Dünyanın en güzel şehirlerinden, harika, fevkalade, mükemmel gibi sözleri hak eden mezarı Bursa’da olsa da muhteşem eserleri ve müzesi ile Sanat Güneşimizi gönlünde, Heredot ve Halikarnas Balıkçısını topraklarında muhafaza eden, mezarı İstanbul’da olan Neyzen Tevfik’i doğumunda kucaklayan bir şehir burası…
Kirletmek için insan denen yaratıkların var güçleriyle uğraştıkları güzel, mavi, engin, aydınlık bir denize sahip bir diyardan, Bodrum (Halikarnossos)’tan bahsediyorum.
Ve Balıkçı’nın o şaheser dizeleri geçiyor dilimin ucundan;
“Merhaba!
Yokuşbaşına geldiğinde Bodrum’u göreceksin.
Sanma ki sen geldiğin gibi gideceksin.
Senden öncekiler de hep böyleydiler.
Akıllarını hep Bodrum’da bırakıp gittiler.”
Sadece meşhur ve mütevazı(1) kişileri ile değil, sonradan görmeleri ve kendilerini bir şey sanan komprador(1), maganda, kodaman(1), montofon(1), hanzoları(1) ile de bilinen, görünen şehir yapıları, tarihi eserleri ile de göze batmakta; Bodrum Kalesi, Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi, Antik Tiyatrosu, Myndos (Diktiri) Kapısı vb. gibi.
Diğer özellikleri? Her şeyi bir öykü içine sığdırılabilenlerden öğrenmek yerine, hiç de zahmet olacağını sanmadığım bir şekilde “Kişi; yaşamındaki eksikliği tamamlasın!” demek isterim.
“Bekle beni geliyorum
Dünyanın merkezi Bodrum
Daha sonra geçeceğim Datça’ya
İşte budur anlatmak istediğim durum. (2)”
Maalesef gamsız, kayıtsız, kendi halinde, hatta vurdumduymaz, boş gezenin, boş kalfası(3) olan o insanlardan biri de benim. Her yıl birkaç günlüğüne İzmir’e, Bodrum’a ve kısmen de Datça’ya üleştirdiğim tatil günlerimde mutlu olmaya çalışıyordum, devamında gelecek koca şehirdeki iş ortamının kendine has dertlerini düşünmeksizin, düşünmek istemeksizin.
Evet! Tarif olarak eli poposunda dolaşan, dünya umurunda olmayan, kendinden başkası kalmayan bir ailenin bir tanesiydim. Başına buyruk, tüm bir yıl beygir gibi çalışıp da 10-15 günü ekonomik durumunu da dikkate alarak, kendi başına yalnızlığı, hatta kimsesizliği ile üleşen, yirmi beşlerini geçmiş, otuzlarına çeyrek kalmış biriydim.
Fazla teferruata inmeme, girmeme gerek yok, klâsik Türk’tüm kısaca.
İtiraf etmeliyim ki; ne yaşamım, ne devamı, ne de ilerisi geleceğim için hiçbir plân ve programım yoktu, bu tatil günlerimde. Nerde akşam, orda sabah yaşamımın ayırabildiğim belirlenen süresini keseme göre bedenime özgürce yaşatıyordum.
“Dünya var imiş, ya da yoğ imiş…(4)” felsefesinde, başıboş yılkı(1) gibi gençliğini henüz terk etmediğini sanan bir…
Meselâ adamdım, hem de gönlü boş…
“Dalgaların sessizliğinde
onların musiki dolu ritminde
ve palmiyelerin salınımında
kendini arayanım
ben
ve
kendini bulamayan…(2)”
Yakışıklı sayılmasam da, çirkin de değildim, sanırım! Boy-bos, kaş-göz, saç-baş, giyim kuşam, velhasıl kelâm, aleyküm selâm, tamam...
Her yer benim, hiçbir yer benim değil! Bu nedenle ufacık bir valiz, bankamatik kartım, cep telefonum, diş fırçam yeterliydi. Jilet, tıraş köpüğü falan, önemsizdi, dinlendiriverirdim sakallarımı, yüzümü!
Ya da berberler ne güne duruyordu, beş dakikada (Reklâm olmasın, taraftar olduğum anlaşılmasın!) Dikilitaş, Çemberlitaş, bir sürü taş işte! Gerekmeyenleri, boş ver, kirlenenleri at, yenilerini al, bir denizden çıkış ertesinde giyin! Nihayeti 10-15 gün para bile gerekli değil!
Eksikliğim? Aslında yok! Bazen şair olurum, ancak müteşair(5), karışık-kuruşuk bir şeyleri yüklerim cep telefonuma anında, gece-gündüz fark etmeksizin, deniz kenarında kumsalda, gölgeliği olmayan sahiplenilmemiş kanepelerin çoğu benimdi, birini sahiplenirdim yazmak için.
“Ol mahiler ki derya içredirler
deryayı bilmezler(6)” demiş biri
Ben derim ki;
“Bir kısım insanlar cennettedirler”
ama
“Cenneti; öldüklerinde gidecekleri yer”
sanırlar.
Hazin! (7)”
Ama dikkat ederek, çünkü boyası güneşin alnında çözülmüşse bir mendilimi feda, heba etmeyi göze alır, öyle desteklerdim dizeleri, eğer titizliğim sırasında aklımdan kaçırmamışsam!
Bazen öyküler oluşur beynimde aynı konumda, satırbaşı, kısa bir çözüm ve ne? Sonunu getiremem bir türlü, alıp başını giden öyküyü zapt edemem evime döndüğümde. Bakarım ölmüştür garip kahraman, ölmesi gereken ise sağ-salim sırıtır bana öyküm sonunda…
Bazısı Türk Filmleri gibi yürür, aşk, macera, trajedi, komedi, merhamet, kıskançlık, şüphe, intihar…
Beni ilgilendirmez sayfalarca ilerlemiş olsam da.
Ve en iyi başardığım şey, bir koli içinde topladığım müsveddeleri her ihtimale karşı enine-boyuna dört parçaya ayırır ve Geri Dönüşüm Kutularının kâğıt bölümlerine serpiştirerek sererdim.
Üstesinden gelmeye çalıştıklarımın bir kısmı ise gidişatı beğenmez, üstelemem yarım-yamalak bitirmemiş olarak bir dosya içine koyar, üstüne eğer başlangıcında isim verebilmişsem ismi, koyamamışsam koca bir soru işaretini iliştirirdim.
Böyleleri her ne kadar başka türlü telâffuz ediliyorsa da (genelde) eşref saatimi(3) beklerdi, ya da bir tesadüfü, bir hatayı, bir kusuru vb…
Eşref saati denk gelince öykü tamamlanmak ister, tamamlanır da bazen, ama benim istediğim gibi değil, kendi istediği gibi. Bir nebze “Zapt etmek” başlığı altında söz etmiştim zaten. “Siyah” demem gerekir, beyaz olur, memnun olurum, tersi ise hüznümdür. Aynı şekilde saadet, mutluluk; bedbahtlığa, yaşam; ölüme dönüşür.
Karamsarlık egemen olur dünyama, gene de bilgisayarda Masa Üstüne istiflerim bu tür öyküleri…
Ekran dolsa da kendi hallerinde beklemelidirler, eğer haince davranmakta başarılı olamamışlarsa! En son şansım, ekranın boşalmasına bir flash belleğin(3) yardımcı olmasıdır!
Neyse ilgisiz teferruatı ve reklâmları bir kenara bırakayım.
Kendi halimde bir yaşam biçiminde ayaklarımı azat etmiş, sahil boyu yürümekteydim. Sabah kahvaltısı ertesinde ne halt etmeye o birayı höpürdettiğimin anlamsızlığı içinde mayışmış, uyuklar gibiydim.
En iyisi bir tekne turu yapmayı düşünmemdi. Çok zaman; “Hani, Meselâ” kapsamlı, yaşadığım çevrede yokmuş da, bulamamışım da, bu tekne turunda isteyip arzuladığım gönlümün sultanıyla karşılaşacaktım! İnsanın batıl itikat(8), hurafe(8) gibi heveslere inanç şeklinde yaklaşımı olsa da bu, benim için geçerli bir örnek olamazdı.
Kaba anlamda niyetliymiş gibi içimden geçiriyor olsam da, düşünce olarak; “Gökten halka yağsa, biri bile başımdan geçmezdi!” Cümlenin devamına gerek yok! Ayrıyeten balıklar sırf benim için kavak ağaçlarına tırmanmaya mı, mandalar söğüt dallarına yuva yapmaya mı çalışırlardı ki? Hülyaların da, rüyaların da sınırlı olması(9) gerekli değil miydi?
“Dalgaların ritmi nasıldır?
Bilir misiniz?
Musikinin do’su, re’si gibi
Metronomun salınışının
Ya da bir saatin tik-takları gibi
Nefes alıp-veren bir insanın yaşamı gibi
Ama tek fark insan için
bu seslerde ölünmez
hatta
ölünemez…(10)”
Teknede miskinliğim yok olmuş, dürüst olmam gerekirse ayılmıştım. Tekne beni kendi halimde edeplice gezdirmiş, gazetemden tek bir satır bile okumaksızın, tekne ilerlerken denizin neden arka arkaya gittiğine akıl erdirememe hakkımı kullanmıştım!
Bizi takip eden martıların köpükler arasında nevalelerine(1) ulaşma gayretlerini izlerken dönüşüm tamamlanmıştı, başlamanın bitmesinin gereği gibi…
Tekne beni Datça’ya gidecek feribotun neredeyse yanı başına bırakmıştı. İnsan tesadüflerden yararlanmalıydı. Beni şu anda Bodrum’a bağlayan bir neden yoktu. Ama her nedense gitmekle gitmemek arasında bir ikilem yaşar gibiydim, bilet gişesinin hemen önüne yakın.
Hava güzeldi…
“Rüya ve hülya yaşanmaz
hissedilir
Sevgi ve aşk hissedilmez
(belki, ama)
Yaşanır! (10)”
O civarda küskünce, benimle yaşıt gibi, ya da olsun, olsun da benden bir yaş kadar büyük olduğunu sandığım, adım atıp atmamakta tedirginliğini sezdiğim bir bayanı görünce merakım; gidip-gitmeme konusunda kararsızlığımı işleme koymamı ertelememe neden oldu. Yanına yaklaşıp Türkçe sordum;
“Söylemek istediğiniz bir şey mi var bayan?”
Ya anlamamış, ya anlatmakta zorlanıyor, ya da ben anlattığımı sanıyor olmalıydım, İngilizce sordu, ben de aynı lisanda konuşma gayreti yaşadım;
“İngilizce konuşuyor musunuz?”
“Biraz! Yavaş konuşursanız anlayıp derdinizi çözmenize yardımcı olabilirim!”
“Tamam! Hırsızlar çantamı çaldı! Param, telefonum yok! Datça’ya gitmeliyim, ailem orada! Bana bilet alır mısınız? Sonra adres verin, ödeyeyim!”
Hemen feribota bilet aldım ve gerekebilir düşüncesiyle bilete 100 lira iliştirdim.
“Adres?”
“Gereksiz!”
Saklanmak gayretindeydim, ülkeme gelmiş bir turisti ülkemin kazanmasının gerektiği düşüncesindeydim. Ayrıca; “İyilik yap, denize at!” felsefesinin hükmü altındaydım.
Akıllı kadındı, benim akılsızlığım ve gabi oluşum oranında;
“Telefonunuzu verir misiniz, aileme haber vermeliyim!”
“Çok kısa! Vapurun kalkmasına iki dakika kaldı!”
Söylediklerini anlamama gerek yoktu, hem öylesine hızlı ve alelacele konuşmuştu ki, anlayabildiğim;
“Hırsız çantamı çaldı, vapura bindim, karşılayın!”
Benden söz etmemişti, vapur düdük çaldı, telefonu elime sıkıştırdı, vapur iskelesi kalkma hamlesine başlamak üzereyken yetişti ve beklentim varmış gibi iskele hareketine devam ederken, üzerinde durup iskele görevini tamamladıktan sonra da görünecek şekilde durarak ufukta görünmez oluncaya kadar el salladı.
Datça’ya gitmekten vazgeçtiğim anlaşılmıştır herhalde? Nedeni Datça’ya kadar sohbet, açıklarımın genç kızın IQ(1) derecesi nedeniyle yakalanacak oluşu, karşılandığında beraber olmamız halinde borcunu ödeme gayreti yaşaması gibi ihtimallerdi.
Üstelik Datça’ya gitmekten de “Şimdilik” kaydı koymayı da esirgeyerek temelli vazgeçtim. Ola ki bir çuval pirinç içinde beyaz bir taş parçası olsam da, karşılaşma ihtimalimizin, o taşı bulmak gibi ihtimalini göz ardı edemezdim.
Ve dahi borcunu ödeme dileklerini reddetmekte mutlaka sıkıntı çekerdim.
Onun eline koz verdiğimi ancak idrak edebildim(11), aklıma getirebildim. Ailesiyle görüşmesi için telefonumu vermiştim kendine, beni ismen tanımasa da, aradığı telefon numarası babasının telefon ekranında gözükmüş olacağından benim telefon numaramı mutlaka görmüş olsa gerekti. Nitekim bir otel lobisinde çay içerken arandım;
“Ben Leylâ’nın babası Suat. Adınızı bilmiyorum, kızıma dar bir zamanda yardımcı olmuşsunuz. İyiliğinizin altında kalmak istemem!”
“Türkçeniz mükemmel, oysa kızınız…”
Türkçesi için “Mükemmel” değilse de “Çok iyi” demem gerekti.
“Evet! İngiltere’de doğdu, orda eğitim aldı, mastır yaptı(11), Türkiye’de özel bir kurumda çalışıyor. Genelde hafta sonu tatillerinde azıcıktan biraz çok da bana yardım ediyor. Yaz tatili için Datça’ya dayısının yazlığına gelmiştik. Ailece hepimiz Türk’üz. Ancak konu bu değil, lütfen söyleyin, ödeyeyim!”
“Önemli değil efendim! Bir Türk, dar durumda kalan bir Türk kardeşine yardım etmiş. Ben unuttum, siz de unutun lütfen ve bağışlamanız dileğiyle telefonu kapatıyorum…”
“Dur! Kapatma! Leylâ’da konuşmak istiyor!”
“Senin adın kim?”
“Önemsiz!”
“Bana ait önemli!”
“Ne olacak, peki?”
“Sevecek ve teşekkür etmek vazifem!”
“Gereksiz! Telefonu babanıza verir misiniz lütfen?..
Bakın Amca Bey! Kendinizi üç beş kuruşluk bir şeyi ödemek için zorunlu hissetmeyiniz lütfen! Ben mutlaka sizin de yapacağınıza inandığım, bence güzel bir şey yaptım, bu önemli değil! İsmim Mehmet!..
Mutlaka ödemeyi arzuluyorsanız aynı miktarı, ya da üstüne üç-beş lira daha ekleyerek bir hayır kurumuna yardım olarak yatırın. Sonrası siz sağ, ben selâmet. Benim tatilim bitti. Bu gece otobüsüyle Ankara’ya dönüyorum efendim. Sizlere sağlıklı günler ve iyi bir tatil dilerim!”
Yalandı! Tatilime daha yeni başlamıştım. Ancak birine yardımcı oldum diye kubarmama(12), da gerek yoktu.
“O zaman Ankara’da görüşmek üzere telefon numaramı kaydedin. Leylâ’ya yeni bir telefon alacağım. Alacak-verecek konusunu artık aranızda halledersiniz, ben karışamam!”
“Peki, efendim!”
Da…
Ne olacaktı?
Sular-seller(11) gibi İngilizce bilen biriyle, yarım-yamalak(3) İngilizcemle karşılaşıp “Lütfen, yavaş konuşunuz!” diyerek anlamaya mı çalışacaktım söylediklerini, yoksa hemen İngilizce dil kursuna mı başlayacaktım, paramı alıp sırtımı mı dönecektim, telefonumu mu değiştirecektim bulunmamak için?
Yoksa olacak iş değil gibi görünse de mantıken söylenebilecek şekilde; “Türkçeyi iyi ve çabuk öğren kız!” mı deseydim? Ya da en iyisi suya-sabuna dokunmaksızın(11) tarihin akışına mı bıraksaydım kendimi, aklıma başka hiçbir şey getirmeksizin, aklımdan hiçbir şey geçirmeksizin.
Eğer, tüm yaşadıklarımı ve bu aklımdan geçenleri birilerine anlatmaya kalksam, kahkahalarını civar mahalleler değil, ilçeler bile duyarlardı, eminim.
Üstelik…
İnsanın aklına gelmeyen, gelmeyecek, gelmesi imkânsız kapalı kutu içindeki bir şeyler gibi düşünmem de mümkün değildi, her ne kadar, güzelliği aklımda kalmamışsa, ya da çok dikkatli bakıp güzelliğini beynime işleyememişsem de!!!
Üstelik varlıklı olduğunu tahmin etmek yanında, babasının sözüne göre lisan bilgisi nedeniyle hatırı sayılır bir işi olduğunu da kabullenmem gerek…
Kısaca tam darbımesellik(1) olay; gül dalında gonca-çölde kaktüs, kanarya-karga örneği gibi…
Atalarımızın söz konusu ettiklerine göre % 99 kaçmak, % 1 görünmemek kurgusunu % 100 oranında gerçekleştirmek en iyi çözüm olacaktı. Datça’ya gitmeme kararımla zaten % 1 hakkımı başarıyla kullanmıştım. % 99 hakkımı kullanmak için de yalanımı doğrulamam, bu sene tatil hakkımı kullanmayıp Ankara’da geçirmeliydim.
Teker üstü, motor önü, son koltuk, sol koltuk demeksizin % 99’u deneyecek, başarılı olmaya çalışacaktım.
Başardım da…
Son koltuk…
Ve neden gerektiğini anlamaksızın hareket saatine kadar ziftlenme ve mentolle kokumu yanımda oturandan saklama gayreti ve sohbet dışına kaçmak için uyuklama moduna geçiş…
Günler geçiyordu ve hiç olmazsa kendime yönelik dürüst olmam gerekliliği ile; “Hastanın şifa ve sabahı beklemesi(13)” gibi, ben bana ulaşılacak telefonu bekliyordum.
Günlerden bir gün sabahın er vaktinde, işe gitmek üzereyken telefonum, alışkın olmadığım bilmediğim bir numarayla çaldı. Reklâm, ya da ikaz olacağını sandım, felsefem de o doğrultudaydı zaten, açmadım.
Bir süre sonra aynı numara tekrar göründü ekranda, “Acaba?” tereddüdüyle açtım;
“Mehmet?”
“Leylâ Hanım!”
“Hanım? Nedeni, nedir?”
Şaşkındım, yaşamımda ilk kez bir bayanla, yani bir hanımla konuşuyor gibiydim ve kaz kafalı(3) olma hakkımı; “Eee! Benden yaşlısınız da…” şeklinde zırvalayarak süslemek istemedim.
Suskunluğumla geçen zamanın farkında değildim, karşımdaki İngilizce olarak, bombardıman şeklinde ve fakat anlaşılır bir dille, yavaş ve sanki bizden başka birileri bizi dinliyormuşlar gibi sessizce konuşmaya devam etti;
“Susuyorsunuz, nedenini bilemiyorum! Centilmen ve yardımseversiniz, biliyorum. Söz veriyorum, borcumu ödemek için değil, sizi görmek…
ve tanımak için yer ve zaman söylemenizi bekliyorum…”
Duraklamasının anlamını çözümlemem zor olamazdı.
“Gördünüz ya! Alelade, ukalâ biriyim!”
“Çekindiğinizi hissediyorum!”
“Olabilir, olmayabilir de! Peki, Leylâ Hanım, yer ve zamanı siz söyleyin, orada sizi bekliyor olacağım, söz…”
Ve teklif etmemin tam zamanıydı;
“Ve de ben sizi çok iyi anlamak için İngilizceniz kadar olmasa da Türkçemizi kimliğinizle pekiştirseniz, diye tekrar ettiğim ukalâ davranışımı bağışlamanızı dilesem çok mu erken…”
“Yoo! Ama bu konuda geciktiğimi kabulleniyorum, hemen değilse de kısa süre içinde Türkçe anlatmaya çalışacağım içimden geçenleri…”
Karmakarışık Türkçe-İngilizce karışık salata gibiydi söylemi ve amacının kısa kesmek olduğunu fark ettim sözlerinden;
“Bu akşam saat 20, Palas X, Roof’ta ikimiz adına masa ayırttıracağım Mehmet! İyi günler!”
“Hanım” sözüme inat eder gibi, Allah inandırsın, ismimi “Mehmet!” diye üstüne basarak öyle bir şiddetle vurgulamıştı ki?
Yerime oturup da menü listesine baktığımda neredeyse yerimden zıplayacaktım. Maaşımla, böyle bir yerde ancak iki kez bilemedin üç veya dört kez yemek yiyebilirdim, o da bildiğim şeyler olarak. Yoksa bırak İngilizceyi Fan-Fin-Fon ya da daha doğrusu Sanskritçe(1) yazılmış listede anladıklarım oldukça sınırlıydı.
Gene de; “Eh!” demek mecburiyetinde hissediyordum kendimi. Dürüstlüğümü tekrarlamam gerekirse; “Etkilendiğimi itiraf etmem gereken, sonuçsuz kalacağına adım gibi emin olduğum bir hanımefendi için bir aylık maaşımı masada bırakmam mukadderse, bırakmaktan çekinmeyecektim!”
Öyle muhallebi çocukları, ya da bıçkın kabadayı görünümlü hanzolar gibi kadın eline bakmak, kadının ödemesine göz yummak bana yakışmazdı, karşımdaki kişi varlıklı olduğunu nasıl ve ne kadar hissettirirse hissettirsin.
“Battı balık yan gider!” veya “İnceldiği yerden kopsun!” örneği, bir teki bir şişe bedeli kadar olan Cin ısmarlamak istedim kompradorlar gibi, ama Züğürt Ağa görünümlü. Garsonun;
“Aperatif bir şeyler ister misiniz, efendim!” sözünün karşılığı olarak, ceketimin sağ kolunu hafifçe sıvadım, gözlerimi kapalı bir şekilde tavana diktikten sonra, önemli bir siparişi tek’den dubleye çevirerek kıpırdadı dudaklarım;
“Duble cin, kiraz şekeri koymayın, bir dilim limon lütfen, tonik soğuk olsun ve şişeyi masamda açın…”
Etrafıma bakındım, övünür gibi, duyulmasını ister gibi, havam olsun diye. Ancak bir filmden (ç)alıntı olduğunun anlaşılmaması da dileğimdi!
Geldi! Teşrifat(1) daha kapıdan başlamıştı. Beyaz renk, bir genç kıza bu kadar mı yakışırdı? Bir genç kız? Daha henüz ve ancak bir yudum almıştım içkimden, ayakta ve sanki sendeliyordum. Oysa garson benden önce davranmıştı sandalyesini çekip, iteklemek, ya da yerine koymak için, her neyse!
Leylâ Hanım! Evet, hanım hüviyetinden genç kızlığa terfi eden Leylâ’nın saçlarını, gözlerini, burnunu, dudaklarını…
velhasıl kelam yüzünü, tenini fark etmemiştim o Datça feribotuna yetişmeye çalışırken.
Dilimi yutmuş olmalıydım, kekeleyip kekelemediğimi bile hatırlayamıyorum, ancak karşımdaki zaferinin kıymetini biliyor olsa gerekti, gülümseyerek elini uzattı;
“Hoş buldum!” dedi. Telâşlandım, bardak düştü, şapşallığıma mı, giden paracıklarıma mı hayıflansaydım? Şöyle bir baktı, İngilizce;
“Telâşlanacak bir şey yok! Galiba yeterli bir cesaret edinememişsiniz! Yan masaya geçelim!”
Türkçe girişimde bulundu;
“Gençler! Biriniz yan masayı düzenlesin! Biriniz bardağın aynısını tazelesin! Bir diğeriniz de Hayri Babayı çağırsın, lütfen!”
Yarım dünya, yürümekten ziyade, yuvarlanarak yanaştı yerleştiğimiz masanın Leylâ Hanım tarafına, pehlivan gibi yapısı olan Hayri Baba (Benim de öyle söylememde sakınca olmasa gerekti)!
“Hoş geldiniz Leylâ Hanım!”
Leylâ Hanımın varlığı hakkındaki tahminim, umursama sınırlarımın çoktan çok üstündeydi. Hani teşbihte hata olmaz ya; Orhan Veli’nin Kasabın Kedisiyle, Sokak Kedisi(12) benzetmesi pozisyonumuz olarak benim üstüme cuk otururdu(11)! Sokak kedisinin vitrindeki ciğere bakışı gibi ağzı açık ayran delisi gibi bakınma çabası içinde görünürken, çaresizliğimle gözlerimi kapatıp;
“Ne halt etmeye kabul ettim davetini, girer girmez menüyü görür görmez defolup gideydim ya! Bırakaydım, saygı yoksulu deyip telefonda ne kadar sayarsa saysındı, şu andakinden daha kötüsü olmazdı ya!” şeklinde kendime sayıyor, küfrediyordum içimden.
Emretti Leylâ Hanım, sorarcasına;
“Balık?”
“Emredersiniz!”
“Mehmet Beye?”
Bilemezdim, çatal bıçak kullanarak, hele ki böyle lüks bir yerde balık değil, hamsi bile yememiştim ki hayatımda.
“Başka bir şey lütfen!”
Bu sırada aynı tertip cin gelmişti. Utanmadım, gerçekten ve bana göre ihtiyacım vardı, nedenini bilmeksizin, daha doğrusu bilemeksizin. Hatta gerçekten bir bakıma doğruyu söylemem gerek saklanmaksızın kaçmak, kaybolmak, yok olmak en iyi çareydi benim için. Bardaktan kocaman bir yudum aldım, yarım kulakla ustayı dinlerken;
“Beef Stronagoff… Yok! Yok! Nefis bir Chateaubriand… Ellerimle hazırlayacağım. Bir de bol yeşillikli salata…”
“Keklik yumurtasını unutmayın lütfen ve biliyorsunuz ben, Yeşilaycıyım, üstelik Mehmet bilmiyor, ama benim gece de olsa yetişmem için işimin, görevimin gereği…”
“İçki için ‘Affedersiniz!’ demem gerek galiba?”
“Keyfine bak! Herkes kendi hayatını yaşar, her koyun da kendi bacağından asılır, isteyen, arzulayan zararına da, yanlışına da kendi katlanır, bu kadar basit! O sizin hayatınız, ekonomik konumda eksikliğinizi hissediyorum, ama yardımseversiniz, karşılık beklemeksizin iyi, iyilik dolu birisiniz, ismini, cismini, adresini saklamayı meziyet(1) sayan, üstelik de yakışıklı…”
“Kendimi tanıyorum Leylâ Hanım! Son sıfatla alay etmenizi size yakıştıramadığımı söylememe izin verin lütfen!”
“Hâlâ Hanım! Bu izni size vermiyorum, çünkü benim indimde, bana elini uzatmaktan çekinmeyen mükemmel, eksikli olanlara yardımcı olmaktan çekinmeyen ve saklanan iyi olmanın ötesinde birisiniz. Hatta konuşmalarınızı özetleyebilirsem centilmenliğiniz yanında kibarlığınızı da alkışlamam gerektiğini söyleyebilirim!”
Ne oluyordu bana? Mayışmıştım, işin kötü tarafı mayışıklık durumum devamlıydı, kontrolsüz olarak devam etme gayretini yaşıyordu. “Keşke” demeyi sevmem, ama “Keşke şu zıkkımdan medet ummasaydım!(11)” demeyi düşündüm!
Bu sırada pehlivan balığı getirdi, yanındaki aynı külahlı, daha az(!) pehlivan görünümlü olanlar balığı apsis-ordinat düzleminde, sinüsünü-kosinüsünü hesap edercesine ayıklarken Pehlivan, önce orta cesamette dışı siyah gibi, kesilince iç tarafı kırmızı görünen bir et parçası ile boğuştu önce.
Bildiğimden değil, gördüğümden; tava, küçük tüp ve muhtemelen şarapla alevler çıkartarak şov yaptı, yanına da bir şeyler, koydu mu, serpiştirdi mi, farkında değildim, ama yüzüne bakınca; “Oh! Mükemmel! Fevkalade!” şeklinde takdir cümleleri beklediğini sandım.
Hanzoluk parayla olsa, Leylâ Hanım kadar varlıklı olmasam da, herhalde dünyadaki sayılı varlıklı insanlardan biri olarak son sıralara yakın bir yerlere yerleşmiş olmam kaçınılmazdı.
Neyin ne olduğunu bilmiyordum, üstelik yemekle yememek arası çekincem vardı, kırmızı bölümün gerçekten pişmiş olacağını kabullenemiyordum. Tam tekrarını istemek üzereyken, alkışlayarak teşekkür faslını Leylâ Hanım üstlendi;
“Teşekkürler Hayri Usta! Mehmet sizin ustalığınıza şaşkın kaldığı için teşekkür etmeyi unuttu, bir dahaki sefere inşallah…”
Hayri Usta ya da Baba mabedine yönelirken, fısıldamak mecburiyetiyle kulağına doğru eğildim. Bilindiği üzere İngilizler ve devamları dünyadaki en kibar insanlardan olduklarından İngilizce; “You” onlar için sadece “Siz” biz Türkler içinse, aynı anda “Sen!” anlamında.
Bu kavramı pekiştirmek için önce “I=Ben” diyerek kendimi, sonra da omzuna dokunarak (herhalde başka yerlere dokunamazdım!) “You=Sen” diye işaretledim ve sonrasında bülbüller gibi mükemmel(!) bir İngilizce ile şakıdım!
“Sen şaka mı yapıyorsun kuzum? Seni buraya bir kere daha nasıl davet ederim ki?”
“Gerçekten şaşkınsın, seni buraya ben davet ettim!”
“Yani bir hanımefendi, benim yanımda, beraber üleştiğimiz yemeğin hesabını ödeyecek öyle mi? Tek görüşte yanılmışsın! Züğürt, parasız-pulsuz olabilirim, ama benim yanımda bir genç kız asla yemek bedelini ödeyemez! Bilmem anlatabildim mi Leylâ?”
“Bir genç kız?” ve üstelik “Hanım” ekinden vazgeçip “Sen” ve sadece “Leylâ” hem de içtenlikle, iç sesime engel olamıyordum, en iyisi devam etmemdi;
“Yazın artılarında, kalanlarında birkaç dakika içine sığacak kadar karşılaştık. Bana değer verdin, aradın, sordun. Mutlu oldum. Keşke beni iyi tanımak için de biraz gayret etseydin, ne sen böyle mahcup olurdun, ne de ben böyle bir terbiyesizliğe cesaret ederdim. Hesap sahibi ben olacağım. Lütfen şimdi buyur, afiyet olsun. Sana asla ödetmem, üstelik yalnız da bırakmam, ben ödeyeceğim. Yemekten sonra iznin olursa seni evine bırakmak isterim…”
Suskunlukla devam etti yemek, başka eklentisi olmadan.
Hesabı kabul etmedi garsonlar…
Hır çıkarmamalıydım, kavga-dövüşe gerek yoktu, Leylâ tanınan, bilinen biri, hesap için de talimat vermiş olsa gerekti, çantasına yönlenmemişti, çünkü.
Ayağa kalktığında tansiyonu mu düştü, yoksa beni istediği (aç tavuğun darı ambarı rüyası gibi bir kurgu) için mi gerekli gördü, kaykılır gibi oldu, oysa alkolü alan bendim, ama centilmen olan da. Kolundan tuttum, o da koluma girdi, sarhoştum galiba değil, şüphesiz, hafızaya eklenmeyen bir konumdaydım, rüya gibi.
Asansörden inip de kapı önüne geldiğimizde lüks bir arabanın çalışır vaziyette beklediğini görüp şaşkınlığımın dozunu arttırmak üzereyken, emir-soru tandansında(1) uyarısını aldım Leylâ’nın…
Yani doğal olarak açık havaya çıkıp da alkolün esaretinden kurtulmak istercesine kendime gelir gibi olduğumdan; Leylâ Hanım’ın demem gerek (ama içimden gene!)
“Umarım; ‘Binmem!’ demezsin?”
“Ben sizi (gene “you” ama hangi anlamda, bilmiyorum, çünkü duygularıma da anlam veremez gibi olmuştum) ‘Yalnız bırakmam!’ demiştim. Demek ki benim yalnız bırakılmamam gerekliymiş!”
“O halde otur yanıma, seni bize götüreceğim!”
“Olmaz güzel kız, ‘Seni yalnız bırakmam!’ dedim, tamam evinin civarlarında bir yerlerde indir beni arabandan, evini bilip öğrenmeyeyim, her ihtimale karşı, oradan ben bir taksiyle evime dönerim!”
“Hele otur yanıma!”
İteklemesine gerek yoktu, ben ona mecbur gibi hissediyordum(15) kendimi, yanında bir saniye bile olsa fazladan kalmak mutluluğumdu. İkinci, belki de milyonuncu kez, ne oluyordu bana? Yanına oturdum, oturuncaya kadar gözlerimi üstünden ayırmamak gayesiyle, ama sadece korkarak değil, utanarak da…
Yola çıktık ve gerçek olduğuna inanmak istediğim sözler ilişmeye başladı kulağıma, suskunluğumda dinlene dinlene anlattığı, anlayıp anlamadığımı sadece yüzüme bakarak ve kafamı sallamamla tasdik ettirerek;
“Bak Mehmet! İtiraf edeceğim. Benden çekinmene gerek yok. Adam yediğim vaki değil. Davranışın beni etkiledi, aklımdan çıkaramadım, seni unutmaya gönlüm razı olmadı. Seni tanımak, yakınlaşmak istedim. Doğruya doğru...
Sanırım varlıklı oluşum senin bana yakınlaşmanı engelliyor, sıkıntı çektiğini hissettim, hissediyorum da. Bir an için dahi olsa bu ekonomik farklılığa önem vermesen?..
Bilerek düşer gibi yaptım, kolumdan tuttun, koluna girdim, itiraz etmedin, bu demek ki, benden uzak değilsin…
Çaba göstersen, ben mutlu olmak istiyorum. Çünkü bugüne kadar yaşamadığım, aklımdan bile tenezzül edip(11) geçirmediğim heyecanı seni görür görmez yaşamaya başladım. İyi ki babamı arayıp, seni bulma imkânını yakaladım. Bu nedenle de peşini bırakmadım. Sen de benim gibi düşünmeyi istemez misin? Gerçekten ben senin için o kadar zor muyum?..
Bilmek istediğin ne varsa sor bana, dürüstçe cevaplayacağımı bil! Eğer içinden geçemiyorsam sen de açıkça söyle ki bileyim, önünde durmayayım hiç! Bilmen gereken şu, eğer sen yoksan bugüne değin nasıl yalnız, kimsesiz, gönlü boş, sevdasız, çoluklu-çocuklu olma umudu olmaksızın yaşadıysam bu; ömrümün sonuna kadar da böyle devam edecek…
Duygu sömürüsü(3) yaptığımı sanma. Menfaatperest olmadığına inancım tam. Ama bana acımanı da istemiyorum. İlk karşılaşmamızın ertesinde bu yemek için çok acele ettiğimin farkındayım. Ama seni yitirmeyi aklımdan geçirmek istemiyorum, hem asla! Beni bil, gör, anla ve beni ben başıma bırakmamayı düşün lütfen!”
“O kadar uzun konuştun ki, iyi olan, valeden arabayı aldığında, trafikte dikkatin ötesindeydi sözlerin ve beni kontrol edişin. Bana hiç konuşma hakkı vermediğinin farkına bile varmadın! Hadi ilerle! Bir uygun yerde dur ki, şu cin-toniklerin cesaretlendirdiği gönlümle ben de sana bir şeyler söyleme gayreti yaşayayım. Duracağın ana kadar ilerlerken, söyleyebileceklerimin bir kısmını da olsa söyleme gayreti yaşayayım, yüzümü karartmadan, utanmadan, saklamadan, saklanmadan!”
“Başlangıcında sürpriz olmayacak tek cümle?”
“Kaza yapmayacağına, ya da sence uygun bir yerde duracağına söz verirsen…”
“Hemen!”
Köprünün altından bir miktar geçer geçmez sağdaki cebe girdi.
“Özür dilerim, güzelsin, zekisin ve de varlıklısın. Tüm bunlara çok miktarda sahip olmana rağmen aklın kıt, hem de oldukça demenin üzerinde, seni sevebileceğimi nasıl düşünürsün ki?”
“Söyleyeceğin bu muydu?”
“Hayır! Çünkü ilk karşılaştığımızda hislerimi dizginlemem gerektiğini kendime itiraf etmeye bile çekinip yasaklamış olsam da şimdi seni, senden vazgeçmeyecek, senin için deli-divane olacak(11) kadar ancak tüm bunları senin de bilip anlayacağın Türkçemizle söylemeyi isteyecek kadar sevdiğimi biliyorum, hakkım ve haddim olmadığını bile bile…”
“Hakkını ve haddini…”
“Deme! Çünkü mideme, ciğerlerime ve böbreklerime eziyet edecek şekilde alkolle yüklüyüm. Onları yok edeyim. Bir duş alayım ve karşına ben olarak çıkayım!”
“Gel, evimde al!”
“Bu halimle annenin babanın yüzlerine bakamam. Beni istemen için önce dizlerinin dibinde sana yalvarmak isterim!”
“Peki, hadi git! Şurası taksi durağı…
Ancak bir vaat belli etmek istemez misin?”
“Bu halimde, bu ağızla, bu dudaklarla mı? Her şeye boş verip vaadimi gerçekleştirirsem, ömrümüzün sonuna kadar senden ve buradan ayrılamam ki! Hep burda kalırız ve ömrümüz bu koltuklarda tükenir, istemem!”
“Peki! Git! Ancak bil ki, bir Türkçe öğretmeni buldum, nasıl olsa temelimde var, bana Türkçeyi tümüyle öğretecek! Bir Türk erkeği olarak kıskanç olduğunu hissediyorum. Bu nedenle bu öğretmenin saklamam gerekmeyecek şekilde yaşlı bir hanımefendi olduğunu söylemem gerekli.”
Gece bitti, gün başladı, ne ses, ne de soluk vardı. Demek ki; “Aşk” denilen, mutluluk zannedilen duygular kısırlık kisvelerine sahipti. Oysa öylesine açtım ki?
Keşke kucaklasaydım, öpmek değil, hiç olmazsa dudaklarına dokunabilseydim. Kulağına yaşamımda görür görmez, ilk defa etkilendiğimi, sonrasında onu sevdiğimi fısılda…
Yok! Yok!! Bağıra-çağıra, ilân eder gibi söyleyebilseydim!
“Aşk, her şeyi affeder!(16)” demiş sanatkâr, ancak aramızdaki aşk değildi ki. Bir serüven, bir özeniş, bir arzu, kısa bir süre içine sığan bir istek, dilek, içinde cinsellik ve mecburiyet görünmeyen, kirliliği olmayan temiz havaların mahvettiği(17) beğeni, ya da hoşlanma…
Olabilir miydi?
Gün geçiyor, günler geçmiyordu bir türlü! Benim gibi, siyasetten, magazinden, önemli haberlerden anlamasa da insan hiç mi ilgilenmezdi, televizyondaki, radyolardaki, gazetelerdeki haberlerle? İnternette vıddır-vızık(3) şeylerle meşguliyet arasında haberlere şöyle bir göz atmayı hiç mi akıl etmezdi ki?
Ve telefonlarına neden cevap verilmediğini merak edip de, yakınlarında indiği mahalleye gidip araştırma yapmazdı ki? Muhtar söylemezdi, imam tanımazdı, bindiği taksinin şoförünün yüzü hatırında kalmamıştı, mayışmış halindeyken.
Yüzünü şeytan yalamış, niteliği tereddütlü bir insan olsam da kaç kez aradığımı telefonuna baktığında hiç mi görmezdi, karşısındaki sevgi cereyanında kalmış olanı. Hele ki babası? O da cevaplamıyordu, nedense. En çok da “Ulaşılamıyor!” sesi bozuyordu asabımı, aynı şehirde yaşayıp da ulaşamayışımın sebebi ne olabilirdi?
İnsan “Aşk” diye nitelendirdiği oluşumda gerçekten normal akıllı bir insan gibi olamıyor, düşünemiyordu, bir geri zekâlı gibi oturduğu yerde sallanarak düşünmeye çalışırken.
Günler sonra geldi telefon;
“Mehmet?”
“Efendim bir tanem?”
“Sana ihtiyacım var!”
“Koşarak geliyorum!”
“Gel! Özlemiş olarak. Sev, kucakla beni, ama hemen!”
Babasını yitirdiğini söylememişti. Ben kabataslak herhangi bir nedenle arayamadığını düşünüp özlediğinin tezahüratı sanıyordum beni arayışını ve sonrasında karşılayışını.
Öylesine sarılıp, kucaklayıp başımın hiçbir yerini eksik bırakmayıp öptü ki beni, bu sıcaklıkta özleyiş olduğunu düşünmem mantıklı değildi, inleyiş, acı çekiş, ihtiyaç gibi bir şey vardı, kaz kafalı gabi olarak anlayamadığım, anlamakta güçlük çektiğim. Oysa evde sessizlik ve bir eksik vardı, ancak salaklık unvanımla ilgili olarak söylendiğinde öğrenip anladığım kadar.
Ülkenin oldukça saygın, zengin, bilgili bir aile reisi vefat etmiş, şehrin en büyük camilerinden birinde cenaze namazı kılınmıştı.
Ve o aileden bir kişinin en çok sevgi, saygı ve teselliye ihtiyaç duyduğu bir anda haberi olmayan Mehmet diye biri yoktu yanında. O kişi, yeryüzünde bir tane olan Leylâ idi! Diğeri; olandan bitenden habersiz, hissedemeyen, hakkı olmadığı halde, haddini aşarak o genç kıza arkadan arkaya, arkasından sitem etmeyi meziyet sayansa, tekrarlamaya gerek var mı Mehmet’ti diye?
“Bir telefon, ufak bir mesaj, işi-gücü, her neyim varsa bırakır, koşar gelirdim!”
“Akıl edemedim, hep aklımda olmana rağmen. Şimdi tekrar ederek söyleyeceklerime inanmanı istiyorum, diliyorum. Kısa bir süre içinde bağlandım sana, bu bağlanışa isim vermekte zorlanıyor olsam da, yaşamda güvenip inanabileceğim tek insan olduğun için itiraf etmeliyim. Ama babamı yitirdim, ellerimin boşluğunu dolduracak, dayanacağım bir sırt, başımı yaslayacak bir tek sen varsın yaşamımda…
Bundan sonramda aşırı ihtiyaç yüklü dileklerim ve isteklerim olacaktı senden. Ancak bunların hepsi duygu sömürüsü yüklü olarak sevgini istismar etmem(11), sadece menfaatimin gereği görünecek. Bunu dileyemem, senden isteyemem…
Bakma öyle yüzüme, gözlerime, eziyet vermek, tüm sevgini ispatlamayı ister gibi. O nedenle git, vedalaşmadan, kucaklamadan, öpmeden, elimi tutmadan ve hemen! Ama aklına geldiğince beni aramaya devam et, bana cesaret, güç vermeye çalış, uzaktan, sesinle…
Lütfen…”
“Kendi adına konuşmanı kabulleniyorum. Ben senin kulun, kölen olmuşum. Bir mabut kulunu nasıl aforoz eder(11, nasıl recmeder(11), nasıl cehenneme gönderir? Bir kul; sevmekten, mabuduna ibadet etmekten başka bir şey yapmamışsa mabudu haksız olarak nasıl cezalandırmaya yeltenir ki onu? Nasıl vaz geçer ki hatası sadece sevmek olan kulundan?..
Dile benden, sen ne istersen onu yaparım, ucunda ölümüm olsa da yeter ki benden böylesine vazgeçmeyi düşünme, dile! Seni gönlümden, kalbimden, beynimden azat etmem mümkün değil. Yalnız değilsin, yalnız bırakmam seni, hak etmediğime, haddim olmadığına inancım yüklü olsa da seni canımdan çok sevdiğime inan!”
“Önce başımda ol, öyleyse!”
“Olacağım, ama zamanı gelince, seni hak ettiğime inandığımda, haddimi bilip öğrendiğimde. Şu an, senden yararlanmak gibi bir düşünce yaralar beni, hele ki şu acılı halinde senin için çok erken olacağımı düşünüyorum, seninle olmayı, senin dizinin dibinden ayrılmamayı çok istediğim halde…”
“Ve beni delirtmeden hemen fabrikamın başına geç!”
“Güvenini bu kadar nasıl kazandım ki? Hiç mi kimsen, yok? Akrabalarından inanabileceğin, güvenebileceğin biri?”
“Atalarımızın iki sözü çınlıyor kulağımda, babamdan miras kalan; ‘Akrabalarınla ye, iç, sakın alışveriş etme!’ ve ‘Akrep yapmaz akrabanın akrabaya ettiğini!’ Bu nedenle fabrikada boy gösteren, inanıp güvenip aldığımız hiçbir akrabamız, hatta akrabalarımızın önerdiği biri, bir yakınımız yok, olmadı da! Eğer cesur olup beni istersen, fabrikadaki tek yetkili ve akraba sen olacaksın!..
Bugüne kadar fabrikayla gerçek anlamda hiç ilgilenmedim. Babamın aramızdan böylesine aniden ayrılacağı hiç aklımdan geçmemişti. Fabrika ile ilgim şöyle-böyle ayarında olsa da, bundan sonra olmayacak. Ben de çok cazip olmasına rağmen işimden ayrılıp evimin kadını olup, sabah uğurlayıp akşam karşılayacağım seni, belki ileri tarihlerde Allah nasip ederse çoğul olarak…”
“Oh, ne âlâ kızcağızın babası daha yeni öldü. Miras düşkünü Don Juan(3) hemen devreye girip kızcağızın aklını çeldi, musallat oldu(11), ömrünü garantiledi, bir de çoluk-çocuğa karışırlarsa…”
“Neler zırvalıyorsun sen, Nasrettin Hoca gibi? Ne zaman evleneceğimizi, kaç çocuğumuz olacağını, cinsiyetlerini de söyleseydin bari daha evlenme bile teklif etmeden…”
“Haklısın, daha işten ayrılmadım, sana ait fabrikayı, yani işyerini görmedim, konunun ne olduğunu bildiğim düşüncesindeyim, ama aslında bilmiyorum, henüz kimseyle tanışmadım, aklım, fikrim…”
“Bende! Hissediyor, biliyorum…”
Gerçekten öyle miydim ben, yalnız, kimsesiz hayatımı sona erdirme arzusuyla mutlu olmayı mı düşünüyordum gerçekten?
Sabah ikimiz de bir gün önce işyerlerimizden izin aldığımız için Leylâ’nın arabasıyla bir pazartesi sabahının seherinde yola çıktık. Fabrika Müdürü olarak tanıdığı kişi ile sekreterine fabrikaya yaklaşmak üzereyken cep telefonundan haber verdi Leylâ.
Daha önce fabrikaya gelip-gitmişliği olmasına rağmen ilgisizliği yanında sadece o kişi ve babasının sekreterini tanıyordu Leylâ. Babasının titizliğiyle övündüğü yönetime babasını yitirmesine rağmen öylesine güven duymuştu ki, babasının 40 mevlidini(18) okuttuktan sonra ancak bana ve fabrikaya haber ve önem vermek gereğini hissetmişti.
Görünen o ki; Suat Amcanın vefatından ve 40 mevlidi okunduktan sonra Leylâ’nın ancak gelebildiği, belki yönetim eksikliğinden, belki boşluktan dolayı eksiklikler anında gözüme çarpmıştı, hangi birini saymalıydım ki?
Örneğin daha giriş kapısında fabrikanın yeni sahibi bayan gelmiş olmasına karşın, güvenlik kapısı kaçıncı korna çalışından sonra ancak açılabilmişti. Uykulu gözlerle herhalde içerideki havanın değişmesinden çekinen güvenlik görevlisi pencereyi açmaksızın umursamaz bir şekilde “Geç!” işareti yaptıktan sonra, mahmurluğuna devam etme garabeti hissettirmişti bana. Neredeyse bir haftalık birikimi olan sakallarını -şimdilik kaydıyla- göz ardı etmem gerekiyordu.
Sevkiyat arabalarından biri neredeyse fabrika kapısından araçla girişi zorlaştıracak şekilde kapının hemen önüne uluorta park edilmişti. “İzninle Leylâ!” deyip arabadan indiğimde gördüğüm kadarıyla araba içinde iade ya da teslim edilemeyen kolilerin boşaltılmamış olduğuna şahit oldum.
Konsolda yarısı dolu karton bir çay bardağı, yarım paket kadar bisküvi görünüyordu. Kontak anahtarı aracın üstündeydi.
Park yerindeki gerek sevkiyat, gerekse ticari araçlar, hatta daha sonra gecikmiş olarak fabrikaya gelmek lütfunda bulunan elemanların arabalarının da fabrika arabalarından farkları yoktu, üstelik özel ve kiralık arabaların hepsi fabrikaya aitti, şahsi bir tek araç yoktu.
Boyları oldukça uzamış çimenlere salınan sulama boruları ve aparatları(1) sıkıca kapatılmaksızın açık bırakıldığı için çimen bölgeleri göl içindeydi ve öyle bir meyil durumu dikkate alınmaksızın beton zemin yapılmıştı ki, biriken su belki de kurtuluşu olarak rögara ancak yetişebilmişti.
Rögarın üstü uçuşan yaprak, dal, sigara paketi, jelâtin ve kâğıt parçaları gibi çöplerle tıkalı gibiydi. Sanırım taşkın su rögara yetişmek yanında rögara girmekte de sıkıntı çekmiş olsa gerekti.
Çeşmeden sızan su ile uluorta bırakılan hortumlar muhtemelen ömürlerinin son demlerini tüketiyor gibiydi, güneş altında uzun süre kalmanın ıstırabını yaşar gibi…
İthal malzemeler olduğu üstlerindeki etiketlerden belli, bir tanesi malzeme alımı için yarım-yırtık açılmış olarak düzensiz bir şekilde fabrika personel kapısı önüne gelişigüzel biriktirilmişti ve hatta bir tanesi, trans palet üzerinde keyif çatıyor gibiydi!
Forklift bu yığının hemen yanı başında kader kurbanı gibi akıbetinden emin değil görünüyordu.
Çok işim vardı, çok!
Dışarıda yapacak bu kadar çok iş vardı da, peki, içeride, içerilerde? Leylâ’yı idari bölüme doğru azat ederek kontrole tek başıma devam etmemin yararlı olacağını düşünerek idari bölüme şöyle bir üstün körü göz attım.
Suat Amcanın odası öldüğü günkü gibi muhafaza edilmişti, maşallah! Toz, örümcek ağları, boynunu bükmüş çiçekler, muhtemelen bir ara açık bırakılmış pencere dolaysıyla muhabbet eden güvercin ya da kumruların muhabbet artığı tüyleri…
Sahi, sekreter ve temizlik görevlileri ne iş yaparlardı ki?
Yemekhaneye giriş yapmak hiç içimden gelmedi, daha karşıdan yırtık bonesini gördüğüm, önlüğünü değiştirmeye fırsat bulamamış sırıtan aşçı; gerçeği belli ediyordu da, personel onun yaptıklarını nasıl yiyip hazmediyordu, aklıma sığdıramıyordum.
Fabrika içi, teknik donanım, personel durumu? Hayra alamet değildi, hay-huy, bağırış-çağırış, makinalarınn ayrı, personelin ayrı gürültüleri…
Kaba kaçacak, ama apaş teorisi; Enseye tokat… ve devamı gibi, maalesef.
Böyle fabrikalarda düğün-dernek, evlenme-boşanma, bebek imali(!), hastalık, izin vb. gibi sorunların var olması mümkündü ve olacaktı.
Tüm bunları düzeltip yoluna koymam için ne kadar bir süre gerektiği konusunda tahminim bile yoktu. Bu konuda işinden ayrılıp da evinin kadını olacak, çoluk-çocuğa karışmayı umut eden Leylâ’nın da bana yardım etmesi ve bu evinin kadını olma arzusunu mutlaka ertelemesi gerekliydi. Aksi takdirde, tam anlamıyla; Yandı gülüm keten helva durumu.
Bu arada gelen müdürle avluda karşılaştık, onun arabasının da diğer arabalardan farkı yoktu. Neden gerektiğini bilmediğim şekilde sandalye istedi gece görevini devreden yerine gelen, bir öncekinden farklı görünmeyen Güvenlik Görevlisinden.
Kulübeyi kendi başına bırakmaktan çekinmeyen görevli koşa koşa gittiği gibi, koşa koşa geri döndü ve tekrar aynı ritimle İdari Binaya girip sandalyeyi getirdi. Sebep; Güvenlik Görevlisi olduğu halde yakasında Güvenlik ve Giriş Kartı yoktu, bu da giriş turnikesinden geçmesini engellemişti.
Müdürü gören Leylâ’da idari binadan ayrılıp yanımıza gelmişti.
Tuvalet kâğıdını eline dolayarak yalapşap sandalyeleri temizlediğini sanan görevliye usulca “Yerine dön!” dedim, bu ilk emrimdi, neredeyse “Merhaba!” demeden evvel. Üçümüz de oturmadık, gelen diğer gecikmeli nevi şahıslarına münhasır(3), ayrıcalıklı görevlileri bekledik.
Leylâ benim, yeni Fabrika Müdürü olduğumu söylemişti. Eski Fabrika Müdürü kısaca; tedirgindi. Bu; “Yol göründü, gurbet ile giderim(18)” türküsünün bir görünüşü olsa gerekti.
Tasarruf zihniyetinden uzak, her biri ayrı ayrı arabalarla gelen ve sona kalan arabaların park edecekleri yer bulamamaları nedeniyle arabalarını konumlarını dikkate almadan hercümerç(1) halinde park etmeleri canımı sıkan diğer bir olaydı.
Ve önemli olan belki Leylâ’yı tanıdıklarından, eski müdürün yanında beni gördüklerinden dolayı memnun olmadıkları yüzlerinden belliydi.
Kulağına eğildim Leylâ’nın;
“Ben bu güruhla(1) tek başıma baş edemem. Mal sahibi olarak mutlaka yanımda olman gerek, sana ihtiyacım var. İşinden ayrılacaktın zaten, tüm yollarda beraber yürüyelim, o yolları beraber aşalım, beni destekle, aydınlığa ve feraha çok çabuk ulaşalım ki, sana kavuşmamı o kadar öne alabileyim, yaşamaya gecikmeyelim…”
Başını eğdi sadece…
Kollarımızı sıvadık, maksat hesap sormak değil, randıman almaktı. Gelen ekipte ayrıcalıklarının, enselerinin kalınlığının farkına varamadığım, bilemediğim bir kısım beyler yanında, özellikle havalı(!) bayan personel kart basmadan sekreterin açtığı kapıdan girdi idari bölüme.
Leylâ ile Suat Amcanın, yani babasının odasına yöneldiğimizde ilkine göre farklı gördüm odayı. Dışarılardaki avareliğim sırasında, muhtemelen pabucun pahalı olduğunu hisseden sekreter, yanına aldığı birkaç kişiyle odanın camları dâhil, gereken temizliği eksiğiyle, belki daha sonra tamamlamak üzere halletmişti. Kütüphanenin “Kalk gidelim!” tavrına akıl erdirememiş olsa gerekti!
Bozuk çalıyordum, bence en önemli ve öncelikli konular sırasıyla, Güvenlik Görevlileri, Dağıtım ve Servis Araç Şoförlerinin idaresi, pazarlayıcıların araçları, istisnasız yaka kartları, tasarruf amacıyla kiralık olan arabaların tümünün olmasa da gereken kadarının iadesi idi.
Tüm araçlara eksiksiz olarak fabrikanın gereğini içeren logosu(1) mutlaka usulünce takılmalıydı.
Yeni bir servis minibüsü veya midibüsü alınarak, arabaları alınacak olan mutlu azınlık olarak görünenlerin güzergâhlarının tespiti, gerekirse ikinci bir minibüs alınıp demirbaşa kaydı sağlanmalıydı. İşçilere de sıkış tepiş gidip gelme ihmalini en aza indirecek midibüsleri almayı plânladım, ama biraz sabretmeleri gerekti.
İşe başlangıç saati ayrıcalık olmaksızın 8.00 olmalı, herhangi bir tolerans ancak benim tarafımdan kabul edilmeliydi. Çünkü fabrikayı adam etmeksizin uyumak dâhil gereken tüm zamanlarımı fabrikaya ayıracaktım. Leylâ’nın bu duruma katlanmasına gerek yoktu. İstediği zaman arabasına atlar, fabrikaya gelir, evine döner, beni ve geleceğimizi istediği kadar düşünebilirdi!
Muhasebeciden dokümanların bilgisayardaki sayfalarını istedim, eğer kayıtlı değilse tüm personelin hangi işlerle meşgul olduklarını, çalışma sürelerini ve kişi dosyalarını da…
Of ki of! Yapacak çok işim vardı. Öncelikle hissettiğim, mutlaka tespit etmemin kolay olacağı boş gezenin çok yer aldığı tufeylileri(1) temizlemeliydim. Patronun vefatı sonrası müdürün hoşgörüsü(1), güçsüzlüğü ve fabrikanın sahipsizliği nedeniyle bir kısım asalakların yılan gibi fabrikada çöreklendiklerini, servislerden indiklerinde fark etmem zor olmamıştı.
Sakız çiğneyen, sigara tüttüren, birbiriyle el şakaları yapan, paçası düşük, çorapsız çıplak ayaklı, ayakkabısının arkasına basıp kabadayı tavrında girenleri, hatta…
Neyse bundan sonrası bana kalsın, hepsi resim olarak beynimde yüklüydü, yol vermek de boynumun borcu olacaktı.
Alelusul dolaşıp Âmir dışında kimseyle görüşüp konuşmadığım üretimde sorun yoktu ve iyiydi bana göre. Ancak Âmirin tavrı göz ardı edilecek gibi değildi. Eğer bağırıp çağırarak, hiddetle-şiddetle, küfürle-cezayla üretimde başarılı olduğunu zanneden Âmir gereğini böyle değil, şefkat ve sevgiyle yapsa daha başarılı olurdu gibime geldi.
Ayrıca birçok makine ve aletin başında işi yapanla, yanındaki “Hıh!” diyenlerin fazlalığı dikkatimi çekmişti(20). Evet, kimse aç kalmasın, ama fabrika sahibi de Karun değildi ki? Tokun açın halinden bir şey anlamaması söz konusu değildi.
Bir kişi melekesini,yeteneğini geliştirip uzman olmuşsa, yanındaki fazlalık ya başka görevde çalışmalı, ya da verilecek kararıma uymalıydı, hele ki, patronun yitirilmesini nimet sayıp birkaç gündür işbaşındaysalar…
Not aldım.
Yardımlarını esirgemeyecek olsa da Leylâ, Mal Sahibi olarak başıma dikilinceye kadar bunların hepsini halledip yoluna koyabilmeliydim. Süre önemsiz gibi görünse de, sevdiğime kavuşabilmem ve yarınlarımızı düşünerek zamana karşı yarışmam(11) önemli, gerekli ve şarttı!
Leylâ destekledi bir bakıma, kıyıma Güvenlik Görevlilerinden başladık. Abartılı bir şekilde fazlaydı, bunu patronun plânlamış olduğunu aklımdan geçirmem mümkün değildi. Gündüz iki, gece üç, yedek diyeceğim gece çalışıp da gündüz dinlenenlerin, hastalananların, mazereti olanların yerine de üç kişi olarak 8 kişi yeterliydi.
Listeye göre fazla olan en yeni şekilde Güvenlik Görevlisi olarak istihdam edilenlere(11) mızıkçılık etmelerine fırsat bırakmadan, tazminatlarını bir maaş fazla ödeyerek “Allah selâmet versin!” dualarımla gönderdim, ancak başvuru belgelerinde olmasına rağmen adreslerini “İhtiyaç halinde çağırmak” dileğiyle tekrar aldım.
Aslında bu bir gözdağı yerine de geçerdi. Çünkü “İstediğim gibi, kurallara ve talimatlarıma uygun davranmazsanız, hiç bakmam, hak etmişseniz öderim tazminatınızı, referans(1) vermem, toplarsınız pılınızı pırtınızı! İlk ve son söyleyeceğim budur!”
Ertesi gün yaka paça, kılık-kıyafet ütülü, saç-baş-sakal temiz, postallar boyalı, düzgün bir şekilde teftişe çıkmış komutan karşısındaki çakı gibi askerler şeklinde gelmişlerdi sekizi de.
Düşüncelerimde yer eden konu kiralık araçlar oldu. Muhasebede göze batan iyi olduğuna inandığım elemanlardan birini yanıma çekip müdürle birlikte sorguladım, muhasebede müdür pozisyonunda olan kişi, memuriyetten sonra kilometre doldurma çabasında bir emekli idi ve daha başlangıçta her nedense gözüm tutmamıştı, belki de fuzuli eleman alımlarında parmağının olduğu şüphesini yaşadığımdan.
Şu, şunu yapıyor, şu bunu yapıyor! Şu? Şunun yardımcısı! Sil! Bu? İkinci yardımcısı! Sil! Şu bayan ne yapar? Evrak dosyalar! Peki şu? Valla ne yaptığını bilemiyorum, bazen telefonlara cevap verir, bazen kırıtır, çok iyi sakız patlatır, veresiye çay içer! Sil! Sil! Sil!
Sorularımın karşılığı, genelde dışlanacak kişiler olarak şekillenmişti ve bunların çoğu kiralık arabalarla, saat kavramı olmaksızın mesaiye geliyorlardı.
Muhasebeye girip ayrı ayrı süzdüm hepsini baştan sona kadar.
Ve biraz durakladıktan sonra gideceklerin isimlerini saydım, arabalarını aldığımı, araçların kiralık sözleşmelerini iptal edeceğimi belirttim.
Bir uğultu koptu, bağırıp çığıran, muhasebe elemanına ve bana ilenen(11), çoluk-çocuk edebiyatı ile duygu sömürüsü, merhamet soytarılığı yapanlara yarım saat mühlet verdim, toparlanmaları için. Servis arabaları ile en yakın otobüs durağına bırakılacaklardı. Çok masrafa giriyordum, iş aramaları için kullanacakları süreyi, birer aylık maaşlarının bankaya bir-iki gün içinde yatırılacağı müjdesiyle süre tercihlerini kullanmalarına engel oldum.
Kraldan çok kralcı mı olmuştum, yoksa kurallara kuralcı biri gibi uymaya mı çalışıyordum?
Direnenler? Boyları-bosları, düzenleri tam takım Güvenlik Görevlileri sadece kapıcı değillerdi ki? Tutmaları gereken evrakları tutmaları yanında bu gibi konumlar için bana yardımcı olmak zorundaydılar. Çünkü dinsizin hakkından, Leylâ’ya her bakımdan destek olma sözü veren imansız Mehmet gelirdi.
Aynı elemana adreslere göre bir, gerekirse iki, hatta üç güzergâh plânı hazırlamasını, memur işçi ayrımı olmayacağını, bundan sonra ben dâhil herkesin servis araçları ile gidip geleceğinin bilinmesini istedim. Beğenmeyen imansızın (yani benim) kurallarına uymayı istemeyene çıkış kapısı istediği anda sonuna kadar açılacaktı.
Servis şoförleri için şimdilik elimden bir şey gelmiyordu. Araçlar akşamları mecburen evlerinin önünde park etmiş olacak, sabah vaktinde hareket edip en geç fabrikaya giriş vaktine beş kala ile beş geçe arasında personeli indirmiş olacaklardı.
Sonrası? Elbette yan gelip yatmayacaklardı! Taleplerin hazırlanmasında depo memuruna yardımcı olacaklar, irsaliyeleri unutmaksızın malların tesliminde gereği için çalışıp, akşam personeli götürmek üzere mutlaka vaktinde fabrikada olacaklardı. Dağıtımda gecikme değil, personelin güven ve rahatı her şeyden önemliydi, şimdilik değil, hem daima.
Bu arada fabrikanın yanındaki boş arsa sahibi ile anlaşma zemini oluşturulması aklımdaydı. Maksadım, ilerleyen tarihlerde buraya servis şoförleri ve genç, bekâr mühendis ve teknisyenler için lojman yapma arzumdu. Ekonomik bakımdan verimliliğimize dikkat ettikten sonra ve sittin sene(3) yaşayacağımı umarak(!), doğal olarak umutlu, mutlu…
Yüzüne hasrettim, çok işim vardı, çoook. Gecem gündüzüm belli değildi, üstelik “Nörüyon?” diye gidip gelen yoktu, sadece telefon; “Aşkım! İyi misin? Kendini yorma, e mi?”
Gündüzleri beygir gibi, geceleri ikmale kalmış öğrenciler gibi yasaları oku, ezberle uygula! Üstelik Suat Amcanın bilmediği, belki de elemanlarına güvenip sorup soruşturmadığı bir kısım eksikler vardı ki, yasalar karşısında sorumlu vaziyete düşebilirdi(k)!
Örneğin forklifti kullanan beyefendinin belgesi yoktu, servis şoförlerinden birinin amatör ehliyeti, kamyonları kullanan şoförün ağır vasıta ehliyeti yoktu. Aşçı bir âlemdi, Bolu-Mengen Aşçılık (değil, Ahçılık, herhalde nasıl “Ah!” çekilmesi gerektiğini öğreten bir okul olsa gerek!) Üniversitesinden mezundu!
“Ustam şu idi, sonra bu idi!” reklâm! Temizlik imandan gelirdi, farklı bir boyutta görünüyor gibi olsa da benim gibi imansız olsa gerekti. İmansızın hakkından imansız gelirdi, topun ağzında olmasa da, “Sıradaydı!”
Aynı şekilde eklemem gerek ki bu topun ağzında aşçı ikinci sırada, bahçe hortumlarını tazmin etmesine karşı bahçe sorumlusu da ondan sonra(sında).
Ve Suat Amcanın en büyük eksikliği; özürlü ve sabıkalı çalıştırma yükümlülüğüne, bir sağlık çalışanının her an fabrikada bulunmasına ve gene önemli sayılacak bir eksik, sadece çağırılınca gelen bir avukatın devamlılığına ihtiyaç duymamış olmasıydı.
Beni en çok zorlayan konu, en son boşlukta alınan ne yaptıkları belli olmayan fuzuli ve vasıfsız işçilerdi. Bu fabrika bir hayır kurumu değil, bir üretim yeri idi, herkes haddini, hukukunu, haklarını bilmeliydi, bileceklerdi de…
Liste oldukça kalabalıktı, toplu kıyım göze batardı, devlete, devletin göndereceği müfettişlere yoktan, sonradan katılan biri olarak anlatamazdım. Bu nedenle işaretlediğim hepsini yemekhanede topladım. Uzun uzun cümlelerle nutuk verir gibi anlatmama gerek yoktu.
Vasıfsız, gereksiz ve fuzuli olduklarını gücenmemeleri dileğiyle, utanmasam “İyi niyetle” diyecektim, ama düpedüz, doğrudan doğruya anlattım.
Düzenli, “Bal dök, yala!” şeklinde mıntıka temizliği, raf düzenlemeleri, yükleme boşaltmaya yardım, fabrika ve idari bölümlerin, hatta tuvalet ve duşların her akşam ve sabah temizlikleri ve bakım…
Kabul edenler kaldı, etmeyenler pılısını pırtısını toplayıp şirket arabalarının servis vaktini beklemeksizin, özel bir dileklerinin karşılanmayacağını bildikleri için birkaçı bir araya gelip taksi tutarak ayrıldılar.
Onların hak ettikleri gün sayısı kadar ücretleri banka hesaplarına yatacaktı. Firmaca verilen tulumlar vs. kendilerinde kalmış, referans ve ikramiye konularında ketum davranmaktan(11) çekinmemiştim.
Ancak kalıp görevlerine sadıkane bir şekilde devam edenler, yasaların emrettiği artış oranı dışında fabrikanın artılarına göre maaşlarında zam olarak mutlaka yararlanacaklardı.
Ben tecrübe edinmeye çalışan kötü bir yönetici modeli olup çıkmıştım, içimden gelmese de, ancak Leylâ’nın beni ben başıma bırakacağından kesin olarak emin olduğum için tüm fabrikayı ayrıcalıksız ve ayırımsız elimde tutmam gerekliydi. Kazanmak için iyilere ihtiyacım vardı ve kötüleri mutlaka ayıklamam gerekti, benim yaptığım, haksızca “Ah!” alıyorsam da bu idi.
Neredeyse bir ayı zorunlu olarak gitmem gereken durum hariç şehre hiç gitmeden tamamlamak üzereydim. Allah’ın kulu zalim, bu bir aylık süre içinde 10-12 defacık gelmişti, börek, çörek, tatlı, çamaşır-mamaşır getirmişti! Kendisine şöyle yalancıktan, yalap şalap bir dokunuşumu bile yasaklamıştı bana;
“Maaşını verdiğim, fabrikamın yöneticisisin! Yakınlık göstermem hem şart, hem de mümkün değil! Ha! Beğenmiyorsan o başka…”
“Anlaşıldı! Acıman yok, kıl payı ile bile kurtulmayı(11) istemeyeceğimi biliyorsun senden. Ancak şunu bil, bu fabrikayı adam edip, ayağa kaldırmadan senin karşına arzuladığın anlamda geçmeyeceğim…
Ve de muhasebeden geçerken bir bak bakalım, bana maaş veriyor muymuşsun? Ben sadece boğaz tokluğuna çalışan bir garibanım…”
Müdür, sekreteri yerlerinde kaldılar, patronun odasına yerleşmeye hakkım olmadığını düşündüm, sekreter orada dokunulmazlığı varmış gibi kalmasına rağmen. Eğer destek olmaya karar verirse, orası sadece Leylâ’ya ait, ondan başkasının sahiplenemeyeceği bir oda olmalıydı.
Ben idari bölümdeki boşalan masalardan birini ve yerleştirilmiş bilgisayarı sahiplendim. Asla boş anım olmadı, okudukça, birilerinin yanına yanaşıp sordukça, ekrana kilitlendikçe öğrenmem gereken ne varsa öğrenmek için çaba sarf ettim.
Öğrenmenin yaşı yoktu. Hazreti Ali gibi geniş yürekli biri olmam da mümkün değildi; “Bir harf öğretene kul olacak!” gibi. Ancak Atatürk’ümü özenebilirdim; “Türk, öğün, çalış, güven!(21)” tadında.
Kafam küçüktü, beynimin kafama sığacak kadar büyük olduğu, içindeki gri hücrelerin(22) hop oturup, hop kalkma düzeninde hareketli, sabırsız bir birikimi yaşama arzusunda oldukları düşünce ve kanaatindeydim.
İtiraf etmeliyim ki, sıfır bilgiyle bana göre yaptıklarım, yapacaklarımın belirtisi (Klâsik söz; garantisi) güzel, iyi, normal, tartışılmayacak şeylerdi. Fabrika çiçek bahçesine benzer, düzenli çalışan bir saat haline dönmek üzereydi. Ancak…
Evet! Küfürbaz, yüreksiz, kültürsüz ve yanlış davranışlarını gördüğüm için İmalat Müdürü ile yıldızlarımızın barışmaması nedeniyle sürtüşmem, tartışmam da bitmiyordu. Eksikliğim konusunda onun gerçekten takdir edilmesi gereken uzmanlığına söyleyecek sözüm olmaması ve şimdilik kaydıyla ihtiyacım olduğunu da saklamamam gerekti.
Sık sık dolaşmamdan haz etmiyordu, çaresi olmayan dert yok! Günlerden bir gün odasına girdiğimde elemanları ayağa kalktıkları halde o yerinden kıpırdamadığı gibi belirgin bir şekilde ayak ayak üstüne atmış ve ukalaca sormuştu;
“Bir şey mi istemiştiniz patron!”
“Patron değilim, olsam ne böyle konuşabilir, ne de hareket edebilirdiniz. Sizin gibi sadece görevli bir mühendisim, üstelik fabrikayı adam edinceye kadar ücret almayacağıma dair fabrika sahibine söz verdim. Peyderpey(1) sorup öğrenmem ve belleğime yerleştirmem gereken konular var. Amacım; herhangi bir nedenle geldiğinde fabrika sahibi hanımefendiye sorduğu soruların cevaplarını kekelemeden verebilmek. Örneğin özürlü ve eski hükümlü kaç kişi var?”
“Yasaların emrettiği kadar!”
“Yani?”
“Yasa % 2 demiş. Fabrika mevcudu 150 kişi kadar şimdi! Artık hesabı yapıverirsiniz!”
“Eğitim seviyenize göre cesur ve takdire şayan bir üslûbunuz(3) var! Yalnız bilmeniz gerekir ki ‘Yavuz atın çiftesi yaman olur!’ Kinayeli konuşmanız uygun değil, ben gerek kayıtları incelediğimde, gerekse işçiler ve personel arasında dolaşıp, soruşturduğumda böyle birilerini görmedim, tanımadım.”
“Demek ki iyi görememişsiniz. Önerim gözlük almanız. Bu arada söylemem gerekli ki, her insan cürmü kadar yer yakar(23)!”
Diyaloğun sonucu beni karanlığa, karamsarlığa götürebilirdi, hatta kendimi güçlü saydığım için fabrika aleyhine olacak yanlışa, yanlışlıklara neden olabilirdim. Netice itibariyle eskiydi, fabrikayla ilgili yoğun bilgisi vardı, tedbirli olmalıydım.
Kin tutarak bir şalteri indirmesi fabrikayı milyonlara varacak zararlara uğratabilirdi. Sessiz ve derinden gitmeli, ani bir baskınla onu kıpırdayamayacak şekilde yakalayıp kapı önüne koyabilecek kozları elime geçirebilmeliydim.
Ayrıca bana göre, şimdilik pek haklı da sayılmazdım, yenisini elde etmeden eskisini kapı önüne koymak pek akıl kârı değildi, ancak ne kadar bildiğini ve nelerle sorun yaratabileceğini mutlaka öğrenmeliydim.
Adamsendeci bir tavırla fevri hareketlerden(3) uzak durmalıydım, ama şimdilik. Ara vermeliydim, kin ve düşmanlığını soğutmalıydım. Ondan değil, yaratacağım vesilelerle sorgulama şeklinde de değil, sohbet tadında bana, benim için gereken bilgileri edinmeliydim, her kim olursa olsun…
Savaş zorunluydu, gerekse de, gecikmiş olsam da mutlaka başlamalıydı, başlayacaktı. Başarmak zorundaydım. En iyi savunmanın hücum olduğunu biliyordum. O halde zamanı tespit etmeli ve ona göre uygulamalıydım.
Bir ara odasından çıkarken elemanı ve onunla karşılaştık, tesadüfen, izin alırcasına elemanını işaret ederek sordum;
“Elemanınızla konuşup bir şeyler öğrenebilir miyim?”
“Ne öğrenmek istiyorsanız, bana sorun!”
“Beni kabullenemediniz, ısınamadınız, hatta sevmediniz de…”
“Doğruya, doğru…”
“O halde bu limoni tavır devam etmesin, birbirimizi daha fazla incitmeyelim. Sakin bir vaktinizi bana ayırırsanız, yerimi biliyorsunuz, sizinle sohbet etmek isterim!”
“Hiç sanmıyorum!”
“Sizin tercihiniz! Israr etmem anlamsız, gene de iyi günler…”
“Bir şeyin duası kabul olsa…(24)”
“O sözü tamamlamaya çalışmayın, derim!”
“Ne yaparsınız, döver misiniz? Deneyin, isterseniz!”
“Gereksiz. Ben sadece ekmek yediği kapıya nankörlük etmeyen bir insanım ve pazu kuvveti ile gerçeklere ulaşılamayacağının bilincindeyim!”
Ya cevap verecek kadar Türkçesi yeterli değildi, ya da; “Her ihtimale karşı” bir kısım bilmemin mümkün olmadığı çekinceleri olsa gerekti. Ben elemanları ile konuşup bir şeyler öğrenme çabası ile odaya girerken, Müdür kapıyı dışarıdan kapatmıştı.
Fabrikada o kadar çok Müdür vardı ki, bu da çözüm isteyen bir gereklilikti, bana göre.
“Özür dilerim gençler, hadi bana bir şeyler öğretin!”
Öğrendiklerim istediğim gibi önemsenecek şeyler değildi. Her işin bir püf noktası olduğunun bilincindeydim. Kişiye bir küvetteki suyu boşaltmak için kova, tas, sürahi verilmişse, akıllı bir insanın küveti boşaltmak için küvet altındaki tapayı çıkarması yeterliydi. O tapayı mutlaka bulmalıydım.
Plânladım.
Gece vardiyalarına kendimce, usulünce aldırmaz görünecek gece, geceler boyu, gerekirse gereğince kendimi yitirinceye kadar, ama kendimi ucuzca sarf etmeksizin her şeyi öğreninceye, söylemem ayıp kaçabilir, ama bir mikroptan kurtuluncaya kadar gayret edecektim.
Filozofun dediği gibi; uzun mesafeler atılacak ilk adımla bitmeye başlardı(25), tekrarında yarar var; öğrenmenin de yaşı yoktu. Ben gecelere kendimi esir edecektim. Tek ihtiyacım; moral, destek, bana ulaşacak bir sesti, sanki yıllarca uzak kalmışım gibi.
Her gün değilse de, bazı bazen gün aşırı telefon eden, haftada en az iki kez ziyarete, bir diğer anlamda denetlemeye gelen Leylâ’dan son iki-üç gündür haber alamamaktan dolayı endişelenmiştim.
Leylâ fabrikaya geldiğinde genelde babasının odasında, onun masasında oturup unutmaması gerekenleri not alıyordu, resmi olarak beni ve sonra diğerlerini çağırarak onları dinliyordu.
Kuşkusuz yanında ve ayakta ben de dinliyordum onları. Bir ipucu vermem gerekirse kimlere ne gibi soruları sorması benim düşüncemdi ve ben bilgi dağarcığımı genişletmek amacında ve zorundaydım, Leylâ adına.
Ancak Leylâ bir patrondu, gerçek bir patron! Yakınlık göstermiyor, elini bile uzatmıyordu. Telefondaki içtenliğinden saklanıyor, ihtiyacım olduğunu bile bile ilişkimizi sadece patron-memuru ilişkisi gibi sadistçe hissettirmekten çekinmiyordu. Kendimce sebep uydurmaktan çekiniyordum.
Kurallara uyuyordu. Babasının kızı olarak titizlikle, önlük, eldiven, bone, galoş giyerek fabrikanın tüm birimlerini ayrı ayrı dolaşıyor, beni yanında istemiyor, özellikle İmalât Müdürü, mühendislerden biri veya ikisi ile birlikte oluyordu, adım adım ve bazı söylenenleri cep telefonuna not alıyordu.
Söylemekte geciktim, tüm fabrikada, içinde ve dışında baştan-ayağa kadar tek bir giyim şartı getirmişti Leylâ, ödemesi fabrika bütçesinden karşılanmak üzere; kimsenin inançlarına karışmadan; başörtüsü-fular gibi farklılıklara önem vererek. Felsefesi; imam yapmazsa, yapmak istemezse cemaati zorlamaya çalışmanın gereğini yok saymasıydı!
Ayrılırken de sadece resmi bir tebessümle, fısıldıyordu;
“Canın ev yemeği çekerse, uğra!” kısaca.
Annesi Suna Hanım candandı, belki bilmesi gerekeni, gerekenleri biliyor olmalıydı…
Sessiz geçen 2-3 günlük zaman sitem iletmemi gerektirmişti;
“Beni özlemle öldürmek için, arayıp sormuyorsan, emret! Senin katil olmana gönlüm rıza gösteremez, ben benim katilim olurum, yeter ki iste!”
“Acımasızsın! Kendine gel, inisiyatifini(1) rahatlıkla kullan, ‘Fabrikayı istenen, istediğin hale getir!’ diye yüreğime taş basarak, tüm yangınlara göğüs germeye çalıştığımı bilmez gibi sen eziyet ediyorsun bana. Yakışıyor mu? Üstelik tek bir sevgi cümlesi kurmadan haşlar, azarlar gibi. Dünyamda sen olmazsan, sensiz yaşayacağımı mı sanıyorsun sen?”
“Bağışlaman için ne yapmam gerek?”
“Dilerim, ama birbirimizi kazanmamız için biraz daha, sen; ‘Fabrika her şey için hazır!’ dediğin anda senin benim olmanı ben isteyeceğim senden, inan buna!..
Sana ulaşamayışımın nedeni, annemin…”
“Allah’ını seversen kötü bir haber iletme!”
“Ufak bir apandisit ameliyatı, başında olmam gereken, fazla merak etme!”
“İyi mi? Telefona cevap verebilecekse ‘Geçmiş olsun!’ demek isterim!”
“Kendisine iletirim. Yalnız…”
“Evet, yalnız?”
“Senden uzun zaman sonra bir dileğim olacak. Çok zaman, hatta uzun zamandır, her zaman da diyebilirim, geceleri de orada kalıyorsun. Babamın ani ölümü sebepsiz olamaz. Bir şeyler var, bilemediğim, anlayamadığım. Araştır lütfen, babamın odasını talan et, ama düzgünce, aklını nereler kurcalarsa, müdürün, sekreterin, mimlediğin tüm kişilerin masalarını, arşivi falan…
Evrakların tümünü sayfa sayfa oku, bilgisayarlara gir, kontrol et, sence inandırıcı olmayan, falsolu, uygunsuz, hatta bana öyle geliyor ki, bir kısım şeyler şifreli olabilir, ara, tara, bul lütfen!..
Ve hemen eklememe izin ver, fabrikadaki uzaklığım, samimiyetsiz davranışlarım için bana gücenme, hoş gör! Yanımda olduğun ilk an kucaklayacağım seni…”
“Bonus?”
“Peki!”
“Özleyeceğim!”
“Ben de!”
Emir, demiri keserdi, hemen araştırmaya başladım. Öncelik baba patron Suat Amcanın dükkânı, yani odasıydı ve bir şeyleri dikkatli bir gözle yakalamam gerekenleri yakalamam zor olmadı. Ama patronun odasında değil!
Beni “Patron!” diyerek aşağılamaya çalışan kişinin odasına gidip girdim daha sonra, tüm riskleri üstlenerek, ancak belli etmemeğe çalışarak, beni yönlendiren ilâhî güce engel olmayı arzulamaksızın.
O insan demek zorunda kaldığım kendini beğenmiş adam bilgisayarını “Uyku modunda” açık bırakmıştı. Tanrım ne olursa olsun kısacık bir devre için de olsa Leylâ’nın dualarına cevap vermeyi uygun görmüş olsa gerekti.
Bilgisayarın açık kalmış olması benim için büyük bir şanstı ve sabaha kadar vaktim vardı, yetiştiremezsem de flash bellek gibi bir şansım…
Görmem gerekenleri görmem ve patronun vefatına şahit olmak şanssızlığımdı. Gördüklerime göre o menhus(1) varlığın defterini dürmem kesinlikle farz idi. İblis(1), tüm odalara gizli kameralar ve böcekler yerleştirmişti, okumamış olsa da hain teknik bilgileriyle.
O, her şeyden haberdar ve tüm kozlar elindeydi. Ya da o, ben Leylâ’nın şüphesi ile bunu kanıtlayacağım ana kadar öyle sanıyor olsa gerekti, kanıtlanacağı, bilineceği kuşkusunu yaşamaksızın.
Tüm odaları elimde laptopla dolaştım, kameraların böceklerin yerlerini hafızama kaydettim, bazılarına sadece ordinatla yerleri belli olacak şekilde işaretler koydum, kendi görebileceğim şekilde.
Sabah ilk işim toplantı odasında, odanın alabildiği kadar mühendisler, personel ve o olarak bir toplantı tertipledim. Barkovizyon(1) denilen görüntü aletini geceden çıplak duvara doğru ayarlamıştım.
“Bakın!” dedim ona ve ekledim;
“Bir iki gösteri ve sanırım sonrasında üstünüzdekileri de çıkartarak, sadece kendi elbiselerinizle dışarı çıkıp kapıyı dışardan kapatmanız gerekecek! ‘Yoo!’ derseniz yasalar karşısında durumunuzu ve dışardaki itibarınızı düşünün...
Ve sakın referans dileğiniz olmasın!”
Bana göre gösteri bittiğinde, toplantı salonundan çıkıp (hiç de bana yakışan bir söz değil, ama) defoldu, belki de diğer arkadaşlara göre; “Gitti!”
Ancak sonrasında duyduğumuz haber tümümüzü etkiledi, pişman olmamış olsam da hiç anlamamıştım onun onuruna bu kadar düşkün, duygusal ve pişman olabileceğini. CV(1) belgesini inceledim. Evlenmiş, karısını yaşamadan kanser denen bir illetle kısa süre içinde yitirmişti, çocuğu yoktu, yaşama bakışının kin dolu oluşuna bunun sebep olduğu geçti aklımdan. Yalnızdı, evi boştu, boş olan evde neler yaptığını kimse bilmiyordu.
İki satırlık bir veda mektubu bırakmıştı, sadece üç kelime; “Kimsenin suçu yoktur!” şeklinde. Bu bir bakıma “Kendim ettim, kendim buldum!” demenin tekrarıydı. Tabancasını ağzına dayamıştı.
O, yoktu artık!
Amcanın katili o değildi, belki de yakalanan bir falso olabilirdi, dürüst Suat Amcanın kalbini tetikleyen. Örneğin bir ihalede belirlenen miktarın, karşı tarafça bir lira eksikliği ile kazanılması onun kalbini tetiklemiş olabilirdi. Suçlu yoktu. Suçu ispat edilene kadar birini mahkûm etmek yasalara göre mümkün değildi. Ancak delil yoktu, olan olmuş, ölen ölmüştü…
Fabrikadaki kameralar, böcekler ve görüntüler gelen uzmanlar tarafından her biri ayrı ayrı yok edildi. Fabrika temizdi artık, Leylâ’ya; “Gel! Malını teslim al! Artık istediğin gibi, senin!” dedim.
Gelip yemekhane de topladı görevden uzak kalması sakıncalı olanlar dışındakileri;
“Bu fabrika hepimizin, kazanırsak hep beraber kazanacağız, tüm artıları beraber üleşeceğiz, kaybedersem sadece ben kaybetmiş olacağım, sizleri etkilememesi için her türlü tedbiri alarak. Sizlerle üleşmemin mümkün olmadığı tek varlık; Mehmet. O sadece her şeyden önce ve her şeyiyle benim, ama fabrikanın efendisi olarak sizler hep onunla muhatap olacaksınız, bunu bilin!”
Durdu, düşünür gibi bir an, devam etmeyi zaruret hissetmiş olsa gerekti;
“Onu mutlaka tanıdınız, yaptıklarını gözden geçirin bir. Tasarrufsa tasarruf, iyi niyetse iyi niyet, dürüstlükse dürüstlük, hepsi sizin için, sizin lehinize. Beni, menfaatlerimi ve özellikle ekmeğini yediğiniz bu kurumu korumak için günlerce fabrikada yatıp kalkarak yaptıklarını hiçbirinizin göz ardı edeceğini sanmıyorum…”
Durakladı, sözlerini toparlamak, benim sahibim olduğunu alkışlatmak ister gibi;
“O iyi bir insan, yardımsever, bundan, bu günden, bu andan böyle her türlü dertlerinizi dinleyip, koşacağından yardımını esirgemeyeceğinden emin olun. Ben hem şahidim, hem de kefilim sevgisiyle. Ben ona ‘Benimsin!’ diyorum, ama sizler de eğer beni ona verirseniz, mutlu olmam için, ben de ona asla ‘Hayır!’ demem, bunu bilin! Haydi, hepiniz, söyleyin hep beraber bir ağızdan; ‘O, benim olsun, hayırlı olsun…”
“O, senin olsun, hayırlı olsun!”
Ben ses çıkaramadım, o hemen cevapladı;
“Aldım, kabul ettim, Allah razı olsun, hepiniz sağ olun! Haydi, şimdi hepiniz iş başına…”
YAZANIN NOTLARI:
(*) Zeki Müren; 1931-1996 yılları arasında yaşamış, “Sanat Güneşi” lâkabı olan Türk Sanat Müziği sanatkârı, bestekâr, söz yazarı, oyuncu ve şair.
Cevat Şakir KABAAĞAÇLI; 1890-1973 yılları arasında yaşamış, Bodrum aşığı, Halikarnas Balıkçısı lâkabı olan roman ve hikâye yazarı.
Neyzen TEVFİK (Tevfik KOLAYLI); 1879-1953 Bodrum’da doğan Atatürk Sevdalısı, Taşlamaları ile ilgilileri ürküten bestekâr, şair ve ney üstadı.
HEREDOT; O günkü adıyla Halikarnas’ta doğan Yunan tarihçi ve yazar. “Heredot Tarihi” adlı eseriyle tanınır.
Bodrum; Muğla’nın en kalabalık nüfusa sahip Akdeniz ilçelerinden turizm beldesi.
Datça; Muğla İline bağlı, yarımada olarak Ege ve Akdeniz’e bakan, Filozofun “Tanrı sevdiği kullarını Datça’ya gönderirmiş” dedirten doğa, hava ve ağaçlarıyla ünlü şehir.
Suat; Mutlu. Mutlulukla ilgili.
Suna; Boylu, boslu, ince, biçimli, genç, güzel kız. Güzel ve sağlıklı hayvan. Erkek ördek. Yaban ördeği, göl ördeği. Yaprakları ince maydanoza benzer bir bitki.
(1) Aparat; Ataç, gereç. Herhangi aracın çeşitli amaçlarla kullanılmasını sağlayan parçaları.
Barkovizyon; Video dâhil, bilgisayardan aldığı tüm sinyalleri perdeye yansıtabilen bir projeksiyon sitemidir. Görüntü kalitesi LCD’lere oranla daha yüksektir. Prezantasyon büyük bir salonda geniş bir kitleye verilecekse kullanılır. Tasarım içinde video yer alıyorsa ve büyük perdede kaliteli bir görüntü isteniyorsa Barkovizyon kullanmak gereklidir.
CV; Curriculum Vitae kelimelerinin baş harfleri. İş başvurusunda bulunan birinin eğitim, deneyim ve tecrübelerinin gösterildiği belge. Özgeçmiş, hal tercümesi anlamındadır.
Darbımesel; Uzun deneme ve gözlemlere dayanılarak söylenmiş, halka mal olmuş, öğüt verici nitelikte söz.
Güruh; Değersiz, aşağı görülen, küçümsenen topluluk.
Hanzo; Kaba-saba, görgüsüz, iri yarı kimse.
Hercümerç; “Allak-bullak, alt-üst, darmadağınık, karmakarışık” demektir. Kısaca “karmaşa” diyebileceğim anlamda.
Hoşgörü (Müsamaha); Tolerans. Kolaylık göstermek, iyi karşılamak, ayıplamamak, hatayı görmezden gelmek, göz yummak. Kırıcı ve aşağılayıcı olmamak, affedici olmak, kendi görüşlerimize aykırı olan görüşleri sabırla karşılamak. Kendine, düşüncelerine ters gelse bile başkalarının düşünce, fikir ve davranışlarına karşı anlayışlı davranma, rahatsız olmama, tepki göstermeme.
IQ; (Intelligence Quotient) ya da EQ (Emotional Quotient) olarak belirlenen zekâ testi.
İblis; Şeytan. Şeytanca işler çeviren, kötü kimse, düzenci.
İnisiyatif; Bir kimsenin alınması gereken kararı öncelikle ve kendiliğinden alabilmek konusundaki yeterliliği, üstünlüğü, niteliği. Karar verme yetisi. Bir şeyi yapmaya öncelikle davranma, önceliği ele alma, öncecilik.
Kodaman; İleri gelen, para ve mevki sahibi.
Komprador; Çok zengin kimse. İş birlikçi. Aracı. Uzakdoğu ülkelerindeyabancı ortaklıklar hesabına iş sözleşmesi yapan yerli aracı.
Logo; Bir kuruluşun, bir gazetenin vb. adının, simge özelliği bulunan özel olarak hazırlanmış biçimi.
Menhus; Kötü, uğursuz.
Meziyet; Bir kişiyi, ya da nesneyi, diğerlerinden üstün gösteren nitelik.
Montofon; Türkçemizde kullanımı; tembellik yapan, oturduğu yerden kalkmakta zorlanan, anlayışı kıt, ya da anlayışsız, basit, vurdumduymaz kimse.
Mütevazı; Alçak gönüllü, gösterişsiz, iddiasız.
Nevale; Azık, yiyecek bir şeyler.
Peyderpey; Bölüm-bölüm olarak, azar-azar, yavaş-yavaş, parça-parça.
Referans; Bir kimsenin yararlılığını ve yeteneğini gösteren belge. Başvurulması gereken kaynak. Tavsiye, bonservis.
Sanskritçe; Bir sürü dil lehçe, harf ve şekillerin karışımından oluşmuş, karışık, anlaşılması güç bir din ve edebiyat dili.
Tandans; Eğilim. Bir şeyi sevmeye, istemeye veya yapmaya içten yönelme, meyil, temayül.
Teşrifat; İlişkilerde kurallara uygun davranma. Resmi günlerde ve toplantılarda devlet büyüklerinin, kişileri makam ve sıralarına göre kabulü.
Tufeyli; Asalak. Başkalarının sırtından geçinen, asalak olarak yaşayan.
Yılkı; Yaşamının kalanı kısmını rahat geçirmesi, bir bakıma kendi kendine ölmesi için doğaya teslim edilen, ya da bırakılan, azat edilen at ya da eşek.
(2) KARATEKİN, Erol. 2012 Yılı “DATÇA-BODRUM-İZMİR-ANKARA DÖRTGENİNDE (I)” den
(3) Boş Gezenin, Boş Kalfası; Yapacak işi olmayıp vaktini sağda-solda boşuna harcayan, ya da harcamaya meyilli olan (boş gezen) insanlar için kullanılan bir halk deyimidir. Bir bakıma aylak, avare.
Don Juan; Çekici ve çapkın erkek.
Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar. Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği.
Eşref Saati; Bir işin olumlu yola girmesi için en uygun zaman. İş görecek kimsenin ters davranmayarak, güçlük çıkarmayarak uysallık gösterdiği zaman.
Fevri Hareketler; Birdenbire ve düşünmeksizin yapılan, pek düşünmeden, ansızın, öfkelenerek, sinirlenerek, böyle davranma biçimine uygun hareketler.
Flash Bellek; Kaynak gücü kesildiğinde bile sakladığı veriyi tutabilen, elektronik olarak içeriği silinip yeniden programlanabilen bellek türü.
Kaz Kafalı; Anlayışsız, kavrayışsız, düşüncesiz (kimse).
Nevi Şahsına Münhasır; Taklitsiz, kişiye özel, kendine özgü, kendine has, yalansız, kendi gibi davranışları ve karakterleri olan. Benzeri olmayan. Eşi bulunmaz.
Sittin Sene; Mübalağalı olarak uzun bir sene anlamındadır, ancak asıl anlamı 60 sene demektir.
Takdire Şayan Bir Üslûp; Beğenilmeye, övülmeye uygun bir anlatma, deyiş biçimi.
Vıddır-Vızık; Vıttır-vızık şeklinde de kullanılan bu deyim; uyduruk, dikkati çekmeyecek şeyler anlamındadır.
Yarım Yamalak; Yalapşap. Yalap şalap. Baştan savma, üstünkörü.
(4) İç bâde, güzel sev, varsa akl-ı şuûrun, dünya var imiş, ya ki yoğ olmuş, ne umurun… şeklinde başlayan Terkibi Bent eserinin Güftesi; Ziya PAŞA (Abdülhamid Ziyâeddin)’ya ait olup eserin; Hacı Arif Bey veya Şekip Ayhan ÖZIŞIK tarafından Hicaz Makamında bestelendiği söylenmiştir.
(5) Müteşair; Şairlik taslayan, şairlik satmak isteyen, şair olmayıp şair olduğunu öne süren, şair gibi görünen, sahte şair, demektir. Bununla ilgili şahane bir benzetme vardır: “Çile bülbülüm” şarkısındaki gibi meselâ: Burada; “çile” kelimesinin “çilemek” fiilinden geldiğini görebilen “ŞAİR”, Farsça “ızdırap” anlamına geldiğini sanan kişi ise; “MÜTEŞAİR” dir.
(6) Cihâ- ârâ cihân içindedir ârâyı bilmezler / Ol mâhiler ki deryâ içredir, deryâyı bilmezler (Dünyayı süsleyenler süsü bilmezler, o balıklar da deniz içinde olmalarına rağmen denizi bilmezler). HAYALİ
(7) KARATEKİN, Erol. 2012 Yılı “DATÇA-BODRUM-İZMİR-ANKARA DÖRTGENİNDE (III)” den
(8) Batıl İtikat (Batıl İnanç); Hurafe. Boş inanç. Korku, umarsızlık, çağrışım gibi nedenlerle beliren, geleceği bilmek isteğiyle rastlanılan benzerlikleri iyilik, ya da kötülüğün ön belirtileri olarak değerlendiren, bilimin ve dinin kabullenmediği doğaüstü güçleri tasarımlayan, kuşaktan kuşağa geçen yanlış inanışlar.
(9) Hayallerinin Esiri Olmamak; Rudyard KIPLING “EĞER (IF)” isimli şiirinde, (If you keep your head when all about you… şeklinde başlayan) “Çevrende herkes şaşırırsa, bunu da senden bilse, sen aklı başında kalabilirsen eğer… Eğer hayal edebilir ve hayallerinin esiri olmazsan” denilmekte. Rahmetli Bülent ECEVİT bu şiiri “ADAM OLMAK” olarak tercüme etmiş ve bu dizeyi; “Düşlere kapılmadan, düş kurabilir(sen)” şeklinde belirtmiştir. Bu konuda Mallarme, Baudalaire, Rimbaud, Varlaine, Valery ve Poe’nun sayılamayacak çok güzel sözleri vardır.
(10) KARATEKİN, Erol. 2012 Yılı. “DATÇA-BODRUM-İZMİR-ANKARA DÖRTGENİNDE (II)” den
(11) Aforoz Etmek; Darılıp biriyle konuşmamak, ilgiyi kesip kendinden uzaklaştırmak, dışlamak. Kilise birliğinden çıkarmak. Hristiyanlıkta kilise tarafından verilen toplumdan kovma cezası.
Cuk Diye Yerine Oturmak (Aşığı Cuk Oturtmak); İşi çok olumlu bir şekilde almak, yapmak. Uygun gelmek, yakışmak. Aşık kemiğinin dik duruşunu ifadelendiren bir deyim olmakla birlikte, tam yerine denk, rast gelmek anlamında kullanılan bir deyim.
Deli Divane Olmak; Çılgınlaşmak, aşırı derecede delirmek.
İdrak Edebilmek; Akıl erdirebilmek, anlayabilmek, kavrayabilmek, algılayabilmek. Erişebilmek, kavuşabilmek, ulaşabilmek.
İlenmek; Bir kimsenin kötü bir duruma düşmesini gönülden geçirmek, ya da bunu açıkça söylemek, bir kimse için kötü dilekte bulunmak.
İstihdam Edilmek; Bir işte, bir görevde kullanılmak, çalıştırılmak. Yeni bir işe yerleştirilmek.
İstismar Etmek; Sömürmek. Birinin iyi niyetini kötüye kullanmak.
Ketum Davranmak; Sır saklamak, ağzı sıkı insan olmak.
Kıl Payı ile Kurtulmak; Çok az bir olasılıkla kurtulmak. Ramak kalmak. Hemen hemen olacakmış gibi olmak.
Mastır (Yüksek Lisans) Yapmak; Lisans eğitimini tamamladıktan sonra devam edilen eğitim. (Tezli ve tezsiz olarak ikiye ayrılır. Bazı koşullarda sadece mastır olarak da adlandırılır.
Medet Ummak (Dilemek); Yardım beklemek. (Medet: Zor bir dönem geçiren birinin, birinden çare dilemesi, yardım istemesi).
Musallat Olmak; Birini sürekli rahatsız etmek, birine sataşmak, hiç peşini bırakmamak.
Recmetmek; Recm; Taşlamak, kovmak anlamındadır. İslâm Hukukunda terim olarak zina yapan evli erkek ve kadına uygulanan taşlanarak öldürme cezasıdır.
Sular Seller Gibi Bilmek; Bir metni, bir söz dizisini, bir konuyu, bir dersi, yanlışsız, doğru olarak öğrenip bilmek.
Suya Sabuna Dokunmamak; Davranışlarında, sözlerinde kimsenin incinmeyeceği, gücenmeyeceği, kırılmayacağı sakıncalı konulara girmemek.
Tenezzül Etmek; Kendi durumuna, düzeyine aykırı bir şeyi, bir durumu, bir işi kabul etmek.
Zamana Karşı Yarışmak; Bir işi, bir şeyi bitirmenin değil, en kısa zaman içinde bitirmenin önemli ve zorunlu olduğunun bunun için çaba gerektiğinin ifadesi.
(12) Kubarmak; Gubarmak şeklinde de kullanılan bu kelime, kibirlenmek, gururlanmak, böbürlenmek anlamında yöresel olarak kullanılmakta, tahminen “kabarmak” kelimesinin kartlaşmış hali olsa gerek. Ancak Sivas ve yörelerinde çokça kullanılan sözün anlamı çiçek ve bitkilerin kısa zaman içinde boy vermesi anlamındadır. Nitekim Âşık Veysel bir türküsünde; “Baharda erimiş dağların garı, Dağlarda gubarmış dağ çiçekleri” demiştir.
(13) Ne hasta bekler sabahı, / Ne taze ölüyü mezar. / Ne de şeytan bir günahı, / Seni beklediğim kadar. / Geçti istemem gelmeni, / Yokluğunda buldum seni, / Bırak vehmimde gölgeni, / Gelme, artık neye yarar?” “BEKLENEN” Necip Fazıl KISAKÜREK
(14) Uyuşamayız seninle yollarımız ayrı / Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi… Orhan Veli KANIK “KUYRUKLU ŞİİR”
(15) Ben sana mecburum, bilemezsin. Attila İLHAN
(16) Aşk her şeyi affeder (mi?) Özlem TEKİN
(17) Beni bu güzel havalar mahvetti… diye başlayan “GÜZEL HAVALAR” isimli şiir, Orhan Veli KANIK
(18) Mevlit (Mevlid); Hazreti Peygamberin doğumunu anlatan Süleyman Çelebi tarafından hazırlanan bir şiirdir. Mevlitte bu dizler şöyledir: “Geldi bir akkuş kanadıyla revan / arkamı sığadı kuvvetle heman” şeklinde olup ek bilgi mevlidin bu bölümü okunurken insanlar âdettir ayağa kalkar, ellerini bağlayıp dua okununcaya kadar ayakta dururlar. Evde dinleniyorsa karılar, kocalarının sırtlarını sıvazlarlar, ya da mevlitte okunduğu gibi sığazlarlar.
Yedi, Kırk, Elli İki Mevlitleri; Şeriatta yeri olmamakla birlikte, Müslümanlar tarafından özel olarak kişinin ölümünün o günlerinde, kandil gecelerinde, asker uğurlarken, sünnet yapılırken, hac dönüşlerinde okunan Süleyman ÇELEBİ’ye ait bir şiirdir ki uzman bir görüşe göre dinimizde hiçbir yeri yoktur, hatta bid’attır. Bu günlerle ilgili genel olarak söylenen akla ve mantığa uygun bir şeyler yoktur. Sadece kırkıncı günlerde ölünün burnunun düştüğüne, elli ikinci günlerde ölülerin kemiklerinin etten ayrıldığına dair bir safsata vardır. Bu konuda en önemli sözlerden birini İbni Abidin adındaki bir İslam bilgini sarf etmiştir; "Ölüleri hayırla yâd etmek vaciptir. Ama onların arkasından 7., 40., ve 52. geceler bidattir. Muayyen gün ve gecelerde evlerde mevlit okutmak o mümin ölüye işkence etmek hükmündedir.” Aynı konu rahmetli Profesör Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK Hocamız tarafından da defalarca ifade edilmiştir.
(19) Yol göründü, gurbet ele giderim… Bir Anadolu türküsü.
(20) Dibek/Havan/Odun Dövücüsünün “Hınk!” Deyicisi; Kendisi belli başlı bir iş, uğraş yapmadığı halde, başkalarının uğraşlarından kendine pay çıkaran ve iş yapıyormuş gibi görünen, böylece geçinip giden kişi. Bir Nasrettin Hoca fıkrası. İşi yapanla, onu teşvik edenin aynı haklara sahip olmadığının belgesi. Başkalarına yağcılık, yardakçılık yapanlar için söylenir. Tufeyli. Asalak.
(21) Türk, Öğün, Çalış, Güven (Mustafa Kemal ATATÜRK); Öğün kelimesinin “Övün” kelimesi ile ilgisi yok. Öz Türkçe “Öğ” (Akıl, us anlamında) kelimesinden üretilen “Öğün” ise; “Akıllan, aklını kullan!” anlamında.
(22) Gri Hücreler; Yazdığı cinayet romanlarıyla tanınan ünlü İngiliz yazar Agatha Mary Clarissa Miller Christie MOLLOWAN’ın yarattığı Belçikalı Hercule POIROT karakterindeki dedektifin zekâsı, espri yeteneği, gözlemciliği ile “Küçük gri hücreler” dediği beynini kullanarak olayları çözmesinin ifadesi gibidir.
(23) Ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın; Karşı tarafı küçümsemek için söylenen bu söz Türkçemize yanlış yerleşmiş bir deyimdir. Aslı; “Ateş olsan Cirmin kadar yer yakarsın” şeklindedir. (Cürüm; suç, kabahat, Cirim; Hacim, büyüklük anlamlarındadır. Anlamlar değişiyor olsa da her iki durumda da niyet belli oluyor gibime geliyor).
(24) İtin duası kabul olsaydı, gökten kemik yağardı; Aşağılık bir kimsenin değerli bir şey istemesi mümkün değildir. Böyle birinin duası kabul olsaydı, dünya çekilmez olurdu.
(25) Yol, küçük bir adımla kapının önünden başlar, başka kapılara kadar uzanır Bazen çok uzun gelir çilelidir, âdeta sonu gelmez. Bazen de sarıp sarmalar bizi, menzile yetiştirir. Sözün aslı; “Binlerce kilometrelik yol, atılacak tek adımla başlar.” Lao TZU