Sıkılgan bir canım vardı. Her yıl yıllık iznimi canımın istediği vakitlerde alabiliyordum. Övünmek gibi olacak, ama gayretli bir çalışandım, resmi dairede. “Git!” denince giden, “Yap!” denince yapan, “Git, kal, yap, yat!” denince umursamaksızın gece-gündüz demeden, hatta dairede gece yatısına(!) bile kalarak görevi yerine getirdiğim için nazı çekilen bekâr bir mühendistim.
Her şey dâhil mekânlar, “Kendin pişir, kendin ye!” şeklindeki havadar yerler, arabamla nerde akşam, orda sabahlar, bazen arabamda, bazen uzandığım bir ağaç altında, bir dere kenarında piknik çadırım altında kalmak gidermiyordu tatil zevkimi, sıkıntımı. Değişiklik istese de bu değişikliğin ne olduğunu da bilmiyordu gönlüm.
Bir hafta sonunda avare, aylak(1) şehir caddelerinden birinde gamsız, kasavetsiz(1), plânsız, programsız, amaçsız, karnımın acıkmış olmasını umursamaksızın dolaşırken bir havayolu şirketinin önünden geçerken, açık olan kapıdan içerideki gürültüyü duymam dikkatimi çekti.
Bir gün, aşağı-yukarı 30-32 saat sonraki uçak için satın aldığı biletini iade etmek isteyen yaşlı hanıma, görevliler bilet bedelinin tamamını ödememek için, kısmi bir indirim yapmak zorunda olduklarını ikna çabası içinde idiler.
Bende şeytan tüyü olmak(2) yanında, şeytani bir de zekâm(3) vardı, yadsınmayacak.
“Abla! Sen bileti benim adıma alacaktın, yoksa dalgınlığına geldi de kendinin ya da eniştemin adına mı aldın yoksa bileti?” dedim, biletin 18 yaşını geçmiş bir delikanlı için alındığını bilmeksizin.
Düşüncelerimiz rezonans(1) haline gelmişti ablayla;
“Aynen öyle oldu, ama bu ilgili çocuklar ille de kesinti yapmalarının gerektiğini söylüyorlar, itirazım bunun için…”
İlgililere döndüm, yalan mecburiyetti ve yalandan da kimsenin öldüğünü hatırlamıyordum.
“Ablam nasıl olsa bileti benim adıma almıştı, iade etmesine gerek yok aslında. Kurallarınıza karışmam mümkün değil, sadece bileti yenileyin, listede ismimi değiştirin, olsun bitsin…”
Ablaya döndüm;
“Abla bilet bedelini size akşama evde öderim, artık eniştem de bir duble rakıyı benden esirgemez sanırım…”
Değiştirilen bileti cebime koydum ve ismini bile bilmediğim ablamla(!) arkalı-önlü dışarı çıktık kapıdan.
“Siz yazar ya da senarist falan mısınız beyefendi?”
“Yoo! Küçük, basit bir devlet memuru, sadece izin zamanı gelmiş olup da ne yapacağına karar vermemişken böyle bir fırsatı sahiplenmeye, azıcık da olsa zekâsına güvenerek, darda kalan iyi insanlardan birine yardımcı olmaya çalışan Allah’ın bir kuluyum efendim. Şu anda üzerimde fazla para yok. İlk rastlayacağımız bir bankaya girip bilet bedelini size döviz ya da Türk Lirası olarak ödememe izin verirseniz memnun olacağım efendim!”
“Peki, rakı!”
“O, mizansenin(1) süsüydü. Ancak bu konuda şöyle bir değişiklik yapabiliriz. İyi ki oğlunuz 18 yaşından büyükmüş, onun ya da eşinizin adını, işyeri adresini, telefon numarasını verirseniz, yurtdışından dönerken onlara ufacık da olsa bir hediye getirmek isterim…”
“Yok, daha neler…”
“Bak abla…
Abla demeye devam edebilirim, de mi?”
“Doğal olarak…”
“Bakın efendim, yoksul ve yalnız biriyim, evim, arabam, imkânlarım olmasına rağmen. Annem, babam, kardeşim, eşim, çoluk-çocuğum yok, akrabalarım da pek yakın değiller. Her yıl değişik yerlerde tatil yapmak doyurmuyordu beni. Resmi görevler için yurt dışına gidişlerim bir bakıma yol sıra gidip, çay sıra dönmek şeklinde görevi yerine getirmek için oluyordu. Şimdi sizin sayenizde yurtdışına tatil için gideceğim, bu benim için âdeta mükâfat…
Biletin istikâmeti olarak belki sabit bir şekilde Almanya’da kalmayabilirim kondumcuk kuşu(3) gibi. Beni bağlayan veya uygulamaya koymaya çalışacağım bir programım yok, diğer yönlere de şu veya bu şekilde kayabilirim. Bu nedenle tezahürat şeklinde eşinize ve oğlunuza hediye getirme dileğime lütfen olumlu cevap verin…
Özür dilemem gerek, kız arkadaşım olmadığı için güzel bir ablaya ne hediye edilir, bilemiyorum. Ama aklınıza gelen bir şey varsa, ya da olursa iletin bana lütfen, arayıp bulup getireyim. Telefon numaramı size vereyim efendim.”
İsmini öğrenmediğim abla ılımlı idi, önce bir bankaya giderek uçak biletinin tutarını ödedim, eşinin iş ve dahi evlerinin adresi ile gereken telefon numaralarını öğrendim, vedalaşma öncesinde.
Müteessir olmam(2) mı gerek, hissedemiyorum, bu yakınlaşma olayına karşın ablanın tek oğlundan başka çocuğu (yani gayri resmi olarak kızı!) yoktu.
“Yes, please! No, thank you(4)!”diyecek kadar İngilizce, “Ja, bitte! Nein, danke(4)!” diyecek kadar da Almancaya egemendim. O halde tatile çıkmamı kim engelleyebilirdi, kim tutardı ki beni?
Müdür?
Yani patron!
Tüm görünen, bilinen vasıflarıma rağmen, iyi olup olmamam onun ve yardımcılarının takdirleri idi.
Beni bilirlerdi aslında, ancak emrivakiyi de peşinen kabulleneceklerini sanmıyordum, bu nedenle önce gizlemeli, gizlenmeli, ama sonrasında mutlaka açıklamalıydım, ertelemeden yalan ve yanlış bana yakışmazdı.
Bu nedenle izin dileğimi normal prosedürler(1) içinde istemeliydim. Üstelik pasaportumu ve bankamatik kartımı cebime almaktan başka hiçbir hazırlık yapmama da gerek olmamasına rağmen arabamı kapalı bir yere emanet etmem ve evime bakan ablaya da tekmil vermem(2) şarttı.
Delilik konusunda namım inkâr edilmezdi, görevlerde de izinlerde de, bazen on gün süreceği tahmin edilen işten bir haftaya kalmadan bitirip döndüğüm gibi, “Müdürüm, işler bildiğin gibi değil!” deyip görevimin süresini uzattığım da olurdu.
Aynı şeyi izinlerim için de gerçekleştirirdim, bazen gitmez ertesi gün iş başında olur, bazen iki üç gün içinde döner, bazen de yalvarırdım; “İki-üç güncük daha!” şeklinde. Netice itibariyle boş gezenin boş kalfası(3) olmakla beraber her zaman, her şey için şamar oğlanı(3) olmasam da işler için hazır olurdum.
Hatta biri tayin mi oldu, ya da gelecek mi, ev taşımasında da, bakım-onarım-tamir işlerinde, kiralık ev bulmasında da sadece insan kimliğimle yardımcı olurdum, meccanen(1) ve içtenlikle, şehrin yerlisi olmam avantajıyla.
Evet, şehrin maliklerinden(1) biri olmama rağmen herhangi bir nedenle izin alamamışsam ve izine mutlaka ihtiyacım varsa gidip doktor arkadaşlarıma “Bana rapor verin!” diye yasadışı bir isteğim asla olmazdı.
Çok güç durumda kalırsam müdüre haber verip kaçardım, evet doğrusu bu. Çünkü sütçü beygiri(5) değil, yarış atıydım, üstelik havuç-mavuç gibi besleme gerektirir gibi fazla mesai, terfi falan gibi hiçbir şey beklemeksizin. Ne kadar aşım, o kadar kaygısız başım(6), asla gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım(7) tavrı değil.
Askerlik tertibim, okul arkadaşlarımın evlilik törenleri, çocuklarının sünnet, mezuniyet törenleri gibi eften püften(3) konular diyebilirim kaçma nedenim için.
Ama Allah var, asla günaha girmem, bir ölümcül hastalık arifesi, ölüm, cenaze konusu olduğunda dileğim ikinci kez tekrar ettirilmezdi.
Ceketimin düğmelerini ilikleyerek, Türkçemize hiç de benimsenmeyecek bir kelime ekleyerek dilekçemi Müdürümün masasına ekledim;
“Abim, çok tatilsedim, izninizle…”
“Tabii kardeşim, al başını git bakalım. Ama hakkın bu senin! Yine aynı sözleri söyleyeceğim; yalnızlık Allah’a mahsus, bekârlık sultanlık değil. Gözünü aç da gönül gözünle bakmaya çalış etrafına. Canım da öylesine nohutlu düğün pilâvı istiyor ki! Ha! Kurban kesip; ‘bir kısmını pilâv üstüne koyup kalanını fakir-fukaraya dağıtacağım!’ dersen ona da bir şey demem!”
“Size aynı cevabı vereceğim abim. Evlenmek için evlenmeyi, bu şekilde beni sevse bile bir kadını mutsuz etmeyi asla aklımın ucundan geçirmem. Demek ki konumum; Tanrının yazgısı. Eğer Tanrı yazgımı şekillendirip gerçekleştirmemeye niyetlenmişse benim bunu değiştirmem, hatta kader çizgisinde değiştirmeye niyetlenmem bile mümkün değil…”
Gerekler, gereklilikler gereğince gerçekleşiyordu usulüne göre. Ben tatil yapacaktım, hamallık değil ama birkaç gün, ama belki bir hafta, bu nedenle bavul hazırlamamıştım, ufak bir el çantasına pasaportumu, kafa kâğıdımı, bloknot ve kalem ile diş fırçamı, bankamatik kartımı biraz para koymuştum o kadar. Cep telefonu zaten gereksizdi, evde kaldı kapalı olarak.
Avrupa’da olmayan sadece alaturka tuvaletti, onun da çaresini kuşlar gibi tüneyerek bulmuşlardı bizim Türkler!
Bazı insanların girmem gereken sıralarda benim sadece ufak bir çanta ile Avrupalara gidecek oluşuma hayretle bakmalarına aldırmak geçmedi içimden. Beynim bana lâzım olduğu için uçaktaki hiçbir ikrama kulak asmaksızın uyuma moduna girdim, üç saat kadar geçecek zaman için...
İndikten sonra bir otelde yerimi ayırttıktan sonra, bir kısmını daha önceden görüp bildiğim, daha doğrusu aklımda kaldığı kadar kalan yerleri dolaşma gayreti yaşadım, ancak ozanın ve patron abimin dediği gibi “Güllüşah’ı(8)” bulmak için ararcasına, ağzı açık bir şekilde gibi değil.
Hem zaten Türkiye’min hiçbiri çirkin olmayan güzel ötesi güzel kızları varken, benim yabancılara bakmam bile penaltıya sebep olacak kusurlu hareket olmaz mıydı?
Programsız, ilkesiz, gayesiz sayılı zaman çabuk geçermiş, nerde akşam, orda sabah, nerde sabah orda akşam monoton değişikliklerle zaman tükeniyordu ki, bu benim istediğim bir durum değildi.
İstasyona gittim, dönüşümü Münih’ten Sirkeci’ye trenle gerçekleştirerek biraz olsun monotonluktan sıyrılmak düşüncesindeydim.
Yanımdan yarı hızla geçen genç kızın yakasındaki Türk Bayrağı rozeti dikkatimi çekti. Şeytan dürttü(2), peşine takıldım, hissetti, hem Türk olduğumu da;
“Beni mi takip ediyorsunuz?”
“Evet!”
“Neden?”
Eklemediği kelime yaş farkımızı dikkate alırsam “Sapık mısınız?” olsa gerekti.
“Param bitti, ya da düşürdüm, kalmadı!”
Yalandı, ama ilgi çekmek için değildi sadece bir Türk’le (Türk kızı olması şart olmasa da) değişikliğe ihtiyacım olan yoksulluğum nedeniyle iki kelimeyi uç uca eklemekti.
“Eee?”
“Türkiye’ye döneceğim, fakat bilet alacak param yok. Yakanızdaki rozeti görünce danışmak arzusu geçti içimden. Muhtemelen öğrenci olsanız gerek, sizin de paranızın olmaması muhtemel, ama bana güvenerek yardım edecek birilerini tanıyorsunuzdur, diye şansımı denemeyi geçirdim aklımdan…
Kesinlikle karşılıksız olacak bir istek değil bu. Türkiye’ye dönünce vereceğiniz adrese döner dönmez ödemek üzere. Bunun için ne gibi bir garanti isterseniz hemen imzalarım…”
“Param var!” dedikten sonra gişeye yönelmeden önce; “Pasaportunuzu verir misiniz?” diye de ekledi.
Uzattım.
Düzgün bir Almancayla pasaportumdan ismimi okuyarak biletimi aldı, ancak ödemeyi nasıl yaptığını fark edemedim.
Bileti pasaportun arasına koyup bana uzattı ve sırtını döndü hemen.
“Bu kadar mı? Teşekkür etmemi beklemeyecek misiniz?”
“Atalarım bana sağ elimden sol elimin haberdar olmamasının(9) gerektiğini öğrettiler. Bir Türk gurbette çaresizliği yaşayan bir Türk ağabeyine elini uzatmış, çok mu önemli karşılığı?
“Ama karnım da aç olabilir!”
Duygu sömürüsü(3) olarak şahane bir buluştu, asla yakınlık kurmak, etkilenmiş gibi etkilemek için değil.
“Aslında ben de okuluma dönecektim, buraya çok zaman olduğu gibi özlem nedeniyle akrabalarımı ziyaret etmek için gelmiştim. İzninizle biletimi bir sonraki tren için değiştirip geleyim. Size hem yemek ısmarlayayım, hem de yanınıza kumanya gibi paket hazırlatayım…”
Bu kadarı fazlaydı, düşünmek için kanepelerden birine çöktüm, dalgın…
Omzuma dokunulduğunda aradan geçen zamanın farkında değildim.
“Hadi Ahmet Bey, lokantaya gidelim!”
Çantamdan bloknotumu çıkarıp adımı soyadımı, işyeri ve ev adreslerimle, telefon numaralarımı yazdığım parçayı yerinden koparıp, bloknotla birlikte kendisine uzattım.
“Maksadım ilgini çekip yakınlık kurmaya çalışmak değil, zaten biletimi aldın, gidiyorum. Seni, adını, adresini, telefon numaranı değil, beni minnet altında bırakmaman, ezilip üzülmemem için bilet parasını ödeyeceğim için Türkiye’ye dönünce ziyaret etmem gereken adresi yazmanı istiyorum. Telefon numarası yazmasan da olur, yeter ki yaptığın iyiliği o adrestekilere anlatıp gururlanmalarını sağlayıp, ben de ödemeyi yapacağım için rahatlayayım…
İnsan açlıktan ölmez, bunu biliyor olmalısın güzel kız! Ama bana söylediklerimi yazıp vermezsen trenin hareket saatine kadar burada kalırım ve kimse beni kaldıramaz. Takdir senin. Üstelik biz ancak ağabey-kardeş olabiliriz, senin iyi, güzel, gönlünce bir mutluluğa ulaşman için dua edeceğim…
Ve yine tekrar ediyorum güzel kız! Güzel ve iyi olmaya devam et, asla vaz geçme!”
“Adım Neşe!” dedikten sonra, bloknotu elimden alıp, yazması gerekenleri yazdı. Bloknotun arasına bir miktar para ve kalemi koyup kapatıp uzattı, çantama koymamı gözledi ve ayağa kalktı.
“Abi treni kaçırmamam gerek! İsmim ve öğrenci olduğum kalsın aklınızda, tatil için Türkiye’ye geldiğimde sizi ararım, siz de bize yemek ısmarlarsınız, ödeşiriz!”
Tepki göstermeme aldırmaksızın elimi öpüp alnına koydu, küçücük bir kardeşti. Okulunun tatil olmasını özlemle bekleyecek ve fakat hiçbir art düşüncem(3) olmadan belki de bir Türk insanının sesine ihtiyaç duyduğum, belki kaderin iteklemesi ile uyguladığım yalanı-yanlışı kendisine ve sonra gerekince ailesine anlatacak, itiraf etmekten çekinmeyecektim, ayıplanacak olsam da…
Çarşıya çıktım hemen, uçak biletini aldığım ablanın eşine ve oğluna, ayrıca Neşe’nin erkek kardeşi olup olmadığını bilmediğim için babasına iki adet kravat aldım
Bloknot içinde de, kendime ait de param vardı, trenin kalkması için de zaman. İstanbul’da olsam Orhan Veli gibi(10) tarafsız düşünceler içinde olurdum herhalde kederler, duygular yerine…
Ve İstanbul…
Dünyanın en güzel şehri…
“Nice şair anlatamamış eski ve yeni,
Ben mi anlatabilirim İstanbul’u yani?
İstanbul’da anlatılmaz bir İstanbul vardır
Yaşayan yaşar, yaşamayansa yalnız fani!(11)”
Ve Bilecik…
“Yıl bin üç yüz… Osmanlı Devleti kuruldu ilk,
Başkent Söğüt’tü önceden, sonradan Bilecik,
Yaşandı el ele ve omuz omuza birlik
Oldu Cumhuriyetimize ilk kan Bilecik(12).”
İş yerim olan şehre yönelmeden önce Münih-Sirkeci tren bileti bedelini ödemem gerektiği için ilk uğramam gereken payitaht…
Bu kez tren beni tarihi büyük, bedeni küçük şehre götürdüğünde içimde ötelemekte zorluk çektiğim anlamını çıkaramadığım, üstesinden gelemediğim bir heyecan vardı.
Taksi tutmak istedim adrese ulaşmak için. Duraktaki şoför;
“Gerek yok! Aha şu sokak, sağ taraftaki numaraları takip et, bulursun!” dedi.
Gerçekten adresi elimle koymuş gibi buldum sanki. Çekinerek de olsa zili çaldım;
“Kim o?”
“Ben Ahmet! Almanya’dan gelip Neşe’den haber ve emanetler getirdim!”
“Evde benden başka kimse yok, açamam, özür dilerim, teşekkür ederim!”
“Anlıyorum. Emanetleri poşet halinde kapının koluna asıp uzaklaşıyorum. Neşe size anlatır herhalde, sağlıkla kalın efendim!”
O iki üç kelimeden ibaret ses nasıl bir sesti Allah’ım, tekrar duymayı istediğim. Oysa ayrılmam öncesinde tekrar bir ses çıkmadı, çekinmiş olsa gerekti.
Kapı önünden ayrılmak üzereyken, yaka-bağır açık, güneş yanığı ciltli, elinde bir sepet, bembeyaz sakalları olan bir amca ile karşılaştım, belki de “dede” demem gereken. Gözlerindeki şaşkınlığı önemseyerek “o” olacağı düşüncesiyle dede yerine ben dedeyi sorgulama gayreti yaşadım;
“Almanya’dan geliyorum efendim, muhtemelen Neşe’nin babası olmalısınız?”
“Evet, oğlum, hayırdır?”
“Amca siz yorgunsunuz, dinlenin ben sonra tekrar geleyim yahut yarın geleyim isterseniz. Ancak şunu hemen söyleyeyim, kızınız iyi, müstesna(1), iyiliksever, saygıda kusur etmeyen bir kızınız var, Münih’te parasız kaldım, dönüş için tren biletimi aldı ve bana harçlık verdi, hiç bir karşılık beklemeksizin…
Evdeki hanımefendi çekindiği için kapıyı açmadı, ben de borçlu kalmak istemediğim emanetleri kapı koluna astım…”
“Dur hele evlât! Biraz soluklanayım…
Oturalım sonra da de bakam, ne diyeceksen…
Ama önce bi elimi yüzümü çalkalayım!
Ayşe! Sen de kapıya iki sandalye çıkarıver kızım!”
Kapı arkasındaki sesin sahibi Ayşe sandalyeleri koyarken, hakkım olmamasına rağmen, haddimi aşarak çarpıldım sanki. Oysa onun başı eğikti, burnum, dudaklarım, gözlerim, kısaca yüzüm yamulmasın dileğiyle ben de gözlerimi kapatmaya derman bulamaksızın başımı eğdim, ta ki dede dediğim amca gelip yanıma oturana kadar.
“Ankara’da bir devlet dairesinde memurum aslında. Bir vesile ile Münih’e gitmiştim…”
“Neşe demek ki Münih’e akrabalarını ziyarete gitmiş olsa gerek! Aslında Stuttgart’ta okuyor!”
“Doğru! Yakasındaki Türk Bayrağı rozetinden yararlanarak; ‘Param yok, bana bilet al!’ dedim. Değerli çocuğunuz biletimi alıp, bana ayrıca harçlık bıraktıktan sonra trenine yetişmek için koşarak hemen ayrıldı yanımdan…
Kapınıza bıraktığım bilette de göreceğiniz üzere adım Ahmet, bilet bedeli ve çantama koyduğu ekmek harçlığı da aynı poşetin içinde. Özür dilerim aklıma başka bir şey gelmediği için sadece size kravat hediye edebiliyorum. Evli değilim, arkadaşım falan da yok. Bu nedenle eşinize ve başka çocuğunuz olup olmadığını, üstelik bayanlara ne hediye edildiğini bilemediğim için evdekilere herhangi bir hediye yapamadım…”
“İşine yetişmen şart değilse, kal bu gece, yemek yiyelim, dertleşelim, evimiz müsait Ahmet!”
“Sağ olun Amca! Yolcu yolunda gerek! Neşe çok iyi bir evlât! Beni “Ağabey” mertebesine ulaştırıp elimi öptü. Yaz tatili için Türkiye’ye geldiğinde bana haber verecek, söz verdim kendisine, sizi ailece yemeğe götüreceğim, ister burada, ister Ankara’da. Ankara’da olursa sizlerin Anıtkabir’i ziyaret etmenizi sağlarım, arabam var. Görülecek yerleri gezdirmeye ve evimde misafir etmeye çalışırım, sizi asla otel odalarına mecbur etmem…
Kısaca amca, izninizle ben kalkayım…”
“Bu memleketin yerlisi, çocukları olarak biz tekliflerimizde oldukça ısrarcıyızdır. Ama işin var, yolcu yolunda gerek denince akan sular durur oğlum…
Haydi selâmetle. Ayşe sepetteki meyvelerden birkaç tanesini bir poşete koy, Ahmet Ağabeyin giderken götürsün!”
Ayşe poşeti uzatırken lâfı gediğine koymak istercesine fısıldadı, fark etmedim ama amcanın kulakları kısmen özürlü olsa gerekti ve Ayşe bunu biliyor, olmalıydı, cidden;
“Ağabey falan değilsin, bil!”
Önemli bir sözdü ve zemini de önemliydi…
Neşe’den haber almış mıydı, ben gelmeden önce? Haber aldıktan sonra mıydı sitemi?
Haber almamışsa yahut da kapıdaki gözetleme penceresinden görüp de (varsayayım ki; hüsnü kuruntum(3)) yüreğinde bir kısım kıpırtılar hissedip de ona göre mi sözünü işleme koymuştu?
Merak ediyordum, ayrılamadım, beni kendine hapseden şehirden (asıl içimden geçen; o şehirde yaşayan beni bir bakışta felç edenden!) Gece bekçilerinin görevlerine başlama vakti ihtimaline karşı, bir yangın veya bir hasta aciliyeti durumunda o daracık sokağa park etmiş arabalar nedeniyle itfaiye ve ambulansın nasıl müdahale edeceklerini düşünerek ışıkları yanan penceredeki perdelerin hareketini takip etmeye başladım, umutsuzca.
Pencere karanlığa bürününce haklarım ve haddim geldi aklıma, beynim emretti bana gereğimin ne olduğunu ve otele yöneldim kendime ait hüzünle, elimde onun elinin değdiği ömür boyu saklayacağıma inandığım meyve poşetiyle.
Adrese gelişimle dönüşüm arasındaki tek farkım elimdeki poşet ve karşımda umduğum hüsnü kuruntum değildi sadece. Gözleri, hükmedemediğim kalbimin çarpıntısı ve taşımakta zorlandığım ağırlık idi.
Sabah bekçilerin görevlerini bitirmesine kadar zor zapt ettim. Amcanın tahmin ettiğim bahçe görevine o gün gitmemesi, benim de kendimi mahrecime iade(3) etmemin gerekliği idi. Üzüntüm; kafasızlığım nedeniyle idi. Neşenin adresi yazdığı kâğıttaki telefon numaralarından birini bile ne kafama ne de bir yerlere not etmemiştim.
Sadece evin adresini biliyordum, görmüş olarak ve Ayşe’ye ulaşmam mümkünsüzdü, bu; bir bakıma Neşe Türkiye’ye gelinceye kadar “unutmak” şeklinde bir gerçek idi.
Sonrası?
O da meçhuldü, hele ki hüsnü kuruntu dediğim gerçek meydandayken. Aradınsa bul Ayşe’yi, mümkünatı yoktu, bir gecede Bilecikli oluvermiştim artıkın(1). Bu; belki de için için içinden geçirdiğim dilekti.
Allah nelere kadir değildi ki? Bir tatil, bir tesadüf, bir yalan, karşılığı yardım ve içimden geçiriyor olsam da bir ömre hükmedecek bir karşılaşma, üstelik kesintisizliğine dua gibi…
“Kuzu-kuzu, yoksa öküz veyahut da şeddeli eşşek gibi” mi demeliydim, tren istasyonuna giden minibüslerden birine binip istasyona yöneldim. Defolmak için şansım vardı, yarım saat kadar sonra Ankara’ya gidecek tren gelecekti istasyona (onlar “Gar” diyorlardı).
Ve tek kişilik değil, çok kişilik yer vardı trende.
Ankara…
Ankara…
Güzel Ankara…
“Seni görmek istermiş, her bahtı kara”
“Yardım uman da olurmuş, düşüp dara”
İlk böyle yer aldın gönlümde bir sıra,
Sonra güzellikler dizildi, Ankara(13). “
Ankara; ulaştıktan sonra mahzunluğuma, bahtımın karalığına rehberdi. İki ve iki toplasan da çarpsan da dört idi sonuçta; oysa 1 + 1 = 1 idi, her zaman eğer benim gibi gabiler cesur ve bilge olabilselerdi.
“Bir nefes
bir nefese karışınca
yani; 1+1 olunca nefesler
dünya;
hatta tüm dünyalar senindir,
şüpheye yer kalmadan.
Ve ölümsüzlüğe de ulaşırsın,
zaten ölüm yoktur o zaman
çünkü gerçekte 1+1=
sonuç olarak
yalnızca 1’dir.(14)”
Zaman geçmek bilmiyordu, Bilecik’e görev çıkması mümkün değildi, ama Bursa’ya, Eskişehir’e de mi hiç görev çıkmazdı, sebeplenir, binerdim arabama, yolluk-molluk da istemez görevimi halleder, kafasızlığımın bedelini ödemek, yalvarıp yakarmam gerekse de, her ne ihtimal olursa olsun onu görürdüm, hatta uzaktan olsa bile.
Böyle bir imkân çıkmadığına göre demek ki Allah’ın affetmeyeceği, hoş görmeyeceği bir hatam, kusurum, suçum, günahım vardı.
Bir tebessümden, bir sitemden ileri gitmeyen ve bir poşet içindeki, onun ellerinin değdiği meyveleri gözlerim gibi bakıp, muhafaza edip sakladığım gün üzerinden belki bir ay, belki yıllar geçmişti farkına varmaksızın hüzün yaşadığım.
Bir gün arandım, telefon numaramı nasıl edindiğine hayret etmeksizin;
“Ben Ayşe…”
Basiretim bağlanmıştı(2);
“Buyur!”
“Sadece ‘Buyur!’ öyle mi?”
Telefonun kapanışındaki hiddet aynen ilişmişti kulaklarıma; “Çat!”
Defalarca aradım, açılmadı tekrar, şüphem reddedilecekler listesine de alınmış olmamdı. Ama öyle değildi (galiba). Birkaç gün, belki de bir hafta sonra bir mesaj aldım devam eden haftalarda aynı gün aynı saatlerde, hakaret içermediğine inandığım.
“Bizim buralarda bir deyim vardır; ‘Susak ağızlı(3)’ deriz. Bunu o su taşınan tas şeklinde değil de suskunluk şeklinde yorumla lütfen. Sana emanet edilen bir nota hiç mi dikkat edip bir telefon numarasını bile zahmete girip not almazsın ki?”
“Doğru! Namaza niyeti olmayanın, ezanda neden kulağı olsun(15) ki?”
“Karanlıkta göz kırptığını, yine yalnızken, ya da karanlıkta esnerken ağzını elinin tersiyle kapattığını ancak ben görebilirdim, gördüm!”
“Dervişin fikri neyse, zikri de odur, diye bilirdim, yanılmak hiç aklımdan geçmezdi!”
“Zorla güzellik olmadığı gibi zorla ilgi de olmaz!”
“Nasrettin Hoca bile maya çalmış göle, ‘ya tutarsa!’ diye. Hiç mi aklına gelmez? Araban var, hızlı trenler var! Mutlaka Neşe’nin gelmesi mi gerek? Hükmeden o mu olmalı?”
Paket program gibi dinlenip dinlenip gönderdiği, hiçbir cevabımı kabullenmediği mesajlardan bir kaçı idi bunlar, telefonumun hafızasından silmeye kıyamadığım.
Evet, telefonunu çaldırmak istesem de kapalıydı, çalmıyordu, açmıyordu değil, çünkü açtığımda kaç kez aradığımı görmesine rağmen sadece mesajını iletip kapatıyordu, ben o idim, onun da ben olduğunu hissediyordum. Küskündü, aptallığımı sorguladığının farkındaydım, ama müdafaa mı kabullenmek içinden gelmiyordu.
Patrona çıkıp “Tatilsedim!” demek, Neşe tatil için gelmeden önce arabama atlayıp şansımı denemeliydim, annesi-babası olsa dahi kapısına dikilmek, “Gel bakalım Ayşe!” deyip içimi dökmek, kalbimdekileri…
Gerek kalmadı, Neşe Türkiye’ye gelmiş ve hemen haber iletmişti…
“Ben geldim abi, hadi bizi o meşhur kebapçıya götür!”
O meşhur kebapçı bilebildiğim kadarıyla Bursa’da ve Ankara’da idi.
Evimi hazırlattım ablaya onları misafir edecekmiş gibi ve “Sürat felâkettir, ‘geç geldi!’ desinler, ‘geçmiş olsun!’ demesinler!” kurallarına uygun olarak, “tatilsedim!” hakkımı kullanarak sabah ezanı ile birlikte yola çıktım ve kahvaltı masasına oturmadan önce kapı önünden seslendim; “Masaya bir tabak daha koyun!”
Neşe çıktı kapıya, sevgiyle kucakladı, tıpkı Münih’teki gibi elimi öperken fısıldadı tıpkı ablası gibi, arkasında ablasının olduğunu bilmesine rağmen; “Çok haberlerim var! Sanırım sevinecek, mutlu olacaksın!”
Ayşe “Buyur!” dedi kısaca, tıpkı benim gibi, ama terslercesine(2).
Kahvaltıya yetişmenin mutluğunu yaşarken dilime de hükmetme gayreti yaşadım;
“Amca! Sizi Ankara’da evimde misafir etmek ve Neşe’ye söz verdiğim kebabı Ankara’da ısmarlamak istiyorum. Bugün Cuma sizinle birlikte gideriz Cuma’ya. Cumartesi Pazar tatilinde Ankara’da istediğiniz yerleri gezdiririm sizlere, eğer tatili benimle geçirmenizde sakınca yoksa…”
“Olur! Kızlar yer göstersinler. Salâ(1) vaktine kadar dinlen. Namazdan ve yemekten sonra kızlar sana Bilecik’imizi gezdirsinler. Öncelikle, Edebali Türbesini(16), Bilecik Mülâkatının yapıldığı İstasyon Binasını(17), köyümüzü bahçelerimizi ziyaret edin. Vaktiniz kalırsa, Söğüt şurası, yarım saat kadar yol, Ertuğrul Gaziye(18), Türk büyüklerimize rahmet okuyun ve gelin dinlenin. Sabah ne zaman dersen…”
“Amca siz ne zaman derseniz o zaman hareket ederiz, sizin sağlığınız ve yol boyu yaşamınız bana emanet…
“Ancak Neşe yanımdayken ona bir özür borçluyum, itiraf etmem gerek…”
“Kendini zorlama abim, ben farkındayım, bir Türk bir Türk’le yabancı bir elde karşılaşınca duygularına egemen olamıyor, yaşadım, özlediğim bir şeydi, biliyorum, bu sevgili bir ağabeyle tanışmam, belki de ileriler için yararlı bir karşılaşma da oldu diyebilirim…”
“Ama bildiğin gibi değil Neşe, benim tren bileti alacak param vardı, kimsesizliğim ve yakandaki rozet heyecanlandırıp telâşlandırdı beni…”
“Farkındayım dedim ya abim. Defteri çantanıza koyarken üç-beş kuruş olsa da paranızın ve özellikle bankamatik kartınızın olduğunu gördüm. Durgunluğunuz nedeniyle size vakit ayırdım ve okuluma gidinceye kadar da sizinle sohbet etmeye çalıştım. Üzülmenize gerek yok! Diğer söylemek istediklerimi bizi gezdirirken anlatmaya çalışırım. Abla sen de gelirsin, değil mi?”
“Pek keyfim yok gibi!”
“Gel hanım biz salona geçelim. Bunlar şifreli-mifreli konuşuyorlar, naz yapıyorlar, sesli-sessiz hissettirmek istemeksizin ne söylüyorlar, anlamıyorum. Biz gidelim de rahat rahat konuşsunlar. Yalnız şunu bilin bebeler, yarın sabah namazını kıldıktan sonra yoldayız, o vakte kadar n’aparsanız, yapın, bize elleşmeyin(2) de!”
Kendi kendine konuşmaya devam ederken bizlerin de kendi gibi duymakta kısmi özrümüz olduğunu zannediyordu galiba.
“Deli bunlar! Üçü de ne halt ettiklerinin farkında değiller. Biri bilmeden yol göstermiş, ikisi dünlerden hazırlar, ama dangalak(1) dillerini çözemiyorlar...”
Neşe tabakları toplarken;
“Bir de keyif çayı içer misin abi, gerçi sonu kaldı ama…”
“Güzel bir kardeşin ikramı bayat olur mu hiç, sen getir lütfen!”
Zaman kısaydı, iki kelime eklemem beni bildirmem gerekliydi;
“Hiç hak etmedim, hiç söz hakkı vermedin, seni seviyorum, belki başka zaman bulamam!”
Neşe belki bilerek gecikmesine rağmen, Ayşe ağzını açmadı, aynı sitemle baktı yüzüme.
Neşe gerçekten akıllı, zeki, niyetini ve sezgisini belli eden bir kızdı; çaydanlığı ocağa koyarken gürültü çıkartmaya gayret etmek yanında, adeta bağırdı;
“Çayınız geldi!”
“Sonrasında bana kıvrılacak bir yer gösterirsen memnun olurum Neşe!”
“Çayın bitince ablam yer göstersin abi, ben kadrolu bulaşıkçıyım!”
“Ay! Ay! Sanki devamlı evdeymiş de… Kadroluymuş da… Yılda iki kez görünüyorsun, zor geliyorsa söyle, gene ben yaparım.”
Ayşe mutfağa ulaşmadan önce sözlerini Neşe’ye ulaştırma gayretindeydi, ben de nasibimi aldım(2) arkasından;
“Siz de çayınız bitince seslenin, yatacağınız yeri göstereyim!”
“Sinirlisiniz, size zahmet olmasın, işaretleyin, ya da tarif edin, gidip zıbarayım(2)!”
“Yakışmadı!”
“Kötü bir kalpsize ne yakışmaz ki?”
Gene sustu.
Çay bitmişti, ben ayağa kalkınca o da ayağa dikildi, oturduğu uzak mesafeden.
Yerimi gösterince, cesaretlendim;
“Önce seni senden istiyorum!” dedim ve direnmesine fırsat bırakmadan öptüm, cevapladı.
“Önce sevgi sözleri, şimdi evlenme teklifi ve öpme, sanırım yarım saate kadar da Nikâh Dairesine götürürsün beni?”
“Hissetmesen cevaplamazdın ki?”
“Aksi takdirde tokatlamam gerekirdi, bu da şimdi için iyi olmaz, belki Ankara Savaşında Yıldırım Beyazıt’ın bozguna uğraması(19) gibi bizim Ankara Seferimiz de iptal olurdu.”
“Yani seviyorsun beni?”
“Benim yaşamıma iliştiğinde ilk, tek ve son çarem, gördüğüm, bildiğim anladığım olduğunu hâlâ anlamıyorsun ki, ne diyeyim sana ben?”
“Benim gibi yap, kimsem yok benim, sen de beni benden iste, zaten sesini ilk duyduğumda, sandalyeleri dışarıya yerleştirdiğinde ve ilk ‘Bil!’ siteminden beri sendeyim ben.”
“O halde düşün, benim yerime de, aklımı başımdan aldın, bir öpüşte, ama ne olur gecikme, özletme de kendini!”
Hamlamışım(2) ya da itiraf etmeliyim ki yolun yarısı civarındayken ihtiyarlamış gibiydim, 3-4 saat araba kullanmakla yorulmuş, uyuklamış değil, dört numara gibi kıvrılarak doğrudan doğruya uyumuştum. Salâ kulağıma ulaşma çabasındayken bir el dokundu omzuma, özlediğim, istediğim değil, o nasırlı el amcanın eliydi;
“Kalk evlât, al abdestini, hayırlı cumalar, vaazlarda pek dinlenecek şeyler yok, ama vakitlice gidelim camiye…”
Vakitlice gittik camiye, camiden sonra geldiğimizde yemek hazır olacaktı; Bilecik Mantısı(20) yapacaktı teyze ve kızları el elden.
Dönüşte, arabamın durumunun müsait olduğunu amcaya ziyaretleri beraber yapmayı teklif ettim, “Kur’an okursunuz, ben de, kızlar ve eşiniz de dinleriz!” dediğimde coştu sanki.
“O zaman ağzımıza sarımsak bulaştırmayalım, gelenler gidenler olur belki, karşımızdakilere ayıp olmasın. Kızlara varınca söyleyim ki yoğurdu sarımsak koymadan hazırlamış olsunlar, ya da akşama cacık falan bir şeyler yapsınlar, ya da ne bilim bişeyler işte!”
Bazen lehçesini köyüne kaydırdığının farkında değildi.
Sofrada sessizlik hâkimdi, belki de benim yıllardır yaşayıp alışkanlık haline getirdiğim.
“Bu mantıyı ilk defa tadıyorum elinize sağlık, beni de aileden sayıp tabak vermeyip tepsiye saldırmama izin verdiğiniz için teşekkür ederim ayrıca.!”
“Afiyet olsun oğlum, hamarat kızlarım, küçüğü de, büyüğü de…”
Neşe dillendi(2);
“Düğme kime çıktı?”
“Nasıl düğme?”
“Birinin dileğinin yerine gelmesi için mantı tanelerinin birinin içine saklarız da?”
“Ben hamuru yoğururken kaza ile birinizin düğmesi koptu sandım, cebime saklamıştım, bu mu yoksa?”
“Evet, demek ki dileğiniz olacak abim?”
“Ama bilmediğim için bir dilek tutmamıştım ki?”
“Olsun, şimdi içinden tut, belki gerçekleşir!”
Gözümü kapatıp diledim içimden; dudaklarımın kıpırdamasından; “Ayşe, benim olsun!” diye dua ettiğim anlaşılmış olabilir miydi acaba? Korktum, daha ilgiliyi ikna ettiğimden bile emin değildim ki?
“Amca, sabah uyumadan önce söylediğiniz yerleri şöyle bir sıraya sokmaya çalıştım, cep telefonumdan bakarak, eğer sizler de uygun görürseniz. Önce Edebali Hazretlerini, sonra Bilecik İstasyonunu ziyaret edip Söğüt’e gidip Ertuğrul Gaziye dualarımızı iletelim. Sanırım vaktimiz sizin ikindi namazını köyünüzün camiinde kılacak kadar yeterli olur…
Sonrasında istediğiniz vakte kadar köyde kalırız, dilediğiniz vakitte de döneriz. Doğrusu köy çocuğu değilim, şehirde büyüdüm, sanırım köy havası bana iyi gelecek…”
“Sen bilirsin evlât, arabayı sen kullanacaksın!”
“Ben sadece şoförüm amca, siz emredeceksiniz, ben de ‘He!’ diyeceğim.”
“Estağfurullah oğlum!”
“Ben buraya beni görüp bildiği halde, yâd ellerde bana yardımını esirgemeyen Neşe denen küçük kız kardeşimin isteğiyle sizler için geldim ve size kendimden bir şeyler sunabiliyorsam bu sevincim, mutluluğum olur. Belki gün gelir, sizler de bana yardımcı olursunuz el elden…
Hatta şimdiden söyleyeyim, Neşe! Sanırım Almanya’ya İstanbul’dan gidiyorsun. Bu kez değişiklik yap, seni Ankara’dan uğurlayalım, ister ‘Gel, abi, beni al!’ de gelip ailenle birlikte sizleri buraya getirip seni uğurlayalım, ister bin hızlı trene, karşılayıp götüreyim uçağına. Hangi vakte istersen araştırıp biletini de alırım, ama bedelini babanın ödemesi şartıyla!..
Neyse daha yeni geldin evine, kadrolu bulaşıkçı başı olarak çoook işin var, gitme plânını oluşturmaya çalışmam yanlış.”
Annesinin kulakları da babasının kulakları gibi olsa gerekti, Neşe’nin duymasında da sakınca görmemiş olsa gerekti Ayşe,
“Kızdırmasa, alay etmese olmaz sanki?”
Ziyaretlerimizi yaptık, okuduk, üfledik, bakındık, ikindi ezanı okunurken köye gelmiştik, amca; yıldırım hızıyla camiye yöneldi, abdesti üstünde olsa gerekti, ben emin değildim, üstelik yıldırım gibi olma mecburiyetimde yoktu, hem anne ile kızların başında kim duracak, onları kim koruyacaktı?
Sözleşmiş gibi bahçelere daldık teyzenin talimatıyla. İlk kez tüylerinden arınmamış salatalığı yerinden koparıp avuçlarımda ovuşturup yedim. Domates…
Amcanın ağaç kovuğunda saklı tuzundan çalarak, ilk ısırıkta domates salçası ile Neşe’nin elbisenin önünü kirleterek “Bana mısın?” demeksizin tadına vardım, muhteşem bir tat başkaca ulaşılması mümkün olamayacak bir duygu idi.
Ayşe’den çekiniyordum, yanımda durmasına rağmen, Neşe’ye döndüm usturupluca(1);
“Bir iki avuç toplasam Ankara’ya götürmek için, yolda bozulur mu acaba?”
“Gerçekten abi hiç mi bir şey bilmiyorsun?”
“Adım Hıdır, bilgim budur! Lokantada önüme gelir, marketten alırım, ihtiyacım kadar, biter yeniden alırım. Ziraatçı değilim ki? Öğrenmem de gerekli değil, hem gülmeyin lütfen, gücenirim…”
Birinin bir şarkısı vardı, “yatcaz, kalkcaz, hop ordayım(21)!” diye. Erkenden yattık, erkenden kalktık, çocuk şarkısındaki gibi; “Bir yumurtayı sütle çalkalamaksızın(22)!” yola koyulduk. Söylemem ayıp kaçar mı bilmem, bagajım silme doluydu, her bir şeylerle; köy yumurtası, tereyağı, süzme yoğurt, bal, sebze, meyve…
Akla ne gelirse…
Anne ve kızlar ayrıca gece mesaisi yapmışlardı, kurabiye, poğaça, börek vb. gibi.
Yol boyu yanımda oturan amca “Gak!” demesem de, yiyecek bir şeyler uzatıyordu, “Guk!” demesem(23) de içecek süt uzatıyordu ılık. İhtiyaç molasına ihtiyaç duyulmamıştı, herkesin abdesti üzerlerinde olsa gerekti, “Lây! Lây! Lôm(3)!” havasını soluyan belliydi, ama tıpkı onlar gibi…
Evime geldiklerinde, tarif ettim, “Şu şurada, bu burada! Ötekiler görünüyor zaten, biliyorsunuz. Getirdiklerinizi de artık nasıl biliyorsanız öyle yapın!”
Amcayla teyze kanepeleri üleşmişlerdi, “İsterseniz, uzanın, dinlenin!” sözüme itibar etmeyerek.
Ayşe buzdolabını açınca ister istemez gülümsedi, kendini tutamadı, çünkü ilk seferde eliyle verdiği meyveler poşetiyle birlikte muhafaza altındaydı. Neşe’yi umursamak geçmedi içimden;
“Senin elin değmişti!” Görünmeyen elimi tuttu, sıktı usulca, bir kez ve Neşe’nin yanına gitti, Neşe’den tek tepki ulaştı uluorta;
“Hayırlı işler!”
“Pırlanta kız! Hissettiklerimizi görmeyiversen biraz…”
“Ben zaten kör, sağır ve dilsiz bir öğrenciyim…”
“Bak güzelim, bir gün senin de aynımızın benzerini yaşarken görürsem ben de sana bir şeyler söyleme gayretinde olacağım, kim bilir belki ikna ederim, ablan da benim sözlerime katkıda bulunabilir, karda yürüyüp izini belli etmeme gayreti yaşasan da…”
“Benim sözlerim sizi nasıl incitmiyorsa, sizlerin sözlerinin de beni asla incitmeyeceğine eminim…”
Gezdik, Anıt Kabir, Etnografya Müzesi, Atatürk Orman Çiftliği öncesi Meşhur İskendercide günün manası ve künefe…
Amcamın ve teyzemin peş peşe gelen “Amma da yorulduk ha!” şikâyetleri ile biten gün. Akşama “Yiyesimiz yok!” dediler, ama böreklerin tadına bakmazsak öğün geçirmek böreklere saygısızlık olmaz mıydı? Sadece çay yerine torba yoğurdundan ayran katkı oldu böreklerin yanına, o kadar.
Amcalar kapılarını kapatarak benim her bir şeyleri değiştirilen yatağıma, kızlar misafir odasındaki aynı tarzdaki bazali temiz yataklara serildiler, onlara sevdanın yolları(24) olunca, bana da salondaki kanepeye yayılmak nasip oldu, bir pikeyle!
Şeytanın işinin gücünün olmadığı bir gece idi sanırım; Neşe’nin fısıldayan sesi ulaştı kulağıma;
“Gidebilirsin, ben uyuyorum abla, yan odanın kapısı açılırsa kuvvetlice öksürürüm, salon tarafındaki tuvaletin lâmbası açık kalsın istersen!”
Kanepeye oturdum, gelmesini beklerken, tam duygu sömürüsü yapacak havadaydım. Beni oturur görünce sordu;
“Yatmamış mıydın?”
“Geleceğini hissettim, sen gelince gecenin bu kör vaktinde güneş doğdu sandım(25)!”
“Çok yüceltiyorsun beni, ama bana söylediğin ilk söz kadar hiçbir söz değerli değil!”
“Neydi o söz?”
“Seni seviyorum!”
“Allah! Günlerdir beklediğim sözdü bu, ben de seni seviyorum, hem çok seviyorum Ayşe!”
“Sessiz ol, Neşe izin verdi, ama bağırıp, çağırıp tezahürat yapman için değil?”
Neşe’nin uzaklardan ulaşan öksürük sesi; “Harç bitsin, inşaat paydos olsun!” anlamında gibiydi. Tuvaletin ışığının gerektiği zaman dilimi içinde kalacak şekilde söndürülmesi; “İyi misin baba? Bir şeye ihtiyacın var mı?” tezahüratının karşılığı bıyık altından değil, sakalların altından gülümseme ve içinden; “Sen gelmeden önce, annenle biz de aynı yolları teptik kızım!” heyecanı, kendi duygularının görüntüsü olarak mutluluk tebessümü…
“Anlatmak istersen, dinlerim abla!”
“İyi adam, edepli, terbiyeli, biraz çekingen, az biraz da ödlek(1)…”
“Bunları Almanya’dan beri biliyorum abla, reklâmları geçsen de sadede gelsen(2) abla?”
“Gittiğimde bekliyordu, günün mana ve ehemmiyetine göre, yani kısaca birbirimizi konuştuktan sonra, ona onun diliyle ‘Seni seviyorum!’ dediğimde öyle bir ‘Allah!’ dedi ki, belki sen de duydun, yer-gök inledi sanki. Öpseydim, herhalde zilleri takıp oynardı sadece şehir değil dünya yerinde sallanırdı…”
“Keşke dünya yerinden oynasaydı, mademki birbirinizi seviyorsunuz, yani öpmedin?”
“Beni öpmesine izin vermeyi gerçekten düşünüyordum, ama içimizden biri öksürüp de tehlike çanlarının çalabileceğini hissettirince; ‘Acele öpüşlere babalar karışmasın!’ diye lâvabonun ışığını söndürüp gelirken babamla karşılaştım, iyiymiş! Bir bakıma Allah korudu beni, yani bizi, ya da korumadı, koruyamadı, bilemiyorum. Anne-babalar her şeyleri hisseder, görür ve bilirler. İçimden bir ses…”
Sözü yarım kalmış Ayşe’nin;
“Ya! Hu! Konuşmalarınızın birazını da yarına bıraksanız da azıcık uyusak, ne dersiniz?”
Bu; sözlerini yarım bırakmalarının, susmalarının gerekçesi olmuş.
Sabah plânımı söyledim;
“Gölbaşı’na götüreyim sizleri, göle karşı, göl havası alarak serpme kahvaltı edelim, ya da nasıl bir kahvaltı istiyorsanız öyle bir kahvaltı…
Anne ilk defa söze karıştı;
“Dışarıda kahvaltı da neymiş, evceğizimizde etsek, masrafa girmesek?”
“Hanım! Bir daha mı geleceğiz dünyaya(26), bak kızlar seslerini çıkarıyorlar mı, Ahmet de özenmiş, öyleyse ona uyalım!”
Annenin benimseyip, belki de aklından yanlış bir düşünce geçirmeksizin ağzından kaçırdığı söz, benim için önem kazanmıştı; “Evceğizimiz…”
“Yani kabul mü, amca?”
“Devam et, oğlum!”
“Sonra nasıl isterseniz, ancak gelecek sefere hazırlıklı gelirseniz, sizleri Ayaş veya Kızılcahamam kaplıcalarına götürürüm, hatta isterseniz Eskişehir’de de hamamlara uğrayabiliriz, Sakarıbaşı’nda (yani; Sakarya Başında) alabalık da ısmarlayabilirim size. Eskişehir’in özelliklerini biliyorsunuzdur zaten, tekrar etmem gereksiz…
Eklentim; Ayaş’a götür derseniz, sizi mutlaka Beypazarı’na da ulaştırırım Eskişehir’in çi böreği, lüle taşı nasıl meşhursa Beypazarı’nın da güveci, havucu, yaprak sarması, Telkâri denen gümüş takıları da öyle meşhurdur. Eğer yolumuz sizlere gerek Beypazarı’nda gerekse Eskişehir’de arzuladıklarınızı hediye etmek isterim…
Kısaca her bakımdan size bağlıyım. İnternetten bakıp “şöyle bir plân, program” derseniz, aynen uygularım. Neşe biliyordu zaten, yalnız bir insanım, kimim kimsem yok, benim yalnızlığımı unutturdunuz, minnettar ve müteşekkirim. Amca, eğer bana söz söyleme fırsatı verirsen…”
“Ne demek oğlum, neden bu kadar iyisin ki?”
“Yâd ellerde karşılaşıp iyi ki Neşe’ye yalan söylemişim, gerçekten aç-açıkta kalmış olsaydım bir Türk öğrenci, belki de yokluklarla boğuşurken, yardım dileyen bir Türk ağabeyine elini uzattı, bana yaptığı iyiliği yaptıklarımla, yapacaklarımla kıyaslamam, bir tutmam, ödemem asla mümkün değil…
Allah’ıma şükrediyorum. Beni Allah yönlendirmiş olabilir Neşe’ye ve onun sayesinde yalnızlığımı üleştiğim kader olarak bir aileye doğru. Ne olur hiçbiriniz uzak tutmayın benden ellerinizi, kendinizi, ailem olmanızın mutluluğunu devam ettirin bana. Gerçekten ihtiyacım var buna ve şimdi daha iyi hissediyor ve anlıyorum.”
“Anladım demek istediğini genç adam. Bu bağır güneşten yanmışsa, bu sakallar böyle ağarmışsa, boşuna değildir oğul. Zamanında yaşadıklarım da hatıra değil sadece. Zamana bizler de, sizler de ‘Dur!’ diyemeyeceğimize göre, ‘gecikmemek gerek!’ demek isterim! Şimdi anlat nasıl bir program uygulamak istediğini…”
İsmini bilmediğim, çiftçi görünümlü, bilgin amcanın kızına öğretmen (Ayşe’nin öğretmen olduğu ne zaman kulağıma çalındıysa artıkın) olması için yol gösteren emekli bir öğretmen olduğunu öğrenecektim, doğal olarak öğrenmenin yaşı yoktu ki!
“Söyledim mi, hatırımda kalmamış, görevim gereği Türkiye’mde Edirne’den Van’a(27), Datça’dan Hopa’ya (Kemalpaşa’ya gidemedim) kadar çok yer gördüm, gezdim, görev yaptım. Coğrafya ve tarih bilgilerimin yeterli olduğu kanaatindeyim. Bu nedenle kahvaltıdan sonra her ne kadar sizleri evimde misafir etmekten, burada kalmanızdan memnunsam, kalmanız için arzuluysam da öğretmenimin öğrencileri için okuluna yetişmesinin gerekli olduğunu düşünüyorum o halde ‘Bilecik’e yönelelim!’ demek isterim…
Giderken Polatlı’ya uğrayıp Sakarya Şehitleri Abidesini göstermek isterim sizlere. 13 Eylül Polatlı’nın Kurtuluşu, kesin olarak biliyorum, çünkü askerliğimi orada yaptım.
Sizlere sonra Gordion’u gezdiririm, acıkırsınız mutlaka, ‘Sana Eskişehir’de biz çi börek(3) ısmarlayalım derseniz ‘Hayır!” demem!..
Ve daha sonra…”
“Yorulursun, seni bırakmam evlât, varınca biz de kalırsın!”
“Sizi kırmak istemem, beraberliğimiz mutluluğum olur, ama öğretmenim gibi benim de mesaim var amca. Gene de Neşe’yle iki lâfı uç uca ekleyememiş olmaktan hüzünlüyüm, ayrıca köyünüzün bahçelerinin de tadı damağımda. Bu kez arabama yük yapmayacağınıza söz verirseniz, daireye telefon eder, kalırım sizde.”
“Peki! Hadi yolcu yolunda gerek, programına aynen uyacağız. Aracının bagajı ise bana ait bir mesele… Hallederiz!”
Programı aynen uygulamaya gayret ettik, sadece bir ara ortamın uygunluğunda, benim duyacağım kadar Ayşe’nin sesi erişti kulağıma;
“Neşe olmak varmış!”
“Sen yaşamımı adadığımsın, bakarsın ‘Çıt bile yokken(28)!’ bu kez sen değil gecenin bir vaktinde(29) ben olurum senin yanında…”
“Sakın ha! Sebep uyduramam!”
“Babanın sözlerini hatırlamıyor musun? ‘Gecikmeyin!’ demişti! ‘Kızını mutlu edeceğim, bana ver!’ diyeceğim, gecikmeden. Aynı yastığa baş koyup sabahları ‘Günaydın!’ diyeceğiz birbirimize!”
“Ayaküstü yeni bir evlenme teklifi… Sus! Geliyorlar, bir şey var zannedecekler!”
“Öğretmenim, kimse zannetmiyor, hepsi biliyor, gereken sadece cesur olmam ve zamanlamam…”
“Abi! Ablamla ne konuşuyordunuz?”
“Clever girl(4)! Cleveres Madchen(4)! ‘Bilmiyorum!’ deme, tabii ki hissettiğin gibi bizi konuşuyordum…”
Her şey oluruyla bitti, ne çıt çıktı, ne de apansız uyandırabilmeyi gerçekleştirebildim gecenin bir vaktinde yanına gelip.
Öğretmen Hanım (Kısaca; Hocanım!);
“Size iyi yolculuklar dilerim!” dedi kuru kuru ve sonra (Sanırım okuluna ulaşmadan evvel) mesaj çekti;
“Öylesine aldın ki beni benden, sende kaldım. Sensizliğe nasıl dayanıp güçlü olacağım söyle! Seni seviyorum.”
“Sen de beni alıp götürdün sende. Babanın dediği hatırımda; ‘Gecikmeyeceğim!’ Neşe’nin (biliyor olmasına rağmen, utanırım) yanımızda olmadığı bir an, umarım ki Ankara’dan Almanya’ya uçar, en geç o gün mantıklı görünmese de benim evimde seni babandan isteyeceğim, tektaş yüzüğünü(3) önceden alıp, çiçeği de havaalanından dönüşte almak üzere…
Babanın “Verdim, gitti!” demesi içimden geçen ve beraberce ya da izin verirlerse iki sevgili olarak güzel bir yerde yemeğe çıkmak arzum…
İlk imkânımla derste olmadığın bir an seni duymak için arayacağım.”
Amca (Hâlâ ismini bilmediğim halde; “Gelecekteki kayınpederim’ mi deseydim ki?) bagajımı silme, ya da tepeleme doldurdu yeniden; “Sevdiğin komşularına dağıtırsın!” dedi.
Onları evlerine bıraktığımda amca da teyze de ellerini uzattılar öpmem için. Sonrasında ikisi de beni alnımdan öperlerken sırtımı da patpatladılar.
Yolun yarısını geçtiğimi hissediyordum. Ancak şımarıklık etmek hakkımı kullanmamak anlamında değil, ayrılmamızın zor olacağı düşüncesiyle Ayşe’nin okuluna uğramamayı yeğledim.
Neşe elimi öpüp kucakladığımda fısıldadım;
“Bunun azcığını da ablanla üleş ve Almanya’ya Ankara’dan git ne olur! Ki ben de bir şeyler için cesaret edeyim, cesur olayım. Kaderimizi sen oluşturdun, tamamlamak da mecburiyetin galiba!”
Oldukça kısa bir mesajdı anlaşılacak, yola çıktığımda…
Beklemem gereken günler başlamıştı, üstelik il dışına görevimin çıkmadığı. Oysa ve öyle ki Türkiye’min her neresine görevim çıkarsa çıksın, 15 dakikalığına, yarım saatliğine de olsa Bilecik’ten başlardı görevim, öylesine özlem doluydum.
Günlerden bir gün anne-baba için kahır dolu, benim ve hatta bizim için sevinç yüklü diyeceğim haberi aldım. Yüzük günler öncesinden hazırdı. Kuyumcuda Neşe’yi de unutmamıştım, takabileceği bir çift küpe şeklinde. Her ihtimale karşı Neşe’ye ve bize çikolata ve tatlı alıp havaalanından dönüşte de almak üzere; “Şu gün, şu saat hazır olsun!” diyerek çiçek ısmarladım.
İstasyonda karşıladım onları (Neşe’nin emanetlerini buzlarla destekleyerek ve ambalajıyla) mecburen resmi ve hüzünlü bir davranışla.
“Evde biraz dinlenmek ister misin Neşe, ya da bir yerlerde çay içerken mi dinlenirsin, yoksa doğrudan doğruya havaalanına mı götüreyim sizi? Siz ne dersiniz amca?”
“İlk kez sen söylemiştin şeklinde hatırlıyorum, evlât; ‘Yolcu, yolunda gerek!’ Gecikmekse endişe demek! Biletin yanması, para, pul kaybı önemli değil. Allah nasip etti kızımızla birlikte, beraber olduk. Yeterli görmesek de şükretmemiz gerek. Bu nedenle sen bizi buradan doğrudan doğruya havaalanına götür, sonra dönüş biletimizi alalım, vakit kalırsa trenin kalkış vaktine kadar da sende dinleriz biraz…”
“Şey… Şu anda söylemem uygun değil, ama sizi bu yorgunlukla geri gönderemem. Tamam, tren biletlerinizi Neşe’yi uğurladıktan sonra alalım. Eğer beni kırmazsanız hemen değil, yarına, istediğiniz vakit için…
Daha önce bir nebze söylemiştim gibi hatırımda. Kimim-kimsem yok. Neşe sayesinde ailem oldunuz. Sizinle beraber olduğumda mutlu oluyorum. Bu mutluluğu benden esirgemeyin lütfen!”
Duygu sömürüsü baskısıyla içten pazarlıklı(3) olmak böyle bir şey olsa gerekti.
“Kalın! Çünkü akşama kızınızı isteyeceğim sizden!” nasıl derdim ki, üstelik art düşünceme Allah’ın izni, peygamberin kavliyle diyerek. Kerevetimize çıkmak(2) kim hevesliyse onun hakkı olacaktı.
Neşe’yi uğurladık.
Amca ses çıkarmamıştı. Dönerken çiçekçiden çiçeği alıp da teyzeye uzatınca amca bir kısım gelişmeler olacağını düşünmüş olsa gerek ki, eve yönelmeme ses çıkarmamıştı, okumuş, görmüş bir öğretmen emeklisi olmanın görüntüsü idi tavrı.
Eve çıkınca;
“Amca, teyze, Ayşe evi biliyorsunuz, siz dinlenin biraz, ben bir gazete alıp geleyim, zili çalmam, sizi rahatsız etmem, sonra da isterseniz yemeğe çıkarız bir yerlere…”
Ben dışarıya çıkınca amca Ayşe’yi sorgulamış hemen;
“Sen bir şeyler biliyor musun kızım?”
“Sizin bir şeyler hissettiğinizi, ‘gecikmeyin!’ sözünüzden anlam çıkardığını hatırlattı bir ara. Beni sevdiğini daha önce söylemişti, ama doğrusu bu kadar çabuk harekete geçeceğini hissetmemiştim, bilmiyordum baba.”
“Yalan söylemeyi bilmiyorsun, öğrenememişsin de. Ben, seninle onun bizim kapımızın önünde karşılaştığınızdan beri ikinizin de yüreklerinizi nasıl çarptığını, ayaklarınızın birbirine nasıl dolaştığını fark etmedim mi sanıyorsun, keza annen de…
Dediğim gibi ikinizin de birbirinizden farkınız yok. Bu çiçekler bir imza öncesinin takdim ve tasdiki için olacak gibime geliyor. Ama sana da, ona da misafir olduğumuz bu evde ‘He!’ demekte zorlanacağımı hissediyorum, içimden gelmiyor…
Hele ki Neşe yurtdışına gittikten sonra sen de gelin olursan karı-koca olarak yalnızlığımıza tahammüllü olmamız çok güç olacak. Allah’ımızın takdiri bu; ‘Sizi çift yarattık(30)!’ demiş. Allah bu oğlanı yurtdışında senin için Neşe’ye doğru yönlendirmiş, içinde fesatlık(1) olmaksızın…
‘Kalp kalbe karşıdır(31)!’ derler, ilk göz göze gelmeniz anında birbirinizi istemeniz şeklinde gerçekleşmiş, biliyorum, biliyoruz, yaşadık, annenin suskunluğu ondandır. O halde Allah’ın da, gönüllerin de yasalarına uyacağız kızım. Sen mutlu ve mesut olursan, biz de mutlu ve mesut oluruz. Hayırlısı olsun, düşündüğümüz gibi Ahmet hazırsa, hazırlıklıysa başlangıcınız burada olsun, ama seni evimizden teslim edip uğurlayalım, olur mu? Buna anne-baba olarak hakkımızın olduğunu düşünün…”
“Baba! Farkına vardığınız, inkâr edemeyeceğim duygularıma verdiğiniz cevaplardan, tavrınızdan, hoşgörü ve temenninizden memnunum, çok teşekkür ederim. Ben de Ahmet’in iyi bir insan olduğunu düşünüyor, umuyor ve mutlu olacağımı düşünüyor, inanıyorum. Çünkü sevgisini göstermekte çekingen, dileğini söylemekten neredeyse korkan, saygısında uç boyutta olan bir insan, hele ki sözlerini, yazdıklarını duyup görseniz…”
Kapıda usulca olmasına özenle dikkat ettiğim anahtarın dönüş sesi, susup beni beklemelerinin gereği gibiydi.
Şaşırmıştım.
Anne ve baba kanepeye oturmuş, Ayşe önlerinde diz çökmüş, bir eli annesinin dizinde, diğer eli ve başı babasının dizinde idi ben gelince ayağa kalkma hamlesinde bulundu. Omzuna dokunarak;
“Lütfen kalkma Ayşe! Büyüklerim, lütfen benim de Ayşe’nin yanına diz çökmeme izin verin.”
Amca başını “Peki!” anlamında eğince söze hemen başlamam gerektiğini hissettim;
“Bir… ‘Maruzat’(1) diyorlar, ama ben; ‘Bir dileğim var!’ demek istiyorum!”
“Anne-baba olarak kadere inanırız oğlum, hissediyorum, biliyoruz, seni dinliyoruz…”
“Ayşe’yi görür görmez… Size karşı söylemeye utanıyorum, ‘Kanım kaynadı, beğendim!’ diyeyim efendim. Yazdım, söyledim, hareketlerimle beni belli ettim ona. Onun da bana karşı ilgisini biliyorum, birbirimize ellerimizi uzattık, ömrümüzün sonuna kadar devam etsin, dileğiyle. Ancak bunun için büyüğümüz olarak sizlerin ellerinizi öpüp izninizi almamız gerek. Ben, sizlere; ‘baba-anne’ diyerek ellerinizi öpmeyi, yalnız dünyamı beni de bir evlât sayarak birlikteliğimizi ‘Evet!’ cevabınızla tasdik etmenizi diliyorum amca…”
“Siz aranızda gönül birliği yaşamışsınız, her sorunun beraberce üstesinden geleceğinize inanıyorum. Şimdi burada, senin evinde, yarım ağızla(3) anne-baba olarak ‘He!’ diyoruz. Her ne kadar; ‘Kız evi, naz evi’ dense de gerçeğin mutluluk olarak şekillenmesi, bizim evimizde gelinlikle, telli-duvaklı olarak ‘Evet!’ denerek gerçekleşmeli…”
“Mutlaka öyle olacak baba, çünkü siz sadece kız anası-babası değil, benim de annem, babamsınız ve bilin ki, inanın ki, Ayşe’nin yüzü hep mutlulukla gülecek, gözleri hep saadetle aydınlanacak, ne sizin, ne de Ayşe’nin ‘bir’ dediğiniz asla ‘iki’ olmayacak. Söz veriyorum.”
“İnanıyoruz oğlum!”
“O halde bu anın tescili için aldığım yüzüğü Ayşe’nin parmağına anne-baba olarak beraberce siz takın ve bugünü kutlamak için beraberce akşam yemeğine bir yerlere gidelim.”
“Biz evde kalıp dinlenelim oğlum. Bir tarafta hasretlik, bir tarafta mutluluk… İki yükü birden aynı günde kaldırmamız zor! Siz gidin oğlum!”
“Akşama kadar vaktimiz var. Bilecik’ten getirdiğiniz mantı var. Tepsiye dizelim. Ben de yardım ederim. Ama bu kez düğme bana rastlarsa diye dilek tutacağım. Ve pazartesi okul, bana da mesai var. Yarın trene bilet almaya gerek yok, ben sizi arabayla…”
“İşte orda dur genç adam. Hemen şimdi Ayşe’yle gidip biletlerimizi alın. Sen tepsinin yerini göster sadece…”
Ayşe’nin yüzüğünü takmak için zor vakit ayırdı (artık demem gereken) babam. Evet, babam ve annemdi onlar, söz sırası gelmediği için annem-babam olmaları dışında isimlerini hâlâ bilmiyordum, sorarak değil, usulünce öğrenmeliydim, ayıp olmamalıydı…
Arabaya binmesi için Ayşe’ye kapıyı açtım, zahmet çekmemek ister gibi tuttu elimden, sıkı sıkı…
Radyonun düğmesine bastığımda sanatkâr şarkısını söylemek için hazırda bekliyordu sanki;
“Kız seni alan yaşadı…(32)”
“Sahi yaşayacak mıyım, yaşatacak mısın beni?”
“İnşallah, ama mutlaka sevgilim!..”
YAZANIN NOTLARI:
(*) Bazı öykülerin, bu öykü gibi mutlu bitmek mecburiyetleri vardır!
(*) Ayşe Öğretmenin babasının görev yaptığı bir ilde doğmasına karşın memleketinde yaptığı öğretmenliği (bence) sorgulanmamalı. Kader, şans ya da tesadüflerin desteği olamaz mı?
(*) Yaşamda bazı tesadüflere hak vermek gerekir.
İlkokulu Polatlı’da bitirip Ortaokul birinci ve ikinci sınıfları aynı ilçede okudum ve Yedek Subaylığımın ilk bölümünü Polatlı’da yaptım.
Edirne’de görev yapan babamın Bursa’ya atandığının haberinin ertesinde Yedek Subay olarak kurayı Edirne’ye çektim. Babam tayin olmasa bir bakıma evimde askerlik yapmış olacaktım.
Askerden sonra ilk görev yerim Van idi, kız kardeşlerim Datça’da yaşıyorlar ve bir ara Hopa’yı gördüm.
(*) Cameo; Aslı; Kabartmalı değerli taştır. Ancak Cameo; Görünümün kısaltılmış şeklidir. Bir oyun, film, televizyon gibi gösteri sanatlarında insanlar tarafından çok iyi bilinen bir kişinin bu gösterilerde kısa bir süre görülmesidir. Öykülerim görüntülü olmasa da ben de bazen Alfred HITCHCOCK’un kendisini filmlerde görüntülemesi gibi ismimi sanki Cameo imiş gibi kullanma gayretinde oluyorum. Bilinen bir kişi olmamakla beraber ben de ismimi, soy ismimi, ya da soy ismimden bir ya da birkaç parçayı, köyümün Bekdemir adını, Bilecik ilimin özellikleri, plâka numarası olan 11 rakamını, eşimin, çocuklarımın, sevdiklerimin adlarını öykünün bir yerlerinde görüntülemeye çalışıyorum. Benim de hayranı olduğum Alfred HITCHCOCK 66 adet olan filmlerinden çoğunda kendisi de görünüyordu. Bu rollere yukarıda da değinildiği gibi “cameo” denilmekteydi ve birkaç saniye süren görüntülerdi. Meselâ ekran önünden geçmek, ayakta durmak, içki içerken gözükmek gibi. HITCHCOCK'un bir deyişi şöyledir: “İyi bir film çekmek için üç şey lâzımdır; Senaryo, senaryo, senaryo...” Yine HlTCHCOCK'un çoğu filmi, aşağıladığı “Konuşan insanların resmi” sözü ile ünlüdür.
(1) Artıkın; Yöresel olarak “Artık” kelimesi yerine kullanılan; “Bundan böyle, bundan sonra, yeter” anlamlarında kullanılan söz.
Aylak; Avare (Avara). İşe yaramaz, işsiz-güçsüz, başıboş.
Dangalak; Argoda; kısaca “Dangıl” şeklinde olarak kullanılmakta. Bazen; “Dangalanak” şeklinde de söylenmektedir. Kabaca davranan, konuşan.
Fesatlık; Bozukluk, karıştırıcılık, arabozuculuk, karışıklık, kargaşalık, herhangi bir konuda iyimser olmama, kötü yorumlama. Arabozuculuk, hile, hilekârlık durumu.
Kasavetsiz; Üzüntüsüz, tasasız, kaygısız, sıkıntısız.
Malik; Sahip. İye. Bir şey üzerinde sahiplik hakkı bulunan.
Maruzat; Mevki, makam veya yaş bakımından küçük birinden büyük birine sunulan bildirilen dilek, bilgi veya sunuş.
Meccani, Meccanen; Arapça bir kelime olup ücretsiz olarak, parasız, bedava anlamlarında kullanılmakla beraber eskiden, parasız yatılı okuyan öğrenciler için de kullanılan bir deyimdi.
Mizansen; Bir oyun düzeni. Bir şeyi, bir durumu, olduğundan değişik göstermek amacıyla hazırlanan düzen (Tiyatrolar için değişik anlamı vardır).
Müstesna; Kuraldışı. Benzeri az bulunan, benzerlerinden ayrı, üstün olan, ayrıcalıklı, kural dışı, seçkin.
Ödlek; Korkak, tabansız, yüreksiz.
Prosedür; Bir amaca ulaşmak için tutulan yol, bir işte uyulması gereken yol, yöntem, işlemlerin tümü.
Rezonans; Tınlaşıma. Etki altında salınımların meydana gelmesi ve salınımların sistemin frekansına eşit olması halinde sonsuz etkileşim. Akustik oluşum.
Salâ; Essalat, Salât. Müslümanları bayram ve Cuma namazlarına çağırmak, bazı yerlerde cenaze için kılınacak namazı haber vermek için minarelerde okunan dua. Cuma Namazına çağrı.
Usturupluca; “Derli-toplu, akla mantığa uygun, ortama yakışır bir biçimde, düzenli, ustalıklı ve uygunca, kırmayacak ve üzüntülere neden olmayacak bir biçimde.”
(2) Basireti Bağlanmak; Gerçeği göremez bir duruma düşmek, iyi ve yerinde düşünememek, doğru yolu, gerçeği göremez durumda olmak, görememek, alınabilecek uygun bir önlem varsa almamak, alamamak.
Dillenmek; Konuşmaya başlamak. Dile gelmek, getirmek.
Elleşmek; Birine dokunacak söz söylemek. Elle dokunmak. El sıkarak selâmlaşmak. El ile itişerek şakalaşmak. Yardımlaşmak. Birbirinin elini tutarak güç denemesi yapmak.
Hamlamak; Uzun zaman idman yapmamak, hareket etmemek yüzünden gücünü veya çevikliğini yitirmek.
Kerevetine Çıkmak (Onlar erecekler muratlarına, biz çıkalım kerevetlerine!) Sonu iyi biten masalların bitiş cümlesi. Başkasının evlenmesiyle ilgili onların sevinçleriyle sevinmek, mutluluk dileme anlamında bir söz.
Müteessir Olmak; Teessürlü olmak. Üzüntülü, üzülmüş olmak. etkisinde kalmış, etkilenmiş olmak.
Nasibini Almak; Payına düşen kazancını, kaybını, neşesini, belâsını sahiplenmek, artısına, eksisine rıza göstermek.
Sadede Gelmek; İlgisiz sözleri bırakıp asıl konuya gelmek. Maksada dönüp açıklamak. Konuya girmek.
Şeytan Dürtmek; Durup dururken uygunsuz, kötü bir davranışta bulunmak, kötü bir şey yapmak.
Şeytan Tüyü Olmak; Kusurlarına rağmen kendisini herkese kolaylıkla sevdiren kişilerde bulunan özellik.
Tekmil Vermek; Bir astın, bir üste bir iş veya durum konusunda bilgi vermesi.
Terslemek; Bir kimseye gönül kırıcı, sert sözler söylemek, ters davranmak, onu azarlamak.
Zıbarmak; Çok içip sızmak, yatıp uyumak, ölmek, gebermek.
(3) Art Düşünce; Art niyet. Bir düşüncenin arkasında gizli tutulan asıl düşünce.
Boş Gezenin, Boş Kalfası; Yapacak işi olmayıp vaktini sağda-solda boşuna harcayan, ya da harcamaya meyilli olan (boş gezen) insanlar için kullanılan bir halk deyimidir. Bir bakıma aylak, avare.
Çi Börek (Çibörek); Çok kimsenin çiğbörek telâffuzunun aksine; kıyma, soğan ve baharatın açılmış yufkaya çiğ olarak konulması ve kızartılmasıyla yapılan geleneksel bir Tatar böreğidir.
Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar. Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği.
Eften Püften; Baştan savma yapılmış, dayanaksız, dayanıksız, derme çatma, çürük, değersiz.
Hüsnü Kuruntu (Hüsn-ü Kuruntu); Zararsız kuruntu, güzel kuruntu anlamlarını içermekte. İhtimali bulunmadığı halde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, kendini buna inandırma. Herhangi bir durumu kendince, bencilce iyiye yorumlamak denilebilir. (Süslü Kuruntu; Avam dilindi söyleniş biçimi.)
İçten Pazarlıklı; Alçak, korkak, namert, sadist.
Kondumcuk Kuşu; Aslında böyle bir kuş ve lügatlerde yer alan böyle bir deyim de yoktur. Ancak yöremde; “Olur-olmaz yerlerde duran ve kalkmayan, oturma adabını bilmeyen, misafirliklerde vaktinde kalkıp-gitmekten anlamayan kişiler” için kullanılan bir deyimdir. Öyküde oturma adabını bilmeyen, gereğini yapmaktan vazgeçmeyen Azrail anlamında kullanma gayretini yaşadım. Bir yerde geçici bir süre kalmak, bulunmak anlamında da kullanılan yerel bir tabir.
Lây Lây Lôm; Önemli olayları önemsemeyen, umursamayan, dünyadan haberi olmayan, sorunlarla ilgilenmeyen, gamsız tasasız insan tipi.
Mahrecine İade; Asıl anlamı; Gümrüğe gelen bir eşyanın vergileri yatırılmadan satıcısına ya da aynı ülkedeki başka bir alıcıya gönderilmesi olmakla beraber, meselâ nişanda takılan bir kısım ödüllerin, nişanın bozulması nedeniyle sahibine iade edilmesine, bir mektup, bir tebligat kabul edilmemişse gönderildiği yere iade edilmesine dair kullanılan söz.
Susak Ağızlı; Yöresel olarak anlamsız, boş konuşan, boşboğaz, geveze.
Şamar Oğlanı; Osmanlı Saraylarında (belki başka ülkelerin asilzade ortamlarında da) padişahın oğluna (veliahda) ders veren öğretmen ders sırasında veliaht yanlışlık yaparsa onun yerine dayak attığı avamdan bir çocuğa verilen ad. Günümüzde ise; herkesin, hırsını, hıncını aldığı, menfaatlerine el koyduğu, sırtından yararlandığı kişi anlamındadır. Belki bir bakıma “Günah Keçisi” demekte de mahzur yok, gibime gelir.
Şeytani Zekâ; İnsanı bir anda baştan çıkarabilecek, karşısındakinde canlılıklar yaratabilecek, genel olarak tehlikeli olabileceğinden bahsedilecek zekâ.
Tektaş Yüzük; Aşkın ve bağlılığın simgesi ve kalbe giden en yakın damar olan sol elin dördüncü parmağına takılan genelde pırlanta olan yüzük.
Yarım Ağızla; İsteksizce, istemeye istemeye, niyetini saklayarak...
(4) Yes, please! Evet, lütfen, “No, thank you!” Hayır, teşekkür ederim anlamında İngilizce cümlelerdir.
Ja,bitte! Evet, lütfen, “Nein, danke!” Hayır, teşekkür ederim anlamında Almanca cümlelerdir.
Clever girl! Zeki, akıllı kız İngilizce.
Cleveres Madchen! Zeki, akıllı kız Almanca.
(5) Sütçü Beygiri; Çok tembel, miskin, aheste, aksak, çok yavaş gidildiğinde söylenen bir tekerleme. Aslında; “Sütçü Beygiri Gibi Ayakta Uyumak” şeklinde kullanılan bir deyimdir.
(6) Azıcık Aşım, Kaygısız Başım; Aralıksız çalışarak, çeşitli sıkıntılara göğüs gererek zenginlere özgü bir hayatı bir hayat yaşamaktansa, didişmelerden ve çekişmelerden uzak, gösterisiz ve sakin bir hayat sürmek daha yeğdir.
(7) Gözlerimi kaparım, Vazifemi yaparım; Bir astın yasal ise amirinin verdiği emirlere uyarak gereğini yapması. Haldun Taner'in 1964 yılında yazdığı iki perdelik tiyatro oyunu. Oyun, II. Meşrutiyet'ten 1960'ların sonuna kadarlık bir zaman diliminde Türkiye yakın tarihinde gerçekleşen toplumsal değişimleri Vicdani ve Efruz adlı iki karakterin yaşam hikâyeleri aracılığıyla anlatır.
(8) Dolaştım Güllüşah hep senin için… şeklinde başlayan Rasim YILMAZ’ın derlediği Âşık İhsani DUVAR’ın meşhur ettiği Artvin yöresine ait Türkü. Birçok ilimizin adının geçtiği türkünün nakaratı; “Dolaştım Güllüşah hep senin için” şeklindedir. Bunun benzeri bir türkü de; “Acep gezsem ala gözlüm var m’ola?” şeklindedir, Karacaoğlan’a aittir (sanırım).
(9) Sağ elinle yaptığının sol elinden haberdar olmaması; Bir hadis değil, Kur’an’da bir itiraf. Aslında; “Birine yaptığın iyiliği gizli tut, herkesin önünde yaparsan o kul incinebilir!” Ve gösterişi yasaklamaktadır. Günümüzde fitre, fidye ve zekâtların uygulamasına yanlış olarak “Alıp kabul ettin mi?” gibi rencide edici bir uygulama. Yapılmamalı, bence! Asıl olan kişinin kendisini göstermesi değil, kendini göstermeden muhtaç olanı sevindirmesidir.
İyilik yap denize at, balık bilmezse Hâlik bilir. İyilik yapmanın karşılık beklemeksizin yapılmasının gerektiğinin, iyilikle yapılan hiçbir şeyin karşılıksız kalmayacağının ifadesidir.
Zimem Defteri; Osmanlı’da borçların yazılı olduğu “Borçlar (Bir bakıma Versiye) Defteri” anlamında olup yaygın bir yardımlaşma geleneğidir. Varlıklı kişilerin bu defterden muhtaç olanlara yaptıkları yardımlar sağ elin verdiğinden sol elin haberinin olmaması amaçlanmıştır.
(10) Boğaziçi’nde, Bir fakir Orhan Veli’yim… Orhan Veli KANIK’ın “İSTANBUL TÜRKÜSÜ” şiiri. Son dizeleri şöyledir; “İstanbul’da Boğaziçi’ndeyim, Bir fakir Orhan Veli, Veli’nin oğlu, Tarifsiz kederler içindeyim…” Şiir, Şekip Ayhan ÖZIŞIK tarafından Hicaz Makamında bestelenmiştir.
(11) KARATEKİN, Erol. 2007 Yılı. “İSTANBUL ÜZERİNE İNKİSAR” (İlk kıta).
(12) KARATEKİN, Erol. 2005 Yılı. “BİLECİK” (İlk kıta).
(13) KARATEKİN, Erol. 1998 Yılı. “ANKARA” (İlk kıta).
(14) KARATEKİN, Erol. 2007 Yılı. “YALNIZCA BİR”
(15) Namazda niyeti olmayanın, ezanda kulağı olmaz; Namaz kılmak isteyenler için okunan ezanların bir anlamı ve önemi vardır. Benzer biçimde insan bir şeyle ilgileniyor ve ona karşı istek duyuyorsa, o şeyin ayrıntılarıyla da ilgilenir, onunla ilgili konuları merak eder, istemiyor ve ilgilenmiyorsa ayrıntılarıyla uğraşmaz, önemseyip ilgilenmez.
(16) Şeyh Edebali; (Ede Şeyh olarak da anılır) Osmanlı Devletinin manevi kurucusu, aslen Kırşehirli olup Türbesi Bilecik’'tedir. Kızı Mal Hatun’un türbesi de aynı yere yakındır. Osman Gazi’nin Osmanlı Devletini kurması ile ilgili rüya olarak belirtilen güzel bir hikâyesi vardır.
Yıldız; Şeyh Edebali'nin eşinin esas adı Ildız olup yıldız anlamındadır. Ildız aynı zamanda gün dönümünden önceki 10 günü de simgeler.
Bu arada bir övünme vesilesini de kaydetmezsem olmaz; Ertuğrul Gazi, Edebali’nin kızı Mal Hatun’u oğlu Osman için istediğinde dünür olarak gidenlerden birinin Kara Tekin olduğu tarih kitaplarında yer almaktadır.(Memleket de; BİLECİK)
Tüm bunların ışığında Edebali’nin şu öğütlerini de farz niteliğinde yazmayı görev biliyorum: “Toprağa bağlanın! Suyu israf etmeyin! Mirasınızın sağlam kalmasına dikkat ediniz! Veriniz, cömert olunuz, ellerini: yumuk kalmasın! İlim sahiplerini koruyunuz! Ağaç dikiniz! Ödünç aldığınızı fazlasıyla iade ediniz! Kur'an’ı Kerim’i güçlü olmak için okuyunuz! Bağınızı, bahçenizi viran bırakmayınız! Hadis ezberleyiniz! Bildiklerini öğretenler unutmazlar! Asıl ölüm ilimden payını almayanlarıdır! Faydalı ile faydasızı bilenler bilgi sahipleridirler.”
(17) Bilecik Mülâkatı; Milli Mücadele döneminin önemli kırılma noktalarından biri olan ve tarihe ''Bilecik Mülakatı'' olarak geçen 5 Aralık 1920 tarihinde, Mustafa Kemal Atatürk, İstanbul Hükümetinin temsilcileriyle Bilecik İstasyon Binasında bir araya gelmiştir.
(18) Ertuğrul Gazi; Osmanlı Beyliği'nin kurucusu Osman Gazi'nin babası ve Selçuklu Uçbeyi. Ertuğrul Gazi'nin Türbesi Bilecik ilinin Söğüt ilçesinde bulunmaktadır.
(19) Ankara Muharebesi; Farklı kaynaklara göre 20 veya 28 Temmuz 1402'de Ankara'nın kuzeydoğusundaki Çubuk Ovası'nda, Osmanlı Devleti ile Timurlular arasında gerçekleşen muharebedir. Timurluların kesin zaferiyle sonuçlanan muharebe sonrasında, Osmanlı Padişahı I. Bayezid Timurlulara esir düşmüş ve devlet, Fetret Devri olarak bilinen 11 yıllık hükümdarsız bir döneme girmiştir.
(20) Bilecik (Manav) Mantısı; Kayseri mantısından farklıdır. Mutlaka yağsız kıyma, ayrı ayrı tepsiye diziliş, fırınlama, et suyuyla takviye, tereyağı, salça, sarımsaklı yoğurt, pul biber, nane donanımlı olarak servis. Ve mutlaka rastlayan kişiye şans getireceğine inanılan bir düğme katkılı mantı.
Bilgi amaçlı olarak Bilecik Rakısı; Bilecik Müskirat Fabrikasında İstepan BERBERYAN tarafından üretilen 45 alkol derecesi olan Rakıların Kralı olarak anılan bu rakı, 1930 lu yıllarda Fransa’da altın madalya kazanmış olup Atatürk’ümün en sevdiği rakı olarak anılmaktadır. İkinci cins olarak da Dimitrokopulo rakısı gösterilmiştir. Bu arada gençliğimde geniş mideli bir araknuş (rakı sever, rakı sevdalısı, rakı aklından çıkmayan gibi anlamları olsa gerek) olduğumu itiraf etmekten çekinmiyorum. Arak ve nûş kelimelerinin ikisi de aynı anlamlardadır, ancak araknuş nasıl meydana konmuştur, bilemiyorum.
(21) Yatcaz, kalkcaz; Gülşen isimli sanatkârın; “Bir açıldım, bir kapandım...” diye başlayan şarkısında üç kez tekrarlandıktan sonra “Hoop ordayım!” dediği şarkı.
(22) Bir çocuk şarkısı ya da tekerlemesi; Erken yatarım, erken kalkarım, bir yumurtayı sütle çalkarım, kızarmış ekmek, biraz da peynir, aman efendim, ne güzel yenir…” şeklinde devam eder, yaklaşık70 yıl kadar önce söylenmiş…
(23) Gak-Guk; Etmek eklentisi ile bir şeyi söylemekten çekinmek, kekelemek, kaba anlamda mantıksızca dolambaçlı bir şekilde söylemek olmakla beraber, yöresel bir terim olarak ikindi kahvaltısı şeklinde yiyecek-içecek, ikram edilecek şeyler (kurabiye, sandviç, meyve, çerez, gibi şeylerle nefis köreltmek) anlamlarında kullanılmaktadır. Yanlış aklımda kalmadıysa bir masalda; Keloğlan Zümrüdü Anka Kuşunun sırtına binip Kaf Dağına doğru prensesini devden kurtarmak için yola çıkıyordu. Eee! Yol ve yolculuk uzundu tabii. Keloğlan heybesine yiyecek ve su koymuştu ve Zümrüdü Anka Kuşu “Gak!” dedikçe yiyecek, “Guk!” dedikçe de su veriyordu. Sanırım yöreme, yöresel bir terim olarak bu sebepten yerleşmiş olsa gerek!
(24) Asırlardır yalnızım, pişmanım alın yazım… diye başlayan, “Yemin Ettim” isimli Kayahan ACAR’a ait Hicaz Makamındaki Türk Sanat Müziği şarkısının nakaratı; “Sana sevdanın yolları, bana kurşunlar…” şeklindedir.
(25) Sen geldin ya, güneş doğdu sandım; Bu sözün öyküsünü anlatmam gerek; Fuzuli cam kenarında sevdiğinin yolunu gözlerken onun geldiğini görür ve mumu söndürüp kapıyı açar; eve uzaktan yaklaştığında mumun yandığını fark eden sevgili dayanamaz sorar; “Az önce mum yanıyordu, şimdi niye söndü?” Fuzuli'nin cevabı manidar ve derindir; “Sen geldin ya, güneş doğdu sandım!”
(26) Bir daha mı geleceğiz dünyaya… Sözü işitince, şarkıyı yazmadan geçemedim; Aslı; “Bas bas paraları Leylâ’ya, bi daha mı gelicez dünyaya” şeklinde olan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; İlhan Behlül PEKTAŞ’a, Bestesi; Avni ANIL’a ait olup eser Kürdîlihicazkâr Makamındadır.
(27) Edirne’den Van’a kadar; Cahit Külebi’nin “ATA’YA AĞIT” Şiirinde bu dize başlangıç olarak; “Edirne’den Ardahan’a kadar…” şeklindedir
(28) Rüzgâr uyumuş, ay dalıyor, her taraf ıssız / Bak, çıt bile yokkorkma benim bahçede yalnız… Güftesi; Cenap Muhittin KOZANOĞLU’na, Bestesi Refik FERSAN’a ait Acemkürdi Makamında Türk Sanat Müziği eseri.
(29) Apansız uyanırsan gecenin bir yerinde… şeklinde başlayan Hicaz Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Ümit Yaşar OĞUZCAN’a, (“BİRGÜN”) Bestesi; Rüştü ŞARDAĞ’a aittir.
(30) Kur’an Zariyat Suresi, 49. Ayet; “Hem her şeyden iki çift yarattık ki, düşünesiniz. Ve her şeyin karşıtını yarattık ki (Allah'ın Tek olduğunu) anlayabilesiniz. Düşünüp ibret alasınız diye her şeyden (erkekli dişili) iki eş yarattık. Her şeyden iki çift (erkek dişi) yarattık ki düşünüp öğüt alasınız.” Ayete göre; Her insanın birbirinin aynısı iki tane yaratıldığı bidattir.
(31) Kalp Kalbe Karşıdır; İnsan kalbi, diğer birinin kendine karşı sevgi mi, nefret mi beslediğini hisseder, sevgi varsa sevgi, nefret varsa soğukluk demektir.
Uyandım seninle birden… şeklinde başlayan “Kalp kalbe karşıdır, derler” Aslı GÜNGÖR
Kalp kalbe karşıdır derler, onun için sormadım… Güftesi; Turhan TAŞAN’a, Bestesi; Coşkun SABAH’a ait olan Türk Sanat Müziği eseri Hicaz Makamındadır.
(32) Kız Seni Alan Yaşadı; Sözlerini Hakkı YALÇIN'ın yazdığı, Mustafa SANDAL'ın besteleyip seslendirdiği “Kız sen ne güzel bakıyorsun?” diye başlayan şarkının nakarat bölümü; “Kız seni alan yaşadı, dertlerini de boşadı!” şeklindedir.