Genç irisi, üstünde-başında, saçında-sakalında nizam(1)-intizam(1) görünmeyen, en aşağı 1.90 boylarında ve aşağı-yukarı 100-120 kilo civarlarında heybetli yapısıyla bir adam…
Bu adam, karayolundan özenle ayrılmış denize bir insan adımı kadar yakın olan sitenin duvarına yaslanmış, duvar üstündeki oldukça kalın camdan öteyi merak, dikkat ve hayretle izliyordu.
Önce içinden geçirmeye çalıştı düşüncelerini, Türkiye’de, eğitim görmüş, Irak Kerkük Türklerinden olup da ana tarafından Türkmenliğin de DNA’sında(1) yer aldığı Abdullah isimli genç adam.
Böyle mi esecekti, son günümde bu rüzgâr? / Bütün kuşlar vefasız, mevsim artık sonbahar(2)…
Aslında mevsim kışa bir adım kalmış gibiydi, bir bakıma; “Sonbahar sona erdi, kış gelmek üzere(3)” denmesi gerekir gibi, sesli düşünmeye başladı.
“Huzur(1) olmasa da doğup büyüdüğüm yerde yaşamaya devam etseydim ya, ne mok yemeğe(4) düştüm ki böyle yollara, aç ve açıkta kaldım(4)…”
Kendi kendine söylenirken bile terbiyesini bozmamak, fiziksel durumunu açıklamamak niyetinde gibiydi.
“Bir çorba kaşığı kadar sahili olan toprağa bu kadar güzelliği, imkânları, teknikleri sığdıran insanlara sadece; “Bravo, fevkalâde, aferin, şahane” şeklinde takdir cümleleri sıralamakla mükemmelliği anlatmaya çalışmak haksızlık olur, adil olmaz. Böyle bir yapıyı değil projelendirmem, aklımdan geçirmeyi düşünmem, hayal bile etmem asla mümkün değil…”
Genç adamın Türkiye Üniversitelerinde okuyarak edindiği mesleği nedeniyle şaşkınlığına, böyle bir tesisi tasavvur edemeyişine hak vermemek elde değildi (Dışarılardan birinin gözlemi olarak!)
Genç adamın çorba kaşığı tarifi doğrudan doğruya midesinin durumu, yani boşluğundan dolayı guruldayışı(5) ile ilgiliydi (Kim bilir kaç zamandır? Sorgulamak abes, yersiz ve hatta yanlıştı!)
Genç adamın hayretle bakındığı yer sahiplenilmiş, bakir(1) denilmesinde sakınca görülmeyecek bir sahildi, “Sahil Şeridi” bile denemeyecek, bir çorba kaşığı kadar bir yer, yani! Genç adamın okuduklarına yasal katkısı nedeniyle aklının erememesinin, “Nasıl, yani?” şeklinde sorgulamasının nedeni apaçık belli gibiydi!
Kısaca yaşamında; “Burası Türkiye! Başka Türkiye yok!” şeklinde başlangıcından beri devam edegelen sözleri nasıl unuturdu ki?
Eh! Bu doğruysa ki; gerçekten yerden göğe kadar(5) doğruydu, olacaktı o kadar!
Başlangıç?
Olsa olsa ensesi kalın(5) birinin arabası bozulmuş, burada duraklayınca yahut da yatıyla, teknesiyle buradan geçen, sırtı pek(5), cebi dolgun, çevresi olağana göre çok geniş, çok böyyük birilerinin bu çorba kaşığı kadar sahil parçası dikkatlerini geniş boyutta çekmiş ve adamcağız(!), ya da kadıncağız(!) sahiplenivermişti burcağızı! “Kaç para?” diye sormadan, etmeden hemi(1) de, herhalde belki hökümetten biri olsa gerekti, elleri, kolları uzun(5), her bir yerlere erişen, ulaşan!
(Bozuluvermişti lehçesi, aniden, muhtemelen akıl erdiremediği mükemmellikten, belki de kıskançlığından, hasedinden(1) dolayı…)
O çorba kaşığı gibi bölümde, dıştan dışa 75 m2, kutu gibi, balkonları da bu kutu gibi alanın içinde olan, bir bakıma lojman, ya da devre mülk(5) tarifinde evler vardı, denize yakın bölümde altı, arkasındaki iki yetişkin insanın yan yana yürüyebileceği şekilde parke döşenmiş yoldan sonra beş adet…
İnşaatların nasıl yapıldığı, tesisatların nasıl döşendiği, o binalara ait malzemelerin o dik yardan nasıl taşındığı bir tarafa, işçilerin çalışması, doğal yaşamları nasıl sağlanmıştı ki?
Edinenin mal sahibi olma konumu sonrası artı kadastro(1) olayı…
Tapu; öncelerinde herhalde o geçiyorken bu sahil bölümü gözüne çarpan kişinin adına olmalıydı, tek başına. Muhtemelen sonraları evlât, gelin-damat, torunlar arasında o evleri, belki de kendine bile ayırmaksızın bölüştürmüş olsa gerekti o sırtı kalın, parası, çevresi geniş, eli-kolu uzun, hükümetten olan adam.
Kur’an ne diyordu?
“…Allah akrabaya yardım etmeyi emreder…(6)”
Her Cuma Namazı Atatürk’ün kurduğu, ama Atatürk’ü anmayan, hatta milli ve dini bayramlarda inkâr eden Diyanetten gelen hutbe emri sonunda minberdeki emir kulu hocalar, bu sureyi cemaatteki insanların beyinlerine matkapla sokma gayretinde olmuyorlar mıydı?
Yoldan geçenler, yerli kişiler, malı yüklenen kişinin “Parlamenter(1) Sitesi” adını verdiği siteyi çok iyi biliyor ve tanıyorlardı. Çünkü o yetkili kişi, o camlı duvarın en üstüne, sağ ve sol taraflarına, Belediyenin üstün hizmet anlayışı ile yaptırdığı otobüs-minibüs durağına plâketler halinde üç-beş yere bu ismi koydurmuştu.
Ayrıca o genç adamın dizini dayadığı duvarda da “Destan(1)” sayılacak gibi normal 5-6 yaşlarında bir çocuk boyunda, yaşlı adamın baldırının kalınlığındaki harflerle aynı isim vardı, kırmızı, hatta vişneçürüğü rengine çoktan çok daha yakın.
O dönemlerde oldukçanın üstünde emek verilmiş, para harcanmış, eh birazcık da kenardan-köşeden, sevabına(!) bazen sehven(1), bazı yardımlar alınmıştı, hiçbir şekilde zorlama, vaat, korkutma olmaksızın(!) sadece “Emriniz olur beyefendi!” sözleriyle...
Parlamentoya ve parlamentonun başkanı, kralı, her şeyi, her kim ve ne ise ona derinden sadık(1); “Evet! Evet Efendim! Başüstüne efendim! Emredersiniz! Emriniz olur efendim! Tabii! Ne demek efendim, gayet tabii!” şeklinde bağlılığını her zaman üstün meziyetiyle(1) sunan bir milletvekili için bu site, anasının ak sütü gibi kendisi için helâldi(4)!
Öyle ki sahiplendiği bu site için “Yok!” denilecek hiçbir şey asla eksik bırakılmamıştı. Yardımsever(!) ilçe halkı ve ilçenin tüm bürokratları her ne gerekiyorsa eksiksiz olarak yerine getirmiş, yapmışlardı bir tanecik sıradan olmayan(4) milletvekilleri için!
Siteye giriş-çıkış ve site sakinlerine zahmet olmaması için siteye girişin iki tarafına, kapıları sadece site sakinlerinin ellerindeki uzaktan kumanda ile kapılarını açtıkları; biri site sakinlerinin kullanımına ait normal kapasiteli insan asansörü, ikincisi yük, eşya taşınması konumunda kullanılan yük asansörü vardı.
Tek sakınca, o kumanda aletinin, dışarıya çıkışta, ilçeye gidişte alınması unutulmuşsa, site içindeki akraba veya yakınlara cep telefonu ile ulaşabilme zahmeti idi.
Ayrıca canı sıkılanların ya da spor amaçlı tırmanıp inmek için, mermerden, çok basamaklı, kenarları emniyetli bir şekilde kapanmış merdiven de yapılmıştı. Böyyük kişi site önüne çöp konteynırları koydurmayı da ihmal etmemişti.
Yazın tesadüfen(!) her Allah’ın gününün akşamüzeri geçen çöp kamyonları konteynırları boşaltıyordu. Kışın bazen haftada, bazen on beş günde bir, bazen akıllarına geldikçe meşgul olabiliyorlardı Belediye çalışanları. Kışın çok az demirbaş(1) kişi(!) kalıyordu sitede, malûm.
Denildiği gibi o böyyük kişinin çok hatırı vardı ilçede, canım. Kendisi mal sahibi iken, gidiş gelişlerinde arabasını park etmek için otobüs durağının biraz ilerisine dağı oydurarak bir arabalık cep yaptırmıştı. Bu ufacıcık(!) ricası; asla ve kat’a(1) hiç kimse için zahmet olmamıştı, olamazdı da zaten!
Hem bilinmeliydi ki yol ve arazi durumu uygun olsa Kaymakamlığın istirhamı(1) ile(!) Belediye Başkanlığı garaj, otogar yapmaktan bile çekinmezdi oralara, ama malûm, it ürümez, kervan yürümez (ya da geçmez), tilkinin bilmen ne yaptığı(5) bu dağlar arasında ancak ulaşım için yol yapma imkânı bulabilmek şans iken, başka amaçlar için boş yer bulmak o koca böyyük adamın bile elinde değildi, imkânsızdı, kısaca!
Galiba hatırın da kırk yıllık kahve kadar bile hatırı yoktu, imkânsızlıklar göze alındığında. Ancak şu gerçek ki, “Hatır!” demek “Yatırım!” demek, yatırımların karşılığı ise “Oy!” demekti, bu da “İlçede hiç kimse aptal değildi!” demenin öz Türkçesi idi!
Belediyenin siteye ilgisi başlangıcından, bitimine kadar hiç eksik olmamıştı, elektrik, su için ricaya bile gerek kalmamış, sitenin sadece görmek için gelen asıl (başlangıçtaki mal sahipleri) sakinlerinin kendi özel dünyalarına dönüşlerinin hemen ertelerinde elektrikçiler, sucular, işçiler, bir sürü malzemelerle ve işçilerle, ustalarla tamamlayıvermişlerdi tüm eksikleri.
Bu demekti ki bir sonraki yaz aylarında jeneratör(1) masrafı olmayacaktı sitenin, gene de jeneratörün sitenin bir köşesinde normal bakımlarının yapılarak muhafazasında yarar vardı, ancak gerekliliği tartışılırdı.
Tartışmanın gayri resmi nedeni mi? Yenilenebilir Enerji Kaynağı(7) olarak Rüzgâr Enerjisinden(7) faydalanmak üzere (sözüm ona) Rüzgâr Santralı Projesi(7) hazırlanmıştı. Rüzgâr Çiftliği(7) uygulaması düşüncesiyle iki adet Rüzgâr Türbini(7) için direkler dikilip tesis, siteye elektrik enerjisi temini için ayarlanmıştı, doğal olarak böyyük adamın direktifiyle(1) ve kısmi masraf kendisi tarafından karşılanarak.
Bu konuda Abdullah’ın düşüncesi olarak itiraf etmek gerekir ki; Fizibilite Raporu(7), şebeke analizi(7), türbin sayısı, rüzgâr yönü, hızı, sıcaklık, nem, basınç, önemli ve gerekli olan meteorolojik verilerin tümünün dikkate alınmış olması şüpheliydi.
Gene de (tahminen) var olması gereken böyyük adamın düşüncesine göre gerçekleşmişti, tesis mutlaka ve zorunlu olarak çalışacaktı ya, jeneratöre gerek kalmayacaktı ya, önemli olan buydu; ister % 100 kapasite ile ister % 10…
Asla önemli değildi. Bilindiği üzere Türkiye’mde bazı şeyler; “Tak!” diye emredilir, “Şak!” diye uygulanırdı(8)!
Bu arada bir ayrıntıya daha önem vermek gerek; yenilenebilir enerji kaynağı konusunda. O site evlerinin tavanları düz balkon şeklindeydi, hani yaz keyfi yapmak isteyenlerin arzuları düşünülmüş gibi.
Bir köşede, ardiye, depo gibi bir kulübecik yapılmış, üstü şıngıl(1) denen malzeme ile kaplandıktan sonra güneş enerjisini boşa harcamamak için güneş enerjisi tesisi olarak güneş panelleri(1) yerleştirilmişti, hani aile boyu demek yavan kalacak, sülâle boyu dense yeri var olan…
Bu sayede yaz boyu sadece duş, yıkanma, bulaşık, çamaşır değil, balkonlar bile sıcak sularla dezenfekte ediliyordu(4). Kışın? Eh! Nasipte ne varsa? Ya da şofbenler sağ olsun, nasıl olsa enerji bedava, ya da kaba anlamda beleşti!
Yerleşik on bir kulübedeki nüfus yaz aylarında 350-400 kişi kadar olurken, kış aylarında bu nüfus azalmaktaydı. Leyleğin yuvadan attığı yavrular(9) gibi gelinlerinin suratlarının asıklığını çekmektense sitede kalarak yalnızlığı tercih eden iki yaşlı, dul kadın ile yaşam boyu hep yalnızlığı tercih etmiş, artık demir almak(10) üzere limandaki gemide sırasını bekleyen komiserlikten emekli yaşlı adamdan ibaretti.
Ve taltif(1), takdir, teşvik(1) beklemeyen adı Mehmet Can olan yaşlı adam yaz-kış farkındasızlık içinde sitenin her bir şeyiydi. Özellikle de kış aylarında oğullarının, yani kendilerinin kaynanası niteliğindeki gelinlerinin annelerinin kendisine uğrayış, rica ve teşriflerinde(1) zahmet olacak işler için…
Örneğin; musluk contasını değiştirmek, ekmek almak vb. gibi eften-püften(5) zorunluluklar için. Abdullah’ın olduğu yerden edinebildiği gözlemle bu verilerden o anda haberdar olması doğal olarak mümkün değildi tabii.
Denizin en güney tarafında dubalarla(1) çevrilen alanın dışını birkaç adım geçe bir iskele inşa edilmiş, kaya oyularak ufak bir motorlu kayık, ya da sandal sığacak gibi sığınak yapılarak oradaki sandal koruma altına alınmıştı. Deprem ve sonrası tsunami(11) mi?
Adamı güldürmek için dışarıdakilerin bir hayli uğraşmaları gerek galiba! Bu kadar masraf yapılan bir site için herhalde gerekli araştırma yapılmış, böyle bir ihtimale karşı toplanma alanı(5) bile(!) belirlenmiş olmalıydı, değil mi?
Ama nereye? Koca şehirlerde bile düşünülmeyen bu konuda bu site için de kafa yormaya(4) değmezdi (galiba!)
O parlamenter, ya da milletvekili, ya da çoktan çok böyyük adam, bir derebeyi, bir kral, ya da Şıh(1) gibi o sitenin tek mal sahibi olmaktan dolayı mağrur gibiydi. (Her ne kadar “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var! (12)” denmişse de).
O mağrur derebeyinin aklına gelmeyen, kendisi dâhil, şehre, gece hayatına, lüks yerlerde ve genellikle yurt dışında veya özellikle pahalı otellerin olduğu yörelerde tatil yapmaya alışmış çevresinde yaşayıp, lojmanları hediye ettiklerine hükmedemeyeceğini bilememiş olmasıydı.
Şuh kahkahaların(5) atıldığı, musiki, köpük, şarap banyoları gibi isim verilmesi mümkünsüz yer ve mekânlarda gece hayatı geçirenlerin; “Kendin pişir, kendin ye! Kendin sil, süpür, yıka, temizle!” gibi dar bir kaya sığınağına, bir çorba kaşığı kadar siteye kapanmaya rıza gösterebilecekleri asla mümkün değildi!
Bir-ikisi siteyi gidip-görmüş, bir gün içinde tahammülsüzlük sınırına erişmiş, diğerleri; gidip-gelenlerden aldıkları bilgilere göre; “Ölürüm de oralara gitmem, oralarda yaşayıp tatil yapamam!” deyip, böyyük adamın kendilerine verdiği tapuları önce çekmecelere bırakıp, sözüm ona saklamışlardı.
Sonra şehirden istekli olanların taleplerine göre, ucuz-mucuz-pahalı, taksit-maksit demeksizin satıvermişlerdi.
Aslen Türk, kökeninde Türkmen bulaşığı olan Abdullah’ın cama yüzünü dayayarak hayretle baktığı, çorba kaşığı kadar dünya; bu en son görünüm halindeydi, kimsesiz, sakin, kendi halinde. Belki de “İn cin top oynuyordu(4)” dense bu, en iyi tarif olsa gerekti.
Ancak Abdullah’ın duyumu; in-cin ayak seslerinden ziyade çaresizliğinin, açlığının belirtisi karnının guruldayan sesiydi.
Zalimlerin zulümlerini sınıflamasına gerek yoktu, yaşadığı yerden ayrılışına neden olan. Üstelik son olarak annesini de yitirdikten sonra fikirleri nedeniyle kendisinden uzak duran akrabalarına da önem vermediğinden, satabildikleri ile elde-avuçta kalanlarla(5) değişik yollardan yayan-yapıldak yürüyerek(4) nüfus kâğıdı, süresi geçmiş olsa da Türk olmasına rağmen Irak Pasaportu ve Türkiye Üniversite Diplomasıyla...
Şu anda, ihtiyaç duyar gibi bakındığı bir çorba kaşığı kadar değil, geniş kalaylı bir sahan(1) gibi görünen kayalar arası sahildi ve bakınmasında anlam yok gibiydi.
Evet, süresi geçmiş de olsa, okuduğu zamandan kalan Pasaportu, Nüfus Kâğıdı ve “Kapı Gibi(5)” diye nitelediği Türkiye’deki Üniversiteden aldığı diploma cebindeydi, ancak cebinde ölümlük-dirimlik(5) diye ayırdığı para dışında “İki lokma edinecek kadar bile” harçlık yeterliliği yoktu.
Buralara gelinceye kadar, amelelikle ya yarı doymuş, ya da parası verilmediğinden aç kalmıştı. Avuçlarının su toplaması, ağır yorgunluğu şu ana gelişine kadarki süre için sanki miras kalmıştı. Aç da olsa yasal olmayan hiçbir konumla kendi nefsini asla köreltmemişti(4). İnancı, bildiği sadece buydu.
Hayran bakışlarının doğaya esareti, açlığı ile desteklenince varlığı uyuklama modunda esaslı bir şekilde dalgınlığına neden olmuştu.
Duran minibüsü ve minibüsten elindekilerle inen yaşlı adamı fark edememişti Abdullah. Mehmet Can’ın seslenişiyle silkinircesine kendine gelme gayreti yaşadı;
“Merak ettiğin bir şey mi var genç adam?”
“İş var mı diye soracaktım!”
Mehmet Can; arifti(1), bilgeydi, çelebiydi(1), halden anlayandı(4);
“Aç mısın oğul?”
Ne cevap vereceğini bilemedi Abdullah; “Yalan söylemenin tam zamanı…” şeklinde düşünmesine rağmen, doğruyu da söylemekten çekinerek başını eğip, bir bakıma yanlış anlaşılacağını bilmesine rağmen, “Susma hakkını(5)” kullandı, utanma hakkını gizli tutarak.
“Anlaşıldı! Şansın varmış. Benim adım Mehmet Can. Komşu Teyzelerin kızarmış tavuk istemişlerdi, benim de canım çekmişti, kendime de almıştım. Biraz soğumuş olsa da eve varınca fırında tavlarım, oturur, beraber yeriz, ancak öncelliği Mehveş ve Mehpâre teyzelerine vermem gerek. Çünkü benden başka kimseleri yok, onların da. Ben ölünce ne yapacaklarının hüznünü şimdiden yaşıyorum!”
“Şey…”
“Bak genç adam, halden anlarım! Anlatırsan dinlerim de. Yorgun ve aç olduğunu, uzaklardan bir yerlerden geldiğini hissediyorum. Seni bu halde bırakamam, ancak bu şekilde evime de sokamam. Beni takip et! Gidip dışarıdaki masaya beraberce çökelim…”
İsmini bilmediği genç adamın tavrına bakıp endişelenir gibi oldu Mehmet Can;
“Dalgınsın! Dinliyor musun beni? Türkçe biliyorsun, değil mi? Anlıyor musun beni?”
“Ben Iraklı bir Türk’üm amca. Adım; Abdullah. Ama gene de bana bu kadar güvenmesen…”
“Irak’tan da gelmiş olsan Türk’sün, neden güvenmeyeyim ki? Benim bir sıkımlık canım(5) var, zaten. Arkamdan ağlayanım da olmayacak! Farklı bir düşüncen varsa sen elini, geleceğini kirletme, yaşamak için ne gayem, ne de çabam var, sen; ‘Öl!’ de, ben ölürüm. Ama derdini anlatsan, sana yol göstermeye çalışsam…”
“Neler söylüyorsun sen, amca?”
“Farz et ki şaka, ya da klişe bir söz; darası alınmamış sözler(13) zırvalıyorum, önemi var mı? Minibüs yarım saate kadar geri dönecek. Ben şehre tekrar gidip geri döneyim, sen de bu sırada yemeğini ye. Ben gelirken tekrar alırım. Vaktin olursa, ‘Bir şeyler yapayım!’ dersen; çitleri temizle, otları yol, çöpleri şurdaki siyah torbalardan birine doldurmaya çalış, aklına ne gelirse, bir şeyler yapmaya çalış işte, sana kalmış!”
“Tabi amca!” derken Abdullah’ın gözü, Mehmet Can’ın elindeki paketlere kaymıştı, fark edilmediğini zannetse de açlığından utanarak.
Gerekmese de kapının açık olduğunu göstermek için kapıyı açarken;
“Nasıl olsa sen buradasın, ev havalansın biraz!” Sonra denemek ister gibi sordu;
“Şehre gidince seni ispiyonlayacağımdan(4) çekinmiyor musun?”
“Kaybedecek hiçbir şeyim yok! Türkiye’me karşı asla kinim, garezim, suçum da yok. Burada okudum, burada meslek edindim. Ama geldiğim yer bakmadı, değer vermedi bana. Şansımı ülkem beni kabullendiği için burada denemek istedim. Bana el uzattın, o andan beri senin kölenim. İster sat, ister azat et, ister bırak, ben senin elin kirlenmeden kendim vaz geçeyim yaşamdan, tıpkı senin dediğin gibi amca…”
“Saçmalama! Kapı açık, gördüğün gibi. ‘Eve alamam!’ dedim, ama ev küçük, dolaplarda ne ararsan hepsi var. Doyun, dinlenmek istersen, sert olsa da, sedire kıvrıl, ya da uzan, dinlen. Hava pek soğuk değil, ama istersen battaniye getireyim. İş yapmana da gerek yok! Ben çarşıdan dönünce konuşuruz, hallederiz bir şeyler…”
Duraklamasının gerektiğini düşündü, eklemesi gerekenler için;
“Kaçmak istersen hiç tavsiye etmem. Asansörlerin ve merdivenin tek kumandası bende, açamazsın. Denizde yüzmek mi? Dubalardan sonra deniz derinleşiyor. Akıntı, anafor falan yok, ama beni dinlersen, deneme, kaybolma! Yalnızlığımda bana arkadaş olmasan bile komşu ol. Döndüğümde seni yeniden burada görebilmek umuduyla hoşça kal, evlât!”
Mehmet Can sırtını dönüp asansöre doğru yöneldiğinde, belki de asansöre henüz bindiğinde, girdiğinde her neyse, Abdullah tavuğun bir budunun hakkından gelme sabırsızlığı içindeydi;
“Dünyada hâlâ böyle insanlar var!” şeklinde kendi kendine konuşurken boğazını tıkayacak şekildeki lokmayı boğulmama başarısını göstererek ağzından midesine doğru iteklemişti!
Mehmet Can, kendisini şehre götürecek minibüsü beklerken düşünüyor, daha doğrusu düşünmeye çalışıyordu;
“Kimdi bu adam, kendini canından bir parçaymış gibi etkileyen? Şeytan tüyü(4) mü vardı onda? Can yoldaşı(5), mal bulmuş mağribi(5) gibi birden ısınmış, sıcaklığını tüm varlığında hissetmiş, tüm mevcudiyeti bilgi dağarcığındaki(1) var olanlarla güven duymuştu!”
Minibüs şoförünün tanıdık, soran meraklı bakışlarını; “Unutmuşum da!” diyerek selâmla cevaplamıştı. Şoför iyi ki; “Neyi?” diye sormamıştı, sıkılırdı, cevaplayamazdı mutlaka.
Evde; “Bir evde, yalnızlıklara ve tüm yokluklara karşı, anında gerekecek her bir şeyler var. Keşke yola çıkmadan önce şofbeni yakmayı unutmasaydım!” diye iç geçirdi(4), sonra teselli etme gayreti yaşadı kendini;
“Onun saçlarını, sakallarını kesip, derleyip, toparlanıncaya kadar şofbendeki su zaten ısınır be, canım! Esas mesele; iç çamaşırı, elbise alacağı zaman uyduracağı mazeret idi. Gene de umursamadı, nasıl olsa, hayır konusunda bilinen birisiydi; “Paracıklarını mezara mı götürecekti ki? Bilinen bir yardımseverdi, ancak kimseye para vermez, zırnık koklattırmazdı(3)!
“Aç mısın? Aha! Buyur! Doyuncaya kadar ne istersen ye, ama yanında götürme!”
“Pabucun mu yok? Kemerin, pantolonun, kazağın, tişörtün…
Aha her ne dileğin varsa, gir dükkâna, beğen, al, ama kendine, yalnız bir tane?”
Kızdığı zamanlar olmuyor değildi. Özellikle otogar civarında. Önünü kesiyordu, “Amca, memlekete gitcem bi bilet al?” “Olur! Nereye?” Kars’a!” İçinden; “Be Mübarek(1) adam, ne işin var Kars’ta? Şurdan ne bileyim vilâyete, diğer ilçeye kadar gitmek için falan istesene bileti!”
Gene de tükürdüğünü yalamama prensibine uygun olarak, bileti alıp, otobüsün kalkış saatinde yerine oturunca kendisine veriyordu. Çünkü bunların Kars’a gitmeyip şehirde, ikinci bir Kars yolcusu olduğuna inandıracağı vatandaşı beklemek ve alınan bileti az bir ıskontoyla iade etmek gibi güzel bir huyları vardı!
Dahası; ya da diğer bir handikap(1), bileti aldıktan sonra ortaya kişinin karısının veya kocasının artı bebelerinin çıkmaları idi! “Al başına belâyı!” demek kurtuluş olmadığından, deneyimlerinden sonra otogarın değil önünden, kenarından, köşesinden bile geçmez olmuştu.
Ama bulması gerekenler, ya onu buluyorlar, ya da Mehmet Can (Efendiyi) bilenler arayanları ona yönlendiriyorlardı. Bir de;
“Hadi gene iyisin! Bir sevap daha kazandın!” diye şaka yapmasalardı! Herkesler bilirlerdi ki Cuma ve Ramazan Müslümanıydı(14) kendisi, o kadar!
Şimdiki durum=vaziyet de tıpkı onların dediği gibiydi; “Mezara götüremeyeceği paralarla bir garibi üst-baş olarak donatacaktı! Yalan mıydı? I-ıh! Doğruya doğru! Mehmet Can Amca (Bazı, bazen Dede) gereği olacak sevabı işleyecekti gene!
Eee! Mal sahipleri de nın nırı nın nın(1) şeklinde gabi(1) varlıklar değillerdi ya, mutlaka Mehmet Can Amcalarına destek olurlardı, uygun oranda tenzilât önemli bölünmeyle taksit meselâ…
Ayakkabı numarası için genç adamın ayaklarına bakmayı unuttuğunu hatırladı ve kendini tebrik etti memnuniyetle; “Eee! Düşman ayağa bakardı, değil mi(15)?”
Artık çok işi olan bir adamdı, çünkü tek başına yaşamakta zorlanan, yalnız bir adam değildi, o çorba kaşığı kadar olan yerde kendine çok yakın, ilgilenmesi gereken bir boğaz daha vardı. Hatta bir bakıma kendini desteklemek için mecbur hissettiği, bir iş bulduktan sonra da ömrünün son anına kadar bakmaya ahdettiği(4) bir boğaz, bir genç adam vardı.
Abdullah’ın elinden tutacaktı mutlaka. Ama bunun ihtiyaçtan mı, mecburiyetten mi, Allah korkusundan mı olduğu konusunda tereddütleri vardı? Bu; aslında Allah’a ait, Allah’ın bilebileceği bir konuydu ve Allah’la kul arasına kimse giremezdi, girmemeliydi de. Kim bilir…
Yok! Yok! Daha ileriler için başka düşünceleri, tasavvur ve plânları hemen şu anda, şimdiden düşünmeye hiç gerek yoktu. İnsanoğlu çiğ süt emmişti, önce onu tanımak, tanışmak gerekirdi, hem ve hatta enine-boyuna.
Mevlânâ geçti aklından, tam anlamıyla dindar olmadığı hafızasında olsa da; “Ben sevdiklerimi ne kalbimle, ne de aklımla severim, olur ya, kalp durur, akıl unutur, ben dostlarımı ruhumla severim, o ne durur, ne de unutur!”
Kimdi bu adam? Başını eğişine göre edepli, hatta konuşma tarzına göre tahsilli…
Ama “İş var mı?” diye soruşuna göre, onu sitede ıvır-zıvır(5) işlerle ve boğaz tokluğuna(5) çalıştırmak fuzuli bir girişim, yararsız bir yatırım olmaz mıydı? Dahası…
Dahasına da gücü yetmezdi ki?
Çözüm?
Önce zaman, sonra oturup konuşmak, ıcığını-cıcığını(5), niyetini, düşüncesini, bugüne kadarki (eski) yaşamını dürüstçe anlatmasını istemeli, öykü halinde dinlemek gerekliydi. Sonra; “Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eyler(16)!”deyip çözümleri, çareleri düşünüp, araştırıp ortaya sermeliydi ve dahi varsa, oluşmuşsa, olasılık varsa, olacaksa; seçenekleri…
“Hey gidi gençlik, hey!” şeklinde dillendi. Nasrettin Hocanın çekindiği gibi çekinerek etrafına bakındıktan sonra;
“Yorgun bedenimi ayaklarım neredeyse taşıyamayacak, uyuşmuş ufacık beynim yeterliliğinin şüphesinde kararsızlıklar içinde(17). Bu kulübeyi satın alıp da emekliliğimi istediğimde, bazı şeyleri o zamandan düşünememişim. Yaşamadığım, yaşayamadığım hayattan, yaşayamayacağımı kesinkes bildiğim ve bilmem gereken bu hayata yatay geçmekle ne kazandım ki, kaybetmekten başka?
Rutin bir yaşam, sadece yaşama ağırlık, tüketme ve kirletme…
Oysa komiser olarak böyle miydim ya? Hey gidi günler hey!”
Sözü değiştirmiş olsa da tekrarladığının farkında değildi. Yaşının gereği olarak uzun zamandır zaten bazı şeyleri hatırlamakta, sıkıntı çektiğinin farkındaydı. Unutuyordu. Oflayıp puflayarak(4) düşüncelerine yön veremeyeceğinin farkında değil gibiydi, hatta düşündüğünü zannediyor, sadece ağzı açık ayran delisi(5) gibi dili dışarıda bakınıyordu ve enteresan olan bunun farkında olmadığı idi…
“Bizim oğlan!” dediği, ama ne zaman “Bizim oğlan” olduğunun farkında olduğunu hatırlayamadığı, giyecekler konusunda; “Ne ararsan bulunur, derde devadan gayrı” hükümlü dükkâna girdi, selâm verdiğinde oluşan tezahürattan mutlu olarak;
“Şöyle boyu 1.90 ı aşkın, 100-120 kiloluk, benden genç, ama gene de yaşlı bir pir dedeyi(5) giydirmek istiyorum. İçler ikişer takım, üstler kışlık bir takım olsun. Pabuçlar ne olur? Bakmamışım! Eğer ötekiler gibi ortadan kaybolmazsa, bir daha ki sefere onu da hallederiz inşallah! Siz poşetleri, peşinatı, taksitleri hesaplayın, aha kredi kartım, şifremi biliyorsun sen Rahmi, ben şurdaki marketten üç-beş yiyecek bir şeyler alayım, nefs(1) boş kalmayı istemez…”
Kusurlu bir yaşamı yoktu Mehmet Can’ın. Üstelik evinde de eksiği! Aynı “Bizim Oğlanın” dükkânında olduğu gibi; “Lâf ola, beri gele(5)!” sözü ışığında evinde ne aranırsa vardı, yedekli- medekli olarak, aynen derde devadan gayrı! Ufak bir (kendi tarifiyle mükemmel) bir alet-edevat çantası, ecza dolabı, derin dondurucu…
Aspirinse aspirin, ampulse ampul, musluğun contası mı yenilenecek, sadece kendinin değil, diğer iki dul can yoldaşı dediği gelin şerrinden(1) uzak duran kardeşlerinin de…
Kurguluyordu. Mesleğinde başarılıydı, ancak emekliliğinde aradan geçen yılların farkındaydı, her ne kadar biri, birileri “Eski toprak(5)” yakıştırması yapıyorduysa da. Eh! Kalanlarla idare etmeye çalışırken, aynı zamanda başka öğrenmesi gerekenleri de Abdullah’tan öğreneceği umudundaydı.
Dönerken aynı minibüs şoförünün şaşkın bakışlarıyla karşılaştı. Aldıklarını, paketler hariç ancak bir bavula sığdırabilmişti yetkili(!) bizim oğlanlar!
“Bavulu bir ara geri getirirsiniz!” dediklerinde genç adama gardolapta (“Gardırop” demeye alışamamıştı, bir türlü!) yer ayırmak yerine, Abdullah’ın bavulu gardırop yerine kullanmasının yararlı olacağını düşünerek bavulun bedelini de (Tırınk diye!) diğer hesaplardan ayrı olarak ödeyip sahiplenmişti.
Şaşkın şoför, şaşkınlığı oranında meraklıydı da;
“N’o amca? Yolculuğa mı çıkıyon, yoksa bavul dolusu yardım mı götürüyon?”
Kısaca “He!” dediğinde zorunlu gibi 50-60 yıl geriye döndü birden.
Ortaokulda İngilizce Öğretmeni;
“Bir soruyu ‘or (veya)’ şeklinde sorarsak, yanıtı mutlaka sıralanan şıklardan biri olmalı! Örneğin; ‘Is this red or blue?’ (Bu kırmızı mı, mavi mi?) Görünen kırmızı ise ‘It is red!’ (Kırmızıdır!) ya da ‘Mavidir!’ demeniz gerekir. Yes-No kullanılmaz!”
Ama “Dağdan inmiş!” demek yakışık olmayacaktı, “Köyden inmiş şehire, şaşırmış birdenbire” aklı devamlı başka şey ve yerlerde olan hanzo(1) arkadaşı, öğretmenlerini hilafsız(1) şekilde çıldırtacak gibi, tüm soruların cevabı olarak “Yes…” diye başlar ve dururdu. Sonrası…
Aklında kalmamıştı Mehmet Can’ın. Ancak şu anda şoförün sorusunu “He!” diye cevaplaması hanzoluğun daniskası değil miydi? Dolmuştan inerken geçen süreye aldırmaksızın cevabı “No!” olarak vermek zorunda hissetti kendini.
“Seyahat değil oğlum. Tatil nerde, ben nerde? Gücüm-dermanım mı var ki?”
Meraklı şoför, herhalde Mehmet Can’ın Abdullah’a yardım etme amacında olduğunu anlamış olsa gerekti. Yoksa…
Neyse…
Gerekli değildi…
Abdullah uyumamış, belki de uyuyamamıştı, âdeta bir heykel gibi denize bakış dalgınlığındaydı. Mehmet Can’ın oflayıp-puflamasını duymuş, koşmuştu. Elindekileri alırken;
“Sen dinlene dinlene gel amca! Yorgunluğunu at üzerinden hele!” dedikten sonra koşarak elindekileri dışarıdan sarkarak balkona bırakmış ve geri dönüp Mehmet Can’ın koluna girmişti.
Sedire oturturken tane tane soluklanma aşamasında, aynı soruyu tekrar ve bir başka maksatla da kullanacağından habersiz fısıldadı;
“Sana bir sır vereyim mi, evlât?”
“Hayırdır amca, gerekmez, ama istiyorsan, peki!”
“Sakın kocama!”
“Mümkün mü amca? İnsanlar nedenini bilmeksizin doğarlar, yaşamak adı ile belli bir süre sürünürler ve mecburen, ya da doğanın ruhuna, yasasına uygun olarak dediğiniz gibi olurlar, nedenini bilmeksizin, anlamaksızın…”
Konuyu uzatmak düşüncesinde değildi Mehmet Can;
“Çok işimiz var bugün. Hava pek soğuk değil. Çıkart üstündekilerin hepsini, üstünden çıkardıklarını şu torbaya, ceplerindekilerin hepsini masa üstünde bir kenara, bir yerlere koy. İzin istemeyeceğim…”
Paketleri ve bavulu iki seferde içeriye götürdü, içeride bir süre eğlendi.
Döndüğünde elinde pilli, saç için bir tıraş makinesi, ucu sivri makas, tırnak makasları vardı. Gazeteleri masa üstüne ve yere özenle yerleştirdi, ancak belki de görünüm özelliği dolaysıyla olsa gerek, istemese de ağzından kaçırdı;
“İzin istemeyeceğim, dedim. Otur bakalım papaz efendi!”
“Şey…
Amca hiç olmazsa ‘Hoca Efendi!’ demeye çalışsaydınız…”
“Affedersin genç adam! Çok özür dilerim. Ne papaz, ne de hoca efendisin! Benimkisi espri konusunda eksiklik, bağışla. Saç ve sakallarını temizlemem gerek! Söyle; sıfır mı yapayım?”
“Sakallarımı da, saçlarımı da sıfırla amca, bence sakıncası yok!”
Her ikisinin de çok işleri vardı, baştan aşağı, aşağıdan yukarı ne gerekiyorsa…
Mehmet Can’ın görüşüne göre akşam yakamozlarla canlanmaya başlarken yüzündeki güneş yanıkları hariç, pırıl pırıl, damat adayı gibi ak bir oğlan olmuştu Abdullah, üstelik yakışıklı mı, yakışıklı…
Saçlar, sakallar, Abdullah’ın üstünden-başından çıkanlar, o daha önce göz önünde tutulan çöp torbasına usulünce ve kaygısızca istif edilmiş, bir kenarda çöp konteynırına sevk sırasını beklemekteydi. Abdullah’ın şimdilik görünmesi gereksizdi, Mehmet Can atacaktı çöp torbasını (Neme lâzımdı, daha oğlan kendine gelmeden, kızlar kapıverirselerdi!?)
Ayrıyeten, şu anlara kadar fark etmedilerse komşu teyzeler Mehveş ve Mehpâre Hanımların da Abdullah’tan bir süre için haberlerinin olmaması Mehmet Can’ın dilek, düşünce ve tercihiydi.
Yemeklerini yediler, gece boyu iki kez çay demleyip kendilerini anlattılar birbirlerine, deyim yerindeyse, noktalarına, virgüllerine kadar. Her ne kadar başlangıç olarak çekinceleri var gibi görünseler, nazlansalar da, biri “Baba” diğeri “Evlât” olmayı kabullenmişlerdi.
Önemli olan, yapacak, yapılacak işlerin çok olmasına rağmen birinin para kazanacağı bir işinin olmaması, diğerinin de her ne kadar bugüne kadar “Mezara mı götüreceğim?” felsefesi(1) ile bonkörce harcadığı emekli maaşı ve hasbelkader(1) kenarda, köşede, bankada birikmişlerinden başka bir şeyi yoktu.
Başlangıç olarak, Mehmet Can’ın çok işi olmasının yanında sır tutacak, açılıp, yardımını isteyeceği, kafası çalışan, aynı evlât Abdullah gibi sevdiği bir kızı vardı. Şehre indiğinde işi olmasa da, onun da işinin olmadığı gün ve saatlerde çayını içip iki kelimeyi uç uca getirdiği(4), yaşamındaki “Bizim oğlanlar” dışında tek sevip ısındığı.
Hatır-gönül bilen, insanları maddi-manevi her konuda yardım konusunda neredeyse kendinden fazlası olan ve bu nedenle, sevmeyenlerinin, çekemeyenlerinin “Evde kalmış(5)” unvanını utanmazca yerleştirdikleri baharını yaşayan bir genç kızdı o.
Ve; güzeldi, sevecen, sevgili, iyi bir insandı ve evde kalmasına daha yıllar yılı, çoktan çok uzun yıllar vardı Mehmet Can’ın “Nasip” şeklinde düşüncesine göre.
Avukat Zerrin…
En kısa ve avukat için en uygun zamanda danışacaktı ona, aslında sözüne “Onun için en kısa zaman içinde” demeyi eklemeyi de düşünmesinin gerektiğinin farkındaydı. Yani zaman; ne o hanım kıza, ne de kendine asla hükmetmemeliydi.
Genç kız için nasip, kendisi bakımından; “Bir ayağının çukurda olduğu” kanısıyla. Eee! Dünya Sultan Süleyman’a bile kalmamıştı, her giden memnundu ki, sessiz gemi ile çıkanların hiç biri de seferinden dönmemişti.
Evet! Arkasında yoktu bir bekleyeni, bu nedenledir ki “Bekleyenim olsa da razıyım, kavuşmasam(18)!” desin. Sonuna belki de çeyrek kala zamanda Tanrı onun rahat yaşaması için evlât niteliğinde Abdullah’ı göndermişti, kıymetini bilmeliydi.
Ve onun kıymetini o dul teyzelerinin de bileceğini düşünürken bazı şeyleri aklından geçirip geçirmediğinin farkında değildi.
Acele etmesine, her türlü çare ve çabayı denemesine, imkânların her türlüsünden yararlanmak istemesine rağmen, üstesinden gelemediği engellerle karşılaşınca ne bir evlâda iş bulma, ne de diğer evlâda danışma hakkını olağandan uzun bir süre kazanamamış, başarılı olamamıştı.
Geçen zaman? Baba-oğul niteliğinde, huzursuz bir şekilde geçirildiği için farkında değil gibiydiler. Belki bir asır, belki daha fazla…
Ancak abartma hakkını kullanmaksızın bu süre için; “Bir buçuk, iki aydan az değildi!” denebilir. Yedikleri, içtikleri, kasada eksilen miktar ve minibüs şoförlerinin “N’o?” soruları hep ortada ve revaçtaydı(1)!...
Küçük yerdi, o da kendisi de bilinendi. Önünü kesti;
“Merhaba kızım!”
“Ooo! Mehmet Amca! Kaç zamandır görünmüyordunuz! Buraları bilir miydiniz siz? ‘Burada bir evlât var, çaylarını özledim!’ demek geçmedi mi aklınızdan? Neyse bilenler sağlığınızdan, hatırlı bir misafiriniz olduğundan bahsettiler de, fazla merak edip endişelenmedim!”
“Bir bakıma sitem galiba, bu? Ama seni bulmak için çok çaba gösterdim, işlerinin yoğunluğu seni görmemi engelledi. Şimdi konumun uygunsa bir sorunum, çözüm için de yardımına ihtiyacım var, eğer vakit ayırabilirsen?”
“Anladım! Hadi gel büroya çıkalım! Sanırım size bir kahve iyi gelecek. O zaman 40 yıl boyunca artık her gün ziyaretime gelirsiniz, hatır uğruna!”
“Keşke…”
“Hiç uygun bir söz değil. İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar(19), değil mi?”
“İnsanın hayallerinin de bir sınırının olması(20) gerektiğine inanıyorum. Fazla vaktini almak istemem, ancak; nasıl ki damlaya damlaya göl olur, damlayaraktan da nice göller kurur örneği, vaktini damlalarla tüketmem haksızlık. Üstelik düşüncemin uygunluğu konusunda da açık-seçik(5) bir fikrim yok! Reklâm yapmama gerek yok, tanıyorsun beni, iyi olmak için ne yapmam gerekirse yapmaya çalışan bir amca ya da dedeyim. Karıncayı incitmemeye, kimseyi üzmemeye gayret ettiğim gibi, el uzatmam gereken konularda elimden gelenleri de ardıma bırakmayı asla içimden bile geçirmem…”
Nefesinin tükenmesini engellemekte zorluk çeker gibiydi;
“Bu nedenle de daha öncekileri silip şimdi ısmarladığın kahve ile hatırının 40 yıl daha sürmesi dileğim, ama Tanrı indinde dileklerin her zaman kabul edilmediğinin de bilincindeyim! Şimdi söyle bakayım, sır tutmasını bilir misin? Sorunumu danışabilir miyim?”
Kahveler gelmiş, genç avukat yerinden kalkıp, önem verişinin ifadesi olarak toplantı masasının kısa kenarına Mehmet Can’ı oturtturduktan sonra, hemen yanı başına da kendi oturmuştu.
Öyle elleri çenesine dayalı, masal dinler gibi değil, açtığı bloknotun sayfasına not almak şeklinde titizlikle.
Mehmet Can anlattı dilinin döndüğü kadar, sorular sordu Zerrin, anlaması, bilmesi gerektiği kadar, “Keşke” sözleri ile destekleyerek.
“Keşke Mezuniyet Belgesini, Nüfus Kâğıdını, Pasaportunu, hatta kendini getirseydin. Bugünlerinin nedenini anlatırdı belki? Onun fazlaca bir bilgim olmasa da yasal yollardan hemen vatandaşlık hakkını kazanmasının mümkün olamayacağı kanısındayım. Ancak bu akşam ev ödevi olarak çalışıp öğreneceğim…
Siz evlenmemişsiniz, yaşınız da üzülerek de olsa söylemem gerekli ki Evlât Edinmek(21) sınırları dışında. Evli-barklı olmadığınız için Koruyucu Aile(22) olma vasfınız da yok. Belki, hani ‘Meselâ’ demem gerek, çevrenizde evlenip de sonrasında boşanacak şekilde anlaşmalı bir evlilik yapacak bir bayan varsa ve ikna edebilirseniz, gereken teminat veya nakit miktarını verirseniz himayenize aldığınız o bey belki Türk Vatandaşı olabilir, ancak dediğim gibi asıl cevabı okuduklarımdan sonra verebileceğimi bilmeniz gerek, lütfen…”
“Kızım! Adı Abdullah olan bu adam çulsuz, beş parasız. Benim bayan olarak tanıdıklarım da sitede oturan, gelinleriyle anlaşamadıkları için siteyi mesken tutmuş kendi hallerinde, kendi lojmanlarında oturan iki kardeş, benim yaşlarımda, tıpkı benim gibi ahları gitmiş, vahları kalmış(5), böyle demem ayıp gibi görünse de gerçek bu! ‘Yaz müşterilerinden, yani yazın gelip-dönen insanlardan tanıdığım kimse yok!’ desem, yanlış saymamak gerek!”
“Desenize bu genç adam Nuh’un gemisinde, Nuh’tan ve eşinden farklı olarak tek başına kalmaya mahkûm aday bir gariban. Üstelik hakkında bana anlattıklarınız yeterli değil Mehmet Amca. ‘Acaba?’ diyorum! Yarın herhangi bir çalışma konum yok! Sizin oralardan daha önceleri birkaç kez geçtim, ama ne, nedir, nasıl girilir, çıkılır, bilmiyorum…
İster ben geleyim, siz bana kırk yıl hatırı olacak bir kahve ısmarlayın, ya da istediğiniz bir vakitte siz buraya, büroya gelin. Sanırım mademki o adam burada okumuş, Türkçesi iyi, sakıncalar neler, karşılıklı konuşup yapabileceklerimi gözden geçirebilirim!”
“Kızım! O şimdilik bana göre; başkalarına gözükmemesi gereken kaçak biri. Ben siteden içeri aldım, dışarıya çıkmaması için çöp bile döktürmüyorum ona. Eğer fedakârlık gibi görmeyip elini uzatmak istersen, sen gel. Arabanı park etmen için dışarıda bir yer var. Ben söyleyeceğin vakitte seni bekler, yol gösteririm. Çekineceğin bir adam da değil, bana göre. Ahret sualleri(23) dâhil, ne öğrenmek istersen sorarsın, öğrenirsin, not alırsın, düşünürsün. Ben hiç elleşmem(4) size, çay demler, içerde bir köşede sağır olarak televizyon izlerim! Aklıma geleni kızmazsan söyleyebilir miyim?”
“Görevim kızmamak, ılımlı olmak(4) üzerine kurulu…”
“Hani Nasrettin Hoca, göle yoğurt mayası çalıp da ‘Ya tutarsa?’ demiş ya!”
“Maşallah! Siz isterseniz kâhinliğe(1) başlayın, ya da kahve falına bakın yakışıklı amcacığım. Ne görürseniz bana anlatın! Ben dört duvar arasında kalmışım, kim benim için göle maya çalsın ki?”
“Belli mi olur kızım, gün doğmadan neler doğar, malûm kalp kalbe karşıdır(24), yeter ki Tanrı o tesadüfü ve imkânı yaratmış olsun!”
“Hem bu sayede sahte evlilik yapmaya da gerek kalmaz değil mi, benim çöpçatan(1) kılıklı amcacığım!”
“Ayrıca, senin için vah’lar, ah’lar çekenler olduğunu duymadım sanma, örneğin o savcı, şu zengin çocuğu, züppe avukat, bir de öteki. Göle maya çalacak olsaydın, çoktan göl yoğurt tutmuş olurdu, sanırım, beklentin gönlünün sultanıyla(5), belki de beyaz atlı prensinle karşılaşmak, ne dersin? Yanılmadığım düşüncesindeyim!”
“Umarım! Daha ne diyeyim amca? Gerçekten bazen karşımdakilerin ısrarlı istek, dilek ve söylemleri nedeniyle öylesine soğuyorum ki yaşamaktan. Evden, bürodan çıkasım geçmiyor içimden. Herkes kısmetine, benimki bir yerlerde gizleniyor olmalı galiba…”
“Davul bile dengi dengine çalarmış, sıkma canını, yaşamda her şey olacağına varır… Neyse, gecikme, gör şu adamcağızı ve ne gerekiyorsa, elinden geleni esirgeme!”
Mehmet Can, bedenindeki bir kısım değişikliklerin farkındaydı, doktorların verdiği neredeyse bir çuval (hadi “Torba” diyelim) ilâçları saati saatine içmeye gayret ediyordu, ancak ah’lamalarının, vah’lamalarının, tansiyonundaki olur olmaz şaşkın değişikliklerin, güçsüzlüğünün, kısa süre içinde yorulmalarının gelecekteki habere ulaşmasının yaklaştığının ifadesi olduğunu hissedebiliyordu.
Neydi, o bayat espriler? “Ölmezsen yaşarsın! Ölünceye kadar yaşayacaksın!” Başka?
Bu belirtiler; gelmekte olan kışın habercisiydi, elini çabuk tutmalı, mademki kendinde şeytan tüyü olduğuna inandığı bu adamı evlât gibi sevmişti, o halde yapması gereken çok iş için zamandan tasarruf etmeyi bir kenara bırakmalı, acele etmeliydi.
Yarının acele etmesine gerek bırakmayacak yeni bir gün olması duasındaydı. Hissediyor muydu? Belki…
Zerrin için yarının, yarın olmakta gecikmesine mucize denilebilirdi, çünkü içinde bir heves, bir arzu ve olası ötesinde gerçek bir merak, saklamaması gereken yardım etmek hissi vardı. Giyindi, kuşandı, hatta iyi giyindi, kendini saklamasına gerek yoktu, zaten makyaj nedir bilmezdi, ne dünlerde, ne de özel olarak şimdi.
Gelirken yaşlı kadınlar için de olmak üzere fırından yeni çıktığını gördüğü simit ve poğaçalardan aldı.
Mehmet Can karşıladı, park yerini işaretledi, poşetleri elinden aldı, beraberce yöneldiler lojmanına doğru.
Mehmet Can, Abdullah’a Zerrin’den bahsetmemiş olmalıydı, yani avukatın bayan olduğundan. Abdullah masayı içeriye üç kişilik hazırlamış, kuş sütü hariç, peçeteleri falan yerleştirmiş, hatta ilk çayı demini almaksızın bardağına döküp balkondaki masada içmeye başlamıştı!
Gelenleri hissedince ayağa kalktı ve fakat kendine egemen olamayıp elindeki çay bardağını düşürdü, önce dizine çarpan bardak, sonra yere düşünce tuz-buz haline gelme hakkından vazgeçip üç-ya da dört parçaya ayrıldı. Utandı, gözlerini yumdu, bunun yanlış anlaşılacağını düşünmeksizin.
Zerrin söz söylemeksizin içeriye yönelirken, Mehmet Can dillendi(4);
“Gözlerini kapattın, çay çok mu canını yaktı?”
“Baba sen güneşe doğru gözlerini kırpmadan kaç saniye bakabilirsin ki? Denizin, göğün mavisinin yakışı bir çaydan nasıl daha fazla olabilir ki? Neden söylemedin ki, geleni?”
“Yandın ha?”
“Alay etme, öyle yanık kokusu hissetmiş gibi? Ben bu halimle ne halt edeceğim(4), ne yapacağım ve en önemlisi bir görüşte falan değil, içimde yıllardır olanı, şimdi karşılaşıp da sonra yitirince nasıl öleceğim, misafiri gönder, sayım-suyum yok(5), anla beni, bundan böyle iki kelimeyi uç uca eklemem zor, hem çok zor!”
“Deli olma! Kızcağız senin derdine çözüm için, derman olmaya çalışmak için geldi, ona sebepsiz olarak nasıl derim ki; ‘Git!’ diye. Hapırsa da, köpürse(5) de hayallere dalmaksızın, umutlanmaksızın derdini anlatacaksın, o dinleyecek, not alacak ve çözüm üretmeye çalışacak…
Sakın ola, aklından yanlış bir şeyler geçirmeksizin dürüst ol, beni mahcup etme ve üzme! Kısaca haddini bil, Mevlâna gibi(25)!”
Alelusul ayakaltındakileri toplama gayretini yaşadıktan sonra, masaya oturmuş olan Zerrin’e bakmadan; “Hoş geldiniz! Çayınızı nasıl alırdınız?” diye sordu;
“Açık ve şekersiz, yanında limon olursa da memnun olurum!”
Ne denizler böylesine çağlayıp med-cezirler, tsunamiler yaratmıştı, ne dereler, ırmaklar böyle ahenkli akmıştı, titrediğini hissettirmeme gayretiyle mutfağa yöneldi ve;
“Amca yardım eder misin lütfen!” dediğinde aklını yitirmek üzere olduğunun da farkındaydı.
Bugüne kadar yaşanmamış bir olaydı bu, çayları doldurur, getirir, “Afiyet olsun!” der, ağzını şaplatmadan, ağzı doluyken konuşmaksızın, kahvaltının zevkini yaşayarak, kahvaltı sonunda da “Babaya zahmet olmasın!” diye ne gerekiyorsa yapardı.
Şimdi bir aslan görmüş, canını kurtarma çabasında bir ceylan gibi kaçma hüviyetindeydi ve korkusu; tanınmak, bilinmekti ki, buna Mehmet Can babası emretmemiş olsa da hakkının olmadığının bilincindeydi.
“Eski bir göz ağrısı, unutamadığınız biri, benzettiğiniz bir sevgiliyi mi hatırladınız, şaşkınlığınızın sebebi bu mu?”
“Yoo! Yaşamımda şu ana kadar ne sevdiğim, ne de karşıma çıkmış olup da düşündüğüm, aklımdan geçirdiğim biri oldu! Hem nerden çıkardınız ki bunu?”
“O zaman gördüğünüzden etkilendiniz?”
“Bu kanaatinizin nedenini de anlayamıyorum hanımefendi!”
“O halde size, bilmediğinizi, öğrenmediğinizi sandığım genel bir bilgi vermeye çalışayım. Tanrı biz kadınlara, siz erkeklerde olmayan bir özellik için ayrıcalık tanımış. Altıncı his, ya da yaşanmayan, yaşanamayan, yaşanacak bir şeyi hissetmek gibi. Artı biz avukatların da aldığımız eğitimimizin gereği, hareketlerden, seslerden, en ufak bir mimikten bile yararlanma gibi bir avantajımız var…
Şimdi şunu içtenlikle söylemem gerek; karşılaştığımız ilk andan sonra devamlı olarak sadece gözlerime değil, yüzüme bile bakmaktan çekinir gibi gözleriniz kapalı, açtığınız anlarda da konuşurken kaçık! Değil mi?”
“Herhalde hayal dünyanız oldukçanın ötesinde geniş olmalı hanımefendi!”
“Peki! O halde; başınızı kaldırın, gözlerime bakın ve resmen inkâr edin ya da kabullenin; benden etkilenmeniz konusunda ne demeyi düşünüyorsunuz?”
Abdullah’ın ortamdan kaçacak hali yoktu, kafasını kaldırdı, ancak gözleri karşısındakinin maviliklerinde değildi.
“Avukat Hanım!”
“İsmim; Zerrin!”
“Tamam, Avukat Zerrin Hanım! Tamam! Mesleğinize, bilgi birikiminize saygılı olmam gerek, saygı duyuyorum da, inanın saygılıyım. Ama düşüncenizde yanıldığınızı söylemek zorundayım. Ekleyecek başka bir şeyleri aklımdan geçiremiyorum. Neyse, bir şeyler soğumadan kahvaltımızı halledelim. Baba, sen de orada suskun suskun oturma. Benim karnımı doyurmaktan başka derdimin olmadığını bu hanımefendiye anlatmama destek ol, lütfen!”
“Mehmet Amca! Siz ismimi, kadın olduğumu bu genç adama söylemediniz mi yoksa? Boyuna ‘Avukat Hanım! Hanımefendi!’ diyor! Size gelince Abdullah Bey, yalan değilse de doğruyu saklamak size yakışmadı. Bilip, hissedip, öğrendiğim, kesin kanaatim olan hiçbir şeyi ispat etmek zorunda değilim. İddialaşmam da uygun değil. Size nasıl yardımcı olabilirim, başarabilirsem iddialaşmayı da sonraya erteleyebiliriz, eğer devam etmeyi isterseniz Abdullah Bey, ancak sakınmaksızın, saklanmaksızın…
Şimdilik afiyet olsun, demek isterim, ama çenem düştü, çayım soğudu. Yeri-yurdu öğrendim, hemen tazeleyeyim!”
“Siz zahmet etmeyin, ben hallederim!”
“Eee! Peki! Madem jest olsun(4) istiyorsun!”
“İğnelemeseniz? Baba! Sen yardımcı olur musun? Taş…
Taş üstüne…
Artık vallahi kaldıramayacağım. Ancak itiraf etmeliyim ki; Zerrin Avukat Kardeş, bir de benim konumda başarılı olursa…
Breh! Breh! Artık kul-köle eder beni, minnettarlığımı ömür boyu ödeyemem!”
“Ne dediğinin, ne anlaşılacağının farkında mısın Abdullah? ‘Etkilenmedim!’ deyip de mesaj vermeye çalışman hiç de hoş bir davranış değil. Üstelik şu anda misafir bir avukat olduğumu da belirtmek mecburiyetindeyim, anlamanı isterim…”
Bazı şeylerin anında dilden düştüğünde fark edilmemesi mümkün değildi, örneğin; Zerrin’in kısaca “Abdullah!” demesi gibi, fark edilmeyen, hem hiç kimsenin belki de fark edemediği…
“Sözlerimle sizi incittim ve kırdımsa özür dilerim. Aslında başlangıçta kendimi tanıtmalıydım; Ben Ahmaklar Topluluğu asil üyelerinden, yol-iz, ne dediğini bilmez, boş konuşan, dünyanın fuzuli yanlışlarından biriyim. Herhalde bundan sonra susmam yerinde olacak!”
Durakladı bir süre, azıcıktan az ve devam etti Abdullah, hatta bilgiççe;
“Kahvaltıyı bitirelim, sorun, cevaplayayım. Ondan sonra beklemem mi gerekir, bilemiyorum. Yardıma muhtacım ve hanımefendinin emrettiği kadar beklemem gereken kadar beklerim!”
“Sizi kırmayı istemedim! Haddimi de aştıysam özür dilerim. Hadi şu size ait belgelerinizi verin de, oluru, olmazı, ‘Ne gerekiyor?’ demeyi konuşmaya başlayalım!”
“Gençler! Konuşmalarınız teknik, sosyal ve yasal olarak sizlerle ilgili. Benim kalmama hiç gerek yok! Galiba, benim yanımda ağız kavgası yaptığınıza göre artık kanlı bıçaklı olmaz, sakin sakin konuşur, gereğine uygun bir şekilde ulaşırsınız. Ben, siz; ‘Gel!’ deyinceye kadar deniz kenarındayım, dualarımla…”
Yaşlı adam, cevap beklemeden kapıyı dışarıdan kapattı, belki de içinde geçen bir kısım dileklerle, belki de umutla…
Belgeleri uzun süre inceleyen Zerrin’e Abdullah;
“Hatıra gibi saklamak istiyorsanız, sizin için birer fotokopi çıkartıp size bırakayım!” dedi.
“Gerek yok! Asıllarını alacağım, ama hakkınızda anlatacaklarınız dışında da bilgi edinmek istememin sakıncasının olmayacağı düşüncesindeyim! Ama söyle bana Abdullah, konuşuyoruz, bana göre yakın gibiyiz ve…
Ve ama hâlâ neden gözleriniz kapalı benimle konuşurken, üstelik dudaklarınız da neden kendiliğinden gibi kıpırdıyor, dua mı ediyorsunuz yoksa? Hem niçin, hem niye?”
“Ne münasebet! Tikim(1) var benim!”
“Ben de tiklere illet olurum(4)! Seni, yani sizi anlamında etkilemediğimi söylüyorsunuz, her nedense yüzümü de görmemek için gözlerinizi kapatıyorsunuz. Belki nefes almam da sessizliğinde sizi rahatsız ediyor. İsterseniz yan tarafa geçin, mutfağa yani, orada bir tabureye oturayım, içinizden geçtiği, kavga etmeye devam eder gibi bağıra-çağıra da olsa konuşalım derim, siz ne dersiniz? Gerçi hayvanlardan farklı olarak, insanlar arasında konuşa-konuşa gibi bir destek varsa da!”
“Benden rahatsız olmuşsunuz gibi bir his var içimde?”
“Asla! Görevimin gereği. Hiç yaşamadığım ve yaşamam gerektiğine inandığım halde, şu ana kadar yaşamadığım, ama yaşamam gerektiğine inandığım bir duygu bu, inanıyorum! Hissettiğim kadarıyla senin de bu duyguyu aynı şekilde yaşaman mümkün değil!”
“Nasıl, neden ve çabuk bu konuda bu kadar emin olabiliyorsunuz ki?”
“Evet! Bazı duygular hapşırmak, öksürmek gibi gizlenemez, saklanmak istense de, verilen ufacıcık, ufak açıklarla ve mimiklerle fark edilir. Sır olarak bende kalsın, sanırım sonramda ispat etmem asla zor olmayacak!”
“Emin misiniz?”
“Şu anda iddia etmem anlamsız, ama sizinle ilgili konuda başarılı olursam ve gerektiğine de inanırsam, elinizi uzatmanıza gerek kalmaksızın ispat edebilirim.”
“Cesur, atak ve iddialısınız! Anladım!”
Abdullah’ın konuyu sonlandırmak için mi, savunma ya da iddialaşmayı bitirmek için mi, yoksa “Her ihtimale karşı(5)” öksürerek gelen Mehmet Can’ın yaklaşan ayak seslerini duyduğu için mi, bu kelimeleri arka arkaya sıralamasının sebebi belli değildi.
Üstelik Zerrin de bu kolay ve çabuk teslim oluştan hiç de memnun gibi görünmüyordu. Zafer karşıdakine; “Pes!” dedirttirilerek elde edilmemeli ya da mücadele edilmeden kazanılmamalıydı!
“İlâçlarımı yanıma almayı unutmuşum da gençler, inşallah konuşmalarınızı bölmemişimdir!”
“İyi ki geldiniz Mehmet Amca. Her insanın bir tahammül noktası olduğunu biliyorum. Galiba Abdullah’ın bu sınırını vırvır ederek(4) aştım galiba? Baksanıza bizden ayrıldığınızdaki büyüklükte mi kafası? Şişmiş gibi görünmüyor mu? Ben gideyim de biraz dinlensin garibim!”
“Akşamın bu vaktinde…”
“Ben yalnız yaşamasını bilen bir kadınım Mehmet Amca…”
“Ben Avukat Hanımı yalnız bırakmam Baba!”
“Peki, sen nasıl döneceksin?”
“Bulurum bir şeyler…”
“Benim arabamla geri dönersin!”
“Ehliyetim yok!”
Yalan söylemişti, nedenini de bilemiyor, kendince bir sebep de uyduramıyordu yalanı için. Çünkü ehliyeti vardı ve Zerrin’in, üstünkörü(1) inceleyişinde gözüne çarpmamış olsa da belgeleri detaylı olarak incelemesi sırasında görmesi an meselesiydi.
“Yanına bir battaniye al, benim büromda kalırsın, ya da mademki yalnız gitmeme izin vermiyorsunuz Mehmet Amca, yorgunluk bahaneniz yoksa sizi misafir edeyim ben…”
“Aman kızım! Biraz kırıklığım var, neme lâzım(5) sana bulaşmasın, sen bu oğlanı al, götür!”
“Bence sakıncası yok!”
“Bence sakıncası yok!”
“Yeşil tuttum bir Allah!”
“Bu ne demek, anlamadım!”
“Çocukluktan kalan, çocukça bir söz! İki kişi, aynı anda, aynı sözleri söylerse, biri benim gibi; ‘Yeşil tuttum, bir Allah!” derse, duaları, dilekleri, niyetleri gerçekleşir, olurmuş! Keşke bu sözü sen söylemiş olaydın Abdullah, o zaman çabucak iş bulurdun!”
“Batıl inanç(29) gibi görünse de aklımda tutarım Avukat Hanım!”
“Eh! Bir boş vaktinde benimle olmasa da, amcayla ya da birileriyle lâdes tutmayı(4) da öğrenirsin artık!”
“Siz öğretmezsiniz yani?”
“Ciddi misin?”
“Olduğunuz yerden yanlış yapmışım gibi mi görünüyorum efendim?”
“Sanırım, bazılarımızın heyheyleri(4) hâlâ üzerlerinde. Bence bu miktar yeterli. Sabahtan akşamın bu vakitlerine kadar çan-çan-çan ve hâlâ devam. Nasıl geçti zaman, farkında değilim. Abdullah Bey efendim, Mehmet Amca yorgun, götüreceksen hadi götür beni de, amcam rahat rahat dinlensin. Öğle ve akşam yemeklerini şöyle-ya da- böyle geçirdik. Sabah size kahvaltı için yetişirim, umarım kaçmazsın!”
“İnsan kısa bir an içine sığacak kadar gözünü kapatacak, dudaklarının kıpırdamasıyla dua ettiği anlaşılacak kadar tutsak olmuşsa, kaçmaktan başka çaresi var mıdır ki hanımefendi?”
Zerrin hoşlanarak anladığının (belki de devam etmesi arzusuyla) anlamamış olduğunu belirtmek ister gibiydi;
“Adımı unuttun mu; Zerrin!”
“Aklımda, ama haddimi biliyorum!”
Bir şeyler söyleme gayretinde gibiydi Zerrin, ancak Abdullah arkasında kalıp yol gösterir gibi bir tavırla işaret edince öne düşmek zorunda kaldı.
Yol boyu, asansörde ve arabaya kadar sessizce yürüdüler, otomatik olarak kapıların açıldığı ışıklarla belirtilince Abdullah şoför kapısını açtı, Zerrin teşekkür ederken Abdullah sormak gereğini hissetti;
“Daha yeni tanıştık, ama yanına oturmamda sakınca görürsen arkaya da oturabilirim!”
“Delilenme(4) lütfen! Benim kimseden çekincem yok. Üstelik iki medeni insan değil miyiz, yamyamlardan farklı olarak?
“Sözleriniz bana cesaret verdi Avukat Hanım…”
“Bıktım artık! Bir ‘Sen!’ bir ‘Siz!’ Ama ısrarla Zerrin yok! Neden? İn arabamdan, ben yalnız giderim, seninle uğraşacak vaktim ve halim yok, kendini beğenmiş(5), benden etkilenmediğini söyleyip kendini matah(1) bir şey sanan adam!”
“İzin vermiyor musun? Açıkça hiddetle, sinirle değil, sakince yüzüme karşı söyle. Anlatmaktan vazgeçer, sözünü dinler ve arabandan hemen inerim, içimden hiç gelmese de…”
Kafasını eğdi Zerrin.
“Sükût ikrardan gelir(26)! Sen! Zerrin! Lütfen hareket etme! Söylemem gerek! İçinden geliyorsa dinle beni, yoksa azat et, salıver beni, ben; ben başıma yaşamayı bilmeden, öğrenmeden, öğretilmeden nasıl ayakta durabilirim bilmiyorum, hele ki öğreten de olmayınca…”
“Başlangıç cümlelerin uygun, söylemeye çalış, sonuna kadar dinleyeceğim seni, ama içinde saçmalıklar olmayacaksa sözlerinin, yani zırvalamayacaksan…”
“Peki! İtiraf gibi olacak, ama içimde sızı, acı dolu birikim olarak kalmaktansa içimi dökeyim. Bilip istemesen bile, hiç olmazsa acıyacağından eminim!”
“Meraktan çıldırmama birkaç saniye kaldı!”
“Sakın ha! Sevgili Zerrin! Bak! Başlangıç cümlemi kendim bile beğendim, senin de beğenmeni dilerim. Yaşamımda seni ilk gördüğüm, mucizevi(1) bir tesadüfle seninle karşılaştığım ana kadar benim kimsem olmadı, senin gibi. Kimseden hoşlanmadım, etkilenmedim, kimseyi sevmedim…
Seni görünce gözlerim yandı, kör olmamak için kapattım, sana alışıncaya kadar. Sordun; beni zorladığın için değil, içimden geldiği ve dediğim gibi itiraf ediyorum, hazır mısın?”
“Ne yapmam gerek? Kulağımı mı uzatayım, gözlerine mi bakayım?”
“Karar senin! Senden etkilendim, hem çok etkilendim, karşılardan gördüklerin sadece saklayamadıklarımdı. Seni çok sevmek ve seni sevdiğimi sana dinlenip dinlenip defalarca söylemek istiyorum, 3-5 saat içine sığan yan yana oturuşun aceleciliği, şaşkınlığı, hatta saygısızca şımarıklığıyla…
Ama vardın içimde, belli ettin kendini. Bu yokluğumla, söylemeye bile hakkım olmayan sözleri dinlemen bile benim için nimet ve canım yanıyor, yanmaya da devam ediyor. Oldu mu? Öğrendin, ben yanarken senin canın yerine geldi mi?”
Mutluluklar paylaştıkça çoğalır, acılar paylaştıkça azalırdı ve herkesin, her insanın iyi, güzel rüyalar görmeye, hayaller kurmaya hakkı vardı. Enine boyuna konuşmak, gerçek (gerçekten) niyetini öğrenmek, sonra düşünmek, hem çok düşünüp araştırıp-taraştırıp(4) ona da kendine de yardımcı olmayı hedeflemeliydi Zerrin;
“Allah’ıma çok şükür, nihayet ağzından güzel sözler de çıkabiliyormuş demek ki? Peki, sana ne söylememi istersin?”
“Ben yokum Zerrin! Ne dünyaya geldim, ne sana göründüm, ne de durup dururken, hakkım ve haddim olmayan(25) sözleri sıraladım. Şu anda beni tekme ile arabadan atıp unutman en iyisi…”
“Benim söz hakkım yok mu, avukat olarak değil, Zerrin olarak. Saçmalamamanı istemiştim, oysa bu konuda zengin olduğunu fark etmemişim. Şimdi oturmaya devam et ve aklından geçenleri tekrar sıralamaya çalış, ama tekrar ediyorum, zırvalama hakkın bitti!”
“Peki! Günlerdir sitede kapalı kaldım. Sakıncası olmazsa hava almam için değil, benden ayrılıncaya kadar yetmeyeceğini bile bile nefesini, kokunu içime hapsetmeye çalışayım. Beni eğer şehir dışına, denizlere hâkim olacağım yerlerden on dakikacık, hatta istediğin dakikalar kadar gezdirirsen, memnun olacağım. Ola ki eğer bana iş bulursan harcayacağını düşündüğüm benzinin bedelini öderim. İş bulamazsam ve dahi ölürsem hakkını helâl et, lütfen!”
“Saçmalama, diyorum, dönüp dolaşıp aynı yere geliyorsun. Ölüm Allah’ın emri, bu hak eğer ki bana verilmiş olsaydı, mademki seni etkilediğimi, beni sevdiğini itiraf ettin, o zaman ölmene asla izin vermezdim, vermiyorum da…”
“Bir insanın senden umacağı en asil hareket, sağ ol! Ve diliyorum ki; haydi hareket et! Aklına ne gelirse söyle benim için, ister gazete haberi, ister hukuk, edebiyat terimleri, yaşadığın olaylar, roman, öykü parçaları…
Hatta çekinmezsen şarkı, türkü, şiir…
İçinden ne geçiyorsa…”
“Aynı şeyin benim de içimden geçtiğini söylesem?”
“Sorma lütfen! O kadar zor ki senin bu dileğini yerine getirmeye çalışmam!”
“Peki! Nedenini sormayacağım!”
“Sorma, dedim ama bu utandığım için sözün gelişi. Yitirdiklerime üzülüp rahmet okumak yerine, yalnızlığımda sigara ve içkiden medet ummam(4) ve param bitince bırakmak ve unutmak mecburiyetini yaşamam. Kısaca sesim berbat(1), hatta yok!”
“Anladım! Sana nasıl yardım edebilirim?”
“Bana iş bulma konusunda yardımcı olacağını vadettin ya! Yalnız bir ricada bulunabilir miyim? Büronda mutlaka bilgisayarın ve internet adresin vardır. Size ait gizlenmesi gereken bir şeyler varsa onlara dokunmaksızın, senin mail adresini vererek iş arayabilir miyim?”
“Sen” ve “Siz” karmaşası devam etmekteydi.
“Öğrenmende sakınca olacak herhangi bir şey yok. Acele ettiğimi, yoklayıp yasaklamaya çalıştığımı zannetme lütfen, buralar dışında uzak bir yerlerde mesleğinle ilgili iş bulursan oralara gidecek misin yani?”
“Bazı şeyleri şu anda söylemek için çok erken, söylemek düşüncesinde değilim, şu andaki güzel ahengi yok etmemin yararının olacağı aklımdan geçmiyor. Bu sözü senin adına söylemek de isterdim, ama dediğim gibi hakkım yok. Başlangıçta beni buraya bağlayan bir neden yoktu, Ancak tahmin ettiğin gibi dışarılarda bir iş bulursam, menfaatim ne olursa olsun ilgilenmeksizin, bana hükmeden iki kişiden izin almadan burayı, bu şehri asla terk etmem!”
“Doğruya doğru! İnsan doğduğu, sevildiği, eksikliğinin hissedileceği yerde değil, doyacağı yerde yaşamalı. Mide, ev-bark, araba önemli olsa gerek…”
“Sitem hiç yakışmadı sana Zerrin. Ben aç kalırım, nitekim kaldım da. O zamanlar hiçbir şey umurumda değildi, oysa şimdi yaşadığıma inandığım bir sevgi var yüreğimde, aç-açıkta olmamın hiç önemi yok, hiçbir şey bu sevgi dışında umurumda değil. Bu bilgiyi bu yaşımda öğrendim, canımı yaksa da, bana iyi, hem çok iyi geldiğine inandığım sevgiyi artık biliyorum ve asla vazgeçmeyeceğim!”
“Neden vaz geçmeyeceğini de bilsem…”
“İspat edeceğim, görecek ve eğer bana inancın olur da bu inancın devam ederse yaşayacaksın da. Ama şimdi bana izin ver, Mehmet Can babam keyifsizdi, onunla ilgileneyim…”
Onlar çan-çan-çan edip, yol sıra gidip, çay sıra dönme telâşları ile birbirine adres vermeksizin içlerindekilerle seslenirlerken, Mehmet Can arayanının, soranının olmamasının hüznüyle müsvedde olarak yazdıklarıyla o bir çorba kaşığı kadar olan sahildeki evin tapusuyla Notere gitmişti.
Kendince gerekenlerin tümünü; “Mal sahibi, mülk sahibi…(27)” şeklindeki kendinin ilk ve tek sahibinin Tanrı olduğu düşüncesiyle Notere, Noterdeki kişileri şahit ederek yazdırmıştı.
Bir örneğini kapalı bir zarf halinde Zerrin’e bıraktığı zarfın üstüne de sonradan ufacık bir not eklemişti, dileğiymiş gibi;
“İkiniz de canımsınız! Keşke yuvanız, çocuklarınız olsa…
Ben ölünce zarfı birlikte açın, olur mu?”
Lütfen, demek aklından geçmemiş olsa gerekti. Hem hayatta bazı şeyleri ertelememek gerekirdi.
Bundan sonrasında hak tecelli ettiğinde(4) lojman Abdullah’ın olacaktı…
Abdullah eve ulaşma çabası yaşarken Mehmet Can nazlanma arifesinde olsa gerekti, kapının sesini duyar duymaz ahlayıp, oflayıp inlemeye başlamıştı;
“Gözden ırak olan, gönülden de ırak oluyormuş(28) demek ki, evlât!”
“Babam! Daha 24 saat bile olmadı! Karşıdan sitem, sizden sitem, gücünüz sadece bana yetiyor galiba. Açacağım şimdi şu bayramlık ağzımı(4)…”
“Aman oğlum, bir şey demedim, karnım acıktı, hadi hazırla bir şeyler de ilâçlarımı alayım!”
Günler geçmeye başlamıştı. Zerrin’in işleri ağır ve yoğundu, bu nedenle günlerce ses çıkmamıştı. Abdullah’ın, neden esinlendiğini aklında tutamadığı bir güven gelmişti kendine. Çekinmiyordu, bazen özlemini dindirmek ki bunu hava almak için şeklinde yorumluyordu, bazen de evin işleri için şehre iniyordu, dolmuş şoförleri ile şakalaşmaya bile başlamıştı.
Nasıl “Hemşeri” olduğuna akıl erdiremiyordu, sorgulamalarda; “Hemşerim! Nerden gelir, nereye gidersin?” şeklinde sorduklarını duymaksızın, duysa da cevap vermeksizin.
Şehre ulaştığında ilk ulaştığı yer; genellikle değil, mutlaka Zerrin’in bürosu oluyordu, çok zaman avucunu yalayarak(4) kendinde olan anahtarla büro kapısını açtığında. Masasına not bırakıyordu; “Sağlık, iyilik, başarı, özlem…” gibi dileklerle.
Sonuna ismini özellikle yazmıyordu, sadece büyükçe bir nokta koyuyordu, kendi değerini belirtmek istercesine.
Ve bir ziyaretinde umutla sitenin uzaktan kumanda aletlerinden birini masasının üzerine bıraktı, insanların hayal ettiği müddetçe ve umutla yaşadığı inancıyla.
İlk kez; “Cep telefonum olsaydı, keşke!” diye hayıflandı. Güzel olurdu herhalde, yani iş bulup da parası olduğunda alınmak üzere İhtiyaç Listesinin en başına yazması gereken madde olmalıydı.
Zerrin geldi siteye mesajı almış gibi, ancak suratı asık bir şekilde, somurtarak;
“Beklediğin birkaç haber geldi, çoğu buralardan uzak. Ne o? Hemen ağzın kulaklarına yayıldı(4), bayağı keyiflendin. Doğru! Seni buraya, buralara bağlayan bir şey yok ki! Değil mi?”
“Fol yok, yumurta yok(5)! Siz ağız birliği mi ettiniz(4) , babamda sitem, sende sitem…
Bari dizinize yatırıp da dövseydiniz!”
“Sitem demek yerine hissedilecek bir şeylerden bahsetmeye çalışsak?”
“Ve beni bu yaşta, bu hasta halimde, bu koca ev ve denizde ben başıma bırakmak meselâ…
Sanki öldüm!”
“Allah muhafaza!”
“Allah muhafaza!”
Abdullah ikisinin de sözlerini keserek, hatırladığını belirtmek istedi;
“Yeşil tuttum, bir Allah! Demek ki ben iş buldum galiba?”
“Gözün aydın! Hemen incele, aceleci olduğunu biliyorum, hemen en yakın iş adresine ulaşmak isteyeceğini tahmin ederek yolluk hazırladım, evraklarını ve birer fotokopilerini hazırladım. Laptop(1) şarjı var, uzun süre kullanabilirsin, sende kalsın. Mehmet Amca size de bir poşeti ayrıca hazırladım. ‘Kal!’ dersen kalırım. Eğer düşündüğüm gibi hemen gideceksen, otogarda değil burada vedalaşalım, eğer sen de istersen tabii!”
“Ben vedalaşmayacağım. Bu ilk denemem olacak. Gideceğim, şartları öğreneceğim, muhtemelen ‘Hayır!’ deyip geri döneceğim. Bu; isabetli tavrım, daha uzaktakiler için de referans(1) olacak, oralara kadar gitmeyeceğim. Üzerimde hakları olanlara karşı nankörlük edemem, sırtımı dönemem!”
“Yaşasın!”
“Yaşasın!”
Bu kez Zerrin ulaştı sonuca;
“Yeşil tuttum, bir Allah!”
“Sağlıkla git ve dön oğlum, senin telefonun yok, benimkini al, belki gerekebilir!”
“Amca, gerek yok! Benim ikinci bir hattım vardı, özel. Onu Abdullah için hazırladığım çanta içine koydum, gereken bilgileri de bir kâğıda yazdım. Numarayı sizin telefonunuza da işlerim bir ara. Artık iş; yapması gerekene kalmıştır!”
“Fırça! Sitem! Duyuyorum! Allah’tan azar yok! Siz beni dövmeden ben kaçayım bari!”
“Allah’ın izniyle git ve dön oğlum!”
“Allahaısmarladık babam!”
Beraber ayrıldılar kulübeden, her ne kadar “Koca ev” vasfında görünse de.
Arabaya bindiklerinde;
“Paran yok! Borç olarak çantana bir miktar koydum, sanırım yeterli olur!”
“Sağ olun Avukat Hanım!”
“Hayda! Gene başa döndük! Galiba sözlerinin aksine niyetin gidip de dönmemek…
O halde ben sana Banka Hesap Numaramı vereyim, belki ortadan kaybolsan da borcunu ödemek istersen, her ihtimale karşı çantanın bir köşesinde dursun!”
“Zırvalama Zerrin! Ölmezsem kendim mutlaka geleceğim, senin için öncelikle ve babam için. Ölürsem de seninle karşılaşmamızın hemen ertesinde vasiyet şeklinde hazırladığım nota göre cenazem sana mutlaka ulaşacak. Oldu mu? Rahatladın mı? Devam edeyim mi? ‘Artık cenazemi ortada bırakmazsın!’ falan, diye…”
“Yaşa ve öyle dön bana, yani bize!”
“Anladım! Önce bilet durumuna bakalım mı? Kalan vaktimi de otobüs kalkıncaya kadar seninle geçirmek dileğindeyim, iznin olursa!”
Otogara ulaştıklarında saatin farkında değildiler. Otobüsler saat başının olmasını, uyarı düdüğünden sonra garajdan çıkma beklentisi içindeydiler, koca kente ulaşmak için, belki de başka beldelere, şehirlere…
Otobüsün ön camındaki levhaya bakarak bağırırcasına sordu Abdullah;
“Yer var mı?”
“Var!”
Ötesi kolaydı.
Vedalaşmak için ne vakitleri, ne imkânları, ne de cesaretleri vardı. Otobüsün arka kapısı kapanıncaya kadar ellerini sallayarak vedalaştılar sözüm ona.
Küskündü Zerrin, farkında olmadığının, farkında olmak istemediğinin; gerçek olduğunun şimdi, hemen, şu anda gerçekten gerçek olduğunun farkındaydı. Saklanmayı beceremediği inancını yaşıyorduysa da; iki çarpı iki, ya da iki artı ikinin dünyanın her yerinde dört olduğu bilincine yeterince sahipti, içinden geçirdiği, içinden geçen gibi, inkâr etmesi mümkünsüz.
Şehir sessizdi, ya da sağır olmuştu duymuyordu. Hem kapkaranlıktı, üstelik kör de olmuştu. Tüm duygusal etkinliklerde hep böyle mi olurdu, bilmiyordu, tatmamıştı, hatta aklından bile geçmemiş, geçirmemişti bile. Özlem; bilmediği, sadece sözlükte rastladığı bir kelimeydi önceden. Elini kalbinin üstüne koyduğunda hissettiği duygunun adı özlem mi olsa gerekti?
Ölmek bahaneydi. Ölmeden önce son bir kere daha görseydi. Varsın oturmasındı yanına. Bakmasındı gözlerine, tutmasındı ellerini. Ama hiç olmazsa, yalnızca ikisinin olduğu bir ortamda nefesini hissetse, adını duysaydı onun dilinden. Titriyordu Zerrin, her nedense, olduğu yerde, kış görünmediği halde…
Abdullah hanzo değildi. Yüklendiği sevgiyi bir genç kızın altıncı hissiyle hissetmiş olması sevinci, mutluluğuydu, ama yokluğunu, yoksulluğunu, hele ki Zerrin’e oldukça büyük bir miktarda borcu olduğunu nasıl unutabilir ve yakınlığını olağan ötesinde nasıl belli edebilirdi ki?
Yaşamda rastlanabilecek en kötü olaylardan birinin, seven insanın sevdiği insana maddi bakımdan mecbur olması diye düşünmesiydi. Bir bakıma aklında kalan Türk filmlerindeki fakir kız-zengin oğlan, ya da zengin kız-fakir oğlan şeklindeki masal çeşitlemeleriydi.
Bir gün ve o günün gecesi kadar sabırlı olabilmişti Abdullah. O günün gecesinde yemeğe davet edilmiş olmasına rağmen teşekkür etmiş, bir yerlerde nefsini köreltmiş, ertesi gün için otobüs biletini almış, otelde kalmıştı.
Genelde sevilen, hatta ilerileri düşünülen sevgililere âdet olduğunu bildiği şekilde, sürpriz niteliğinde bir tektaş yüzük, bir de beğendiği bir yüzük almıştı. Mehmet Can Babaya bir kutu güllü lokum yeter kanaatindeydi.
O güne kadar boş ve kapısında uzun zamandır “Satılık” levhası olan, alıcısı olmayan yan daireyi satın alarak sahiplenmeyi düşünmüştü Zerrin. Bu ani kararının nedenini başlangıç olarak kendi bile bilmiyordu. İşleri çoğalmıştı, aradaki duvarı bir kapı boşluğu şeklinde yıktırıp kendine ek büro mu yapmak düşüncesindeydi, bir stajyer avukata işlerinin bir kısmını devretmek için?
“Abdullah, yanımda olsun, iş yeri açacak olursa hazır olsun!” ya da “Amca hayattayken, gelip gidişlerinde şehirde (‘Benim için!’ demeye çekiniyor olsa gerekti) kalmak isterse, rahatlığı için” yahut da “Yakınlarda bir yerlerde çalışacak olursa büro olarak, ayrıca gelip-gittiğinde evi gibi kullansın!” şeklindeki düşüncelerini yok sayamazdı!
Bir diğer uzak olasılık gibi görünse de yalnız yaşadığı (evet, pişmanlık duymaksızın bu günlere kadar yalnız kendi, kendisi için ve yalnız bunaldığı han gibi) evden kurtulmak için de olabilir miydi, bu büroyu satın alması?
Olamazdı, geceleri boş kalan, kapısı kilitlenen binada gündüzleri saklanma haklarını başarıyla kullanan baykuşlarla, muhtemelen fare, kara böcek, kırkayak vb. ile sohbet etmesi hoş olmazdı!
Kim bilir belki de hepsi, belki de hiçbiri için satın almak düşüncesi aklından geçmemiş, öylesine satın almış olabilirdi. Tasarruf nedeniyle de olabilirdi, değil mi ya?
Abdullah edindiği bilgi ve tekliflerle yüklü olarak öğleden sonrası vakitlerden birinde ulaşmıştı şehre. Önce Zerrin’in bürosuna uğradı, maksadı; geçmiş günün mana ve ehemmiyetine uygun olarak edindiği bilgileri sunmak ve borcunu ödemekti. Deyim yerindeyse, kapı duvardı(5)!
Yanında anahtar da, kalem de yoktu, şaşkınlığıyla veyahut da saklamaya çalışsa da özlemi dolaysıyla aklına getiremediği, taşımadığı.
Duvarlara yapıştırılmış ilânlardan birinin köşesinden bir parça yırtıp asma kilitlerden ikincisinin üzerine sıkıştırdı. Anlamı; “Ben geldim!” demekten farklı ne olabilirdi ki?
Eve geldiğinde akşam inmemişti henüz, isim vermek gibi olmasın birinin de aklı başında olmasa gerekti, Abdullah iki kelimeyi uç uca ekleyerek iki gün içine sığdırdığı yaşamını anlatmaya çalışırken Abdullah’a verilen telefon çaldı;
“Açın kapıyı, ben geldim!”
“Zerrin gelmiş, ben kapıyı açarım baba!”
Zerrin, asansöre binip de kapı kapanıncaya kadar zor zapt etti kendini. Sarıldı Abdullah’a, boyunun uzunluğunun ilk kez farkına varmış gibi ayaklarının parmak uçlarında yükselip uzayarak neresi rastlarsa öpmeye çalıştı, dudakları hariç! “Put gibi durmak(4)!” deyimi bu an ve Abdullah için Deyimler Sözlüğünde yer almış bir söz olsa gerekti.
Ve fark etmesi gereken bu put gibi duruşu fark ederdi.
“Özlemedin mi yoksa?”
“Doğru! Türk vatandaşı olmam için önce özlemem, sevmem, evlenmem gerekti seninle, değil mi? Ama öğrendim ki Türk vatandaşı olmak için bir Türk kızıyla mecburen evlenmem şart değilmiş…”
Abdullah, yaptığı anlamsız şakanın nelere mal olacağının geç de olsa hemen farkına varmıştı. Üstelik Zerrin’in bunu öğrendiğini, müjde gibi söyleyeceği ilk sözün bu olduğunu bilmiyordu. Ancak Zerrin’in yüzünde oluşan hayret, oluşan soğuk havaya karşın, başından aşağı kaynar su dökülmesi(4) gibi bir şeydi.
Abdullah düzeltme cümlelerine yöneldi, asansörün kapısının açılmasını engelleyerek;
“Evet, gerçekten mecburen evlenmem söz konusu değil. Seni çok, hem canımdan da çok seviyorum ve benim olmanı özlemle istiyorum. Benim olmazsan bil ki yaşayamam. Evlen benimle, benim ol ömür boyu…” derken sarılmaya çalıştı.
“İncelediğim yasalara göre sana vereceğim ilk müjde buydu. Onun için şaşkınlaştım başlangıçta, neredeyse dilim tutulacaktı. Sarılma, kucaklama, öp beni!”
“Öpmeyi, öpüşmeyi bilmiyorum ki!”
“Nasıl yani, ben de bilmiyorum ki öpmeyi!”
“Yaşamımın şu anına kadar elimi tutan, öpmeyi öğretecek gibi öpen biri olmadı, benim de elini tutmak istediğim birileri olmadı, seninle karşılaştığım ilk an içime sığdırdım seni, yüreğimi sana verdim, çünkü yerinden fırlayacak gibi çarpmasını engellemem mümkün değildi…
Sadece senin gözlerinde yandım, nefesim oldun. Sadece seni öpmeyi istedim şu ana kadar, sadece sende, seni yaşadım. İnanmanı istediğim şu; seni yaşadım dedim, ama yaşamayı da sende, senden öğrendim…
Ve bir cümle daha, izin ver lütfen!”
“Sözlerin mutlu etti beni, devam et lütfen! Yaşamda ne veya neleri öğrenmemiz gerekiyorsa, birbirimize destek olarak öğreniriz gibime geliyor…”
“Umarım, inşallah!”
Asansörün kapısı açıldı, denizin iyot kokusu üstlerine, başlarına sıvanırcasına sinme heyecanı yaşıyordu sanki. Abdullah diz çöktü;
“Sanırım dünyada ilk defa bir asansörde evlenme teklifi olacak. Hazırlandım, hazırlıklıyım, bu yüzükleri parmağına takmama izin ver ve kocan olmamı kabullen lütfen! İste, dile, her günün sabahlarının ilk ışıkları zaman farkı hissedilmeksizin üşenmeden üstümüze doğsun!”
“Şaşkınım, düşünmeme bile gerek yok! Ama sana sevgimi anlatacak biçimde öpmeden ‘Evet!’ diyemem!”
“Hemen öğrenecek, uygulayacak ve öğreteceğim!”
Gecikmeleri merak haznesini genişletmişti Mehmet Can’ın. Asansörün yanmaya devam eden ışığı, Abdullah’ın çömelmiş silueti gülümsetti onu, sessizce çıktığı kapıyı tekrar açıp, gene sessizce girdi evine.
Ocaktaki çaydanlığı kovaya devirip yeniden demledi. Asansördeki konuşmaların devam etmesi kanaatinde olsa gerekti. Ancak oğlunu da tamamen Zerrin kızına bırakmak niyetinde de görünmüyordu. Zerrin iki-üç kelime edip, ya da Abdullah ne anlatacaksa dinleyip pılısını-pırtısını toplayıp(4) akşam karanlığı inmeden, yanına nöbetçisini(!) almadan vakitlice evine dönmeliydi.
Onların zamanı var ve çok görünüyor olsa da kendi zamanı kısıtlıydı yaşlı adamın. Ha bugün, ha yarın, kim bilir belki yarından da yakın hak tecelli edebilirdi, Allah’ın hikmetinden(1) nasıl sual edilebilirdi ki? Nitekim hissetmiş olabilir miydi?
Abdullah, Zerrin’in de araştırıp öğrendiği bir Türk kızı ile evlenme mecburiyetinin olmadığı bölümü pas geçip nasıl gidip-geldiğini esprilerle de süsleyerek anlatmaya başladı.
Arayan firma, oldukça uygun, hemen ilçe ile şehir arasında, ilçeye daha yakın ancak ufukta göründüğü kadarıyla geleceğe pek uygun olmasa da iyi bir teklifte bulunmuştu. İşte kabul edilemeyecek bazı yanlışlıklar tespit edilmiş.
İş başındaki oldukça yaşlı, yetersiz teknisyenin güven konusunda şüphe çeken tavırları nedeniyle inşaatı bir mühendisin takip etmesinin gerekli olduğuna karar vermiş firma. Bir kısım izah etmekte zorlanılan karanlıklar ve yanlışların bilerek yapıldığı ve inşaatın tamamlanmasının geciktirildiği kanaatini yaşamışlar.
Sık sık yaptıkları denetimlerden sonuç alamamışlar. Kurnaz bir yapı ile her denetimlerinden haberdar olduğu kanaatini yaşadıkları için onun sözleşmesine son verip kendini görevlendirmişler. İstenen “İnşaatın en geç iki ay içinde bitirilmesi” denmiş.
Bunun için de inşaat malzemeleri, görevli olarak gelecek muhasebecinin hesabına göre işçilere ödenecek yevmiyeler için açık bir banka hesabı, işin iki ay içinde bitirilmesi karşılığı iki aylık da dolgunca bir maaşı nakit olarak kendisine hesap-kitap sormadan vermişlerdi.
Ayrıca iş; belirlenen ekonomik şartlar göz önüne alınarak zamanından önce, belirlenen finansmanın(1) altında bir bedelle tamamlanırsa, kendine (şimdilik) miktarı belirlenmeyen miktarda prim de tahakkuk ettireceklerdi.
Güvenin kaynağını bilmesi mümkün değildi. Ancak arada bir mülâkat(1) odasından birilerinin çıkması, sonra memnun bir şekilde geri dönmesi gözünden kaçmamıştı. Muhtemelen kendi için referans veren birileri olmalıydı, “Her kimse kim?” merak etmemeliydi!
Netice hiç önemli değildi. Yüzükleri almıştı ya parası olunca. İlk imkânı olduğunda da yüzükler için gereğini yapma öncesinde borcunu kapatacaktı, zaten Zerrin’in verdiği paraya hiç dokunmamıştı.
İş konusu mu? Kanısına göre iş; çantada görünmese de ovada keklikti(5). Sadece kollarını sıvayıp aklını, zekâsını kullanmak yeterli olacaktı, çünkü her insan hata yapardı, hele ki hatasının fark edilmemesi için çaba gösteren insanlar, daha fazla!
Sonrası mı? Kulağı kirişte(4), kulağı delik(5) olarak Zerrin’in de desteği ile iş araştıracaktı, ya da kendi işini kendi yaratmak için çalışacaktı, sermaye diyeceği birikimi olmasa da. Ancak firmanın iş bittiğinde de bu konuda bir vaadi vardı.
Firma adına arsa, yıkım kararı alınmış, parselasyon yapılmış, kadastro geçmiş, tarladan arsaya dönmüş yerler için kulağı daima delik olacak, ihalelerle ilgili haber ulaştıracaktı. Bunun karşılığı sadece “cep harçlığı(5)” devede kulak kadar(5) bir miktar olacaktı, eğer kabul ederse ki, neden kabul etmesindi ki?
Bazı şeyler gerçekten önemsizdi. Eğer sevdiği ile beraber olursa, başı öne eğilmeksizin, mutluluğu ile her şeye tahammüllü olabilirdi.
Zerrin’in saatçinin dükkânını satın aldığından, hatta kendini de ilgilendiren seçenekli düşüncelerinden haberi yoktu, bir müneccim(1) edasıyla da düşünüp tasarlaması mümkün değildi. Zerrin’in aklına esip(4) zamanını düşünüp, hazırlanıp, hazırlayıp sürpriz yapması? Olurdu ve bunun için sıkıntı çekmesi yersizdi.
Sözler üretildi, tamamlanıp tüketildi. Akşam olmak üzereyken; “İyi akşamlar! İyi geceler!” denilerek asansörde “Öpmeyi öğrenme” vaadiyle ilk deneme başarıyla tamamlandı, tıpkı “Evli evine, köylü köyüne” modunda gelecek için tek kelime bile etmeden.
Ola ki çekinceleri; “Şeytan kulağına kurşun(5)! Nazar değmesin(5)! Elemterefiş(5)! Yerin kulağı olabilir(5)!” şeklinde saçma düşünceler olabilir miydi? Belki…
Sabah, sonbaharın ertesi, en uç noktası olan her günkü günlerdeki gibi sessiz ve deniz sakindi. Göçmen kuşların yokluğu takvimlerin gerçek habercisiydi. Çok zaman deniz kenarına hava almaya çıkan Mehmet Can, bazen de güzellik uykusuna(5) vakit ayırmayı ihmal etmezdi. Yaşanan gün, öyle bir gün olsa gerekti, aslında bilinmeyen.
Bu işaretler Abdullah’ın kahvaltı hazırlaması gerekliliğinin gayri resmi emri, mecburiyeti demekti. Mehmet Can’ın odasına usûl dışında usulca göz attı, mışıl mışıl uyuduğu kanaatini yaşadı, mutfağa yönelirken.
Masayı hazırladı; “Tembel çocuk, haydi kalk!” şeklinde çocuk şarkısını uyandıracak tezahüratta seslendirerek odasına yöneldi. Tuhaflık anında çekti dikkatini. Özel bardağındaki diş protezleri, dokunulmamış dolu su bardağı, yatmadan önce alması gereken özel tasarım ilâç kutusundaki ilâçları olduğu gibi duruyordu. Anlarmış gibisine burnuna ayna tuttu, başını göğsüne dayadı, nabzını kontrol etti.
Mehmet Can dünyada değildi artık! Telâşlandı, ne yapacağını şaşırdı, öncelerinde yaşadıklarını unutmuş gibisine, ilk defa yaşıyormuş gibiydi. Bekliyor gibi olsa da, kendisinin bu kadar çabuk terk edileceği aklından geçmemiş olsa gerekti. Ölüye hınç dolu(4) gibiydi bakışları, nedenini bilmeksizin, anlamaksızın.
Dayanacak, yardım dilenecek tek bir ağaç vardı yaşamında, canından tek bir parça. Sabahın erken vakti demeksizin telefonun tuşlarına dokundu, karşının telâş, heyecan ve merakını telefonu açmadan önce hissedebiliyordu.
Telefon açılır açılmaz ses gelmesini beklemeksizin gözyaşlarına engel olamaksızın boğulurcasına seslendi;
“Yaşamımdaki tek varlığım, bir tanem, yardım et, ne olur! Babamı yitirdik. Çabuk gel, ama dikkatli ol. Bir şey bilmiyorum, hatırlayamıyorum. Hoca, hacı çevrende bilen birileri varsa onları da yanına al, yetiş! Ölüden, hele ki babamdan asla korkum yok, ama bilgim de çaresizlik boyutunda. Yetiş ki, bu acıyı dindirmek için 5-10 saniye de olsa omzunda dinleneyim, şaşkınlığım bitsin!”
“Sakin ol! Dur bir saniye! Ne zaman, nasıl?”
“Bilmiyorum, sen bilenlerle gel lütfen! Gerekenleri sonra yaparız, ambulans, cenaze arabası, cami, mezar, kefen gibi. Gelirken Hükümet Doktoruna da haber vermen mümkün olursa iyi mi olur ki? Kafam çalışmıyor uzat elini!”
“Tamam, sakin ol! Dışarı çık, hava al! Hemen geliyorum. Ama komşu amcalara danışmam, onları da getirmek için biraz beklemem gerekecek. Sabırlı ve sakin olabilecek misin? Seni seviyorum. Sana şimdilik teselli olacağına inandığım tek söz bu! Hüznünü unut, en basitinden unutmaya çalış!”
Ne kadar süre geçmişti aradan, son cümleye son noktayı koyduğunda, farkında değil gibiydi. Yaklaşan ayak seslerine, kumanda aletinin bir adedinin Zerrin’de olduğunu unutmuş olması nedeniyle hayret etmişti, korna sesini bekler gibiydi sanki.
Zerrin koşarak ulaşmıştı Abdullah’a; “Kim, ne düşünürse düşünsün!” tarzında arkasından gelen iki adam, iki kadın ve ellerindekilere aldırmadan Abdullah’a sarılıp;
“Ne olur üzülme, kıyamam, dayanamam!” derken sıcaklığını hissetmesini diler gibi onu öpmüştü, ama isteyip arzuladığı gibi değil, bir ölüye saygı gösterircesine, masumca…
Tarif üzerine Hükümet Tabibi kendi arabası ile gelmişti bir çorba kaşığı kadar olan sahilin tepesine. Bir süre saygısını yitirmediğinin ispatı olarak korna çalmadan beklemiş, sonra yanına gelen Abdullah’la birlikte ölünün başına yaklaşmıştı.
İlâçlara dikkatli bir şekilde bakıp, çekmecedeki ilgili kâğıtları inceledikten sonra laptopunu açmış, sonuçları irdelemiş(4), alelusul Mehmet Can’ın gözkapağını kaldırıp gözüne baktıktan sonra; “Defnedebilirsiniz!” demiş anında, sonrasında ve kendi başına tekrar görevine dönmüştü.
Gelen amcalar ölüyü soydular profesyonelce, çenesini bir tülbentle bağladılar. Kadınların buldukları, ya da bir bohça içinde yanlarında getirdikleri beyaz çarşaf üzerine çıplak bedeni boylu boyunca yatırıp üzerine de çarşaf serdikten sonra, ölünün karnı üzerine bir bıçak, başının altına da bir yastık koydular.
Mehmet Can’ın gözleri kapalıydı, kapatılmasına gerek yoktu. Demek ki dünyaya doymuştu! Dünyaya doymayanlar gözleri açık giderlermiş! Bir de çöplükte ölen horozlar…
Aslında ölüm anından mezarlıktan dönüş anına kadar yapılanların hangilerinin dini vecibe(5), hangilerinin yaygın bir batıl itikat (inanç), hurafe(29), gelenek-görenek olduğuna akıl erdiremiyorlardı Abdullah da, Zerrin de.
“Sofra hazır madem, doktor da izin verdi, siz cenaze arabasına telefon edin, biriniz gidin müftülüğe sorun, mezar yerini alın, defin işlerini halledin! Biz gelirken kefen-mefen, gül suyu falan ne gerekiyorsa getirdik zaten…” şeklinde üst üste, arka arkaya bildiklerini sıralamışlardı.
Galiba masaya oturuşlarının anlamı; “Ölüm hak, miras helâl!” şeklinde değil, “Ölüm normal, kahvaltı etmek, doyunmak helâl!” gibi bir deyim olsa gerekti ki maşallahlarının olduğu Zerrin’in de Abdullah’ın da her ikisinin de gözlerinden kaçmamıştı.
Oysa ne demişti o insan; “Dün ben de sizin gibiydim, yarın siz de benim gibi olacaksınız!” Gelenleri yaşları nedeniyle bu şekilde ayıplamalarının doğru olmadığını bilmelerine rağmen, belki de ikisi de içlerinden geçirmekte sakınca görmemiş olsalar gerekti. Bu; herhalde gıybet(30) sayılmazdı!
Kadınlardan biri mutfakta bir teneke üzerinde bir şeyler yakmış, pencereler açık olmasına rağmen tüm odalar, her yer, neredeyse tüm bir çorba kaşığı kadar site duman ve kokuya boğulmuş, muhtemelen ayak seslerinden, ya da kokudan etkilenen sitede kalan o iki dul ve yaşlı kadın da Mehmet Can’ın vefatından haberdar olmuşlardı.
Dışarıda kalmış olmalarına rağmen o kutu kadar evin nüfusu artmıştı, hayhuylarla(1), heyheylerin desteğiyle…
Bilenlerden biri; “Belediye hoparlörden anons etsin, yabancı biri değil, hepimizin tanıdığı muhterem bir insan o. Siteden ‘Mehmet Can Efendi vefat etti, cenaze şu camideki şu namazdan sonra Şehir Mezarlığına defnedilecek!’ densin!”
Sanki Mehmet Can’ı toprağa koymak için tüm ilgili-bilgili bilenlerin ve şehrin acelesi vardı, Abdullah ve Zerrin’in suskunluğunda. Oysa “Bir garip ölmüş diyeler…(31)” değil miydi?
Belki her şey Mehmet Can’ın istediği gibi olmamış olabilirdi. Ama Zerrin ve Abdullah’ın kanaatlerine göre her şey istenilenlere ve gereğine uygun olarak gerçekleşmişti.
Cenazenin tabutla taşınmasında biraz zahmet çekmişti, cenaze arabasıyla gelip de tabutun asansörle çıkartılmasının uygun olmayacağını düşünerek merdivenlerden çıkartma zahmetine katlanmak zorunda kalan gençler.
Mehmet Can için getirenlerin kefen bohçasından çıkartılan kefen, cenaze yıkanmadan üstü başıyla tabuta konulduğu için kullanılmamış, mal sahiplerine teşekkür edilerek yeni bir kefen takımı alınmıştı hazırdan, Amerikan bezi yerine patiskadan.
Mezar ve definle ilgili tüm işlemler, giderler Zerrin tarafından halledilmişti. Zerrin işlemler bitip de millet mezarlıktan ayrılma konumuna gelince davudi sesiyle(5) anons etmişti, tıpkı peygamberimizin Mescid-i Şerif’te Müslümanlarla helâlleşmesindeki gibi; ‘”Kimin ‘Mehmet Can Amcadan bir alacağı varsa söylesin!’ ben Avukat Zerrin, yerim-yurdum belli, gelsin benden alsın!”
Anons cevapsız kalmış, bir süre sonra “Bizim Oğlan” tayfasından biri, Mehmet Can’ın Abdullah için aldıklarından kalan borçlarının, helâl ettikleri dışında kalanını, oldukça gecikerek ve biraz da utanarak “İstirham etmişlerdi.”
Israrlı değildi talep, ödenmezse canı gönülden helâl edeceklerdi(4). Söylenenleri duymazdan geldi Zerrin, borcun tamamını öğrendi ve ödedi, kimse ahrete borçlu gitmemeli, Münkir-Nekir’e(32) de hakkınca cevap verebilmeliydi.
Mezarlıkta birbirinden ayrı düşmüşlerdi Zerrin ve Abdullah. Talkın verilirken(4) imamdan uzaklaştıklarında görüşebilmişlerdi ancak.
“Hüznüm büyük Zerrin, seni üzüp inciteceğimden çekinirim. Çıkart gözlüklerini, gözlerinde yaşayayım biraz ve kaybolayım, hatta iste, dile, yok olayım hemen şimdi…”
“Şu sözlerin bir cenaze ertesinde diline yakıştı mı? Sen, beni kendine bağladıktan sonra ben sensiz nasıl yaşarım? Üstelik önce büroya, sonra da Notere gitmemiz gerek. Mehmet Amca bana vasiyet olarak kapalı bir zarf bırakmış, sonrasında açılmak üzere. Aynısı Noterde de olup şahitler huzurunda açılacak ve gerçekleşecekmiş…
Zarfı cenaze belli olunca açtım. Bir çorba kaşığı kadar olan sitedeki evi sana bırakmış amca! Bu; bir! İkincisi; büromun yanındaki dükkânı satın aldım, meselâ senin için. Ne düşünürsen düşün, ama hemen bugün şart değil, istersen 7, 40, 52 mevlitlerinden(33) sonra, daha fazla gecikmeksizin…”
“Evet! Seni seviyorum. Beni sevdiğinden de eminim, ama daha beni tanımadın ki! Ya mikrop, uğursuz, hırsız, üçkâğıtçı, yandaş, katil, çete adamı, Drakula, Vampir yahut da falansam, filânsam?”
“İznin olursa avukat olduğumu hatırlatıp mesleğimin gerçeklerini anlatmaya çalışmayacağım sana. Sadece seven ve dolu dolu sevildiğine inanan bir kadınım ben, hem de senin sadece bana ait olmanı isteyen. Bilmem ki sen de benim GBT(1) araştırmamı yapıp hakkımda bilgilenmek ister misin?..
Öncelikle söyleyeyim ki, öpmeyi bile bilmediğini, yakınlıklarının olmadığını söyledin. Ben de sen öğretinceye kadar bilmiyordum. Ama itiraf etmeliyim ki yakın olmamın gerektiğine inananlar, yakınlık göstermek isteyenler oldu bana karşı. Kıskançlık göstermeksizin bunu bilmeye hakkın var diye düşünüyorum…”
“Söyle onlar kimler? Yakındalar mı, adres ver, kimlik ver, ad ver! Ve ondan sonra seninle evleneyim!”
“Ben kocamın hapishanelerde dört duvar arkasında olmasını istemiyorum. Hem ciddi olarak söylesene bana. Bana yüzük almışsın, biraz evvelki ağzından çıkan söz, cidden bir evlenme teklifi mi? Sahi mi?”
“Hadi bürona gidelim Zerrin. Bir açıdan bizi birbirimize yaklaştıran, yakıştıran, mutlaka mutluluğa yöneleceğimize inanan bir büyük insanın cenazesinden döndük. Bu ruh halimle sana sevgimi anlatabilmem mümkün değil. Bürona, evine, bundan böyle bizim kalacak kulübeye gidelim, nasıl istersen?”
“Kulübe senin!”
“Ayrımız, gayrımız olabilir mi? Bırak dünyayı kendisine, kim istiyorsa onun olsun. Ama biz, bizim dünyamızda karı-koca gibi değil, birbirini seven iki varlık gibi günlerimizi paylaşalım!”
“Sonrası?”
“Gayet basit! Nikâh Memuruna ‘Evet!’ dersin, çocuklarımız…”
Cümleyi tamamlamaya gerek var mıdır, dersiniz?..
YAZANIN NOTLARI:
(*) Rahmetle anmayı istediğim Üniversiteden sınıf arkadaşım Kerkük Türklerinden Türkiye’mde vefat eden Hıyad Abdullah’ın öykü ile ilgisi olmadığına inandığım ülkesindeki sıkıntılarından bahsetmek istemedim.
Mehveş; Ay gibi, ay yüzlü güzel.
Mehpâre; Ay parçası, çok güzel.
Mehmet Can; Çok Hamd eden, Allah’a şükreden can, kişi.
Zerrin; Fulya. Nergisgillerden soğan köklü, yaprakları hasırotu yaprağını andıran, çok güzel kokulu, taç bölümü çok gelişmiş sarı renkli çiçeği olan bir bitki.
(*) Bir Çorba Kaşığı Kadar; “Avuç içi kadar yer, bir gıdımcık, nohut oda, bakla sofa, kıç kadar, ceviz kabuğu kadar yer…” vb. sözlerle de ifade edilen çok küçük yerler için söylenen söz.
(1) Arif; Anlaması, kavraması, sezgisi güçlü, anlayışlı.
Bakir; El değmemiş, kullanılmamış, ayak basılmamış.
Berbat; Kötü. Beğenilmeyecek durumda olan, pis, çirkin.
Çelebi; Okuma-yazma bilen, okumuş, nazik, asil, soylu, zarif, terbiyeli, kalender, karşısındakine gereğine uygun, incitmeksizin haksızlığı yaşatmaksızın davranışları olan kimse.
Çöpçatan; Kadın ile erkeğin arasını bulan, evlenmelerine aracılık eden kimse.
Dağarcık; Aslı meşinden yapılmış çoban ya da avcı torbası olmakla birlikte bir kimsenin sözcük, ya da bilgi birikimi. Bellek, akıl, hafıza, zihin.
Demirbaş; Bir yere ya da bir kimsenin üzerine kayıtlı bulunan, yitirilmemesi gereken ve resmi işlerde ya da o işte kullanılan, bir görevliden ötekine teslim edilerek devredilen eşya ve bu nitelikte olan şey. Demirbaş Kişi olarak öyküdeki anlamı; bir yerde devamlı olarak kalan, kimi-kimsesi olmaksızın tek başına yaşayan, yaşamak zorunda olan kişi.
Destan; Epope. Tarihöncesinin Tanrıları, Tanrıçaları, Yarı Tanrıları ve yiğitleriyle ilgili olağanüstü, ulusal, toplumsal, doğal olayları, kısmen hayallerle süslenmiş olarak öykü biçiminde ve özellikle şiirsel bir tarzda anlatan edebiyat türü. Dolaysıyla doğal ve yapay (abartılmış, aşırı süslenmiş, hayal ötesinde masal gibi uydurma) olarak ikiye ayırmak mümkündür.
Direktif; Yönerge. Herhangi bir konuda tutulacak yol için üst makamlardan alt makamlara belli esaslara dayanılarak verilen emir, buyruk, talimat. Bu buyruklar yazılı olarak da verilebilir.
DNA (Deoksiribo Nükleik Asit); Tüm organizmalar ve bazı virüslerin canlılık işlevleri ve biyolojik gelişmeleri için gerekli olan genetik talimatları taşıyan bir nükleik asit. Önemli olan rolü; bilginin uzun süreli saklanmasıdır.
Duba; Fıçı biçiminde, kapalı ve içi boş, alttan deniz dibine zincirle bağlı olan, su yüzünde yüzen ve halkalarına gemi bağlanan ya da yan yana eklenerek üzerine köprü kurulan şamandıra. Saçtan ya da ağaçtan dikdörtgen prizmaya benzer biçimde yapılmış, sağlam yapılı yüzer araç. Plajlarda daha ileri gidilmemesinin gerektiğini bildiren top şeklinde şamandıralar.
Felsefe; Düşünce Bilimi. Bilgeliği İnceleme. Var olanların varlığı, kaynağı, anlamı ve nedeni üzerine düşünme ve bilginin bilimsel olarak araştırılması. Bir bilgi alanının ya da bilimin temelini oluşturan ilkeler bütünü.
Finansman; Bir girişime işleyebilmesi, gelişebilmesi için gereken para, ya da krediyi sağlama.
Gabi; Anlayışsız ya da anlayışı kıt, zekâ yoksunu, kalın (odun) kafalı, ahmak, budala, anlayışsız, bön, gerzek, geri zekâlı.
GBT; Genel Bilgi Toplama (Tarama) anlamında Polisçe kullanılan bir deyim.
Handikap (İngilizce); Engel anlamındaki “handicup” kelimesinden gelmekte olup durumun elverişsiz olması, engel anlamında kullanılmaktadır.
Hanzo; Kaba-saba, görgüsüz, iri yarı kimse.
Hasbelkader; Rastlantı sonucu olarak, rastlantıyla, tesadüfen.
Haset; Çekememezlik, kıskançlık. Bir kimsenin sahip olduğu mevki, şan, şöhret, sıhhat gibi manevi, mal-mülk gibi maddi nimetlerini çekememek, bunlardan rahatsız olmak, sahip olanın bunlara malik olmamasını arzulamak, dilemek, istemek.
Hayhuy; Boş, sonuçsuz, yersiz çaba. Bir yerde herkessin bir anda eğlenmesi ya da konuşması nedeniyle oluşan karışık gürültü, gürültü-patırtı, karışıklık.
Hemi; Hapsi. Hem. Dahi, keza.
Hikmet; Bilinmeyen, gizine akıl erdirilemeyen neden.
Hilâfsız (Hilafsız); Hiç kuşku duyulmayacak bir şekilde doğru, yalansız, dolansız, kesinlikle aykırılık, karşıtlık, terslik, zıt olmayan. İnanılması güç gibi görünse de gerçek olan.
Huzur; Kişinin şimdiki zamanda bütün duyu ve duygularını dengeli, yoğun ve uygun bir şekilde kullanması.
İntizam; Düzenli, düzgün olma. Düzen. Çekidüzen.
İstirham; Birinden merhamet dilenme, yalvarma, merhamet dileği, ricada bulunma.
Jeneratör; Dinamo. Üreteç. Mekanik enerjiyi elektrik enerjisine çeviren makine.
Kadastro; Bir ülkedeki, her çeşit arazi ve mülklerim yerlerinin, alanlarının, sınırlarının ve değerlerinin devlet eliyle belirlenip plâna bağlanması iş ve işlemi.
Kâhinlik; Gelecekle ilgili olarak görünmez evrenden haber verme işi. Geleceği bildiği düşüncesinde olma safsatası.
Kata (Kat’a); Asla, hiçbir zaman. Hiçbir şekilde.
Laptop; Dizüstü bilgisayar.
Matah; İnsan, mal, eşya için küçümseme yollu söylenen bir söz.
Meziyet; Bir kişiyi, ya da nesneyi, diğerlerinden üstün gösteren nitelik.
Mucizevi; Mucize gibi. Tabiatüstü, olağanüstü şaşırtıcı, hayran bırakan doğaüstü, hayal ve aklın alamayacağı gibi.
Mübarek; Kutlu, kutsal, uğurlu, bolluk getiren, bereketli, verimli.
Mülâkat; İnsanların karşılıklı olarak konuşmayla düşünce alışverişi, kişisel tanınma işlemi. Ancak bugünün Türkiye’sinde kısaca elemek-beğenmek üzerine kurulu torpil sistemi. Röportaj anlamına da gelir.
Müneccim; Yıldızların durumundan ve hareketlerinden anlam çıkararak falcılık yapan.
Nefs (Nefis); İçimizdeki arzu, kötü istekler, ruh, bir şeyin kendisi, insan bedeni, ceset, kan, azamet.
Nınnırınınnın (Nın-Nırı-Nın-Nın); Ayıp ya da gereksiz olduğu için söylenilmeyen bir cümle, kelime, deyim yerine geçen söz.
Nizam; Düzen. Kural. Usul, kaide. Tertip, sıra. Kanun.
Panel; Kol, kanat. Sergi. Taşıt Göğsü. Taşıyıcı niteliği olmayan, ince bölme duvarı. Herhangi bir konuda ilgili kişilerin bir dinleyici topluluğu önünde yaptıkları tartışmalı toplantı.
Parlamenter; Milletvekili.
Referans; Bir kimsenin yararlılığını ve yeteneğini gösteren belge. Başvurulması gereken kaynak. Tavsiye, bonservis.
Revaç; Geçerli ve değerli olma, herkesçe istenme.
Sadık; Aslına uygun, gerçek, doğru. Dostluğu ve bağlılığı içten olan, birine ya da bir şeye içtenlikle bağlı bulunan.
Sahan; İçinde yemek ısıtılıp yenen, yağ yakılan, ya da yumurta ve benzeri şeyler pişirilen metalden yapılmış, derinliği az, tabak benzeri kap.
Sehven; Yanılarak, yanlışlıkla. Bilmeden.
Şer; Kötü eylem, kötülük, fenalık, fena iş. Dince kötü sayılan, ceza ve kınamaya uygun davranışlar ve yapılmaması gereken, hayırlı olmayan iş.
Şıngıl (Shingle); (Öyküde “Şıngıl Çatı” demek gerekirdi!) Şıngıl en çok tercih edilen çatı kaplama malzemesi olup, eğimli çatılarda kullanılan su izolasyon (yalıtım) malzemesidir.
Taltif; Hoş davranarak, iyilik yaparak gönül alma. Nişan ya da madalya verme, aylık arttırma gibi ödüllendirme.
Teşrif; Onurlandırma. Bir yere gelme ve gelmesiyle o yeri onurlandırma.
Teşvik; Motive etme. İsteklendirme, özendirme, yüreklendirme.
Tik, Tikli (Tiki olmak); Herhangi bir konu, söz ya da hareketle ilgili beklenmeyen (anormal) davranışı olmak.
Üstünkörü; Gelişigüzel. İnceliklerine inmeden, özen göstermeden, şöyle bir, baştan savma.
(2) Böyle mi esecekti, son günümde bu rüzgâr? / Bütün kuşlar vefasız, mevsim artık sonbahar… Hüzzam Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi Teoman ALPAY’a aittir.
(3) Sonbahar geldi/Yaz sona erdi/Sert rüzgârlar dalları,/Yerlere serdi… Bir çocuk şarkısı.
(4) Aç-Açıkta Kalmak; Yoksulluk içinde evsiz, barksız kalmak.
Ağız Birliği Etmek; Söz birliği etmek. Aynı konuda konuşmak, fikir beyan etmek. Uyuşmak.
Ağzı Kulaklarına Varmak, (Yayılmak); Çok sevinmek, sevindiği her halinden belli olmak.
Ahdetmek; Bir işi ne olursa olsun yapmak için kendine söz vermek.
Aklına Esmek; Yapmayı önceden düşünmediği bir şeyi birden yapmaya karar vermek ve yapmak.
Anasının ak sütü gibi helâl olmak, “Hak etmiş olmak” anlamında, kişinin annesinden emdiği süt ile ilgili helâllik-haramlık gibi bir kavram oluşturulamayacağı için edinilen bir şeyin o kişinin hakkı olduğu anlamında edilen söz.
Araştırıp-Taraştırmak; Birini veya bir şeyi gözden geçirmek.
Avucunu Yalamak; Umduğunu elde edememek.
Başından Aşağı Kaynar Sular Dökülmek; Çok kötü, üzücü, sıkıntı verici ya da utandırıcı bir olay karşısında vücudunu ter basmak, ürpermek.
Bayramlık Ağzını Açmak; Kaba konuşmak. Küfretmek.
Canı Gönülden Helâl Etmek; İçinden gelerek, hiçbir art düşünce, ya da menfaat beklemeksizin rızalık almak. Kul hakkını ciddiye alan kişilerin ölmeden önce “Hakkını helâl et!” demeleri ertesinde içten geçen düşünce.
Delilenmek; Delice davranışlarda bulunmak, deli gibi davranmak.
Dezenfekte Edilmek; Mikroplardan arındırılmak.
Dillenmek; Konuşmaya başlamak. Dile gelmek, getirmek.
Elleşmemek; Birine dokunacak söz söylememek. Elle dokunmamak. El sıkarak selâmlaşmamak. El ile itişerek şakalaşmamak. Yardımlaşmamak. Birbirinin elini tutarak güç denemesi yapmamak.
Hak Tecelli Etmek; Ölmek. Bir şeyin ortaya çıkması, ölümün gerçekleşmesi.
Halden Anlamak; Bir kimsenin içinde bulunduğu zor durumu kavrayarak, anlayıp sezerek, hoşgörülü olmak, anlayış göstermek.
Halt Yemek (Etmek, İşlemek, Karıştırmak); Uygunsuz bir söz söylemek, uygunsuz davranmak, uygunsuz bir iş yapmak, uygunsuz hareket etmek.
Heyheyleri Üzerinde, Heyheyleri Üstünde, Heyheyleri Tutmak; Sinirlenmiş, bağırıp çağıran kişinin tutum ve davranışlarının izahı.
Hınç Dolu Olmak; Öfke, kinle dolu olmak. Öç almayı istemek
Ilımlı Olmak; İtidalli, soğukkanlı olmak. Aşırı olmamak, fesatlıktan uzak olmak.
İç Geçirmek; Derin bir soluk alarak, üzüntüsünü, içinden geçirdiğini, düşündüğünü, istediğini anlatmaya çalışmak.
İki Lâfı (İki Sözü) Uç Uca (Ard Arda) Eklemek; Uygun bir zaman dilimi içinde kişilerin zaman kısıtlaması olmaksızın düşüncelerini, duygularını, düzgün bir şekilde anlatmaları, sohbet etmeleri.
İllet Olmak; Çok sinirlenmek, çok kızmak.
İn Cin Top Oynamak; Issız, sessiz olmak. Bir yerde hiçbir canlı yaratık bulunmamak.
İrdelemek; Bir sorunun, bir konunun, bir şeyin ele alınabilen bütün durumlarını, yönlerini araştırıp derinliğine varıp onu iyice öğrenip tanımak için zihin ve emek harcamak. İncelenmesi ve eleştirilmesi gereken konunun tüm yönlerini ayrı ayrı, birer birer tetkik etmek, incelemek. Araştırmak.
İspiyonlamak; Birinin gizli işlerini, sırlarını, davranışlarını, düşüncelerini gözleyerek, öğrenerek bir çıkar karşılığında ilgili yerlere bildirmek, yetkili kişilere iletmek.
Jest Yapmak; Gönüllemek. Cömertliği, soyluluğu ile dikkati çeken davranışta bulunmak.
Kafa Yormak; Bir iş, bir konu üzerinde enine boyuna ve pek çok düşünmek.
Köreltmek (Körletmek); Nefsin isteklerinden herhangi birini üstünkörü gidermek. Bir şeyin zayıflamasına, şiddetinin yoğunluğunun azalmasına sebep olmak. Keskinliğini yitirmesine yol açmak.
Kulağı Kirişte Olmak; Söylenecek sözü, gelecek haberi dikkatlice beklemek.
Lâdes Oynamak; Tavuğun lâdes kemiğini iki kişinin birer ucundan tutarak kırması, birinin “Aklımda” demeden bir şeyi ötekinin elinden almasıyla yenilmiş sayılarak oynanan oyun.
Medet Ummak; Yardım beklemek. (Medet: Zor bir dönem geçiren birinin, birinden çare dilemesi, yardım istemesi).
Mok Yemek; Söylemekten utanılan kelime “m” harfi yerine “b” harfi olarak söylenen kelime.
Oflayıp Puflamak; Sıkıntısını “Of! Puf!” diyerek belli etmek.
Pılı-Pırtı Toplamak; Bir yerlerden gelirken atılan, ya da bir yerlere giderken alınan ufak tefek şeyleri almak, toplamak.
Put Gibi (Durmak); Donuk, anlamsız bir bakışla ve hiç kımıldamaksızın, hiçbir şey söylemeksizin (durmak).
Sıradan Olmamak; Aşağılayıcı bir deyimin olumlu görünümü, diğer insanlara göre farklılığı fark edilmek (Mevki, mal, mülk, para, itibar vb.)
Şeytan Tüyü Olmak; Kendisini herkese kolaylıkla sevdiren kişilerde bulunan özellik.
Talkın Verilmek; Ölü gömüldükten sonra mezarı başında imam tarafından dinsel sözler söylenmek.
Vır Vır Etmek; İpe sapa gelmez bir biçimde durmadan konuşmak.
Yayan Yapıldak Yürümek; Yayan ve yalınayak, yalınayak yürüyerek.
Zırnık (Bile) Koklatmamak; Çok değersiz, en ufak, en kötü bir şeyi dahi vermemek.
(5) Açık Seçik; Çok açık ve belirli olarak. Açıkça, açık olarak, gizli olmadan. Çok kolay anlaşılır, çok belli, belirgin.
Ağzı Açık Ayran Delisi (Gibi Bakmak); Yeni gördüğü her şeye alık alık bakan, anlamsız bir hayranlıkla seyredip şaşıran, basit şeyleri bile aval aval izleyen, amaçsız, serseri bir şekilde, ne yaptığı belli olmaz bir şekilde dolaşmak, çevreye aptalca ve hayranlıkla bakmak (bu durumda ağız açık, dil de hafifçe dışarıya doğru çıkıktır).
Ahı Gitmiş, Vahı Kalmış; Güzelliği geçmiş, çirkinliği başlamış, iyice zayıflamış, iş göremez duruma gelmiş, yaşlanmış, eskimiş, kullanılışlıyı kalmamış.
Bir Sıkımlık Can; Çok cılız ve güçsüz olmanın tarifi.
Boğaz Tokluğuna (Çalışmak); Para, ücret almadan, karnını doyurma karşılığı olarak iş yapmak. Kazancın sadece zorunlu ihtiyaçları karşılanması durumu.
Can Yoldaşı; Yalnızlıktan kurtulmak için birlikte yaşanılan kimse, ya da benzeri.
Cep Harçlığı; Ufak tefek, gündelik harcamaları karşılayacak para.
Çantada Keklik; Elde edilmesi o denli kesin ki elde edilmiş sayılır.
Davudî Ses; Kalın, tok ve gür ses.
Devede Kulak; Kıyaslanan şeyler arasındaki orantısızlığı belli etmek için kullanılır. Bütüne göre çok ufak bir parça.
Devre Mülk; Genellikle dinlencede kullanılmak için yapılan çok daireli bir yapıda çok ortakça, ortaklaşa satın alınan, ortaklarca dönem dönem, belli bir dönem ve gün sayısınca kullanılabilen daire.
Dini Vecibe; Dini ödev, dini boyun borcu, dini vazife.
Eften Püften; Baştan savma yapılmış, dayanıksız, derme çatma, çürük, değersiz.
Elde Avuçta Kalan; Sahip olunan mal, para, arsa, mülk, her şey.
Elemtere Fiş; Genelde Kem Gözlere Şiş ekiyle söylenen; Nazar değmesin, hasetle ve kıskançlıkla düşünenler zarar vermesin anlamında söylenen batıl (hurafe) söz.
Eli, Kolu Uzun; Her yerde adamı olduğu için sözü geçer, gücü yeter, güçlü (kimse).
Ensesi Kalın; Parası çok, varlıklı, sözü geçer, ödeme gücü yüksek kimse.
Eski Toprak; Yaşlandığı halde dinçliğini, yetilerini, maharetlerini koruyan kimse.
Evde Kalmış, Görücüye Çıkmış, Kız Kurusu, Kart Kız; Aşağılayıcı bir şekilde evlenemeyip, yaşlanmış bir kızın yaşlı bir adam karşısında beğenilme duruşunun ifadesi.
Fol Yok, Yumurta Yok; Ortada konuyla ilgili hiçbir belirti yokken varmış gibi havaya girilmesi durumunda sarf edilen söz.
Gönlünün Sultanı; Sevdiği, âşık olduğu, ya da âşık olacağının simgesel ismi, görüntüsü.
Güzellik Uykusu (Kestirmesi); Genellikle asıl anlamı dışında günün herhangi bir saatinde uyuklamak, ya da uyumak anlamında mecazi olarak söylenmektedir.
Hapırsa Da, Köpürse De; Sevilen, istenen, yapılmak istenen bir şey için her ne olursa olsun uygulamak, gerçekleştirmek, yerine getirmek.
Her İhtimale Karşı; Her türlü olasılığa karşı önlem olarak.
Icığı-Cıcığı; İçi-dışı, hepsi.
Kapı Duvar; Ses, seda çıkmaması durumu, başvurulduğunda yanıt alınmayan kimse ya da yer. Aldırmaz, vurdumduymaz kimse.
Kapı Gibi; Çok sağlam, Güvenilirliği tartışılmayacak. Pek iri yapılı, iriyarı.
Kendini Beğenmiş; Kendini başkalarından üstün gören, ekâbir. Hodkâm (Hodgam).
Kulağı Delik; Olup bitenleri çabucak haber alan.
Lâf Ola, Beri Gele; Konuşulan konu ile ilgisi olmayan veya bir sorun tartışılırken ilgisiz bir şey ifade edildiğinde söylenen söz.
Mal Bulmuş Mağribi; Mağrubi şeklinde de kullanılan, “Kendinden umulmayacak işleri yapan kişi” anlamında kullanılan bir deyim. Büyük bir zenginliğe kavuşmuşçasına, büyük bir sevinç, neşe ve coşku ile.
Mide (Karın) Guruldaması; Mide boşken oluşan kasılmaların midede bulunan havayı tetiklemesi nedeniyle oluşan istenmeyen gürültü.
Nazar Değmesin; Nazardan çekinenlerin dillerine yakışan bir dua.
Neme Lâzım; Üzerine düşeni yapmayan, ilgilenmesi gereken şeylerle ilgilenmeyen. Sorumsuzluk taşımayan, tutum ve davranış.
Ölümlük-Dirimlik; Ölmeden önce ihtiyat olarak, ya da ölüm döşeğinde ağır hasta yatarken kefen parası gibi, kimseye muhtaç olmamak için elde tutulan para, ziynet, mal ya da herhangi bir şey.
Pir Dede; Oldukça yaşlı, koca, ihtiyar kimse.
Sayım Suyum Yok; Bir işte ciddi olunduğunun anlatımı. Çocuk oyunlarında “Kısa bir süre için oyun dışındayım!” anlamındaki söz.
Sırtı Pek; Güvendiği, dayandığı yerlerin olması, kalın giyinmiş olan.
Susma Hakkı (Miranda Hakları); Konuşmama hakkı. Bireyin kendi aleyhine tanıklık etmemesine olanak veren bireysel hak. Temel olarak; “Hiçbir şüpheli veya sanık, konuşmaya veya kendini suç altına sokmaya zorlanamaz!” ilkesidir.
Şeytan Kulağına Kurşun; Aksama olasılığı bulunan ama buna karşın düzenli bir biçimde yürüyen bir iş, bir durum için “Nazar değmesin!” anlamında söylenen söz.
Şuh Kahkahalar; Serbest ve neşeli tavırlı, canlı, hareketli, şen, kıvrak, işveli ve cilveli kadınlar tarafından atılan kahkahalar.
Tilkinin Şey (Bilmem Ne) Ettiği Yer; Kuş uçmaz, kervan geçmez, sapada kalmış yer anlamında bir söylem.
Toplanma Alanı; Bir afetin yaşanmasının ardından hayatta kalanların yaşamlarına devam etmeleri ve olası kayıpların da azaltılması için ayrılması gereken alan
Yerden Göğe Kadar; Anlatılamayacak denli çok, pek çok, doğruluğu tartışılmayacak şekilde, hakkı olarak.
Yerin Kulağı Var! (Olmak); Gizli konuşulan bir şeyin umulmadık bir yoldan başkalarınca da duyulabilmesi endişesi.
(6) Kur’an, Nahl Suresi. 90. Ayet; “Şu bir gerçek ki Allah; adaleti, iyi ve güzel davranmayı, akrabaya vermeyi emreder. Tüm pisliklerden/edepsizliklerden, kötülükten, azgınlık, doymazlık ve kıskançlıktan yasaklar. Düşünüp ibret alırsınız ümidiyle size öğüt veriyor.” Profesör Yaşar Nuri ÖZTÜRK (Akrabaya Yardım İle İlgili diğer Kur’an Sureleri; ISRA (17/26), RUM (30/38).
(7) Fizibilite Raporu; Yatırım kararları öncesinde (yapılabilirlik) durum değerlendirmesinin, yatırım projesi ile ilgili fon, imkân ve kredilerin kullanma olasılığının belirtildiği rapor.
Rüzgâr Çiftliği(Tarlası); Elektrik üretimi için kullanılan ve aynı yerde bulunan rüzgâr türbinleri grubudur. Özel Türbinler orta gerilim güç sistemine ve ağ şebekesine bağlanır. Elektrik şebekesinin orta gerilimdeki elektrik akımını bir transformatör yardımıyla yüksek gerilim hattına bağlar.
Rüzgâr Enerjisi; Rüzgâr; Yeryüzünün eşit olmayan ısınması ve soğuması sonucu ortaya çıkan kuvvetlerin etkisi ile oluşan hava hareketidir. Rüzgârı oluşturan hava akımının sahip olduğu hareket, kinetik enerjidir. Rüzgârdaki bu kinetik enerji önce mekanik enerjiye, sonra elektrik enerjisine dönüştürülmektedir. Rüzgâr enerjisinin doğaya bir zararı olmadığı gibi temiz ve sonsuz yenilenebilir (Bitmeyen, tükenmeyen) enerji kaynağıdır. Yenilenebilir Enerji Kaynağı denince sadece Rüzgâr Enerjisi anlaşılmamalıdır. Güneş Enerjisi, Rüzgâr Enerjisi, Hidroelektrik Enerjisi, Biyokütle Enerjisi ve Dalga Enerjisi de aynı düşünce içinde yer alır.
Rüzgâr Santralı Projesi; Rüzgâr enerjisinden yararlanmak için yapılacak tesise ait proje.
Rüzgâr Türbini; Öyküde konu edilen Kara Üstü (Onshore) Rüzgâr Türbinidir (Deniz Üstü=Onshore Türbinlerinin yapısı oldukça farklı olduğundan bahsedilmemiştir). Rüzgâr Türbini rüzgârdaki kınetik enerjiyi önce mekanik enerjiye daha sonra da elektrik enerjisine dönüştüren sistemdir. Genel olarak türbin; Kule, kanatlar (denizdekilere göre daha uzun ve gürültüyü azaltacak şekilde imaline özen gösterilmektedir), rotor, dişli kutusu, jeneratör, elektrik-elektronik elemanlardan oluşur.
Şebeke Analizi; Bir plânlama yöntemi olup, genellikle büyük projelerin plânlaması, bir noktadan diğerine en kısa yolun bulunması, inşaat plânlaması, belirli sistemlerdeki maksimum akışın sağlanması gibi alanlarda kullanılabilir.
Yenilenebilir Enerji; (“Yenilebilir” demek doğru değildir!) Sürekli devam eden enerji akışından yararlanma demektir. Bu enerji kaynakları; Güneş Enerjisi, Rüzgâr Enerjisi, Jeotermal Enerji, Hidrolik Enerjisi, Biyokütle, Biyogaz Enerjisi ve Hidrojen Enerjisidir.
(8) Tak-Şak Kavramı (Tak Diye Emredilince Şak Diye Yapmak); Eski Genel Kurmay Başkanlarından Doğan GÜREŞ, ülkemize ziyarete gelen önemli bir şahsın Başbakan Tansu ÇİLLER’le ilgili “Size emir veriyor mu?” sorusuna cevabı; “O tak diye emrediyor, ben şak diye yapıyorum!” sözünün gönüllerimizde taht kurduğunu söylemeye gerek görmüyorum!!!
(9) Leyleğin Yuvadan Attığı Yavru; Bu söz Türkçemize annenin bakamayacağı yavrusunu yuvadan attığı şeklinde yerleşmiş olup, yanlıştır. Aslında anne, getirdiği yemleri yavrularına eşit miktarda dağıtamadığı için, güçlü yavrular, zayıf olanları yuvadan atar ki, kendisinin payı artsın diye. Bu miras (ya da mal varlığı için) kardeşlerini katledenler için de güzel bir örnek olmalı, diye düşünüyorum.
(10) Artık demir almak günü gelmişse zamandan… diye başlayan dizeler Yahya Kemal BEYATLI’nın “SESSİZ GEMİ” isimli şiirinin başlangıcıdır.
(11) Tsunami; Liman ya da deniz (deprem) dalgası. Okyanus ya da denizlerin tabanında oluşan deprem, yanardağ patlaması ve bunlara bağlı taban çökmesi, zemin kaymaları sonucu denize geçen enerji(tektonik olaylar) nedeniyle oluşan uzun periyotlu deniz dalgası.
(12) Mağrur Olma Padişahım!; Sözün aslı; “Mağrur Olma Padişahım Senden Büyük Allah var!” şeklindedir. Yavuz Sultan Selim zamanından beri kullanılan bu söz, padişahta olsa insanların fani olduğunun belirtilmesi anlamını taşımıştır. Ve Bayram, Cyma ve hatta Culüs Törenlerinde kullanılmıştır. Anlamı; Kimse bulunduğu makam ve mevki nedeniyle kibirlenmesin, büyüklük kompleksi içine girmesin, geçici dünya hayatı sona erince herkes eşit olacak, hepimizin çıplak olarak ve aynı miktar kefenle toprağa verilmemiz gibi!
(13) Darası alınmış sözler… Necati DOĞRU
(14) Cuma (Ramazan, Bayram) Müslümanı; O günlere ait hassasiyet. Tanrıyı sadece o günlerde anan, gereklilikleri yerine getiren ve günahlardan, haramlardan, gıybetten, yalandan, iftiradan vb. kaçınan insan. Bu günler dışında yapılan her şeyi, bugünlerde terk eden, inanç dışında İslam’ın gerekliliklerini yerine getirmeyen, hiç mertebesinde kabullenenlerin soytarılığı.
(15) Dost başa, düşman ayağa bakar; Temiz giyim-kuşamın dikkati çektiğini anlatan atasözü. Başımızı dik ve yukarıda görmenin dostlarımızı sevindireceğinin, ayaklarımızın kayıp düşeceğimizi, manevi anlamda kazandığımızda dostlarımızın mutlu, düşmanlarımızın ise hüzünlü olacağının ifadesi.
(16) Deme şu niçin şöyle / Yerincedir ol öyle / Bak sonuna sabr eyle / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler… Erzurumlu İbrahim HAKKI
(17) Ufacık beynim, çevreme uymakta sıkıntılar içinde. Bunun içindir ki o kadar düşünüp tasarladığım halde büyük romanlar, iyi öyküler, güzel şiirler yazamamaktan, yazdıklarıma ise değer verilmemesinden dolayı mutsuz ve hüzünlüyüm. Erol KARATEKİN
(18) Düştüğün yollar gibi sonsuzdur benim tasam, bekleyenim olsa da razıyım kavuşmasam… Faruk Nafiz ÇAMLIBEL, “YOLCU ve ARABACI”
(19) İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar… “DENİZİN TÜRKÜSÜ” Yahya Kemal BEYATLI (Şiirin en anlamlı en son dizesi).
(20) Hayallerinin Esiri Olmamak; Rudyard KIPLING “EĞER (IF)” isimli şiirinde, (If you keep your head when all about you… şeklinde başlayan) “Çevrende herkes şaşırırsa, bunu da senden bilse, sen aklı başında kalabilirsen eğer… Eğer hayal edebilir ve hayallerinin esiri olmazsan” denilmekte. Rahmetli Bülent ECEVİT bu şiiri “ADAM OLMAK” olarak tercüme etmiş ve bu dizeyi; “Düşlere kapılmadan, düş kurabilir(sen)” şeklinde belirtmiştir. Bu konuda Mallarme, Baudalaire, Rimbaud, Varlaine, Valery ve Poe’nun sayılamayacak çok güzel sözleri vardır.
(21) Evlât Edinmenin Şartları; Yeni Medeni Kanunun 305-320. nci maddelerinde belirtilmiş. Evlât Edinmek için Medeni Kanunun 315. Maddesine göre öncelikle Asliye Hukuk Mahkemesine başvurmak gerekiyor. Bunun için maddi ve şekli şartlar bulunmakta (İstenildiği takdirde tüm detaylar yasadan, ya da internetten öğrenilebilir).
(22) Koruyucu Aile; Ailesi tarafından terk edilen, ya da herhangi bir sebeple annesi, ya da babası ölen çocuğa bakan aile. 2828 Sayılı SHÇEK Kanunun 28. Maddesine göre çocuğun verildiği aile. (Son zamanlarda bu konuda çocuk yuvalarında “GÖNÜLLÜ ANNE” ve “GÖNÜLLÜ BABA” uygulamalarına başlatıldığını fısıldayıvereyim.)
(23) Ahret (Ahiret, Kabir) Sualleri; Ölen insanı kabirde Münkir-Nekir denilen Sorgu Melekleri sualleriyle sorguya çekerler, bu sorular; “Rabbin kim? Dinin ne? Kimin ümmetindensin, Kitabın ne? Kıblen neresi?” diye başlayan ve “Rabbim Allah!” cevabı verilmesi gerektiğine inanılan suallerdir. İnsanları bıktıracak kadar uzun ve devamlı olarak sorulan sualler.
(24) Kalp Kalbe Karşıdır; İnsan kalbi, diğer birinin kendine karşı sevgi mi, nefret mi beslediğini hisseder, sevgi varsa sevgi, nefret varsa soğukluk demektir.
Uyandım seninle birden… şeklinde başlayan “Kalp kalbe karşıdır, derler” Aslı GÜNGÖR
Kalp kalbe karşıdır derler, onun için sormadım… Güftesi; Turhan TAŞAN’a, Bestesi; Coşkun SABAH’a ait olan Türk Sanat Müziği eseri Hicaz Makamındadır.
(25) Haddini Bilmek; Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yetebileceğini bilerek onun ötesine geçmemek, ölçüsünü bilmek. Mevlânâ Celâleddîn-î RÛMÎ’ya sormuşlar; “O kadar yazarsın, o kadar okursun, ne bilirsin?” diye şu cevabı vermiş; “Haddimi bilirim!”
Hakkı, Haddi Olmamak; İnsanların hadlerini bilmemeleri. Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yetebileceğini bilmemek, ölçüsüzlük.
(26) Sükût; ikrardan gelir; Susmak; doğrulamaktır!
(27) Mal sahibi mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi / Mal da yalan, mülk de yalan / Var biraz da sen oyalan! Faniyiz, kefenin cebi yok anlamında Yunus EMRE deyişi.
(28) Dediler ki; Gözden ırak olan gönülden de ırak olur. Dedim ki; Gönüle giren, gözden ırak olsa ne olur? Mevlânâ Celâleddîn-î RÛMÎ
(29) Batıl İtikatlar, Hurafeler; Çok insanın bu şekilde yanlış inançları vardır. Ayıplanmamalı. Açık merdiven ayakları arasından geçmeme, tahtaya üç defa vurma gibi. Kulağınız yanıyorsa biri sizi anıyor demektir: Sol kulak yanıyorsa kötü, sağ kulak yanıyorsa iyi şekilde. Geceleri tırnak kesilmez, ıslık çalınmaz, sakız çiğnenmez. Tırnaklar veya saçlar kesildikten sonra yakılmalı veya gömülmelidir. Kurban kesilirken hayvan dilini dışarı çıkarırsa kurban sahibi o yıl içerisinde ölür (müş!). Gece ölen kişinin üzerine sabaha kadar bıçak konulur. Ölünün yıkandığı evde üç gün kesintisiz olarak ışık yanar. Bir kişinin önüne tavşan, ya da tilki çıkması uğursuzluktur, mümkünse gidilen yoldan geri dönülür. Ateşi söndürmek için su dökülmez, ateş toprakla örtülür.” gibi aklıma gelenlerse (tabiidir ki örnekler çoğaltılabilir) tipik batıl işlemlerin başlarında yer alır.
(30) Gıybet; Çekiştirme. Dilin âfeti. Bir kimsenin gıyabında (arkasından) onun ve yakınlarının kusurlarından hoşlarına gitmeyecek şekilde bahsetmek, konuşmak, yüzüne karşı söyleyemeyeceği şeyleri arkasından söylemektir ki Kur’an’la yasaklanmıştır. Kuranı Kerim’in Hucurât Suresinin 12. Ayetinde (49/12) başlarında şöyle buyrulmuştur. “Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?…” Bu konuda Peygamberimize ait olan bir hadiste; “Gıybetin denizleri kirletecek kadar kirli olduğunu” ayrıca “Bir kimse biri hakkında arkasından doğru konuşmuşsa gıybet, yalan konuşmuşsa iftira olduğunu” belirtmiştir.
(31) Bir garip ölmüş diyeler / Üç günden sonra duyalar / Soğuk su ile yuyalar / Şöyle garip bencileyin… (Bir not; Çok kişi son satırdaki ilk kelimeyi maalesef “Söyle” olarak söyler ki yanlıştır.) Yunus EMRE
(32) Münkir-Nekir; Kur’an’da yeri olmayan, hadislerde rivayet edilen, ölen bir insanı mezarda sorgulayan melekler. Sorgu Melekleri denilen bu meleklerin isimleridir; Münkir-Nekir’dir. Sordukları suallere Ahret (Ahiret, Kabir) Sualleri denmektedir. “Rabbin kim? Dinin ne? Kimin ümmetindensin, Kitabın ne? Kıblen neresi?” diye başlayan ve “Rabbim Allah!” cevabı verilmesi gerektiğine inanılan suallerdir.
(33) Mevlitler; 7, 40, 52 Gün Mevlitleri; Bu günlerle ilgili genel olarak söylenen akla ve mantığa uygun bir şeyler yoktur. Sadece kırkıncı günde ölünün burnunun düştüğüne, elli ikinci günlerde ölülerin kemiklerinin etten ayrıldığına dair bir safsata vardır. Bu konuda en önemli sözlerden birini İbni Abidin adındaki bir İslam bilgini sarf etmiştir; "Ölüleri hayırla yâd etmek vaciptir. Ama onların arkasından 7, 40 ve 52. geceler bidattir. Muayyen gün ve gecelerde evlerde mevlit okutmak o mümin ölüye işkence etmek hükmündedir.” Mevlitler; kandil gecelerinde, asker uğurlarken, sünnet yapılırken, bebeklerin 40. yaş günlerinde, hac dönüşlerinde de okunmaktadır.