Bu; annemi defnederken şekil olarak belliydi. Annemin mezarı kazılırken yanındaki mezar yerini de taşlarla çerçevellettirmiş ve;

“Ölmeden, öldüm oğlum!” demişti, her zamanki gibi ismimi söylemeksizin.

Muzaffer başımda idi. Seviyordu, seviyordum da. Ancak muhtaç olduğum, ihtiyacım olduğu için bana bakıp hizmet etmesi için sevgimi, onu istediğimi belli etmeyi istemiyordum, o kerelerce bana kendini belli etmesine, benim onda yaşadığımı bilmesine rağmen ondan yararlanmayı düşünüyormuşum gibime geliyordu.

Üstelik kızların hepsinin okullarının mezun olmak için son günleri idi, düzgün bir yaşam içinde çalışmaları, çok çalışmaları gerekliydi.

“Muzaffer! İyi bir kızsın. Hep desteğinle ayakta durdum bugünlere kadar. Biraz kendimi dinlemeye ihtiyacım var. Bana bir süre gerek, belki bir ay belki daha fazla. Belki eve gelmem bu süre içinde, markette kalırım. Sonrasında söz veriyorum, yardımını istemek için sana geleceğim. Çünkü senden ve ailenden başka kimsem kalmadı yaşadığım hayatta!”

“Uygun! Kendini harap etme! Gıdana, giyimine, kuşamına dikkat et, bensiz, bizsiz olduğun zamanlarda. Bil ki bir ailen var, seni seven ve sevenlerin. Demek istediğimi anladığından eminim!”

Nasıl derdim ki; “Gönlün rahat olarak okulunu bitir, kazan tüm sınavlarını, birbirimizin nefeslerini üleştik zaten acılarımın tazeliğinde...

Ve suskun gönlüm için cesaretlenmemi, menfi fikirlerimi arkama atmamı sağla. Sana tüm içtenliğimle, çocukluğumuzdan beri yaşayan duygularımla; ‘Seni seviyorum! Sensiz bir yaşamı aklımdan geçirmem asla mümkün değil, benim ol!’ diyebileyim!”

Kâbus dolu günler geçmek bilmiyordu. Bebelerin, yani kızların üçü de mezun olma çabası içindeydi, yokluklarında hissettiğim. Bazı şeyleri yaşamasam da, yapamasam da gayretliydim, mutluluğa adım adım yaklaşmakta olduğum/uz hissini yaşıyordum.

Bir gün, rüzgâr gibi girdi market kapısından içeri;

“Ben geldim! Senin olmaya geldim(5)!” dedi.

“Hoş geldin! Seni seviyor, çok seviyorum! Büyüklerimizin ellerini öpelim, benim ol!”

Hazırlıklıydım! Sağıma, soluma bakmaksızın, aldırmaksızın, cebimde devamlı olarak hazır tuttuğum yüzük kutusunu açıp diz çöktüm karşısında…

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Atatürk Soyadı; Bilindiği gibi 12 Haziran 1934 yılında çıkartılan 2525 sayılı kanunla her Türk’ün bir soyadı taşıması zorunluluğu getirildi. Soyadları Türkçe olacaktı. Rütbe, memurluk, yabancı ırk ve millet adları ile ahlâka aykırı ve gülünç kelimeler soyadı olarak kullanılmayacaktı. Hepimiz Kemal Paşa’ya verilen Kemal isminin hikâyesini biliyoruz..

Çankaya’da yapılan son toplantıda CHP Genel Sekreteri Saffet Arıkan’ın bir yazısında geçen ‘’Türkata’’ ismi kendisine bahsedilince Mustafa Kemal ‘’Arkadaşlar ne buyururlar, bir bakalım!’’ sözleriyle cevap vererek sözü Konya Milletvekili Naim Hazım Onat Bey’e bıraktı.

“Türkata, Türkatası gerek yazılışta, gerek söylenişte bana biraz tuhaf geliyor. Arkadaşlar biliyorsunuz. Tarihimizde bir ‘Atabey’ sözü, unvanı vardır. Anlamı da yine biliyorsunuz, ‘Bey’in, Emir’in, Şehzade’nin Hatta Hükümdar’ın ilimde, idarede, askerlikte mürebbisi, müşaviri, hocası’ demektir.

Atabey, kullanılmış tarihe geçmiş bir unvan-ı resmidir. Bu unvanı taşıyan bir çok Türk Büyüğü vardır. Binaenaleyh biz de Türk’e her alanda atalık etmiş Türklüğü kurtarmış istiklâline kavuşturmuş olan Büyük Gazi’mize ‘ATATÜRK’ diyelim, bu soyadını verelim. Bu bana, şivemize de daha munis, daha uygun gibi geliyor.’’

'Kemal Öz (Öz adı Kemal olan) adlı Türkiye Cumhur Reisine 24.11.1934 tarih ve 2587sayılı kanunla verilmiş olan ATATÜRK soyadı yalnız tek şahsına mahsustur, hiç kimse tarafından öz ve soyadı olarak alınamaz, kullanılamaz ve kimse tarafından hiç bir suretle bir kimseye verilemez.'”

(*) Gaffar; El Gaffar demek gerekir. Mağfireti ve affı çok olan Allah’ın kullarının hem günahlarını bağışlayıcı hem de günahlarını örten bir yaratıcı olduğu anlamındadır.

Gafûr; Örtmek, gizlemek, kirlenmekten korumak için bir şeyin üstünü örtmek,  "birinin kusurunu örten, suçunu bağışlayan" anlamında Arapça bir kelime (Öyküde; Ğafur şeklinde yazılmasının sebebi bir mezar taşında yazılmış olması ve aynen (ç)almış olmam nedeniyledir).

Neşet; İleri gelme, doğma, çıkma.

Muzaffer; Üstünlük sağlamış, düşmanını yenmiş, utku kazanmış (Zafer Bayramı gününde doğan erkek ve kız çocuklarına verilen isim).

Mukaddes; Kutsal, mübarek, takdis edilmiş, muhterem, temiz, pak,  aziz, yüce. Noksanı, ayıbı, kusuru bulunmayan.

Muazzez;  Saygı duyulan, aziz bilinen.

Mehveş; Farsça; Ay gibi, ay yüzlü güzel.

(1) Bordro; Bir hesabın ayrıntılarını gösterecek biçimde düzenlenmiş çizelge.

Kavil; Söz, söz verme, anlaşma, sözleşme.

Nafaka; Geçimlik. Bir kimsenin geçinmesi (yemek, içmek gibi gereken her şey) için kazanması gereken para. Boşanma davası sürerken, ya da boşanma davasının sona ermesinden sonra maddi zorluğa düşecek olan geçindirmekle yükümlü bulunduğu kimseye ya da kişilere mahkeme kararı ile bağlanan ve her ay ödenmesi gereken para.

Puhu; Baykuşgillerden Avrupa, Afrika ve Asya’da yaşayan birkaç cinsi bulunan, uzunluğu 0-70 santim olan, koyu kahverengi tüylü, yırtıcı gece kuşlarının en irisi sayılan baykuş.

Strikır; Yapıştırılan ve özellikleri anlatan, gösteren bir etiket. (Striker; yabancı menşeli farklı bir sözdür. Para basan, vuran, çalan, isabet ettiren, grev, hesap bakiyesini tespit eden, indiren, çakan, gelen, bulan, beklenmedik başarı kazanan ve saldırı anlamı gibi geniş kapsamlı bir sözdür).

(2) Angaje Olmak; Bir şeyi yapmak için söz veride bulunmak, sözlü ya da yazılı olarak, bir şeyi yapmayı üstlenmek, yapmayı üstüne almak.

Boğazı Gidişmek; Bu deyimin açıklamasını internette bulamadım. Ancak yöresel olarak kullandığımız bu deyimin anlamı; “Canın, olmadık zamanda, öğünler dışında bir zamanda, bir şeyleri yemeği atıştırmayı arzulaması” Ayrıca “Boğazına bir şey takılmış da çözmeye çalışmak” anlamında da kullanılır.

Gaipten Haber Almak; Görünmez, bilinmez, gizli âlemden, kâinattan haber almak. Nerede, ne durumda bulunduğu bilinmeyen, göz önünde olmayan, hazır bulunmayan, yitik, kayıp, üçüncü bir kişiden haber almak.

Kulak Vermemek; Dinlememek, işitmek istememek.

Lâfı (Sözü) Gediğine (Yerine) Sokmak, Yerleştirmek (Taşı Gediğine Koymak, Oturtmak); Gerekli bir sözü tam zamanında zekice ve yerinde söyleyerek karşısındakini susturmak, zekice davranmak.

Telef Olmak; Gereksiz yere, bir hiç uğruna ölmek ya da bir kısım şeylerin elden çıkması, eksilmesi.

Yemin Billâh Etmek; Tanrı adına ant içmek.

(3) Görücü Usulü Evlilik; Birilerinin (özellikle anne-baba) genellikle oğlan yerine, kız yerine de olabilir birini beğenmesi ve onunla konusu geçenin evlendirilmesi. Bir bakıma arada aşk olmadan sevişerek evlenmenin zıttı, ailelerin birbiriyle konuşup anlaşması şeklinde bir olay da sayılabilir. Görücü usulü evlenmede damat veya gelin adaylarının birbirini görüp-beğenmesi şart değildir. Aile büyükleri karar verdiyse “Siz bilirsiniz!” söylemi ile bu iş biter. Bundan sonra söylenecek tek söz; “Onlar erecekler muratlarına, biz çıkalım kerevetlerine!” dir.

Selle sümük; Aslı; Salya sümük. Ağlamanın bir başka türlü tarifi, burnunu gürültülü bir şekilde çekmek vb.

(4) Bir musibet, bin nasihatten evlâdır. Bin nasihatten, bir musibet yeğdir. Yanlış bir yol tutmuş insanlara verilmiş nasihatlerin, öğütlerin fayda etmediği, ancak başına gelen bir felâketin onu doğru yola getirmekte daha etkili olduğuna dair TÜRK ATASÖZÜ.

(5) Dün akşam yine benim yollarıma bakmışsın… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziğinin Güftesi; Halit ÇELİKOĞLU’na, Bestesi; Selâmi ŞAHİN’ ait olup eser Kürdi Makamındadır. Birinci kıta son mısraında; Sende kalmaya geldim!” İkinci kıta ikinci mısraında; “Senin olmaya geldim!” denmekte.