Ben neyim, kimim, bilmiyorum gerçekten. Tek bildiğim Türk olduğum.  O da resmen, ancak itiraf etmeliyim ki, bir miktar karışıklıklarla.

Annem, babam aynı yörenin çocuklarıymış, doğma-büyüme. İlerleyen zamanda babam anneme niyetlenmiş, rahmetli annem önce olmamış oralı. Ablalarından en küçüğü olduğu için zamanı gelinceye kadar sırasını beklemiş ve sonunda…

Tamam…

“Deli misin sen? Aklın başında mı? İşin-gücün, gönlüne benden başka sultan yok mu senin?”

Aynı o Türk filmlerindeki; “Ya ölürüm! Ya da mutlaka ölürüm!” deyince büyükler araya girmişler, annemin gönlünü almışlar, annem de katkısı olmasa da ölmesine ve katili olmak gibi bir duruma düşmemek için, gönlünde de kimse olmadığı için; “Peki, madem!” demiş. Bunun babama göre anlamı; “Aşk Evliliği(1)”, anneme göre “Mantık Evliliği(1)” olarak tescillenmiş beyinlerinde.

Yaşadığım şu anlarda babam dâhil, eniştelerimin hepsi su katılmamış, saf zalim ve gaddar(2) olduklarından, öncelik en küçük annem olmak üzere sırasıyla teslim etmişler emanetlerini Tanrılarına. Bunu başlangıç olarak hemen söylememin gerektiğini düşünüyorum, acele etmiş gibi görünsem de…

Babam zeki adamdı, bir vesile ile kökeninde övünme amaçlı olarak; “Boşnağım(2), ama boş kafalı değilim!” dediğinde Türkçeme artı lisan olarak Boşnakçayı ekleme gayreti yaşamıştım. Öyle ahım-şahım değil, ama hani meselâ nüfusunun oldukça dağınık olduğu ülkelerden herhangi birine gitsem; aç-açıkta kalmazdım. Tabiidir ki ilerleyen zamanda, diyelim ki Türkçeden sonra Boşnakçayı iyice öğrenmem ikinci lisan edinmiş olmam demekti!

Mazbut(2) bir aileden gelen annem, aslını ne saklamış, ne de uluorta açıklamış, bilmemin mümkün olmadığı şekilde. Ama babam ağzından kaçırmıştı, bir kereler, bana iletenlerin yanında;

“Koca Yörüğüm(2) benim! Manav’ım(2), bir tanem!” şeklinde. Sözün sonunda hüzünle suskunluğa bürünmüş annem. Yani bildiğim asıl, yani köken olarak kısaca atalardan dolayı annem Manav’mış, babamsa Boşnak!

Bir devlet dairesinde görevli ve zeki olan babamı, annemle evlenmelerinin hemen hemen ertelerinde aynı unvan, aynı maaşla, bu durumda takdiren ya da mümtazen(2) demek uygun değil, Van’a atamışlardı, büyük amirler! Bildiğimden değil, annemin sıkıntılarına şahit olan büyüklerimin anlattıklarına göre söyleniyorum işte böyle taksit taksit…

Annem istememiş, belki de kendince bir şeyler hissedip Van’a gitmeyi düşünmemiş başlangıçta. Duygu sömürüsü ya da merhamet istismarcılığı konularında üstün meziyetlere(2) de sahip, üstelik aşırı derecede kıskanç ve şüpheci olan babam;

“Ben sensiz n’aparım? Tamam! Gönlün olmaksızın, belki de hüzünle, istemeyerek evlendin benimle, ama hayat müşterek değil mi? Ne yapar, eder döneriz, bir ya da iki yıl içinde!” diyerek bir bakıma ağzından girip burnundan çıkarak annemi razı etmiş!

Babam bazen sabahın kör vakitlerinde dağlara çıkar, köylere gidermiş, mesleğine kimsenin akıl erdiremediği bir şekilde. Bazen çok geç gelirmiş, akşamın oldukça ilerleyen vakitlerine doğru. Bazen hiç görünmezmiş ortalıklarda günlerce. Benden bile saklanırdı, görevleri süresince. Kimdi, işi neydi, neredeydi? Bilmezdim. Tam anlamıyla saklanırdı, benim tüm eğitimlerim boyunca.

Bazen bir cip, bazen bir pikap, bazen içi insan dolu kocaman bir kamyon, kamyonet almaya gelirdi onu, gece-gündüz kavramı olmaksızın. İnsanların hiçbirini göremezdim.

Benim yaşadıklarımı benim öncemde annem daha teferruatlı, daha katmerli yaşamış, kendine çok uzak olan o ilde. Babam, annemin hüznüne hiç aldırmamış, ama kısa yaşam süresi içinde babamın anneme eziyet vermediğini düşünüyorum, belki de işlerinden dolayı eziyet vermeyi akıl edememiş, bunun için zaman ayıramamış olsa gerekti!

Evet! Annem bir yıl kadar sonra yağmurlarında yıkanma düşü yaşadığı köyüne bir tabut içinde dönmüş!

Katili; ben! Evet! Belki az-çok babamın, kıskançlık, şaşkınlık, art düşünce katkılı bağnazlık(2)-yobazlık saklı davranışlarının etkisi de olmamış sayılmaz.

“İlle de kadın doktor!” Olmayınca “Ebe Anne, Arka Anne(1)!” derken annemin göçüşüne çeyrek kala, annemin tercihi olarak beni kurtarmışlar, annem yerine ölümden. Annem, benim doğmamı tercih hakkı olarak kullandığına göre, bu durumda; “Annemin katili ben değilim!” diyebilir miyim? Milyon bin kere hayır! Şaşkınım, şimdi bile!

Babam duyarsız…

“Napc’an?” dediklerinde;

“Anasıyla birlikte götürür, akrabalara bırakırım. Nas’olsa yaşamaz, anasının üstüne gömerim, olur biter!” deyince saplantısı olmayan hacı-hoca tandanslı(2) yerlilerden biri;

“Dur bakalım! O kadar da uzun boylu değil! Allah bir candan vazgeçip yanına almış, bir canın yaşamasına izin vermişse, rızkını da verir, bırak sabiyi(2) git! Teslim et annesini yerine, geldiğinde de konuşalım!”

Babam gitmiş ve dönmüş…

Babam Van’da kalmış, ben o mümtaz(2) amcanın çocukları ile beraber büyümüşüm, ilkokulu bitirene kadar, babamın mecburiyet hissederek dışarıdan yapması gereken takviyelerle.

Ben okumak istiyordum, babam da okutmak beni. Ya onun, ya da onu yönetenlerin akıllarına gelmiş olmalıydık, bizi mahrecimize iade ettiler(3).

İtiraf etmeliyim ki; Van da büyüdüğüm süre içinde Türkçe ve Boşnakçaya ek olarak, öyle yarım-yamalak, karın doyuracak gibi değil, ikisini de sular-seller gibi bilmeyi unutmadan aynı şekilde önce Kürtçeyi, sonra Arapçayı da öğrenmiş, hatmetmiştim.

Öyle ki “Benim!” diyen hacı-hocalarla “Şey Yarışı(!)” değilse de her türlü yarışa inançla katılıp başarılı olabileceğim inancını yaşar gibiydim.

Şehre geldik, yerleştik, ortaokula başladım. Ev-okul arası çok yakındı, babam kendine, ben kendime yetiyorduk, karınca kararınca, ara sıra bir kısım gereklilikler için destek alarak tabi.

Kira ödeyerek oturduğumuz evimizin anahtarının bir örneği vardı cebimde. Bilemediğim yahut da aklımın ermediği babamın yalnızlığının “Canına tak etmesi” ve bu tak edişi de İngilizce Öğretmenimin geniş bir boyutta hissettirmesi, kendinin de hissetmesiydi!

Teferruata gerek yok!

Bir gün karşıma geçtiler beraberce; “Ne dersin?” diyerek. Cevap verdim;

“Ortaokuldan ve sonrasında liseden mezuniyetimde İngilizcem yıldızlı pekiyi ve haftalık harçlığım iki misline çıkacaksa neden ‘I-ıh!’ diyeyim ki?”

“Çalışırsan olur, ama benden böyle bir ayrıcalık beklediğini hiç sanmıyorum!”

Tam yağcılık, yalakalık havasındaydım öğretmenimin eline sarılıp öperken;

“Öğretmenim! Canım benim! Seni pek pek çok severim!” şeklinde ilkokul şarkısını fısıldadım. İkinci konuya girmek işime gelmedi, konuya elleşmedim. Aslında hiç de önemli değildi, her ne olursa olsun, olsa da olurdu, olmasa da.

Benim aradığım, istediğim bir anne şefkati idi özlediğim, eşek kadar olduğum görünse de yıllardır özlemini duyup başımı koyacağım bir diz ve saçlarımın annemin değilse bile anneliğimin parmaklarıyla taranması idi.

Acele ettiğim kanaatinde olmasam, bilmediğim, görmediğim annem yerine öğretmenime, evimizde içtenlikle “Anne!” diyebilirdim.

“Anne!” dememin özentisinde artı ile karşılaşacağımdan adım gibi emindim. Her ne kadar beşinci bir lisan için okula adım atarken diğerlerinden asla vazgeçmeksizin “İngilizce öğrenmeyi” de akıl ettiğimden, kursağıma, ya da lisan hazneme bir dil daha ekleyeceğimden emin gibiydim.

Annem mutlaka elimden tutacaktı ve başarılı olmam için başlangıç olarak orta olan beş numara yeterli olacaktı, ama ben mutlaka bu rakamın üstüne çıkacaktım, annemin desteği ile asla ve kat’a annemin öğretmen olarak kayırıcılığı ile değil! Ancak bunun bana ne yararı olacağı konusunda hiçbir ek bilgim yoktu.

Yaşam da, eğitim de, seneler de devam etti bir süre, kardeşim olmaksızın.  Bir ilkbahar sabahı kıskançlığının semeresini almak iddiasından vazgeçmeyen babamı yitirdik…

Öğretmenim, yitirdiğim, simasını bile hatırlamamın mümkün olmadığı annemin yerine koyup da “Annem” dediğim kişi, bir öğretmen arkadaşı ile konuşarak eve gelirken babam onları görmüş.

“Vay efendim! Evli-barklı bir hanım, bir erkekle samimi bir şekilde nasıl yürürmüş, konuşarak?”

O akşam yemeğinde babam da surat bir karış, sessizlik, yatakları yerine, divanı kendi ile paylaşma, asabiyetinin, kıskançlığının işareti olarak gecenin sabahında soğumuş bir beden ve pörtlemiş gözlerle divandaydı. Babam yoktu artık…

Bunun sebebinin tek başına anneme kırgınlığının, kızgınlığının, küsmesinin olduğunu sanmıyorum. Annem düzgün bir kadındı ve benim de aklım başımdaydı.

Lise öğrencisiydim o sıralarda. İlgililer babamı yine bir yerlere atamışlardı, daha önce olduğu gibi, ama bu kez takdiren ve mümtazen…

Ve babam emekliliğini isteyerek bunalma…

Ve daha sonra da ölmek haklarını kullanmıştı, usulünce gibi, ama Tanrının desteğiyle belki de başarıyla…

Öğretmenim, yani öğretmen annem bir başka türlü düşkün olmuştu bana. “Annelik yanında babalık görevine de soyunmuştu!” desem bu abartı içeren bir cümle olmaz, olamazdı. Her ne kadar Din Dersi gibi bir dersi sınıf geçme amaçlı bir ders olarak okumuşsam da…

Ezan sesleri ve sakallı adamların korkutan bağırış-çağırışları ile “Üç salla, bir bağla, üç salla, bir yat!” şeklinde görev yapıp bayram namazı sınavlarından sonra arkamızdan kovalayanlar varmış gibi, alelacele pabuçlarımızı istiflediğimiz poşetlerle cami denilen mabet dışına kaçmışsak da, öğretmen annem bana; “Banyo yapmamı, gerekçesini ve guslün ne olduğunu öğretmişti!

Zaman geçiyor, ilerliyor, annemin bir evlât gibi bana öğrettikleriyle asla Homongolos(4) gibi bir devrem olmamıştı. Ancak itiraf etmeliyim ki; özencim vardı, ancak çok iyi ders aldığım;

“Vay! Sen misin, özendim!” dedirten.

Öğretmen annem, gerçekten katili olduğuna inandığım annem gibi mi olurdu ki? Bilmem mümkünsüz. Lise yıllarımda öğrenmem gereken her şey için sabahmış, akşammış, okula giderken, okuldan dönerken, akşam yatarken, sabah kalkarken, dikkat etmeksizin her konuda başarılı olmam için çaba gösteriyordu annem.

Daima cehennemle, günahla, yasaklarla, haramlarla korkutma amacındaydı dinciler. İyiler cennetle müjdelenirken, kötüler (Allah’la kul arasına kimsenin girmesi mümkün değilken, nasıl karar veriliyorduysa) daima cehennemlik olarak korkutuluyorlardı.

Annem bir akşam;

“Gönül dünyanda bir değişiklik var mı?” diye sordu.

Övünmeyi sevmediğimi bilirdi annem, ama yalan söyledim; “Yok!” diyerek. Oysa “Ay” ve “Gül” olarak aç parantez; “ben, sen, şen, ten…” başlangıçları dışında bir de bu eklentileri son olarak kullanmam o kadar çok nın-nırı-nın-nın(2) kişi vardı ki? Abartı değil, yalan olduğu hemen anlaşılırdı! “Yok!” dememin nedeni de buydu, ilerilerde ne ya da neler yaşayacağımın bilgisizliğiyle?

Müneccim değildim, gaipten haber alamazdım, zaten inanmak gibi bir basitlik, saçmalık da geçmezdi aklımdan.

Annemin desteğiyle lise bitti sınavla, asla ve asla yanlış bir destek olmaksızın, kendi çabamla, ancak evimizdeki annemin destek ve iteklemelerini, moral ve sevgisini asla inkâr edemem.

Fen Fakültesi Kimya Bölümünü kazandım, isteğimle. Akıl erdiremediğim konulardan biri anne ve babaların kendi mesleklerini aşağılayarak, tıpkı öğretmen annem gibi; “Aman oğlum! Lisan Öğretmeni olma da, ne olursan ol!” demeleriydi! Ki; annem de kimya öğretmeni olmam için fakülte seçimime hiç ses çıkarmamıştı, tercihler sırasında.

Adapte olmam(3) zor olmadı, ama ilk kez kalbim acıdı, canım yandı. Sınıfımızdaki bir kız, güzelliği inkâr edilmeyecek, herkese tepeden bakan, herkesin peşinden koştuğu, sonrasında zengin, varlıklı, ne oldum delisi ve benim kesinlikle uzak durmam gereken bir dünya meleği, incisi, bir tanesi ya da kısaca; sadece dünyamda değil, tüm evrende bir tane istemesem de fethetti beni.

Çiçek gibiydi, peşindeki o çiçeğe ulaşma çabasındaki bal arılarının iticiliğine karşı, kenara büzülmüş, çekingen, pısırık, Mevlâna gibi haddini bilen varlıklar olmadıklarına inanmamak zahmeti çekenler için çekici idi o genç kız.

“Kantine gidiyorum, bir şey ister misin Alev?”

Değişik bir boyutta sözün esirgenmeyeceği bir andı, bayram değil, seyran değildi, Aleyna kız, beni neden öpsündü ki, üstelik ismimi de anons eder gibi söyleyerek?

Her iki tarafıma bakıp, ismimi söylediğini umursamayıp, elimi göğsüme dayayıp; “Bana mı sordun?”  şeklinde işaret ettim.

“Aptallaşma! Tabii ki sana!”

Kendine o kadar güveniyordu ki; “Sen” ve hakaret dolu bir cümle ile kölesi olmama davet gibiydi. “İstemem!” şeklinde reddetmek yerine;

“Teşekkürler! Sağ ol!” deyip sırtımı dönüş en yanlış hareketti, kitapların yazdığına göre.

Sahi; “Teşekkürler ve “Sağ ol!” aynı gösteri değil miydi bir bakıma? Onun gücenmeye hakkı var mıydı? Ben; “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa!” Peki, ne hakla?

Kendi başına gitti, bir çay aldı, pencere kenarına oturdu. Balarıları(5) konmadan bir eşek arısı(5)

Pardon! Kaba oldu, sarıca arısı(5) olarak yanına geldim, oturmaksızın, sorarcasına;

“Umarım, gücenmemişsinizdir?”

“Soru mu, tenkit mi?  Bilemedim. Ağzımın payını aldım!”

“De! De! Söyle! Çekinme!”

“Ne yani?”

“Kendini bilmez, kendini nimetten sayan, bir şey olmadığı halde kendine güvenip, kendini bir mok sayan, çulsuz, çapaçul, yakışıklılıktan nasibi olmadığı halde, senin güzelliğine, hele ki varlıklı oluşuna önem vermeyen…”

“Ama diğerlerinden farklı olup da diz çökmesini de, eğilmesini de bilmeyen…”

“Neyse tekrarında hazır olma gayreti yaşayacağım, hakkım ve haddim olmadığını bile bile…”

“Tekrarı olmayacak!”

Nedenini bilip anlamaksızın hecelendi sözlerim ve belki de aynı tonda, aynı tandansta;

“Teşekkür ederim!”

“Bir şey değil Alev!”

Karanlık günlerim başladı, inkâr mı edeyim? O; gül dalında gonca, ben sahrada kaktüs! O serçe, muhabbet kuşu, kanarya, ben saksağan, karga… Öylesine bir uçurum vardı ki aramızda, bal arıları ile insana hiç de yaramayan sarıca arıları gibi.

Günler geçti, ne yaprak kıpırdadı, ne sınıf kapısında karşılaştık, ne bir masada, ne bir sırada yan yana olduk. Hatta sıranın iki başlarında bile olmadık amfide.

Yaklaşmak istedim, uzaklaştı, yaklaştığımı sandım, uzaklaşmamı ister gibiydi bakışları.

Ve cesur oldum;

“Bana bir şeyler ısmarlar mısın, bütçem kısıtlı da?”

“Siz kimsiniz beyefendi?”

Ben âşık, o ıstırap, ben yakınlık, o uzaklık…

Ne zaman karşılaşsak, daha karşılaşacak gibi olmak üzere olsak, elinin tersi ile “Git! Defol! Gözükme! Gerile!” ya da benzeri, anlamlı işareti yaparken; “Bir şey değil!” diyordu, “Teşekkür etmişim” gibi. Acı vermek, eziyet çektirmek, hüzün yaşatmak ister gibiydi.

Yalnızdı, dalgındı, pencere kenarında. Karşısına geçip oturdum. Gözlerine baktım, şaşkınlığını umursamazcasına;

“Beni seviyorsun ve âşık olmaktan çekiniyorsun, değil mi, etrafında bu kadar sana ulaşmak arzusunda arı varken?”

“Hayal dünyan çok geniş, hem oldukça da cesursun ve gerçekten; ‘Bir şey değilsin!’ Frakında olmamak için direniyorsun!”

“Bana değer vermiyormuş gibi görünmene, amenna(2), ama beni aşağılamanı ayıpladım güzel kız. Gerçekten ve itiraf değil, ama gerçek olarak güzel, güzel ötesi çok güzel bir kızsın. Ne ben yakıştım, ne de sözlerin yakıştı sana. Bir fil bile bir karıncayı incitmekten çekinmeli! Yaklaşma çabalarımla çok olduğumu hissediyorum ve…”

“Affedersin, bağışla! Hakkım yoktu. Demek istediğim de…”

“Öfke, kahır, hazmedememe şeklinde aşağılamak değil mi güzel kız?”

“O zannı yaşatmayı istemedim, aklımdan geçirmedim, sadece benim için ümitlenmene engel olmak geçti içimden. Ama başaramadım. Hadi öp beni, barışmış olalım, sen de beni affetmiş ol, affet Alev!”

“Bu kadar öğrenci arkadaşımız içinde, öyle mi? Ben değil öpmeyi, sana dokunmayı bile ibadet sayarken, nasıl bu kadar yüzsüz olabilirim? Bundan sonra beni görmeyeceğin kaydıyla bilmeni istediğim şu; ‘Seni sevdiğim, hem çok sevdiğim’…

Benim kararım; sana âşık olduğum anlamında aynı zamanda. Sen asla ve hiç sevme beni!  Ben ikimiz adına da sevecek, ikimiz adına da âşık olacak kadar güçlüyüm. Ömrümün sonuna kadar eksilmeksizin, eksiltmeksizin sevgim devam edecek. Mademki tanımadan tanımadın, tanımıyorsun, vedalaşmama da gerek yok!”

Ve günlerden sonra bir gün geldi, cevap olarak;

“İçlerinde, içimde olan bir tane idin, elimi uzattım, hissetmedin, uzaklaştın Alev! Ve şimdi ben Arda’nın malı olmak üzereyim. O, benimle hemen evlenmek istedi. Ben de unutmam gerekenleri unutmak, yaşamamak için ona ‘Evet!’ diyeceğim!”

Okul devam ederken evlendiler, kerevetlerine çıkamasam bile unutmak, yaşamamak gibi çabam olamazdı, kısacık bir süre içinde…

Bir daha gözükebilir miydim, hakkım var mıydı ki evli-barklı bir hanımefendi için? İçim içimi yiyordu.

Ben…

Ben…

Ben, bende değildim, yaşama küskün…

Üniversite bitti, bitirmemi beklemeksizin. Devletimin, hele ki ülkeye yandaş, dinci, kültür seviyesi noksan, ya da hiçlik mertebesinde koyunların desteği ile egemen olan at gözlüğü takmış hükümetin, ne öğretmene, ne de özellikle kimya öğretmenine “Hiç mi hiç” ihtiyacı yoktu. Hele ki gönlü yaralı, yaşamı tüketmeye mecbur, içinde Aleyna dışında başka bir ilintisi yoksa.

Beklemek, hem her hal ve şartta “İmkânsızlık” içindeydi! Elbette hazıra dağ bile dayanmazdı. Ama gerek babamın, annemin destek ve kalanları, gerekse öğretmenimin aşırı teşvik, kollama ve çabaları ile tufeyli(2), asalak olarak yaşamam mümkündü, eğer tahammüllü ve başı eğik adamsendeci olabilecek kadar aşağılık olmayı meziyet sayabilirsem?

Devletimin, daha doğrusu yönettiğini zanneden hükümetin elini bana uzatacağı yoktu. Eşşek kadar olmama karşın, bir yavru gibi üzerime titreyen idealist bir öğretmen olan annem, emekli edilinceye kadar değil, ölünceye kadar öğretmenliğe devam etme kararında ve düşüncesinde idi. Ancak bu konudaki tek arzusunu parantez içinde onun ağzından söylemem gerek;

“Allah bana senin mürüvvetini(2) görmeden canıma kastetmez, inşallah!”

Annem öğretmenim bu duasına göre, oldukça uzun (örneğin; asırlar kadar!) yaşama düşüncesinde olsa gerekti. Çünkü gönlüm boştu, Aleyna’dan sonra bir yaşam düşüncelerimde yer almıyordu.

Kısaca; bomboş tükenmeye aday bir ömrü harcıyordum, harcamak mecburiyetindeydim, bunu değil öğretmenime söylemek, kendime bile itiraf etmem asla mümkün değildi.

Annemin her gün cebime üç-beş kuruş harçlık koyması zoruma gidiyordu, daha önce de saklanmaksızın söylediğim gibi; “Eşşek kadar adam olmayan” adam olmamama rağmen.

Her yerde iş arıyordum; “Ne iş olsa yaparım abi!” tezahüratıyla. Sertifika almıştım. Mesul Müdürlük, yani Sorumlu Yöneticilik yapabilirdim, lokantada, yufkacıda, fırında-mırında asgari ücretle bile. Ama ne mümkün?

Hiç aklımda yokken, caddede taş parçalarına tekme atarak “Lây! Lây! Lom!” şeklinde gezinme havasında yaşamımı tüketirken, artık şeytanlar mı dürtükledi, melekler mi yönlendirdi, bir fabrika önünden geçtiğimi fark edip şansımı denemeyi geçirdim aklımdan.

İnanması güç gibi görünse de sanki tezahüratla karşılandım; daha Danışmadaki görevli; “Sizi bize Allah gönderdi!” derken. Bunun benim yaşantımı da etkileyeceğini aklımdan geçirmem o an için mümkün değildi.

Pazarlama elemanlarından biri, zengin bir aileye damat olmuş ve de dahi geciktirilmeyen bilinen sonuç! İşte tam o sırada adı Alev olan vatandaş, yani ben tam da fabrika önünden geçip, aklıma yön vermemiş miyim?

Gerçekten “Aramakla bulunmazdı, meğerki rastgele!” şeklinde şans, tesadüf, piyangoda amorti ve teselli ikramiyesi dışında bir ikramiye kazanmak gibi.

Vasıflarımı öğrendi patron; “Hemen!” dedi, anneme bile karşısına dikilip “Müjde!” diyemeden göreve başladım, tanıma, tanıtma, tanışma seremonisi ile.

Anında, takdir edilen unvanla (altına da kocaman harflerle; Kimya Öğretmeni yerine Kimya Mühendisi) yazılarak kartvizit bastırıldı. Kupon, ya da çek her neyse o verilerek, belirtilen mağazadan fabrikaya uygun elbise almam sağlandı.

Plân, kroki, harita üstünde bilgi verildi, “Şimdilik” kaydıyla kapılarında fabrika ismi, adresi telefon, faks, e-mail vb. olan eski model bir araba zimmetlendi.

Sonrası sonraydı! Maaş mı? Fazla mesai, yeme-içme hariç; asgari ücret! (Hâlâ “Askeri Ücret” diyenlere şaşırıyorum!) Fazla beklentim yoktu zaten, annemden harçlık almayacaktım. Ayrıca bu devir; öğretmen olarak atanınca sona erecekti.

Sabrım, ya da fabrikanın bana tahammülü bir hafta kadar oldu, öğreninceye kadar. Abilerden biriyle, “Uzun ince yollara(6) çıktık. Ne, nedir, nerede, niçin, nasıl sorularına cevap aramak, bulmak ve öğrenmek için, kendi adıma.

İki konu önemliydi; “Her türlü trafik cezasını ödemek” kişisel hata kapsamındaydı ve “Her el kaldıranı, arabaya almanın ceremesi” ise aracı kullanana, yani bana aitti, her ikisi de.

Bu demekti ki; tek katkı radyo-teyp ve eklentisi “Yalnızlık şarkıları, türküleri” olacaktı. Hem zaten yaşamımda başka bir beklentim, ihtiyacım, özlemim yoktu. Yaralı olmasına aldırmadığım bir kalp, boş bir gönül ve annemden başka özleyeceğim kimse yoktu.

Annem; “Acaba? Meselâ, Mümkün değil mi? Hem çare?” gibi donatıları ortaya serme gayretine devam etse de, başarılı olamayacağından kendi de emin gibiydi.

Zamana hükmetmek hiç kimse için mümkün değil. Çalıştım, adapte oldum işlere kısa bir süre içinde olmasa da, uzun bir zamana yaymadan. 06 plakalı arabamla, örnek olarak 35, 65, 01, 61, 69, 77, 81 plakalı illerde de korkmaksızın, çekinmeksizin, ürkmeksizin yollar kat ettim, kurallara uygun. Nihayeti bir canım, cismim, bir de annem vardı, çok zaman, yollara çıkarken; “Sana arkadaş olayım!” arzusunu ileten.

Şehirlerarası otobüslerde “Bayan yanı” yanlışlığının olduğu ülkemde, evlenmiş olduklarından dolayı babamla, annemle aynı soyadı taşıdığımız halde, Nüfus Kâğıtlarımızın iştirakine rağmen çevreme öğretmen annemi anlatmakta zorluk çekeceğimi düşünüyordum.

Gene de, parantez açarak söylemem gerek ki, görev dolaysıyla dönüp-dolaşıp gördüklerimi, yaşadıklarımı anlatıp, yörelerin fotoğraflarını gösterince annem; çeşitli vesilelerle istediği çok şehri, yerleri beni azat ederek kendi başına gezdi, gördü, dolaştı.

Annemin moral aşısıyla da ben, çalışma çabamda kendime göre vasat bir vasıfta olduğumu düşünmeme rağmen, başarılı olarak vasat sınırlarını aştım. Hissedip bildiğimden değil, sipariş yoğunluğunda, sözün tam anlamıyla; “Başımı bile kaşıyacak vaktim olmadığından!”

Eee! Başımdakiler de “İnsan olan insanlardı!” Daha ötesini, fazlasını söylemeye gerek yok!

“Kimya Öğretmenisin. Devlet elini uzatırsa, öğretmenlik arzunu hissediyoruz, bırakıp gitmene de alışmamız zor olacak, kesinkes. O halde bildiğin biri varsa, ayrılacağın tarihlere kadar seninle birlikte öğrenip senden sonra göreve devam etse, olmaz mı? Ya da sınav açalım, sınavda sen başlarında ol komisyonun, gözünü tutanı al ve yetiştir, ne dersin?..

Fabrikanın sana ihtiyacı var, gereklisin, hele lisanlarının ayrıcalığı bambaşka, bize piyangodan büyük ikramiye olarak isabet etmişsin gibi!” deyip senem dolduğunda maaşımı ve primlilerimi iki misli arttırmıştı patronum.

Kısaca yerim garantiliydi, “Karada bana ölüm yoktu!” da diyebilirdim, eğer yerime yetiştirebileceğim, güvenilecek vasıfta birini bulacak olabilirsem. Bazen duaların Tanrıya ulaşması kolay olmuyordu, ana-oğul olarak dilesek de…

Göreve devam ediyordum.

Bir gün bir şehir çıkışında bir genç kızın otostop işaretiyle karşılaştım, cereme fikrini beynimde muhafaza ederek umulmayacak bir kabalık içinde umursamaksızın yanından geçtim, 20-30 metre kadar.

Ve bana yakışmayacak, kurallara aykırı bir şekilde anayolda geri vitesle yanına yaklaşıp hayret eder bir şekilde bakışlarına aldırmaksızın, arka kapıyı açıp âdeta emrettim;

“Atla!”

Oflayıp puflayarak sandık gibi olan bavulunu kaldırıp yerleştirmesine aldırmaksızın kapı kapanır kapanmaz, ses çıkarmaksızın hareket ettim, muhtemelen o arada teşekkür etmiş olabilirdi, duymamıştım.

Uzunca bir süre yol kat ettik, sessiz. Sonra sesi ulaştı kulaklarıma;

“Nereye gittiğimi, kim olduğumu sormayacak mısınız?”

“Gideceğiniz yer, yolumun üstünde olsa gerek. ‘Amca, dur!’ dersiniz, dururum, inersiniz, sonrası siz sağ, ben selâmet!”

“Amca?”

“Beğenmediysen ‘Abi!’ de!”

“Anladım da, ne abi?”

“Bak, güzel kız, bir anlaşma yapalım seninle. Ne sen sor, ne de ben söyleyeyim, ne ben sorayım, ne de sen cevaplamaya çalış! Yani gerek yok! Anlaştık mı?”

“Yani ben kimim, adım-sanım önemsiz, bir teşekkür seslenişi ve suskunluk…”

“Öylesi uygun değil mi güzel kız?”

“Yüzüme bile bakmadınız…”

“Söz gelimi…

Yarınımızsınız, sonra annelerimizden biri olacaksınız ve anneler daima güzeldir…”

“Annenizi yitirdiniz, yok yani, değil mi?”

“Evet, anladığın gibi, yok, ama var!”

“Anlamadım, bilmece gibi!”

“Annemi ben doğarken yitirmişim, anlayacağın annemin katiliyim ben yani! Şimdiyse ikinci bir öğretmen annem var, canıma can katan ve onun kıymetini bilemeyen, anlamayan babam yok!”

“Tanrı hiçbir şeyi sebepsiz oluşturmaz, bunu size açıklama gayreti yaşamam abes. Yardımınız için teşekkür ederim. Siz istemeseniz de adım…”

“Sakın! Sakın! Ne söyle, ne de öğren! Nihayeti bir-iki saatlik serüven, baki kalan bu kubbede bir hoş seda(7) olsa iyi olmaz mı dersin, güzel, küçük abla?”

“Aleyna!”

Elimde olmadı, ani fren, arabanın savrulup kayışı ve soru;

“Neden?”

Çözümü üreteceği belliydi, cevap vermeden hareket ettim. Üstelemedi, başını eğdi, ikinci kez sormadı, hakkı olduğunu bildiği halde…

Bir süre daha ilerledikten sonra suskunluğuna son verdi;

“Burada inebilir miyim amca?”

“Anladım sitemini. Köy uzak gibi görünüyor, yükün de var, istersen…”

“Sağ olun! Atalarım bana; ‘Ne Şam’ın şekeri, ne de Arabın yüzü(8) şeklinde bir söz öğretmişlerdi. Yaşamımda en sevmediğim kelime; ‘Keşke!’ ama mutlaka demeliyim. Keşke, işaret etmeseydim başlangıçta! Keşke, binmeseydim, keşke, almasaydınız arabaya. Keşke, şu andaki tavrınızı görüp bilmeseydim! Keşke…

Keşke…

Keşke…”

“Özür dilesem…”

Dal kırıldıktan sonra, rüzgârın özür dilemesi boşuna(9)! Hiç işe yaramaz amca! Hadi dediğiniz olsun, siz yolunuza, ben de köyüme…”

Sırtını döndü köye yönelip sitemle, hareket ettim, bir genç kızı üzmüş olmanın hüznüyle. Yanlışım genç kızı küçük ve hatta benim kadar aklının olamayacağı şekilde düşünmüştüm, hatta akılsız…

Zeki ve akıllı bir canavar olduğunu öğrenecektim, ders alır gibi, hem de kısa bir zaman içinde…

Belki bilerek, isteyerek, belki bilmeksizin, istemeksizin küçük çantası arka kanepe üstünde kalmıştı, muhtemelen sinirlerine hâkim olamadığı için, unutmuş gibi. Bilerek bırakmış olması mantıklı görünmüyordu bana. Mantıklı olması için sebep ne olabilirdi ki, şaşkındım.

Sonrasının olayını özetlemem gerek!

Sırtını dönmeden evvel, her ihtimale karşı kapılardaki adres ve telefon numaralarını hafızasına nakşettiğinden, çantasını unuttuğunu fark ederek fabrikaya telefon etmiş Aleyna. Can alıcı cümleyle başlaması zor olmamış;

“Ben Aleyna! Yolda kalmıştım, bir abi, yani bir amca beni arabasına alıp, yolunu değiştirmeden, ismini de söylemeden beni köyüme yakın bir yere bıraktı, gitti…”

“Aaa! Bizim gizli şövalyemiz Alev Hoca bu! İyilik yapıp teşekkür beklemeyen, ismini söylemeyince kendini gizlediğini düşünen…”

“Hoca mı? Ama o, normal bir amca gibiydi!”

“Huyu öyle, hayata küskün! Bizler hâlâ ketum(2) oluşu, ser verip sır vermemesi, kendi halinde yaşamayı tercih ettiği için neden kaynaklandığını bilemediğimiz hüznüne şahidiz sadece! İşte o kadar, maalesef!”

“Her neyse efendim. Sanırım fazla uzaklaşmış olamaz. Nüfus Kâğıdım dâhil, tüm bana ait belge, bilgi ne varsa hepsi o arabada kalan çantamda. Acaba dönüp bırakabilir mi? Telefon numarasını alıp kendilerine rica etmem, mümkün mü? Doğal olarak fazla acelesi yoksa!”

“Özür dilerim hanımefendi, Alev Beyin iznini almadan veremem. Siz telefonunuzu kapatın, ben onu arayıp size döneceğim hemen. Her ihtimale karşı mesajla ad ve adresinizi bildirin. Alev Bey dönemeyecek olursa, kargo olarak adresinize hemen göndeririz, merak etmeyin!”

“Affedersiniz, onun arkadaşı olduğunu tahmin ettiğim Aleyna, öldü mü?”

“Aleyna mı, neden?”

“İsmimi söyler söylemez, tepki gösterdi, heyecanlandı da!”

“Büyük başarı! Yıllardır saklanıyordu, hüznünü biliyorduk da, hüznünün ismini bilmiyorduk. Sayenizde öğrendik, hemen şimdi! Teşekkürler! Telefon elinizde olsun, haber verip cevabı alır almaz size döneceğim!”

Biraz sonra haber ulaştı bana cep telefonumdan ve ben Aleyna’ya döndüm cebimden;

“Maşallahın varmış, ağzında bakla ıslanmıyormuş. Sayende geçmiş dünyamın tümünü öğrendiler, bir bakıma rezil oldum. Oysa beklesen geldiğimi öğrenecektin, nasıl olsa! Lânet olası çantanı sahiplen ve sen kaybol, ben de yok olayım!”

Telefonumu kapatmış olmama rağmen, dünyanın en aptal, en salak varlığı olarak, onu aradığımda telefon numaramın onun telefon ekranında görünmüş olduğunu nasıl akıl edemezdim ki? Kapatmamla birlikte telefonumun çalması arasında an, belki de nanosaniye(2) denilecek ufacık bir zaman geçti sanki üstelik iğneli bir şekilde;

“Ortam uygun, bana ceza olarak uygulanmak için kırk katır mı, kırk satır mı hazırlayayım sizin için?”

“İyi bir çocuksunuz. İnsan sizin gibi geleceği aydınlık olan bir değere nasıl kıyar ki?”

“İznim olmadan çantamı mı karıştırdınız yoksa?”

“Evet! Yoksa yeni mezun bir meslektaşım olduğunu ve çantanızı hemen geri getirmem gereken bilgi ve belgelerle dolu olduğunu nasıl öğrenir ve bilirdim ki?”

“Üstelik paramın olmadığını da, otostop yapma mecburiyetimi de…”

“Dert değil güzel ve meslektaşım olan küçük abla!”

“Yani telefon edişinizin başlangıcındaki gibi küs ve dargın değiliz anlamında mı sözleriniz?”

“Telefonda karşılıklı vıdı vıdı konuşmak yerine yan yana gelip iki kelimeyi uç uca eklemeye çalışsak…”

“Aleyna…”

“İkide bir canımı acıtmaya devam edeceksen çantanı köy muhtarlığına bırakayım!”

“Sustum!”

“O halde geliyorum, hatta geldim, köyün girişindeyim!”

Köyün girişindeydi ailesinin evi, kapıdaydı, bekliyordu, hemen kapatamadığı cep telefonu elinde;

“Teşekkür ederim öğretmenim! Bakanlığa görev isteğiyle başvurmuştum, çantamı yitirmeden, yani arabanızda unutmadan önce. Türkiye’min neresi olursa olsun, öğrencilerim için hazır ve hazırlıklı olacağım!”

“Şimdiden tebrik ederim. Ben hâlâ atanmamı bekliyorum. Umarım sen böyle bir gecikmeyi yaşamazsın!”

“Atanmada gecikme yaşar gibi olursam, iş bulmam konusunda beni desteklemeniz mümkün olabilir mi öğretmenim?”

“Söz vermiyorum, vermem de mümkün görünmüyor, ama böylesine güzel bir öğretmen adayı, yarınlarımızda iyi bir anne olacağına inandığım senin için yardım etmeye gayret edeceğimi bilmeni isterim.”

“Peşinen teşekkür ederim!”

Yaklaştı ve öptü beni, şaşkın ve suskundum.

“Cevaplamadınız! Demek ki Aleyna’yı içtenlikle sevmemişsiniz!”

“Eziyet üzerine eziyet, yakışıyor mu sana!”

“İsmimi bile söylemeye cesaretiniz yok, onunla nasıl bir sevgi yaşamışsınız ki?”

“Yaşın küçük hanımefendi, zaman gelir öğrenirsin inşallah!”

Elimden tutarak muhtemelen evde olmadıklarına inandığım evin ailesine karşı beni kapıdan içeriye çekme gayretinde gibiydi, direnmeye niyetim yoktu, istemiyordum da.

“Öyleyse hemen öğretmeye başla öğretmenim!”

“Anlıyorum, telefon edebilir miyim?”

“Sakın ha! Numaramı değiştirmek zorunda bırakma beni!”

“Ne söyleyeceğimi bilmeden yasak koyman doğru mu? Uf! Baş edemeyeceğim öğretmen hanım, ben kaçıyorum!”

“Kaçma! Allah’ın izniyle git! Kızma ve beni Aleyna olarak hatırlama asla, beni yaşa!”

“Ne dediğinin farkında değilsin! Boyundan ve yaşından büyük sözler ettiğini bilemiyorsun. İkinci kez vedalaşmayacağım!”

“Vedalaşmayın da, Allah’ın izniyle tekrar görüşmek üzere…”

“Allah’ım bana sabır ver!”

Arabayı çalıştırdım, araba homurdanıyor, ayaklarım da, tekerleklerim de direniyordu sanki. Ayaklarıma uymadım, hatta arkama bile bakmadım. El sallamış olabilir miydi?

Telefonum çaldı;

“Seni özleme hakkımı ne zaman kullanmaya başlayabilirim?”

“Canın iyi bir sopa yemek istiyor galiba küçük hanım! Çaba göstermeye çalışma, sen, o olamazsın!”

“Öyle bir çabam, kendimden başka birinin yerine geçme isteğim de yok! Ben, ben olacağım sadece senin için ve geleceğimi de Tanrımdan bekleyeceğim!”

“Konuşmamız bu son zırvalarınla sona ermiştir küçük kız! Bu telefon senin numaranı görünce tekrar açılmayacak bir daha…”

Bilmediğim, ya da aklımdan geçmeyen, her ne yaşta olursa olsun, kadının fendinin erkeği daima yendiği idi.

İddialaşmaktan vazgeçmişti galiba sözlerim üzerine, içimden içtenlikle beklememe, beklediğimi hissetmesine, beni o küçücük yaşına karşın etkilediğini bilmesine rağmen, aramıyor, sormuyor, mesaj bile göndermiyordu.

İnat bu ya, hep söylediğim gibi eşşek kadar adamdım ya, ben de tüm, istek, dilek ve arzularıma karşın arayıp sormamakta inat yanında, direniyordum da.

Bilmediğim; Santral Memuru Aliye ile Aleyna’nın birbirlerine cep telefon numaralarını verecek kadar içten kanka olmalarıydı ve santralı bilmeyen ben, gelişen ve olacak olayları hissetmeyecek kadar gabiydim.

Üstüne üstelik halden anlayan öğretmen annem kaç kereler dizine yatırıp parmaklarıyla saçlarımı tararken;

“Bir derdin mi var, oğlum?” diye sormuştu.

Tekrar ediyorum; “Eşşek kadar!” ancak sağını solunu bilmeyecek kadar duygularını da tartmasını bilmeyen bir heriftim, bu nedenle;

“Yok! Ne olabilir ki sevgili annem!” şeklinde cevaplamıştım, her zaman, her türlü sorusunu…

İnce uzun, rutin, monoton yollar tükenmiyordu, ben tükenirken, yollarda hiç yolcu yoktu, yardımcı olmam gereken ondan sonra, ya da ben göremiyordum hiçbirini.

Her ne kadar “O kaç yaşında, sen kaçında, razı olur mu Hak?(10)diye düşünmüşsem de “Hakkım yok seni sevmeye…(11)diye çığırsam da “Yağmurlar yağsa da, yağmasa da hoş, artık yeşerecek bir dalım(12)olmadığı gibi “Bu bahçede bülbüllere de yer yoktu! (13)kanımca.

Öğretmen annemin kendine ulaşan bir iletiye karşılık; “Oh! Allah’ım! Sağ ol!!!” diyecek kadar şaşırıp, sevinip mutlu olduğunu, kendi kanaatiyle benim (daha doğrusu onun ve benim) adıma bir kısım girişim ve referanslar(2) için çaba gösterdiğini bilmem mümkün değildi.

Plânlanmışçasına uzun bir görevden dönüşümde, yorgun-argın ve dinlenememiş olarak fabrikaya döndüğümde benim yerime görevlendirilmiş, henüz atanmam yapılmamış olmasına rağmen yeni Sorumlu Yönetici ile karşılaştım.

O; ne yapmış, etmiş, (annemin rehberliğinde olsa gerek) benim yerime tüm fabrikayı kuşatmıştı. Kulaklarımın çınlamasından anlamam gerekti, ancak hüznüm dolaysıyla dalgındım, aklım da başımda değildi.

Dondum. Muhtemelen tansiyonum 21-22’lerde, bu yaşımda kalp atışım 111-112’lerde olsa gerekti! Elini uzattı;

“Ben Aleyna!” dedi sadece…

Yeterliydi…

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Aleyna; Sıkıntı, belâ.

Bu vesileyle bir yanlışlığı düzeltmeliyim. Çokbilmişliğim yadırganacak, ama yazmasam olmaz. Çünkü o kadar çok insan, Kur’an’da geçiyor diye çocuklarına yanlış isimler veriyor ki (Başvuru Noktası; 01.KASIM.2012, Bütün Dünya Dergisi, Orhan VELİDEDEOĞLU’nun “KAPRİS” adlı yazısı). Örnek mi? İşte bir iki tanesi şunlar; Asiye (Allah’a isyan eden), öyküde ki Aleyna (Sıkıntı, belâ), İrem (Sahte cennet), Sanem (Put)… Ayrıca erkek çocuklara konulan Mahalekallah ismi; “Allah ne çok şey yaratmış” demektir ki, uygun bir isim değildir. Kız çocuklarına konulan Firaset ismi “Evliya olmayan müminlerden meydana gelen harikalar”  anlamındadır ki uygun değildir. Bu konuda bir müftünün yazısını okumuştum. Müftü şöyle demiş; “Kur’an’da var, diye her isim çocuğa konmaz.” Ancak Kadir, Ramazan, Bayram, Hacı, Merve gibi isimlerin çocuklara konmasında yanlış olmadığını düşünürüm.

(1) Arka Anne; Yöresel bir deyim olup, doğumda ebeye yardımcı olan anne.

Aşk Evliliği; Gerekçe aşktır. İki gönül bir olunca felsefesi ile para önemsizdir. Yakışıklı olmak, güzellik önemsizdir. Yalnız kalmamak düşüncesi önemsiz, kişiler aradıklarına rastladıklarını zannederler. Çocuk sahibi olmak için zaman kavramı yoktur. Ve genelde genç yaşlarda gerçekleşir.

Mantık Evliliği; Aşk, gerekçe değildir, öncelikle önemli görülen özellikler aranır. Paranın önemi vardır. Güzelliğe, yakışıklılığa önem verilir. Yalnız kalmamak düşüncesi hâkimdir. Evde kalmamak gibi art niyet vardır. Bu nedenle yaşlar ilerleyince tercih edilir. Çocuk sahibi olmak plân çerçevesinde gerçekleşir.

(2) Amenna; Genelde peşine “ve saddakna” kelimesi eklenerek kullanılan Arapça bir deyim olup, asıl anlamı “İman ettim, tasdik ettimdir.  Türkçemizde “Mutlaka öyledir, doğru, diyecek bir şey yok, kabul ettim, inandım, anladım!” şeklinde onaylama sözü olarak kullanılmaktadır.

Bağnazlık; Fanatiklik.  Bir öğretiye, bir dine, bir kimseye, bir şeye çok aşırı ölçüde, körü körüne coşku ve tutkuyla bağlı olma.

Boşnak; Bosna halkından ya da bu halkın soyundan olan.

Gaddar; Başkalarına haksızlık etmekten çekinmeyen, acıması olmayan, insafsız davrana, taş yürekli kimse.

Ketum; Sır saklayan, ağzı sıkı insan.

Manav; Yörüklerin bir kolu. Ancak göçebeliği asırlar önce bırakmış Sünni (Hanefi) bir Türkmen topluluğu.

Mazbut; Derli toplu, düzgün, düzenli, beğenilen, sağlam. Doğa olaylarından etkilenmeyecek bir biçimde yapılmış, korunmuş. Ele geçirilmiş, zapt edilmiş, bir deftere kaydedilmiş, korunmuş, muhafaza edilmiş, unutulmamış, hatırda kalmış.

Meziyet; Bir kişiyi, ya da nesneyi, diğerlerinden üstün gösteren nitelik.

Mümtaz; Seçkin. Seçilmiş. Meziyetleri dolaysıyla başkalarına göre ayrı bir yeri olan, üstün tutulan, farklılığı olan.

Mümtazen; Emsallerine göre sırası gelmeden, gereken zamandan önce üst dereceyi hak etmiş anlamında eskiden kalan ve hukuk sisteminde hâlâ kullanılan bir kelime.

Mürüvvet; İnsaniyet. Daima dinin emirlerine riayet etmek, nefsin şerrinden sakınmak, misafire ikram etmek. Mertlik, yiğitlik, cömertlik, iyilikseverlik.

Nanosaniye; Bir saniyenin milyarda biri olduğunun ifadesidir.  Yani bir saniye içinde 1.000.000.000 nanosaniye vardır. (ns-nsec-n şeklinde gösterilir. Nano kelimesi; Grek lisanında “Cüce” demektir ve önüne geldiği her kelimenin milyarda birini[10-9] ifade etmektedir).

Nınnırınınnın (Nın-Nırı-Nın-Nın); Ayıp ya da gereksiz olduğu için söylenilmeyen bir cümle, kelime, deyim yerine geçen söz.

Referans; Bir kimsenin yararlılığını ve yeteneğini gösteren belge. Başvurulması gereken kaynak. Tavsiye, bonservis.

Sabi; Arapçada henüz ergenlik çağına ulaşmamış (küçük) çocuk. Bazı yörelerde meme emen çocuklara da denilmektedir.

Tandans; Eğilim. Bir şeyi sevmeye, istemeye veya yapmaya içten yönelme, meyil, temayül.

Tufeyli; Asalak. Başkalarının sırtından geçinen, asalak olarak yaşayan.

Yörük (Yürük); Göçebe yaşam tarzını seçmiş halk. Yaylak-kışlak hayatı yaşayan yürükler Anadolu halkının oldukça mühim bir miktarını teşkil eder. Balkanlardaki Türkler arasında da yürükler bulunmaktadır.

(3) Adapte Olmak; Uymak.

Mahrecine İade Etmek;  Asıl anlamı; Gümrüğe gelen bir eşyanın vergileri yatırılmadan satıcısına ya da aynı ülkedeki başka bir alıcıya gönderilmesi olmakla beraber, meselâ nişanda takılan bir kısım ödüllerin, nişanın bozulması nedeniyle sahibine iade edilmesine, bir mektup, bir tebligat kabul edilmemişse gönderildiği yere iade edilmesi.

(4) Homongolos; Kısa tanımıyla, “Kadın Düşmanı” ya da “Kadınlardan korkan, onlarla herhangi bir yaklaşımı oluşturamayan” Lügâta göre “Kadın Sevmeyen “diyebileceğimiz bir tip. Tıp dilinde “Cüce” anlamında kullanılmaktadır. Aslında çirkin bir kayabalığı türü, Reşat Nuri GÜNTEKİN’in “Bir Kadın Düşmanı” isimli Romanındaki başkahraman,  Şefik ATAY’ın bir şiirinin adı (HOMONGOLOS), Ali ERCAN KILIÇ’ın bir şiirinin adı (HOMONGOLOS MANİFESTO), M. Zati ALTAY’ın bir öyküsünün adı  (HOMONGOLOS’UN SONU), Mehmet AKTAŞ isimli Şairin “ANNEM” isimli şiirinin sonunda; “Homongolos’tan çirkin olsam da / Hep senin gözünde kraldım annem” olarak geçmektedir.

(5) Bal Arısı; Bir fenni kovanda çıtalar arasında bir kaç yüz erkek arı ve 80-100 bin işçi arıdan oluşur. Görünüş olarak birbirinden farklı olan, genelde birbirine benzeyen bu üç arıdan kraliçe arı ve işçi arılar dişidir.

Eşek Arısı (Vespa); Bir yaban arısı cinsi. Aslında “Sarıca Arısı” demek gerek. Gövdesi kızılımsı, sarı ve siyah çizgili ve iri yapılıdır.

Sarıca (Arısı); Küçük petek yapan ve bu petekte topluca yaşayan yabanarısı türü. Sarıyı andıran, sarıya yakın, sarımsı, biraz sarı renk.

(6) Uzun ince bir yoldayım, Gidiyorum gündüz gece… Sivas-Şarkışla Yöresinden Âşık VEYSEL Türküsü.

(7) Şair Bâki’nin dizeleri; “Avâzeyi şu âleme Davut gibi sal, / Bâki kalan bu kubbede bir hoş sâda imiş” şeklindedir. (Âvaze; Yüksek ses, nara anlamındadır).

(8) Ne Şam’ın Şekeri, Ne Arap’ın Yüzü; Aslı; Ne Şam’ın Şekeri, Ne Arap’ın zekeri şeklinde bir söz olup, zeker Arapça kötü anlamlı bir söz olduğundan Türkçemize “Arap’ın yüzü” şeklinde yerleştirilmiştir. Kendinden fayda umulacak olsa da bundan sarfınazar etmenin gerekliliğini, menfaat için yaklaşmamayı ifadelendiren bir söz.

(9) Rüzgâr ne kadar özür dilerse dilesin, dal kırılmıştı bir kere.  Dal rüzgârı affetse bile, kırılmıştır bir kere şeklinde kırılganlığı anlatan sözler (“Rüzgâr Özür Dilese De Dal Kırıldı Bir kere” Halil ATILGAN tarafından yazılan bir kitap ismi).

(10) KARATEKİN, Erol. 1986 Yılı. “SENİN İÇİN (senin-çin)” dizelerinden.

(11) Hakkım yok seni sevmeye… diye başlayan “Arkadaşımın aşkısın” şarkısının orijinali “La Femme de Moni Ami” olup Bestesi; Enrico MASIAS’a, sözleri (Rahmetli) Fecri EBCİOĞLU’na aittir, sanırım ki o tarihlerde bu şarkıyı Türkçe olarak en iyi seslendiren sanatçı da Juanito idi.

(12) Artık yeşerecek bir dalım yok, yağmurlar yağsa da boş, yağmasa da… Türk Sanat Müziğinin Güftesi; Türkân ATEŞ’e Bestesi; Necdet TOKATLIOĞLUna ait olup eser Muhayyerkürdî Makamındadır.

(13) Artık bu solan bahçede, bülbüllere yer yok… Türk Sanat Müziğinin Güftesi; Faruk Nafiz ÇAMLIBEL’e, Bestesi; Alâattin YAVAŞÇA’ya ait olup eser Hicaz Makamındadır.