Yeni bir yıla girmiştik! Sabit fikirli hükümet, enflasyon(1) rakamlarını uygun bir şekilde(!) gülerek, gülümseyerek açıklamış ve sonra da asgari ücreti ve yaşadıklarını zanneden çalışanlara verilecek ilk yarı zam miktarını açıklamıştı!
Açlık-Yoksulluk Sınırları(2) ve İşçi Federasyonu ile bilge insanların hesapları-kitapları umurlarında değildi, suya-sabuna dokunmaksızın(3), bu kış aylarında kaldır elini-indir elini çalışan parlamentoda.
İsmi katkı olarak değiştirilen Kızılay Metro İstasyonu Çarşısı olağan dışı kalabalıktı Diyanet’e göre “Gâvur âdeti(2)” olan, Müslümanlara yakışmayan yılbaşını takip eden bir tatil gününde…
İnsancıklar kombilerini çalıştırmak, odun-kömürle uğraşıp soba yakmayla uğraşmaktansa, tasarruf zihniyetiyle(1), çoluk-çocuk, torun-topalak Metro Çarşısındaydılar ve genellikle yokluklarına karşı çoğu birbirine çarpmalarına aldırmaksızın iyi görünümlü, yeni donanımlı cep telefonlarıyla konuşuyor, çevrelerini umursamıyorlardı.
Öğlene yavan bir simit, ya da annelerin, ninelerin hazırladığı belediye ekmeği arası lor-zeytin karışımı ile nefisler köreltilirdi(3), bir köşecikte çömelip okumayla! Ancak bu okumaların iyi niyetle yapıldığına inanmak zordu benim için, ağlayıp-sızlasalar da, sebep malûm; bir paket nohut, bir çuval kömür, ya da bir koli gıda yardımı karşılığı seçimde oylar gene o partiye verilirdi.
Bu kalabalıkta görevlilerden sakınan evi barkı olmadığı için açılışından kapanış vaktine kadar Metroda olan gariban çulsuzları ve evlerinde kalmaları gerekirken, battaniye altında günü tamamlamaya, ya da ahrete yolculuklarını bekleyen çok yaşlıların da Metrodaki varlıklarını unutmamak gerek.
Öldürmeyen Allah, görevini yapmıyordu(!) ya da bu kış-kıyamette nankör(1) insancıklar yorulmasınlar, üşümesinler, zahmete girmesinler diyerek onları düşünüyor, havaların ısınmasını bekliyor olabilirdi.
Karşıyaka, Cebeci, Gölbaşı Mezarları nerelerdeyse dolmak üzereydi. Acaba aklı evvel(2) insanların önerilerine göre insanları dik olarak gömmek, ya da krematoryum(4) tasarruf için çözüm olabilir miydi ki? İnsan çaresizlikler içinde, içindeki boşluğu doldurmak istercesine zırvalamak istediğinde neler geçmiyordu ki aklından?
Metro İstasyonu Çarşısı iğne atsan yere düşmeyecek(3) gibi/kadar olmasa da; “Kalabalık ötesinde kalabalıktı!” Bu söz itiraz gerektirmeyecek kadar doğru, yerinde ve isabetliydi yani. Bilet-kart sorunu olmayan yaşlılar diğerlerine göre biraz daha şanslıydılar, üstelik ikametgâhları nerede olursa olsun, sabahlardan-akşamlara kadar!
En önemli neden; tatil günü olduğundan öğrenci ve genç çalışanların resmi günlerden arttırdıkları stresleri(1) devam ettiğinden uyuklama mecburiyetleri de kendi başlarına sahipsiz değildi. Ancak okumadıkları kitaplara bakmak, birbiriyle çan çan konuşma zorunlulukları yaşamadıkları için rahattılar.
Hiçbir mazeretleri yoksa bile siyah Metro duvarlarını, istasyonlarda binenleri-inenleri izleme görevleri olduğundan(!), yaşlılara saygı göstermek bir yana “Ne işleri var sokakta, ya da Metroda? Evlerinde otursalar ya!” demeyi marifet(1) sayıyorlardı.
Duyarlı olanların ise yaşlılara oturmaları için yer vermeleriyle efendilikleri yüzlerinden mümkün ve belli olabiliyordu.
Bu; bir kısım yaşlılar için nadiren de olsa ayakta kalma riski yaşamadıklarının belirtisiydi; gözlüklerini takıp gazete, kitap okumak, ya da yanlarına gelip oturma gafletinde olanlara;
“Ne olcak bu memleketin hali yav? Fakir-fukara…
Bizim zamanımızda… Vb.” gibi sözlerle sataşma imkânını(2) yaratmaktaydı…
Yaşlılar baktılar ki kendilerine ilgi, tepki, katılım yok, ya da tren kendi kendine ilk duraktan-son durağa, son duraktan ilk durağa gidiyor, günlük güzellik uykularına(2) kaykılmakta beis görmüyorlardı(3). Tek farkla; evdekine göre tilki ya da tavşanlara has güzellik uykusu şeklinde gibi.
Kaba anlamda, trende ilk yerleşim alanından sonra kendilerince sağlıklı, trende muhkem(1) bir yerleri, devamlı adresleri gibi tapulamış olduklarından istasyonlarda kapıların açılıp kapanmasından dolayı oluşan soğuk ve seslerden ikinci duraktan sonra alışkanlıkları nedeniyle rahatsızlık duymaları, etkilenmeleri mümkün değildi, yaşlıların.
Trene bininceye kadar sabırlı olmalarını da alkışlamak, takdir etmek gerekti bu yaşlıların. Aklına estikçe(3)(!) gelip-giden trenleri beklerken kanepelerde oturan gençlere dik-dik bakmaları; “Kalkın da bana yere verin!” imasını hissettirmelerine gerek yoktu.
Nasıl olsa hangi yönden gelirse gelsin, ortada iki tren hattı arasında engel yoksa trenler aynı peronun iki yanından gelip-gidiyorlarsa o trene binip kalıplarını dinlendirmeleri(3) garanti idi.
Bir de ikide bir; “This train goes to…(5)” şeklinde anonslar yıldırmasaydı, Ankara’da yabancı olan herkes ilk defa mı biniyordu trene, hem Suriyelilerin İngilizce bildikleri ne malûmdu?! Türk halkının % 40’ı akıllı olduğundan(6) onların sular-seller gibi Türkçe bilmeleri ve Türkçeden sonra İngilizceyi anlamaları kadar doğal ne olabilirdi ki!?
Tren istasyondan da, evden de daha sıcaktı, sıcacıktı! Akşama kadar mekânları belliydi, ölmez sağ olarak evlerine varırlarsa, ne âlâ! Varamazlarsa ortada kalmazlardı ya! Çıkardı hayırsever bir Türk Vatandaşı. Olurdu karada ölüm! Varırlarsa evlerine zaten karada ölüm yok(7), demekti, ta teneşire ulaşıp, musallaya(1) yatıncaya, kara toprağa; “Selamın aleyküm!” deyinceye kadar!..
Bahtsız ve annesiz oğlumu, anneme emanet ederek evde bırakıp sanki beni şeytan yönlendirmiş, dürtmüş(3) veya iteklemiş gibi anlattığım hengâmeye(1) katılmıştım, gerçekten bilinçsizce. Muhtemelen annem Sakarya Çarşısından, belki de özellikle sosyete mıntıkası bildiği için taze olacağından emin olarak balık veyahut da kahvaltılık, baharat, ıhlamur, bitki çayı gibi bir şeyler sipariş etmiş olabilirdi.
Ancak…
Neler yaşayacağımı bilmemin mümkün olmadığı ummadığım olaylara göre; oğlum tarafından istenenleri not almadığım için unuttuğumdan günün mana ve ehemmiyetine göre, oğlumun da katkısıyla annemden fırçayı yiyeceğimden emindim.
Evet! Burası benim yaşadığım şehir; Ankara, tarifte zorlanmadığım.
Ve ben şu anda ismine ittire-kaktıra(2) zorla ve şaşkınca eklentiler yapılan Kızılay Metro İstasyonundaydım.
Duvarda Şehitler Tablosu iç parçalıyordu(3). Birbirine çarpmadan yürüyemeyen mutlaka acil durum(!) için konuşan cep telefonu meraklı veya âşıkları (Aşağı yukarı % 30-40 civarında, abartısız ve yine abartısız % 10 civarında Arap, kara, zenci, yamyam hangi milletten olduklarını anlayamadığım, dağıl-dugul konuşarak(3) Metroyu inleterek titreten 8-10 çocuklu aileler) öncelikli insanlar vardı koridorları işgal eden.
Dükkânların önünde in-cin ve o çocuklar top oynuyor(3)(!) hoplayıp-zıplıyorlardı, alış-veriş eden yoktu bana göre, hatta geliş yönüm ve saatim dolaysıyla siftah bile yapamamış olanları konuşmaksızın suratlarından tespit ve teşhir edebilirdim, hem de bir bakışta…
Kenarlarda-köşelerde bazı yardım kurumlarının masaları ve üstlerinde o masum insanların el emekleri sergileniyordu. Görevli, duygu sömürüsü(2) yapmakta uzman görünen kişiler satışları centilmenlikle yapıyorlardı. Ancak bağırış-çığırış halinde “Allah rızası için!” deme şeklinde değil, gerekçeleri ve kurumun amaçlarını vakti uygun olanlara anlatmak şeklinde.
Sakınca gibi görülmesi gerekmeyen; fabrikasyon imalât olarak alabileceğin 3-5 liralık bir şeyi (tükenmez kalem, kupa-mag, bardak, bir kısım el işleri vb.) yardım amaçlı olarak 15-20 liraya almanız gerekçeydi.
On bir-on iki Bakanlığın bütçesinden fazla bütçesi olan, her Cuma Namazı Hutbesinde dilenen Diyanet İşlerinin(8) bile SMS(5) göndererek yardım talep etmesi gibi bu kurumların da SMS gönderilerek yardım dilemelerini hoş görmenin gerektiği kanaatindeyim.
Belki fuzuli sayılacak gördüklerimi anlattıktan sonra, bir kenarda akordeon çalan, titiz olduğu akordeon kutusu altına serdiği beyaz örtüden belli olan, siyah gözlüklü, bir miktar yaşlı, ama dinç görünen adamın musikisi ve sesi dikkatimi çekti, üstelik rahmetli Saadet’le bizim beğendiğimiz Türk Sanat Müziği eserlerinden biriydi.
Ben kim miyim? Sedat, kısaca…
Hüzünlü de olsam, vaktim kısıtlı olmadığından sanatkârın yanına gelip duvara yaslandım. Gözündeki gözlüklere karşın bana doğru yüzünü döndürmesi dikkatimi çekmişti, musikideki detone(1) ya da falso(1) onun için önemli değil gibiydi. Varlığımı ve hatasını umursamaksızın çalmaya devam etti, sanki ben musikiden anlayan bir uzmanmışım, çalmaya devam etmesini ben de istiyormuşum gibi.
Tanrı insanların bir yerlerini eksiltirken, diğer bir yerini hassaslaştırırmış, acaba kör olduğunu sandığım müzisyen kör değil miydi? Yoksa kör olup da kulakları mı sağlamdı?
“Etkilendin galiba genç adam?”
“Genç adam? Gerçekten göremediğinize inandım!”
“Kör değilim! Bana göre, benim için, yaşıma göre fazla ışık gözlerimi rahatsız ettiği için takıyorum gözlüğü. Ancak bunun merhamet istismarı(2) gibi görünmesinden utandığımı söylemem gerek! Bu nedenle bakışlardan etkilendiğimde tıpkı size söylediğim gibi gözlüklerimi çıkarıp kör olmadığımı anlatmaya çalışıyorum karşımdakilere. Şimdi sen söyle bakalım, nedir derdin?”
“Uzun hikâye amca! Ama son söylediğiniz hicaz şarkıyı bir kez daha çalıp seslendirirseniz sevinirim!”
“Musikiden anladığına sevindim; ‘Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok!(9)’ Hemen!”
İyice dayadım sırtımı duvara, “Duvarın soğuğu bedenime ilişmesin!” diyerek ellerimi arkamda bağlayarak, gözlerimi kapatarak musikiyi tüm ruhumda yaşama gayretine büründüm.
Eserin sonunun yaklaştığı bir yerlerde, bir el sol kolumu tutup ayırdı duvardan ve avucuma para olduğunu sandığım bir kâğıt parçasını koyup avucumu kapattı. Dilenecek kadar üstümde, başımda çapaçul bir görünümüm yoktu, hatta pabuçlarım bile boyalıydı.
Kör olmadığımı çok iyi biliyordum! Sadece tatil gününün sakal birikintisi vardı yüzümde. Gözlerimi açıp kör ve dilenci olmadığımı belli etmem gerektiğini düşündüm. Açtım gözlerimi ve yeniden kapattım.
“Şey!” diye başlayan kadının sesini, diğer elimi dudaklarıma götürerek “Sus!” işareti yaparken para dediğim şeyi veren eldivenli eli tuttum.
Bana ulaşan bir insan kokusu almam mümkün değildi yaşadığım ortamda. Sadece sanatkârın ve enstrümanının sesi, etrafı kokuya boğan kalorifer, klima ya da ısıtıcıların ısıları ve havayı temizlemeye çalışan vantilatör ve aspiratörlerin hırıltıları hâkimdi.
Musiki bitti, gözlerimi açtım iyice, yarım yamalak gördüğüm yüzü hatırlamak istercesine karşımdaki yüze ve kapatılan avucuma baktım, bilinçsizce, ama istekle baktığımın sadece ben farkındaydım.
Bugünün Türkiye’sinin en büyüğünün yarısı kadar büyüklükte mavi bir kâğıt para vardı avucumda ve karşımdaki kadın da “Şey!” sonrası daha bir merakla ve dikkatle bakıyordu bana, mutlaka söylemem gereken.
“Şarkının etkisindeydim efendim! Gerilere dönmek istedim gözlerimi kapatarak, kör olmadığım şimdi daha belirgin, değil mi? Amcanın sesini ve akordeonun sesini sindirmeye çalışıyordum, ‘Sus!’ işaretim bundan dolayı idi. Kırdıysam, yanlış yaptıysam, özür dilerim. Parayı da eğer izniniz olursa sanatkârın alet kutusuna koyabilir miyim?”
“Özür dilemenize de, izin istemenize de gerek yok! Sanırım, böylesine içtenlikle kendinizden geçtiğinize göre olağandan büyük bir yaranız, acınız var, tedavisinin mümkün olamadığı. Edebiyat eğitimi aldığım halde, bir işim yok, kendi çapımda bir şeyler karalamaya çalışıyorum…
Öykünüzü anlatırsanız dinlerim, izin verirseniz sadece adınızı kullanarak yaşadıklarınızı öykü haline getirmeye çalışırım. Merak ederseniz, düzeltmemi istediklerinizi istediğiniz şekilde düzeltir ve kitap haline getirmek için bastırma gibi bir heyecan yaşamaksızın kendi arşivimde saklarım.”
“Özür dileyerek söylememe izin verin hanımefendi, sesim olmasa da Türk Sanat Müziğini yaşamak hobim. Bir şarkı geldi aklıma; ‘Yazsaydım, derdimin ben bir tekini, ciltlere sığmayan bir kitap olur! (10)’ gibi. O kadar cüretli ve iddialı değilim, ancak yazsaydım derdimin ben tümünü, evet, o kadar uzun değilse de, ayaküstü anlatacak kadar da kısa değil…
Eğer hoş görürseniz hiçbir beklentim olmaksızın, açık bir yerde, ısmarlamayı düşündüğüm bir ya da iki çay içiminde yaşadıklarımı ve içimden geçirdiklerimi sırası-sekisi ile değilse de, bölümler halinde anlatmak isterim. Bu arada söylemem gerek, adım; Sedat ve ancak…”
“Seda! Ancak?”
“Adını bile bilmediğim bir sanatkâra destek olup, daha fazla üşümesine engel olmak geçiyor içimden!”
“Kendine dert etme genç adam! Emekli öğretmenim. Sağlığım da, ekonomik durumum da iyi. Bu işi hobi olarak ve üyesi olduğum yardım kurumlarına destek için uyguluyorum! Topladıklarımı tamamlayarak plânımdaki ilgili kurumlara sevk ediyorum. Hani derler ya, affedersiniz; tavşan sidiği denize kâr(11), benim çabam da öyle bir şey işte. Bu arada merak ettin; adım Serdar!
Bu sayın hanımefendiye bir vesile ile benim de yaşlılığımın geçerli sebepleri ile gözlük taktığımı, kör olmadığımı anlatırsan sevinirim. Hem benimle ilgilenmenize de gerek yok. Bugünkü mesaimi bitirdim, torunum biraz sonra gelip, alır beni ve götürür.
Ancak o öykü deponuza ben de bir miktar çektiğim acılarla katılmak isterim. Hissettiğim kadarıyla benzer acıları yaşamışız gibi bir his var içimde. Benim tek isteğim sizi evimde müzik eşliğinde ağırlamak, misafir etmek. Aranızda konuşun, ben yarın sabah yine bu saatlerde ayrılıp eve dönmek üzere burada olacağım ve sizleri bekleyeceğim.”
Seda Hanımla sadece birbirimize baktık ve “Peki!” dedik bir ağızdan, belki istemesek de mecburiyet hissederek.
“Bir şey söyleyebilir miyim?”
“Buyrun!”
“Çayı ben ısmarlayabilir miyim? Hatta yanında tatlı ya da tuzlu bir şeyler? Ya da hepsinden öte, bir öğle yemeği?”
“Yani zengin, ya da çok zenginsiniz, öyle mi? Ya da anlatacaklarım için bir bakıma ödeşme gibi rüşvet? Kör taklidi yapana da büyük bir bahşiş verecek kadar varlıklısınız, he mi?”
“Evet! Oldukça…”
“O halde benim öyküm bende kalsın, siz başka bir öykü kahramanı arayın, üzgünüm, Allahaısmarladık!”
“Yalan mı söyleseydim, ya da lâfı evirip çevirip(3) ‘Gönlüm boş olmasına karşın yüreğim zengin, eh biraz da duruşun beni etkiledi!’ falan diyerek lâf ebeliği mi yapsaydım(3)?”
“İyi ki öğretmenlikten emekli olmuşsunuz, bugünlerde de öğretmen olarak kalsaydınız öğrencileriniz, kim bilir neler çekerlerdi, sizden?”
“Anlamı, küsmedim, demek mi?”
“Yalancıktan da olsa ‘Etkilendim!’ diyene karşı benim böyle bir tavrım yakışır mı? Hadi yürüyelim, dediklerinizi ben olarak, zengin olmaksızın, sizin yerinize zenginmişim gibi ısmarlarsam, peki! Ancak ısrarcı olursanız, varlığınızdan, yanımda olmanızdan, yalnız biri olarak hoşlanmama rağmen, iki, birbirini tanımayan yabancı olarak yaşamamışız gibi burada ayrılalım, tercih sizin!”
“Peki, kabul, ben adımı ilettiğim andan şu ana kadar hiçbir şey demedim!”
“Ama şimdi de siz not almak için, bloknot ya da defter, kalem istersiniz!”
“Adım; Seda, tekrar! Hazırlıksız gezebileceğimi düşündüğünüz için teessüf ederim(3), çantamda ihtiyacım olan her bir şeyim var, sigara hariç. Hadi bu sıkıcı Metro atmosferinden kurtulup ayrı bir yere gidelim ki, sözlerinizi rahatça not alabileyim!”
“Peki, Seda Hanım! Yalnız tahammül edemeyeceğinize inandığım bir özrümü oturmadan önce mutlaka söylemeliyim…”
“Evet, ben Seda! Söyle Sedat! İsimlerimiz arasında sadece küçük “bir ‘t’ harfi kadar fark var. Sanırım özür dediğiniz konu da bu kadar küçük olsa gerek!”
“Sanmıyorum, çünkü çay içerken, elimden gelse sevip istemesem de ‘Hüüp!’ diye ses çıkartırım!”
“Üzüldüğünüz şeye bakın, çay çok sıcaksa kim aynı sesi çıkarmaz ki?”
“Bitmedi, bir şey yerken de ağzımı şaplatırım, hatta öyle ki bazen alt dudağım kısa gelir, yediklerimi üstüme-başıma dökerim!”
“Sorun değil, ağzını şaplatırsan hafifçe öksürür, dikkatini çeker, ikaz ederim. Alt dudağının kusuru için de bebe önlüğü takarım, olur biter!”
“Gerçekten çözümler için hep böyle iyi niyetli misiniz? Ve de içtenlikle söyleyin, yalanlarıma inandınız mı?”
“Ben; ‘Sen!’ diyorum, sen ısrarla; ‘Siz!’ Peki! Siz benim söylediklerime inandınız mı Sedat Beyefendi?”
“Daha başlangıçta, 15-20 dakika içine sığdırılan ikinci sitem! Devamı, gelmesin isterim. Ben Sedat, sen benim için Seda. Küsmedik ki, barışalım. Hadi üşümek üzeresin, yol üstünde durup karı-koca kavga ediyormuşuz gibi görünmeyelim, bunalma hakkımızı Metroda kullanmıştık, azıcık da olsa rahatlama hakkımızı kullanalım, aydınlıkta sessizce dolaşırken, bildiğin ya da rastlayacağın pastaneye tercihin olarak girelim!”
“Evet! Sedat?”
“Ha! Tamam Seda!”
“Şimdi gidebiliriz artık. Gördün mü, insan dilerse tekeden süt sağabiliyormuş(3)! Bizler de doğru-dürüst, yapmacıklıktan uzak, içtenlikle iki yabancı olsak da anlaşabiliyormuşuz, değil mi Sedat?”
“Uzlaşmayı sağlayan her bakımdan sensin, benim katkımın olduğunu iddia edemem, sevgili, iyi insan Seda!”
“Ben şu anda öykü derlemekten vazgeçtim. Sayende ilk romanımı yazma gayreti yaşamak istiyorum. Biliyor musun, ya da bilmen gerek diye düşünüyorum. Öykülerimi kurgumu tamamlayıp kaleme aldığımda öykülerimin yürüyüp gidişlerine egemen olamıyorum, alıp başlarını gidiyor öykülerimdeki kahramanlar…
Mutlulukla bitmesini kurguladığım bir öykünün hüzünle bitmesini engelleyemiyorum, sonuç istemediğim şekilde oluyor, bazen de tam tersi. Umarım sonunda mutluluk görünsün dileğini yaşamayı umduğum roman denememde de sen, alıp başını gitmeye kalkışmazsın. Öyle bir şaşkınlığı hissettiğim anda, roman biter, yırtılıp, yakılarak gitmesi gereken yere gitmiş olur!”
“Olmasın lütfen! Romanını benim üzerime kurgulayacaksan, okuyucular için iyi insan olarak görünmek isterim.”
“Duaysa duanı, dilekse dileğini benim için de iste lütfen!”
“Biz bu pastaneye gelinceye kadar, romanının yarısı bitti bile bana göre, sana göre nasıl, peki? Ne dersin, girip oturalım mı?”
“Harika! Hadi girip oturalım!”
“… Ve hadi başla Sedat, önce sen!”
“Tahminin var mı Seda?”
“Roman haline getirmeyi düşünsem de içinde derin bir hüzün olduğuna inandığım bir yaşam için ne tahmin ne de yorum yapar, yapabilirim. Peki, senin benim yaşamım için söyleyebileceğin bir tahminin var mı?”
“Aynı nedenle benim de yok! O zaman şöyle başlıyorum, özet olarak!”
“Dinliyor ve not almaya başlıyorum! Başla lütfen!”
“Saadet üniversiteden arkadaşımdı, sonra sevdiğim oldu, daha sonra da sevgili olduk. O, benim ilk ve tek aşkımdı, ‘Son!’ diye de düşündüğüm. Ve ummadığımız anda, bu sevgi birlikteliğinde, ikimizin de istediğimiz, arzuladığımız bir yanlışımız oldu, günler geçtikçe belirginleşen. O benimdi, ne ‘Sağ olsun!’ diyeceğim babam vardı, ne de elimde avucumda bir şeyler. Annemle yaşıyorduk, babamdan kalan dul ve yetim maaşıyla, kıt-kanaat diyebileceğim bir şekilde… Devam edeyim mi?”
“Bir saniye, tamamlayamadım henüz!”
“Bir üç-beş dakika mola, bana da! Çayımızı içelim! Ben tuzlu kurabiye, kraker, kuru pasta gibi bir şeyler öğütmek istiyorum, sen?”
“Teşekkür ederim, sağ ol! Canım istemiyor!”
“Aman şişmanlama güzel kız, yoksa evde kalırsın sonra!”
“Namık Kemal’in bir sözü var, vatan için söylemiş, ben üstüme alınıyorum şu an; ‘Bulunur kurtaracak, baht-ı kara maderini(12)!’ gibi. Sen beni düşünme!”
“Nasıl düşünmem, birbirimizi ismimizle andığımıza göre arkadaş değil miyiz, çok kısa bir süre için ve içinde. Senin yakınlığını, senin geleceğini, mutluluğunu nasıl düşünmem ki güzel Seda, hele ki sitem konusunda üstün başarını…”
“Alay etmek ı-ıh, Zırvalamak gene ı-ıh! Ama beni arkadaşın sayman ve düşünmen, amenna(13)! Sıra geldi devam etmeye!”
“Poğaçayla bir çay daha içmeme izin var mı?”
“İyi tarafıma rast geldin, peki!”
“İki arkadaşımızın şahitliğiyle iki nikâhı da yaptık, gecikerek olsak da! Ailesi ne onu, ne yaptığımızı, ne de beni kabullendi, kısaca reddetti bizi. Kovdular, onu evlâtlıktan da sildiler, hem de neredeyse, çırılçıplak. Üniversite son sınıftaydık, devamsızlıktan sınıfta kalma riskimiz vardı, o şekilde devam edecektik okula…
O benim her şeyimdi, ortada kalacak değildi ya, annemin elini öpmek istedik, kırk dereden su getirip(3) kabullenmek istemedi annem bizi öncelikle, evli-barklı olduğumuzun tesciline şahit belgeyi gördüğü halde…”
“Devam, lütfen!”
“Bak Seda, bu kısma kendinden hüzünlü eklentiler yapabilirsin; okumak yanında, hamallık yapmak, küçük öğrencilere ders vermemiz gibi. Neyse sen yapman gerekenleri bilirsin, benim senin gibi bilgisi olan bir yüksekokul mezununu dürtükler gibi yönlendirmeye çalışmam mantıksız...
Devam ediyorum. Söylemeye gerek var mı, annem, yalvarıp yakarmama, anne yüreği olarak dayanamadığı için Saadet’i bir anne olarak evlât gibi kucakladı, koynuna sakladı, öykümüzü anlatınca…
Saadet evli olmamıza, bu konuda üniversitede herhangi bir yasak olmamasına rağmen çok dar ve kıt imkânlarla benimle birlikte okula geliyor, amfinin en son sırasına, beni önüne alarak oturuyordu. Uzak mesafeden boğuk bir sesle kendine ulaşan bilgileri bölüm-bölüm kesik-kesik de olsa almaya çalışıyor, cep telefonuna da ayrıca kaydediyordu. Eğitimini akşamları benim notlarım, telefonuna sığışan hırıltılara kulak vererek tamamlamaya çalışıyordu…”
“Hele bir nefes al! Peki, bebek?”
“Mezun olduk, karı-koca eksiksiz. Yaklaşık bir hafta on gün kadar sonra Saadettin; ‘Geleceğim!’ diye tutturdu. ‘Buyur gel! …’ Dedik... Geldi de…”
“Çok duygulandın, istersen bugünlük ‘Bu kadar yeter!’ diyelim, istediğinde haber verirsin, devam ederiz!”
“Yoo! Konsantre olmuşken(3), bitirmeliyim, ağlayışımı evde tamamlarım. ‘Keşke!’ dememek için direniyorum, hakkım yok çünkü! Devam ediyorum. Doktorlar, karımda ispat etmemin mümkün olmadığı bir kısım yanlışlar, eksikler, ya da hataların farkına varmış olsalar gerek ki, bebeğin kuvözde(1), Saadet’in de yoğun bakım odasında kalmasının yararlı olacağını söylediler…
Kayıtsız şartsız emre uyduk(3). Annem, başkasına ‘Enfeksiyon kapar!’ diye izin verilmediğinden yoğun bakım odasının kapısında bir sandalyeye tüneyerek üç gün kadar bekledi…
Ben iş arıyordum o sıralarda, iş ilânlarına bakarak, berbat olacak olmasına aldırmaksızın. Mezun olduğum için, doğal olarak babamdan aldığım yetim maaşım kesilmiş, sadece annemin geçinmemize yetmeyen, yetişmeyen dul maaşına kalmıştık, dışarılara oldukça fazla miktarda borcum vardı, mutlaka iş bulmam çalışmam gerekti…
Ve bir gün başımdan aşağıya kaynar sular döküldü(14). Doktorların ve annemin cesaret edip söyleyemediği gerçeği öğrendim. Karımı enfeksiyon kapmış olması dolaysıyla yittirdiğimizi, kalbi katı biri(2) verdi bana, karımın telefonundan…
Bilgisiz ve çaresizdik!
Saadet’in ailesinin; Saadet’in ölümünden ve Saadettin’in doğumundan neden sonra haberleri oldu. Daha doğrusu; Saadet’in vefatını haber verince bağırış-çığırış, sağı-solu tekmeleyip yumruklar atıp, ağıtlar yakıp, bana içi dolu, ağıza alınmayacak küfürler ve ilenmeler sırasında oğlumun doğumunu haber vermek zorunda kaldım, sadece acı bir tebessümle…
Oğlumu tehditle elimden alma, yasal olarak el koyma teşebbüsleri kaba anlamda avuçlarını yalamaları(3) ile neticelendi.
Bak Seda, Saadettin’in adını anasının adını çağrıştırması için ben koydum, olmaması gereken tek ‘a’ harfi ilâvesiyle. buraya da acıklı filmlerden, efekt(1) gerekli pasaj(1) ve parçaları monte eder(3), koyabilirsin istersen yahut da sen kendin ol burada kendine bir başarı platformu(1) oturttur, sana yakışan bir şekilde güzelleyebilirsen! Sanırım başarına destek olacaktır…”
“Yalnız yaşadığım ve şu ana kadar görmemiş olduğun dünyamda asla çalmadım. Eğer anlattıklarına göre bir eser yaratmaya çalışıp yaratacaksam bu eserde mutlaka sen olacaksın, eğer izin verirsen isminle, soyadı eklemeksizin. Şimdi duraklama hakkın sona erdiğine göre, sonuna kadar devam edip bitirmeyi düşünmez misin?”
“Oğlum bu yıl itibariyle, annem sayesinde ilkokula başladı. Ancak annem görevini bitirmiş gibi, o okula başladığında oğlumun annesinin ve kocasının (yani babamın) yanına ahrete yöneldi. Komşularımızın desteği, iki elim şakaklarımda düşünüyor, düşünmeye çalışıyorum işte. Çalışmasam aç kalırız, çalışırsam oğlum bakımsız…
Romanında bana ait bu boşluğu dolduracak şekilde bana nasihat, öneri, arkadaş tavsiyesi gibi gelecek konuları işlemeye çalış lütfen, ihtiyacım var ve şu an senden başka da kimsem yok, belki sanatkâr Serdar Ağabey bir de…
Bu nedenle romanını hemen sonlandırma, benim geleceğimi gör, yaşa, biçimlendir, ben olmasam da, bu mihnetle yaşamaya(3) devam etmeyi beceremesem de…
Ama inanıyorum ki; oğlumu sahiplenirsin, o senin koruman olur, gerçek anlamda. Ve sonra şahane bir eser olarak romanını sonlandır. Eğer yaşıyor olursam ilk basımının ilkini bana, yaşamıyorsam Saadettin’e ver lütfen, ama bedava olarak, yani bedelsiz. Böyle kıymetli bir eseri alacak kadar paramın olmayacağı kanaatindeyim.”
“Peki, ben bu romanda yer alacak mıyım? Alırsam kendimi nereye oturtayım?”
“Bak Seda, bu konu ve roman senin eserin olacak, benim gibi kıt akıllı(2) birinin senin kadar bilgisi olağandan öte olan birine katkısı ne olabilir ki? Sen hayal et, kur, kurgula…”
“Ama ara sıra sana da danışmam gerekebilir, cep telefon numaran nedir?”
“Bu konuyu şu anda paylaşmasak, yarın yine buradayım aynı saatte diyen üstat amcadan ayrıldığımız saatteki gibi Serdar Ağabeyin olduğu bölümünde karşılaşsak, buluşsak, haddim olmamasına(3) rağmen?..
Ve lütfen gücenme, ben de senin öykünü merak ediyorum, öykünü bilsem, belki romanına onu da bir gelecek olarak eklemen mümkün olabilir, ne dersin?”
“Olur! Ama benimki çok kısa, ayaküstü bir dakikalık yanlışlık ya da serüven. Ama mademki telefon numaranı vermedin, ben de senin beni merak etme hakkına saygı duymam gerektiğini düşünüyorum!”
“Peki! Bu pastane, poğaça ve çaylar beni kesmedi, söz veriyorum, doğal olarak inanabilirsen…”
“Sana güveniyorum mert bir insansın, sözünde duracaksın mutlaka…”
“O halde sana yemek ısmarlamamı da kabullen, anlat ve ondan sonra kendime bir tasma alayım, tut zincirinin ucundan ne dersen yapacakmışım gibi istediğini sor, söyle, emret, yaptır…”
“Sarhoş musun sen? Ne zaman yaptın bu yüklenmeyi, dediklerinin anlamından haberdar mısın?”
“Mutlaka bazı gerçekleri, 24 saatlik bir zaman dilimi sonlanmadan gayri resmi, içimden geldiği gibi değil de saklanarak söylemem için mutlaka sarhoş mu olmam gerek güzel Seda?”
“Anlamını hissediyorum, ama bilmem, istemem gerek seni. Çok kısa bir zaman harcadık beraber, evet! Benim yalnızlığıma sözlerin ve varlığın çok iyi geldi, isterim ki devamı olsun, hep göreyim yüzünü, hep işiteyim sesini, hep yanımda ol ve bana istediğim, arzuladığım güzel şeyleri söyle, durmaksızın, dinlenmeksizin, bencillik gizli gibi görünse de, ömür boyu…
Ve…
Her neyse fazla ilerlemek, gerilmene neden olmak istemem…”
“Söylemek o kadar zor değil ki Seda, hadi ben cesaretsizim, neredeyse çekincem altıma edecekmişim gerçeğinde, benim yerime cesur olmayı denemeye çalışsan…”
“Saadettin’in derslerinin az olduğu bir zaman sizi bir lokantaya, ya da ev yemeklerime güvenebilirseniz evimde bir akşam yemeğine davet etmek isterim!”
“Oh! ho! Hafta sonu bugün ve Saadettin’in bana ayırabileceği tek gün Cumartesi. Demek oluyor ki bir hafta süreyle yokuz, uzun zaman sonra, bir hafta sonunda, yumurtasız, patatessiz, makarnadan, karşı lokantaya yemek ısmarlamaktan sonra bir ev yemeği ile mükâfatlandırılacağız, öyle mi?”
“Her zamanki gibi gene anlamadım!”
“Oğlum derslerine çok düşkün, mola verebilir ve bana zaman ayırma hakkını kullanmak isterse ancak Cumartesi günleri müsait, hele ki herhangi bir futbol takımına sempatisi olmasa da güzel bir futbol maçı varsa ve bilet almayı akıl edebilmişsem. Bu hafta iyi bir maç olsa da, olmasa da bilet almayı unutacağım ve seninle birlikte olmak için onu ‘Aklım sıra’ razı etmeye çalışacağım. Neden ‘Aklım sıra!’ dedim, biliyor musun?..
Anasına çekmiş, sadece zeki değil, akıllı da, babası olarak övünüyor gibi gözüksem de. Ancak bu konuyu da nasıl olsa karşılaşınca soru-cevap şeklinde konuşmalardan, sanki bizi yönlendiriyormuş gibi sözlerinden anlayacaksın, nasıl olsa? Haberi sana yarın iletirim, müspet, ya da menfi. Ancak sormam gerek, beni ben başıma kabul etmek de geçer mi aklından?”
“Hiç kimseden çekincem yok, neden olmasın ki? Yalnız şunu söylememe izin ver lütfen, serde müneccimlik(1), hiss-i kabl el vuku(2) gibi bir meziyetin var mı Sedat?”
“Bu kez de ben anlamadım!”
“Yani demek istiyorum ki, telefon numaranı istedim, şu veya bu şekilde somurtup, mazeret uydurup vermedin, peki ben sana ev adresimi niye vereyim ki, gelmeniz gerektiğinde? Yani, bir kez daha Metroda akordeon duvarında mı bekleyeceğim seni, sizi yahut da sizler beni? Gel kapristen vazgeç, üstelik hissettiğim kadarıyla söylemen gerekenleri sıraya dizmeye çalış…”
“I-ıh demeye zorlama beni, evet, bazı şeyleri hissettiğine inansam da, saklayamadığım bazı şeyleri söylemekte sıkıntı çekiyor olsam da. Rahmetli karım, o birkaç aya sığışan beraberliğimizde çok şımarttı beni. Şu kısacık süre içinde itiraf etmeliyim ki, aynı yakınlığı gördüm senden. Eğer numaramı verirsem, sen de benimkini sahiplenirsen, sana rahat, dirlik, huzur verememekten, zamanlı-zamansız rahatsız etmekten, ağlayıp-sızlayıp dertlerime ortak olmanı istememden dolayı çekinirim…”
Biz hangi kanaldan, ne gibi bir araçla ve nasıl konuşuyorduk ki, tam-tam sesleri bile duyulmaksızın?
“Ha! Bu dediklerini ben de yalnız yaşayan bir kadın olarak başını dayayacak bir göğüs, yaslanacak bir omuz aradığımda yaşamamam için bir tembih olarak mı yorumlamalıyım? Her Cumartesi ben senin, sen benim yollarımızı mı gözleyeceğiz Metronun akordeon duvarlarında?”
“Diyen, doğru demiş; ‘Kadının fendi, erkeği daima yenermiş!’ Tamam, ‘Pes!’ dedim. Al, telefon numaramı, sen ara, ben de konuşmak değil seninle, kavuşayım sana. Sen istedin, apansız da olsa gecelerin bir yerlerinde uyanmayı(15)! Bilemeden göçen rahmetli Saadet’in bir sözü vardı; ‘Delisin, ama ara sıra, hem tümden değil, zararsız!’ gibi…”
“Karını çok sevmişsin belli; ‘Sevemez kimse seni, benim sevdiğim kadar…(16)” gibi. Ama ölenle de ölünmemeli Sedat, çünkü yaşam aynıyla devam ediyor. Bu Cumartesi oğlunu al, sözleşelim ve Saadet’le tanıştır beni, dualarımızla. Belki o, ilerilerin için yön verir sana hissettiklerinle, belki bana da yaşama küskün bir kadın olarak nasihat verir, yönlendirir, görevlendirir beni. Şimdi mesafe çok kısa, hem hava soğuk, ısınmaya meyilli gibi görünüyorsa da…”
Durdu, durakladı, sanki sözlerini tamamlayamamış gibi, devamı;
“Bu kadar sözüm yeterli olsun sana, git, dön evine. Yarın yeni bir gün olacak, inanıyorum, yemek ısmarlayacaktın, söz vermiştin bana, benden önce. O bakımdan ne ‘Allahaısmarladık!’ demek istiyorum, ne de ‘Güle güle!’ demeni bekliyorum!..
İsteğim gideceğimiz yer; ocak başı gibi duman, is, pis, koku, pide-kebap, içki kokularının egemen olduğu bir yer olmasın lütfen! Abarttığımı düşünme lütfen, öylesine mükemmel ve iyi bir insansın ki, diğer vasıfların bende gizli kalsın, seninle ekmek arası döner bile yeterli benim için, sade!”
“Çok kanaatkârsın, iyi ve güzel insan!”
“Bu bir iltifat mı, başlangıç olarak sahiplenme isteği taktiği mi?”
“Üç-beş saat içine sığışan bir yakınlığı inkâr edemem. Duygularına yön ve şekil vermeyi istemek de hem hakkım, hem de haddime değil. Haddimi aşmamamın gerektiğini biliyorum. İçimden geçenleri dürüst bir şekilde söylemem gerek. Seni söylemekte zorlansam da, utanarak söylesem de, istiyor muyum, seviyor muyum, yoksa sevmeye mi çalışıyorum?..
Seni sahiplenmek için bedenime değil, gönlüme, kalbime, ruhuma güvenmem gerek, ama bilemiyorum. Senin, eğer içinden geçerse, gönlünü kazanmama yardım etmeni isterim. Sana ihtiyacım var ve karımdan sonra sevip de yakınlık duyduğum tek varlıksın, ancak beni reddetmeye her an hakkın var, bunu bilmen en doğal hakkın, hevesin, arzun, isteğin, mantığın olmalı…
Saçlarının kokusu, ellerinin sıcaklığı benim için çok önemli. Yarın, gecikmeden hemen Saadet’le tanıştırayım seni. Saadettin’le de daha sonra…
Saadettin’den benim olanı iste, onda saklı olan kalbimi sana uzatırsa, çekinmeksizin al, sakla, sende kalsın! Ama yalvarırım, Saadet gibi yapma, kalbim hep sende kalsın, sana lâyık olmadığımı hissettiğin an, def et, gitsin!”
“Hadi, git artık, yarının yeni bir gün olması dileğini içinde saklı tut ve sana ait bu sözleri, romanıma nasıl uygulayıp oturtturacağım konusunda da bana yardımcı ol, lütfen!”
Gittim, gitmem farzdı, söz etmeden, sıcaklığını hissetmeden…
Yarın yeni bir gündü, Serdar Ağabey sevindi bizi görünce, üç-beş dakika arayla da olsa, indinde iki yabancı gibi görünsek de; “Mezarlığa gidiyoruz!” dememizin sebebini anlamış gibi olsa gerekti. Ses çıkarmadı, akordeonu yaylandırıp tuşlarına dokundu bilir gibi, hissedilmesini ister gibi, şarkının nakarat bölümüyle;
“Sen, gözlerimde bir renk, kulaklarımda bir ses olarak kalacaksın(17)!”
Hangimiz içindi o sözler, önemsizdi, ancak ben üstüme alınmıştım, birileriyle, yani Seda ile beraber sahiplenmemizin hiçbir sakıncası yoktu, ayrıca…
Kendimizce, bildiğimizce, öğrendiğimizce okuduk, dua ettik Saadet’in mezarı başında, paralı okuyan, dini sömüren kara sakallıya yüz vermedik! Çiçekleri dizdi Seda ve bana emretti; “Git!” diyerek.
Uzaklaştım, kadın-kadına ne konuştular(!) bilemezdim, ama “Gel!” dediğinde yanına geldiğimde kalbimin üzerine bastırdı işaret parmağını;
“Rahat ol, artık görev bende! Hatta Saadettin’in kalbini de direnmezse alabileceğimi ima etti Saadet, söz veremedi, ama! Şimdi burada mı söylemek istersin, söylemek istediklerini, içinden geçenleri, yoksa yemek yerken mi?”
“Bu konuda Saadet’e başka bir şey sormadın mı, o da söylemedi mi?”
“Ne gibi?”
“Meselâ; ‘Uzun bir yolunuz var, ayrı geçireceğiniz her an sizin zararınıza!’ der gibi!”
“Söyledi de, anlayamamıştım, bak sen açıklayınca hoşuma gitti!”
“Ama iki sakıncamız var!”
“Ne gibi?”
“Zenginsin!”
“Geç bi kalem! Önemsiz, her şey benim değil, bizim!”
“Seviyorum, seni sevdiğimi hissediyorum, ama beynim seni istediğime zorluyor beni. Bu yanlış! ‘Git!’ de, gideyim, seni istediğime değil, seni sevdiğime beynimi ikna edince koşup geleyim sana. Gerçeği söylemem gerek, Saadet’i yitirdikten sonra yeniden sevebileceğimi aklımdan geçirmezdim. Sadece sana değil, gönlümde hiç kimseye yer yoktu. Buraya, mezarına geldik Saadet’in ve dönüyoruz. Sanki yıllardır bilip tanıyorum seni. Bana ‘Seni seviyorum’ gibi geliyor!”
“Bu; seni azat etmememin gerektiğinin izahı…”
“Tut elimden, hiç bırakma beni ve Tanrım duysun beni. Beni sensiz bırakmasın asla! Hep seveyim seni ve Tanrım eğer beni kendisine sadık(1), dürüst bir insan olarak tanıyıp biliyorsa önce benim canımı alsın!”
“O nasıl söz öyle? Haydi yoluna, ben taksi tutar dönerim evime…”
“Ben de, belki Tanrımızın iyi tarafına gelirim, ona koşarım, o da beni memnuniyetle kabullenip yanına alır, sen de; ‘Kara bahtım, kem talihim…(18)’ diyerek çığırır durursun artık!”
“Tanrının yol gösterip birbirine kavuşanları sonra ayırdığını duydun mu hiç, hele ki seven biri sevdiği birine söz verdiği şekilde borçlu ise? Önümüzdeki ilk Cumartesi günü, beni Saadettin’le tanıştırsan, annesinin mezarına gidip dua etsek gene beraber ve dönsek benim evime, bulabileceğimi sanmadığım ‘Kuş Sütü’ hariç size akşam yemeği ikram etsem…”
“I-ıh, demem, şekil Saadettin’in tavrıyla gerçekleşir ancak…”
“Saadettin’in beni kabulleneceği inancını yaşıyorum. Hadi ayrılalım artık Saadet’in başından. Belki taksi tutuncaya kadar, belki de hemen ulaşalım arzusu yaşadığım önümüzdeki Cumartesi akşamı elimden tutar, saçlarımı koklar, hatta kucaklayıp öpersin ve…”
“Hem de oğlumun yanında? Deli olma!”
“Sen de etme! Görür görmez, körken sevdim seni, acıyarak değil. O küçücük kâğıt para ile satın almaya çalıştım seni…”
“Ay! Ay! Ay! Çok inandım!”
“Gülme! İnanmadığın para mı?”
“Tabii ki!”
“Diğeri? Yani sevgim…”
“Gözlerim kapalı, elin eldivenli de olsa elimdeyken hissettiğim sıcaklığını sahiplenmek istedim hemen, muhtemelen gönlümden geçen sesleniş; ‘Kalp, kalbe karşıdır!(19)’ olsa gerekti. Bir an tereddüdüm olmadı değil, Saadet yüzük olarak parmağımdaydı hâlâ, tıpkı şu anda olduğu gibi. Ben yalnızdım, hemen o an senin için; ‘İnşallah evli-barklı değildir!’ duası geçti içimden…”
“İnanayım mı?”
“İnanman için Hayvanat Bahçesindeki aslanların kafeslerine mi gireyim? Ya da daha zor bir emrini mi yerine getireyim, söyle!”
“Gerçekten de Saadet’in fark ettiği gibi kafatasında, delilik modunda birkaç tahta eksikliği var gibi görünüyor. Buna önce Saadet’in, sonra hüsnü kuruntum(2) gibi yorumlasam da benim sebep olmam sevinç benim için. Sadece ‘Seviyorum!” demek varken, saçma-sapan sözlere ne gerek var ki? Burada elimi sıkıca tutup ‘Seviyorum!’ dersin, ilk karanlık imkânda öper, ayrılınca gene ‘Seviyorum!’ dersin, bıktırıncaya kadar. Ancak şunu bil ki asla bıkmam!”
“Evet, ‘Seviyorum!’ yaşamımız boyu her ne olursa olsun, seninle olacağım her an cesurca söyleyeceğim. Ben de şunu bilmeni istiyorum; sana sevgim sona kalmış bir artık değil, başlangıç! Son anıma kadar yalnız senin kalacağım, ölsem de devam edecek, Tanrım beni bağışlasın!”
“İnanıyorum!...”
“Neden durakladın?”
“Yeri değil, sonra söylerim!”
“Sen daha iyi bilirsin, beklerim, ısrar etmeyeceğim, o anı bekleyeceğim!”
Zaman geçmek bilmiyor, ben Seda’nın heyecanının dinip söylemek istediğini söylemesini bekliyordum.
Taksiden indik;
“Biraz yürüyelim mi? Ya da bir yere oturalım mı?”
“Mezarlıkta üşüdün, değil mi? Hadi bir yerlere girelim, bitki çayı iç, ya da dur bakayım salep seversen, ısmarlayayım!”
“Sen, nasıl istersen!”
“Hop, işte orda dur! Teslim olma! Bundan böyle ben senin kölenim, bunu unutma!”
“Peki!”
Oturduk, hüzünlüydü;
“Önce itiraf etmeliyim ki; ben ne öpmesini, ne de öpüşmesini biliyorum. Sevmek gibi bana öpmeyi de öğretirsin ki ben de ‘Öpücüklere boğmak(3)’ ne demek öğrenmiş olurum!”
“O iş kolay, uzman sayılırım bu konuda!”
“Ne dedin, anlamadım, tekrarlar mısın lütfen?”
“Yanlış bir söz! ‘Bu sabah hava berrak! (20)’ demek istemiştim!”
“Ben de öyle düşünmüştüm!”
“Sana bugüne değin ‘Kıskanç’ olduğunu söyleyen oldu mu?”
“Seven kıskanır, oğlum!”
“Gerçek mi? Hem de ‘Oğlum!’ eklentisiyle…”
“Aklımı karıştırdın! Sana ilk kör anında söylemiştim, neden tekrarlatıyorsun ki? Se-ni-se-vi-yo-rum! Oldu mu? Tekrarlayayım mı? Ama anlatacaklarımdan yani benim öykümü dinledikten sonra buna hakkım olacak mı, bilemiyorum!”
“Öncelikle bana beni sevdiğini söylemene doyamadığımı, yaşamında nasıl bir öykü yaşamış olursan ol, seni her şeyinle kabullendiğimi bil! Ancak bu kadar kısa süre içinde biri bana senin beni sevdiğini söylese inan, inanmakta zorluk çekerdim…
Ve bunu söylemekte asla sıkıntı çekmediğimi bil, seni çok sevdim, seni çok seviyorum, bunu aşk diye adlandırmakta da sıkıntı çekmiyorum. Hadi şimdi bir taksi tutup yemeğe gidelim!”
“Önce şöyle bir çay içiminde bilmen gerekenleri anlatayım ki, yemeğin zehir-zemberek(2) olmasın!”
“Bilmem gerekenlerin hiç önemi yok! Yemeğimizi yerken anlatırsın, hiçbir sözün benim için zehir zemberek anlamını içermez!”
“Tamam, gidelim, ama öncelikle bilmen gerekir, diye düşünürüm.”
“Tamam, olur! İskender-künefe için ne dersin? Oturduktan bir süre sonra ısmarlarsın, sen de ne diyeceksen, dersin. Ben de ‘Umursamadığımı’ tekrarlarım. Oldu mu? Kredi Kartım yanımda, ama acele ettim, yanıma taksi parası almamışım, umarım ödeyebilirsin, değil mi?”
“Şey! Bu konuda hassas olduğunu bildiğimden, sen yanımdayken hüviyetim dışında cüzdan taşımıyorum, yani…”
“Çok ayıp, denedin yani beni? Sadece güvenini kazanmak, bana aniden bir şey olursa oğlumla ana-oğul ortalıkta kalmayacağınıza inanmak geçti içimden!”
“Sözünü biraz açar mısın sevdiğim? Henüz evlenme bile teklif etmedin, edeceğin konusunda da şüpheliyim, ama ne kadar çabuk karı-koca, ana-oğul olduk!?”
Taksi görünmüştü, işaret ettim ve “Sevdiğim!” şeklinde imalı konuşma gayreti yaşayan Seda’ya elimle “Sus!” işareti yaptım, tıpkı Metro duvarındaki gibi. Sonra elini tutup bırakmaksızın arabaya binmesine yardım ederken fısıldadım;
“Devamı yemekte!...”
Garsona; “Siparişi biraz sonra vereceğiz!” dedim ve yanıma oturmak yerine karşıma geçene fısıldama ötesinde, yalvarır gibi bakıp;
“Önce ben! Açılayım mı?”
“Kaba kaçacak ama egoist adam, dökül bakalım!”
“Bak Seda! Aklımdan asla seni sahiplenmek geçmiyor. Gerçekten sevdim seni, senden vazgeçmem mümkün değil! Beni sevdiğine de tüm kalbimle inanıyorum. Biz baba-oğul geçinebiliyoruz! Kimseye değil, ama öncelikle ben, sonra oğlum sana muhtacız. Evim kira, sorunumuz yok, ancak çok gayret edip istesem de bir ana gibi oğluma yetemiyorum. Sanıyorum görüp bilmesem de oldukça büyük bir evin olduğunu düşünüyorum…”
Duraklayınca tasdik etmek gereğini hissetti Seda;
“Evet! Dinliyorum!”
“Seni seviyorum, üstelik sana ihtiyacımız olduğunu da vurguladım, maddiyat, menfaat beklentisi içinde olduğumu düşünmemen dileğim, bu düşünce beni yaralar. Seni istiyorum, ev-bark önemli değil, yaşayabileceğine inanabilirsen sen gel evimize, mutluluk her yerde ikimize de lâzım, nasıl ister, dilersen. Ama içimden geçeni söylemezsem, sana karşı riya ettiğim(3) inancını yaşardım. İstersen ittir beni bir kenara koy, ama önce sahiplen, ufacıcık da menfaat gibi bir art niyet sezersen bende, gerçekten kov, kanalizasyonlara süpür beni…”
“Neler söylüyorsun, kulakların duyuyor mu söylediklerini?”
“Ben kendim için söylemeye çalışıyorum. Beni istemezsen, benim olmanı asla dileyemem, ama bana herhangi bir nedenle, herhangi bir şey olur da yaşamdan çekilirsem oğluma, oğlumuz olarak anne olmaya çalış lütfen! Saadet’ten sonra gönlüme erişen olacağını, birinin gönlümü sevgisiyle dolduracağını aklımdan bile geçirmezken doldurdun gönlümü, aldın aklımı, sevebileceğim kanaatini hissettirip yaşattın bana. Sevdim seni, bilmen belki mümkün olmayabilir, ama çok sevdim seni, sadece inancın menfaatim benim…”
Sesimi kesmem gerekti, İskenderler gelmişti ve Seda’nın tepkisi;
“Allah! Bu kadar şeyi nasıl bitireceğim ben?”
“Merak etme! Deminden beri başının etini yemem yetmedi bana, tabağında kalanı ben sünnetlerim(3)!”
“Sünnetlemek mi, nasıl yani?”
“Tabağı yıkanması gerekmeyecek şekilde silip, süpürüp, temizlemek, bir yazar olarak duyup bilmediğim kelime deme, inanmam!”
Ve şaklabanlık sıram gelmişti; bardağa doldurduğum suyu hüpleyerek içtim, umursamadı, ilk lokmada ağzımı şaplattım, önemsemedi;
“Öksürmedin, dikkatini çekemedim galiba?”
“Zihnim meşgul, hem bilerek yaptığını biliyorum, düşünüyorum…”
“Neyi?”
“Seni! Başlangıç olarak ‘Bu kadar sevilmeye lâyık mıyım?’ diye. Sonra öykümdeki yanlışlığı söyleyince beni terk edeceğinden çekiniyor değil, korkuyorum…”
“Saçmalama lütfen Seda’m, bir tanem, aşkım ve sonum, gönlümdesin. Seni sevdiğimi bu kez fısıldamayacağım, ayağa kalkıp…”
“Otur yerine lütfen, yemene devam et, beni utandırma lütfen, ben de huzurla yememe devam edeyim!”
“O zaman sen de beni kıskandırma!”
“Anlamadım, ne gibi?”
“Yaşamda en çok kullandığın cümle ‘Ne gibi?’ olsa gerek!
“Neyse, bak garsona ‘Teşekkür ederim!’ dedin. Şarkıdaki gibi ‘Birine söz söylediğinde(21) kıskanacağımı” anlatmadım mı sana? Üstelik saçın da yüzüne değiyor(21)!”
“Sen şu devlet dairesindeki mühendislik işinden, böylece benim için iki de bir izin almak ya da kendiliğinden kendini izinli saymaktan vazgeç! Edebiyatçı, edip ol, şiir yaz, benim yerime öykü yazmaya çalış, söz kopya veririm sana!”
“Demek istiyorsun ki; ‘Bir fırın ekmek ye, mobidik(22) ol, ben de seni kapının önüne koyup, kapıyı arkandan kapatayım!’ Öyle mi?”
“Senin sevgine, davranışların dâhil şaka niteliğindeki tüm sözlerine içtenlikle inanıyorum, iyi niyetin dışında da aklımdan bir şey geçmiyor. Susuyorum, çünkü bana lâf yetiştireceğim derken, dönerin soğuyacak, yemekten de, benimle olmaktan da zevk alamayacaksın!”
“Peki, yakışmadığı halde küstüm ve sustum, sadece lokmaları ağzıma götürürken ağzımı açacağım, zorba(1), tiran(1), diktatör(1) Seda!”
“Sensin ve hâlâ…
İlkokul çocuğu!”
Ekleyecek sözüm yoktu. Künefeyi bile bitirdik o suskunlukla.
“Açabilir miyim ağzımı, seninle sohbet de, didişmek de çok güzel, başlangıç olarak çayları bekleyelim ve ‘Hüp!’ deme kahrını zalimce sana yaşatmaksızın devam edeyim mi Seda?”
“Mühendisler böyle çok mu konuşurlar(23)? Bir de kadınların adı çıkmış!”
“Yok! Nevi şahsına münhasır(2), mülâhazat hanesi boş(2) biriyim ben, ama çenemin düşüklüğü(2) sadece senin için…”
“İnandım!”
“O halde, beni koynuna değil, bizi yuvana al, oğlumu canına emanet et, manen ortak ol bize, ama öncelikle oğluma. Evlen benimle, ya da bir yılkı(1) gibi sal dağlara beni, yalvarıp yakarsam da, dönmeme izin verme, ‘Yok!’ de, benim sensizliğe katlanabilmem için dualarını esirgeme benden…”
“Öncemizde yasaklamama rağmen, neler saçmalıyorsun? Ben yaşamımda, bedenimde eksikliğim, noksanım olduğunu bile bile bağlandım sana, beni kabullendiğin inancı ile. Tüm servetimi yok eder, vakıflara bağışlar, senden, sizden asla vazgeçmem…
‘Gel!’ dersen sığınağım olursun, sığınırım evinize. ‘Gelelim!’ derseniz sultanım, veliahdım, olursunuz evimde başınıza buyruk, ama benim olarak. Açıklamam gerek, istersen kalkalım, istersen ikinci çayı da getirsinler, çok kısa demiştim öyküm, söyleyeyim ve benim için bana ondan sonra karar ver!”
“Düşüncelerim, fikrim, arzum, isteğim asla değişmeyecek, ama anlatmak istiyorsun, benim de saygı göstermem gerek sana…”
“Üniversitede arkadaşım vardı, ilgi alanımda, hoşlanıyordum, ileri anlamda samimiyetim olmayan. Beni sevdiğini söylüyor ve aptalca inanıyordum ona. Mezun olduk, mezuniyet töreni ertesi kokteyl vardı. İçki içmem, içkiyle aram yok, ailece de bu böyleydi. ‘Hayır!’ deyip meyve suyu istediğimde, adını söylemek istemediğim, dileğine ulaşan menhus(1) varlık; ‘Ne?’ diye sordu, kabaca. ‘Vişne Suyu olabilir?’ dedim, sırıtarak gitti ve döndü.
‘Tadı buruk gibi geldi, bana!’ dediğimde, çerezlerden, ordövr(1) tabağındakilerdendir, ağzının tadı bozulmuştur!’ dedi. Sabah bilmediğim bir yataktan kalktığımda bu kez pişmiş kelle gibi sırıtıyordu(3); ‘Artık benimsin, herkese söylerim, benimle evlenmekten başka çaren yok!’ diyordu. Sonucu, utanıyorum, söyleyemem!”
“Önemli değil, seni seviyorum ve sana olan aşkımdan feragat etmek(3) aklımın ucundan geçmiyor! Devamı varsa anlat, yoksa benim için değişen bir şey yok, gönlümde!”
“Feci, fecaat(1) diyeceğim son, hüznümün, tüm insanlardan uzaklaşıp, aileme ait ne var ne yoksa ucuz-pahalı demeksizin satıp inzivaya çekilişimin(3) nedeni. Ailem tek kız çocukları olan beni, abartı şeklinde olsa da kirpiğimin en uç noktasına kadar bilir tanırdı. Saklamaz, saklanmazdım! Annem benim kız olmaktan hamile kalmamış olsam da kadın olarak çıktığımı öğrenince bayıldı, biz yetişinceye kadar yıkıldı, beyin kanaması geçirdi ve anında yitirdik.
O ana kadar sakin olmaya çalışan babam da, ben de çıldırır gibiydik! İşin maskaralık tarafı o da annemin cenazesine gelmişti, beşuş bir çehreyle(2), kenarlarda bir yerlerde görünecek şekilde. Film kopacaktı, ama nasıl, babamın hüznünden, gözyaşlarından ve yüzünden bir şey anlamayacak kadar cehalete bürünmüştüm…”
“Seni teselli edebileceksem, anlatma istersen, daya başını omzuma demek isterim!”
“Az kaldı, bitiriyorum. Utanmaz adam yaklaşık bir hafta ya da on gün kadar sonra kapımıza geldi, yavşak(1) gibi ve kapıyı açan babama; ‘Kızınız, sanırım benimle evlenmek zorunda olduğunu anlatmıştır, size!’ gibi bir şeyler söyledi, yarım-yamalak ancak kulağıma iliştiği kadarıyla. ‘Buyur!’ etti babam, fazla söz söylemeden…
Odasına gitti, silâhını alıp karşısına dikildi ve neden olduğunu anlayamadığım sebeple tahakküm etmeye(3) çalışan karşısındakinin gözlerinin şaşkınca açılmasına aldırış etmeden, babam alnından tek kurşunla öldürdü onu ve sonra o tabancayı şakağına dayayıp, tetiği bir kez daha çekti…
Ben, beni, neden yalnız ve hüzünlü ve gerektiğince şefkate, sevgiye ihtiyacım olduğunu anlatabildim mi? Eğer, yaşasaydılar, seni de anlatırdım onlara açık yüreklilikle ve ertesi akşam yemeğinde mutlaka beraber olurduk!”
“Sarılıp teselli etmek isterdim seni şu anda ortam uygun olabilseydi. Başın sağ olsun, acın, benim de acım. Benim senden başka hiçbir öyküye de, canlıya da, doğru da olsa yaşananlara ihtiyacım yok! Sadece sen varsın, senin kirpiklerin kadar çok değilse de, kanımın son damlasına kadar seninim...
Yaşamına moral, renk, mutluluk, saadet olup acılarına son veremesem de, azaltabilirsem mutlu olurum. Keşke daha önce anlatmayı deneseydin, şimdi özür borçlu olduğumu hissettiğim hiçbir şaklabanlığımın sonucunu almak istemezdim senden!”
“Denedim! Ama şu ana kadar hiç ısrar gelmedi senden. Şimdi de seni kaybetmek ihtimali pahasına ben diledim, sen de sabırla diledin. Şimdi senin söylediğini tekrarlayacağım sana; ‘İster koynuna al, sar, mutlu et beni, ister bir yılkı gibi dağlara sal beni…”
“Ben gözyaşlarına bile tahammül edemezken, ayrılığı, azat etmeyi nasıl düşünebilirim ki? Sil gözlerini, istersen lâvaboya git, gel ve çıkalım buradan!”
Çıktık, yola dizildik, yan yana koluma girdi, başını dayadı kolu üstünden koluma;
“Haksızlık etmeyeyim, hakkımda ne karar verirsen razıyım, önceki söylediklerimin hiçbirinden sapmaksızın. Özeniyorum, özenmek de hakkım sanıyorum, eğer senin olmamı kabullenirsen. Saadettin gibi, Saadettin’den farkı, farkları olmayan, onlara ağabeylik yapacağı benim, bizim de veliahdımız, veliahtlarımız olsun…
Gene sözlerini tekrarlayacağım. Nikâhına almasan da, senin olamasam da ‘Eğer bana bir şey olur da yaşamınızdan çekilirsem, ya da sensiz kalsam da bu evin erkeği sensin’ Sen bu evde yaşayasın istiyorum, hiç olmazsa kokunu, nefesini hissederim. Ama gizli isteğimi de iletmeden geçemem. Baba-oğul taşının evime ve beni sahiplenin. Biz, bizim olalım, oğlun senin olduğu kadar benim de oğlum olduğunu bilsin, bu; önemli!”
“Seni sevdim, beni geçmişinde yaşadığın hüzün ilgilendirmiyor, seni seviyor ve istiyorum. Oğluma analık yapman ve romanına başlaman ve bitirmen dileğim. Nikâhtan önce baba-oğul bir sözün vardı, hani ‘Kuş sütünün eksik olmayacağı’ akşam yemeği gibi. Seni azat ediyorum şimdi, fazla yorulma, fazla zahmete girme, ‘Kuş sütü’ espri zaten. Beraber olduktan sonra gerekirse yağda yumurta yeriz, ne bileyim dışarıdan pizza falan ısmarlarız. Benden istediğin bir şey olursa telefon et, ‘Gelin!’ dediğinde de seni bekletmemek için taksiyle çıkarız yola…”
“Anlaşıldı komutan!”
“Evlenelim; ‘Kocam!’ demenden ziyade biz bizeyken ‘Sevgilim!’ demenden ömür boyu hoşnut olacağımı bilmeni isteyeceğim!”
“Olur sevgilim!..”
Önce “Kuş sütünün eksik olmadığı” akşam yemeğimizi yedik.
Seda olağanüstü bir insandı, kadın olmak belki herkese yakışırdı, ama Seda gibi insan olmak için özel olmak gerekirdi.
Sormadan, soruşturmadan; “Öğren!” diyerek oğluma dizüstü bilgisayar almıştı.
“Bundan sonrasını baba-oğul siz halledip başarırsınız artık. Bundan sonra benim size vereceğim yüreğim, kucağım ve yuvamız. Tabiidir ki Saadettin sen de beni isteyip sevebileceksen!”
Sessiz kaldı bir süre Saadettin, sonra anlayamayacağımız bir şekilde Seda’nın ve benim baldırlarımıza sarıldı;
“Anne bilmedim, sen annemsin benim, üstelik ve sadece annem!”
Saadettin ders çalışmak için Seda Annesinin(!) izniyle odalardan birine sakladı kendini. Centilmen bir adam olarak ev sahibi hanımefendinin yardımına koştum, masayı kaldırdık beraber, bulaşık makinesine yerleştirdik. Bir anda bana yakışan, benim özlemiş olarak istediğim onun bilmediğini söylediği kazayı yaşadık, beraber.
“Öğrendin mi, ya da öğretebildim mi merak ettiğini?”
“Evet! Tatlı, güzel bir şeymiş!”
“O halde ben bilmiyormuşum gibi sen de bana öğret!”
“Tam olarak öğrenemedim, acele fecele(2)! Uygun bir zamanda gerçek bir öğretmen gibi öğretirsin, şimdi yapmam gereken şeyler için bana izin verir misin sevdiğim?”
“Bir kere ben, ben başıma ‘sevdiğin’ değilim, ‘sevgili’ değil miyiz biz? Seni çok sevdiğimi neden anlamamak için direniyorsun ki, üstelik öpmeme izin verdiğin halde? Herhalde…”
“Oğlan ders çalışıyor, abuk sabuk konuşmaksızın(3) rahat bir zamanda öğretmen gerekenleri adamakıllı öğret, ama önce nikâhla beni, eşin olayım, sükûtundan vazgeç, sevgilim! Oldu mu, anlatabildim mi?”
Sahibimdi, biliyordu bunu, sükût etmiyor, sevgimin saygımla bütünleşmesi konumunu muhafaza etmeye çalışıyordum. Oysa hazırdım, belki “Hazırdık!” da diyebilirdim. Ama sevgi her şeyden üstündü.
İnsanların dilekleriyle arzuları bir anda gerçekleşmiyordu. Önce Alaattin’in Sihirli Lâmbasını(24) bulmak, sonrasında o bir dudağı yerde, bir dudağı gökte olan dev Arap; “Dile benden, ne dilersen!” dediğinde şaşkınlığımla şaklabanlık yapıp; “Özür dilerim!” ya da şaşkınlığa devam ederek; “Sağlığını dilerim!” demek yerine içimin tümünü dökerek istediklerimi sıralamaydım.
Bazen kendim kendime söylenirken, ya da konuşurken kendime; “Akıllı adamım yav!” diyerek takdir ederdim kendimi! Nedenine gelince; Saadet’le tığ-ı teber, şah-ı merden(25) bir evlilik yapmıştık. Bu konuyla ilgili bir kısım şeyleri bilip bu kez hazırlanmam ve hazırlamam gereken eksiklikleri tamamlamam gerekti. Örneğin; her ne olmuşsa olmuş, benim için Seda’nın dünyasında ilk olacaktım ben, ona mutlaka gelinlik yakışacaktı.
Örneğin; haldır-huldur(2) “Hadi gel evlenelim!” demek olur muydu? Dünürlük? Şahitler? Benim adıma bana kim isteyecekti Seda’yı? Seda’yı bana kim verecekti, Allah’ın izni, Peygamberin kavliyle, hem nerde? Seda’nın o mükemmel evinde “Al gülüm, ver gülüm!” şeklinde evcilik oynayamazdık! Kimler çıkacaktı kerevete(3)?
Espri olsun, evet, ama mantıklı ve ciddiyet de görüntü olarak ortamda yer almalıydı!
Serdar Ağabey? Evet, başarırdı çöpçatanlık(1) amaçlı dünürlüğü. Nikâh şahitliği? Bak! Ona da “I-ıh!” diyeceği pek aklımdan geçmiyordu, hatta memnuniyetle kabulleneceğini düşünmek fazla iyimser bir görüş olmazdı herhalde. O, benim için isterdi de, gelini kim verirdi bana acaba? Tıpkı “To be or not to be, that is the question(26)” şeklinde bir durum!
Peki, Seda’ya haber vermeksizin bu “Dünürlük Olayını” sürpriz olarak gerçekleştirmem mümkün müydü? Amcaya fazla yüklenmemem gerekti, ama gene de nabız yoklamanın(3) ne zararı olurdu ki? Önce bana göre doğrularımı tasdiklemem, sonra anlamam, anlatmam gerekliydi…
Ben de, Seda da annesiz, babasızdık. Oğlanın; yani benim annem olarak Sevdiye Ablam kızı ister, Seda’nın tarafı da Serdar Ağabey olur ve Seda’yı bana verirdi!
Serdar Ağabeyin torunu Sadettin’le, Saadettin neredeyse adaş gibiydiler; benim oğlumun “a” harfi katkısını saymazsak! Özellikle dede ve ninenin oğlana kısaca “Sado!” dediklerini de eklemem gerek! Herhalde onlara fazla bilgileri olmasa da çiçekçiden çiçek, pastacıdan çikolataların ne cins olacaklarını öğrenip satın almalarını rica edebilirdim. Eee! Bunun için de ekonomik olarak ceplerine yardımda bulunmam gerekli ve şarttı.
Danışmam, önce gönlünü, sonra iznini almam gerekti Serdar Ağabeyin, mademki sürpriz olsun istiyorum, o halde Seda’dan habersiz!
Tek taş yüzük, alyans? Ölçüsü aklımdaydı Seda’nın parmaklarının, ama aydır gaydır(2) yapıp bir vesileyle ya onun yüzüklerinden birini çalar, ya da geniş ufuk düzenbazlığımla(1); “Ne güzel parmakları varmış benim Seda’mın?” şeklinde yağcılık, yağdanlık, yalakalık hareketimle ölçüyü zihnimde pekiştirirdim.
Annemden kalan inci gerdanlığı takardım boynuna. Ancak o koca koca taşlı yüzüklerle, akarsu mu, altınsu mu ne denen bilezik konusunda ne yapabilirdim, saksım (yani içinde beynimin olduğunu farz ettiğim şey) çalışmıyor, ya da çalışmamak için direniyordu.
“Aklın yolu bir!” dense de bende o konu sıfır düzeyindeydi. Ama el uzatsam destekleneceğim konusunda hiç şüphem yoktu!
Sözleştik Seda ile Saadettin’le evimize doğru yönelirken.
“Bu vakitte belki taksi bulamazsınız, şu anahtar, garajdaki E cepte, 11 Numaralı parktaki beyaz araba benim, Garaja Giriş Kartı, ön panjurda, ruhsat ve diğer belgeler sağ güneşlik arkasında. Pardon, affedersin, özür dilerim, hiç söz konusu olmadı, ehliyetin var, di mi?”
Herhalde yüzüne öyle bir şekilde bakmıştım ki, sadece;
“Demedim!” demek zorunda kalmıştı, herhalde oğlum yanımızda ve bizi dikkatle süzerken özrünü şekillendirmek için ödüllendirmeye kalkışmasını beklemem safdillik(1) olurdu. Hele ki, otomatlar gün ışığı gibi koridorları ve asansör önünü aydınlatırken. Gene de “Beterin beteri vardır!” demek geçmedi değil, içimden...
Seda’ya söylediğim saatten neredeyse bir saat kadar önce ulaştım Metro koridorlarına. Ağabeyimiz o gün için belki de özel olarak gecikmeyi plânlamış olsa gerekti. Ehlen ve sehlen(2) salınarak gelişini görünce koştum yanına hemen. Tapulu (gibi) olan yerine geçip enstrüman kutusunu açıncaya kadar demem gerekenleri sıralamaya çalıştım, yarım-yamalak dinlemesine fırsat bırakmaksızın.
Seda ufukta göründüğünde hâlâ cevap verememişti. Seda yanımıza gelince dile geldi;
“Bu oğlan sana; ‘Yuva kuralım!’ demiş, sen de ‘He!’ demişsin. Bir sürü şeyler zırvaladı, ama aklımda kalan; ‘Nikâh şahidiniz olmam’ isteği. Olmaz! İki nedenle. Birincisi; ‘Sabah sabah!’ demeksizin burada, bu ortamda çaldığımda iki sevgili olarak uluorta dans etmeniz gerekli ve şart… İkinci; her şeyin bir yolu yordamı var. Biliyorsunuz size bir yemek vaadim vardı, bugün yetiştiremeyebilir teyzeniz, ama yarın akşam sizleri mutlaka yemeğe bekliyorum. İsterseniz Saadettin’i gönderin, benim torunum Sadettin’i de yanına katayım, biraz gezip dolaşsınlar, hava alsınlar, sinemaya tiyatroya gitsinler, ufukları açılsın!”
Benim için bulunmaz fırsattı, Seda’nın parmağının ölçüsünü dans ederken alabilirdim. Ama itiraz hakkımızı benim adıma da Seda’nın kullanması şart gibiydi;
“Ağabey size zahmet vermeyelim! Hem Sedat, sen işlemlere başladın mı?”
“Nüfus Kâğıdını, fotoğrafını, imzalı belgeni, ayrıca boş kâğıda imzanı aldım ya. O imzalı boş kâğıda; ‘Her türlü tasarrufum, malım, mülküm, param-pulum Sedat’ındır’ diye yazdım, gidip Notere tasdik ettireceğim…”
“Sen yoksan, hepsinin değeri benim indimde sıfır!”
“İkinci paragrafta da; ‘Mal-mülk, para-pul hiç önemli değil, namusum, şerefim, haysiyetim(1) ve tüm geleceğimin de ona ait olduğunu tasdik ederim!’ şeklinde hakkım olmayan böyle bir görüş belirttim. Bilmiyorum, doğru mu yaptım, çünkü benim için yaşam sensin ve yaşamın içinde bence bu sözü söyleyebilirim gibime geldi…”
“Yerden göğe kadar haklısın, keşke dünyaya seninle birlikte göz açmış olabilseydim!”
“O önemli değil ki, bir tanem. Bundan böyle dünyayı birbirimizle paylaşıp aynı yollarda yürürüz, yürüyeceğiz de. Serdar Abi mesaisine başlayacak, hadi onu fazla meşgul etmeyelim, biz; biz bize ‘Gülelim, eğlenelim, kâm alalım dünyadan(27)‘ Hadi!”
“Hop! Bir saniye gençler! ‘Acaba?’ diyorum, benim de sizinle aynı şeyleri düşünmem için bir şeylerin üstesinden gelmeyi unutmadınız mı? Örneğin sataşma olarak da düşünebilirsin kızım!” derken akordeonun tuşlarına dokundu;
“Kız seni alan yaşadı, dertlerini de boşadı! (28)”
Kaçacak bir yerimiz yoktu, hele ki ben çok konuda olduğu gibi dans konusunda su katılmamış Fransız’dım(3), bu nedenle ritme uygun mu, değil mi, yerimizde sallanmaya başladık. Serdar Amca baktı ki, bizde “Bi mok yok(29)!” Rahmetli Kayahan’dan medet umdu(3);
“Ay ışığında gözlerin parlayan yıldızlar gibi…(30)”
Biz çevremizde oluşan “C” harfinin içinde dans edenlere imrenerek bakıp aynı hareketleri tekrarlamaya çalıştık, daha doğrusu Seda’nın yönetimiyle eh, ben tek başıma oldukça başarılı oldum galiba, övünmek gibi olmasın!
Zamanı ne durdurmak, ne de hızlandırmak mümkündü, hem asla. “İyi, güzel, fevkalâde kullanmak ve ona göre de tüketmek” tüm insanların elinde değil mi? Ancak yarından sonraki, bugünün ertesi günü (bana göre) gelmekte öylesine gecikti ki!
Bebelere büyük-küçük, ayırım yapmadan kısaca Sadettin demem gerekecek. Bir teşebbüsle oğlumu okuldan alan Sadettin Ağabeyi, dedesinin ve babaannesinin talimatlarına uygun olarak, neler gerekiyorsa hepsini alıp, her şeyi yerine getirmişti! İki farklı katkıyla; oğlum kabak çekirdeğini seviyordu, ağabeyi kontenjandan 100 gr kadar almış, bedelini ödemişti. Bir de belki de -verilen talimat üzerine- kendince beğenileceğini umduğu bir yüzük almıştı, Seda’ya. Seda; abla mı, yoksa yenge mi olacaktı, onu zaman gösterecekti.
Sadettin’in Seda’yı yenge tavırlı görmesi ayıp ki, ayıptı. Çünkü beni aileden kabul edip “Ağabey” diyordu, Seda’yı gelin saymış olsa gerekti. Bunda oğlumun bir katkısı olabilir miydi, bilmem mümkün değildi…
Ev, Yemek Masası, Serdar Ağabey, Sevdiye Abla, Sadettin ve Saadettin, Seda ve ben hazırdık! Serdar Ağabey sürpriz olarak oğlunu ve gelinini de çağırmış, masanın iki kısa başına tüm itirazlarımıza karşın karşılıklı olarak Seda’yı ve beni oturtturmuştu.
Saadettin ve Sadettin biri benim sağıma, diğeri Seda’nın soluna yerleşmiş, anne ve nine uzun yana, yan yana, baba ve dede karşılarına paralel oturmuşlardı. Herhalde adabı muaşeret(2) böyle bir şey olsa gerekti, henüz öğrenemediğim.
Abartmak gibi düşünülebilir, ancak gerçeği ifade etmek gerekirse gelin-kaynana arı gibi çalışıp(3) masada eksiğin olmamasına gayret etmişlerdi. Bu nedenle, masanın Seda’nın evindeki masadan pek farkı yok gibiydi. Fark; yemek sonrasındaki bulaşık yıkama ve ödül serüveni olacaktı, sanırım!
Yemek bitti.
“Eee! Ne var, ne yok gençler?”
En gelişmiş bilgisayarları bile şaşırtan bir soruydu bu, ancak Türkçemizdeki cevabı, ne kadar basit ve kolaydı;
“İyilik, sağlık, önem verdiğiniz tüm zahmetler için çok teşekkür ederiz ağabey!”
“Evlenmek için karar almışsınız galiba. Ama bunun için bana ulaşan bir haber olmadı ki daha!”
“Bir saniye bey! Benim haberim var, fırsat bırakmadın ki! Bu iki genç birbirini görüp…”
“Kızımı verdim gitti!”
“Hiç olmazsa sözümü bitireydim bey…”
“Bunlar birbirine daha analarının karnındayken âşık olmuş iki deli! Ha! ‘Biraz düşünelim!’ desem, ayırımsız ikisi de kalpten hüccetten göçecekler(3). En iyisi her şey kararında ve yolundayken olması gerekeni gerçekleştirelim istedim. Yatsı Namazından sonra Hoca Efendi gelecek…
Sonrası…
Hadi, güzel kızım Seda. Yengen kahveleri yapmana yardım etsin. Hocamız da, biz de kahvelerimizi içelim, sonra da ağızlarımızı tatlıyla bağlar mıyız, açar mıyız, onu da Hoca Efendiyi gönderdikten sonra çözeriz!”
Masa temizlenmiş, ne var, ne yoksa masa dâhil hepsi ortadan kaldırılmış ve biz sözüm ona imamı bekliyorduk! Serdar Ağabey ünledi;
“Gençler! Amman ha! Hoca Efendi kahveyi köpüklü sever, unutmayın ha!”
Bir romanda mı okumuştum, birileri söylemiş de aklımda mı kalmıştı, şifreli sözün anlamını ve başıma geleceği biliyordum.
Harala-gürele(2) Saadet’i sahiplenip sonra da yitirdiğim bir evlilik başımdan geçmesine rağmen kız isteme konusunda neler olduğu konusunda bilgim yoktu. Seda’nın da kahve konusuyla ilgili bilgisinin olduğunu sanmıyordum, ama doğrusu Seda’nın aniden yönlendirişe anında karar verip katılacağını da tahmin etmem mümkün değildi.
Kapı çalındı, Hoca Efendi, imam her kim ya da her neyse o gelmişti. Serdar Ağabey seslendi;
“Toplanın ahali! Hocamız geldi, önce İmam Nikâhı, dua!” deyip eklemek mecburiyetinde hissetti galiba! “Aman hocanın ve Sedat’ın kahvelerini(31) unutmayın ha!”
Atalarımızın icadı(!) yerindeydi; “Belâ ‘geliyorum!’ demez, ‘Şıp!’ diye gelirdi!” İstediğin kadar “Ben kahveyi sade severim!” diye söyle, dur! Vakit-saat gelince o kahve mutlak ve mutlaka içilecekti, âdet yerini bulacaktı, iki-iki eşittir dört, toplasan da, çarpsan da…
İmam, kutsal kitabı eline almadan önce masa üstüne konmuş, anlamını bilmediğim, tabak içindeki önce tuza işaret parmağını diliyle ıslatarak tuzdan ıslatılan parmağın hükmettiği kadarını ağzına götürmüş, sanırım onun yemek borusundan seyrini takip ettikten sonra, aynı işlemi sırasıyla şeker ve bir-iki tane şeklinde pirinç için de uyguladı(32).
Bardaktaki sudan bir yudum alıp, midesindeki gazı ağzını açmadan efendice çıkarttıktan sonra uzun ve heyecanlı bir besmeleden ve ayınları çatlatarak, gayınları patlatarak(3) bir şeyler okuduktan sonra koltuğa oturarak bizleri karşısında diz çöktürerek; “İstiyosunuz mu?” diye sordu.
“He!” dedik, bir ağızdan, o da; “Benden de he!” dedikten sonra mehir(33)-nehir gibi bir şeyler dedi, anlamadık, bana dönüp “Para, para!” deyince “Vallahi fazla param yok! Canım feda!” deyince bu kez de “He! Hü!” şeklinde başka bir şeyler dedi, uzun uzun hem.
Zarfını, havlusunu, lokumunu alıp kahve içmeyi beklemedi. Sanırım sırada yetişmesini bekleyen nikâhlar, mevlitler falan olsa gerekti. Eee! Fazla mesai yapmasının kime, kimlere zararı olurdu ki, kendine ulaşacak nimetlerden başka?
Merak etmişti Seda, benim gibi az-buçuk(2) bile bilgisi yoktu galiba, benim de bildiklerimi sağlamlaştırıp ona da öğretmem gerekecekti, herhalde. Ama ben karımdan ne zarf, ne havlu, ne de lokum alırdım, ödüllendirmesi yeterliydi benim için!
“Ne oldu şimdi?” diye sorunca cesaret ve mutlulukla;
“Karı-koca olduk şimdi, Tanrı huzurunda!” dediğimde şaşkındı, öyle bir;
“Ana!” dedi ki ikinci “a” harfi sanırım Ankara’dan Polatlı’ya kadar yol kat etti, ya da Gölbaşı’na kadar her neyse? Uzamıştı yani sözü, uzun yol TIR’larının gidişi gibi! Benim sözüm, hem de içimden;
“Karı-koca olmak, eskiden ne kadar kolaymış, medeni nikâha gerek var mı yav?” şeklinde gerçekleşmişti sadece.
“Yasalar böyle kızım! Hem tamam medeni nikâhınızda şahitlerden biri ben olacağım da ikincisi kim olacak?”
“Bağışla Serdar Ağabey, o da beni Sedat’a isteyen oğlan tarafı gibi eşiniz Sevdiye Abla olsun dileğindeyim, eğer Sedat da onaylarsa?”
“Tarih?”
“Affedersin Serdar Ağabey, geciktiren o, bu soruyu beni istemeyen, hatta çıkmaz ayın ilk çarşambasına değil de, son çarşambasına kadar uzatan damat beye, hatta damat adayı bey demem gerek, ona sormanız gerek!”
“Ne diyorsun Seda? Büyüklerimizin yanında nasıl iğnelersin(3) ki beni böyle? Senden bir gün bile ayrı olmayı dilemeyen biziz, oğlumla ben! Biz aynı yuvada yoksulluğumuzun tedavisi için ve oğlumun ‘Anne’ demek için arzulu olduğu sana kavuşmasının özlemiyle mutluluğa hazırken, eziyet etmeye hazırlanman uygun mu, hoş mu Seda?”
“Özür dilerim, yokluktayken, yaşam için umutsuzken, hele ki; ‘Tutunacak bir dalım yok! (34)’ derken sende yer almak mutluluğum olarak bana yanlış söz ettirdi. Hadi hoş gör beni, bağışla, ev sahiplerimizden de içtenlikle özür dilerim. Beni, oğlumuzla bizi, bundan böyle bizim olacak evimize götür, hadi!”
“Ufacık bir özür ve tamam! Nikâhladı Hoca Efendi bizi, ama hâlâ benim değilsin, ta başlangıçtan beri oğluma anne olmuşsan da. Önce benim, sonra hepimizin dileklerini tak parmaklarına, kollarına, boynuna ve sonra emret, kölen olmamı mı, ya da başka ne diliyorsan? Ve ağabeyler, ablalar ve gençler bu şaşkınca diyalogu yanınızda yapma cesareti yaşadığımız için bizi bağışlayın lütfen! Ve sonra yönelelim ve seni bırakalım evine?”
“Cevap hakkım!”
“Yol boyu kullanırsın, ama önce yüzüğünü takayım, sonra diğerleri…
Ve ev sahiplerinin başlarını fazla şişirmeyelim, onları yormayalım. Sanırım 3-5 dakika sonra ‘Allahaısmarladık!’ dememiz uygun olacak!”
“Oğlum, yangından mal mı kaçırıyorsun? Tabii kızı aldın, harç bitti inşaat paydos, öyle mi?”
“Ağabey, kız tarafı olduğunu belli ettin, ama biz de yılların özlemiyle çene yarıştırınca sözlere devam etmemizin uygun olmayacağı düşüncesiyle; ‘Gidelim!’ dedim. Yoksa bize tahammül etmekten vazgeçmeyi düşüneceğiniz zamanlar o kadar çok olacak ki, çünkü sizler dışında ikimiz de, hatta oğlumuzu da ekleyerek üçümüz de demem gerek, kimsesiz ve yalnızız! Bunun için de, nikâhlanalım, ‘Evet!’ dememize şahit olun ve lütfen bekleyin bizi!”
Gene de harcadığımız zaman az değildi, takılar, tezahürat zamanımızı aldı, arabaya bininceye kadar zor zapt etti Seda kendini;
“Cevap hakkımı sormuştum, ‘Yol boyu kullanacağımı söylemiştin!’ Ben asla senin benim kölem olmana izin vermiyor, istemiyorum da. Sen benim efendimsin ve ömrümün son anına kadar da efendim olarak kalacaksın!”
“Büyüklerimizin yanında bu sözü sarf etmemen iyi oldu! Sözlerine dikkat et, yaşamımın bundan sonraki aydınlığı! Sonra pişman olup da popoma bir tekme atıp boş bir süt şişesi gibi kapı önüne koymayasın beni!”
“Asla! Küskün yaşamımda beklediğimdin sen! Ve ben seni, oğlumuz şahit olsun, ömrümün sonuna dek yaşayacağım, seveceğim, söz veriyorum, tekrar ediyorum, ömrümün sonuna kadar, her ne olursa, olsun!”
Arkaya döndü, Saadettin gece uykusuna şimdiden başlamıştı, belki abartı gibi olacak, ama top atsan uyanacak gibi değildi, bu da bana avantaj sağlamıştı. Gözlerimi yoldan ayırmaksızın Seda’nın elini yakalayıp, avucundan öptüm…
Gece bitti, hatta takip eden geceler de, belirlenen günler de arzuladığımız gibi geçti, ancak öncesinde parantez açmam gerekli ki, baba-oğul, içgüveysi(2) rahatsızlığı, sıkıntısı hissetmeksizin Seda’nın evine taşındık. Bu; ulusal mı, resmi mi, her nasıl denirse densin, yayla gibi evin ayrı üç odasında yanlışlığı üleşmemiz gibiydi!
Ayrıca yaşamımızda hiçbir şeyi sorun olarak görmüyordum, kimse bizim birlikteliğimizi sorgulayamazdı…
Resmi nikâh günümüzü alıp, kimsemiz olmadığı için davetiye bastırmamız gereksizdi, üç-beş iş arkadaşım için düğün-dernek gibi soyguncu bir düzen için de hazırlığımız olmayacaktı. Biz bize, Serdar Ağabey ailesi, karşı komşumuz hayırsız evlâtlara sahip olduklarını bildiğimiz dede-nine ve Nikâh Memuru Seda’nın açılır-kapanır geniş masası etrafında toplanacaktık.
Seda, gelinlik talep etmedi, üstüne üstlük siyah bir tayyör giymeye kalkıştı, kızma hakkımı servise soktum;
“Bugün senin, benim, bizim aydınlık, özlemle beklediğimiz günümüz değil mi? Neden karalarla çıkmak istiyorsun ki karşıma?” deyince oğlum, ben ve Seda çarşıya çıktık ve üçümüz de beyazlara büründük, geleceğimizin de beyazlarla donanması için…
“Aldım, kabul ettim!” dememi Nikâh Memuru kızmadan(!) düzeltti; “Lütfen ‘Evet!’ ya da ‘Hayır!’ olarak cevaplayınız!”
Patenti(1) bana ait değildi, bir yerlerden aklımda kalmış olmalıydı; “Evet, evet, sonsuza kadar evet!” diye cevapladım sorusunu.
Karı-koca olmuştuk, resmen. Nikâh Memurunun da tıpkı Hoca Efendi gibi yetişeceği yerler olsa gerekti, ancak; “Hayırlı olsun!” diyecek kadar vakit ayırabildi bize. Yemeğimizi yedik, dualarımızı aldık, salâvatlamamız(4) gerekenler salâvatlandı, ısrarla Saadettin’i de kendileriyle birlikte götürmek istediler, sebep manidardı, tövbe, tövbe…
“Biz; anne, baba, evlât olarak içimizde ukde(1) idi, önce bize bugünleri hediye eden Atatürk’ümüz için Anıtkabir’e, sonra da Lunaparka gideceğiz, Saadettin doyuncaya kadar. Belki akşam yemeğini dışarılarda bir yerlerde yeriz, belki sinemaya gideriz, yarın Pazar, Saadettin için sakınca yok! Sanırım, anlatabilmişimdir!”
Bazen bazı şeyler için yönlendirme teşebbüslerini bu şekilde taşı gediğine koyarak(3) anlatmak gerçeğinden saptırmazdı insanı, değil mi?
Dünyayı üleştik geceye kadar ailece, gün tükenmek üzereyken evimize döndük, artık “evimiz” demekte sakınca yok gibime geliyordu.
Seda eşim, oğlumun ciciannesi değil, gerçekliğini kabullendiği annesi, ben de babası ve annesinin eşiydim.
Belirli bir süre Saadettin annesi ile okula gitti, vakitlerimiz uyuşmadığı için ben de otobüslerle gidiyordum işime ve Seda’nın biz olmamıza rağmen, yokmuşuz gibi devam eden yalnızlığını umursamıyor gibiydik baba-oğul, handiyse(1). Sanki eş-anne değil, evde bir hizmetliydi, duyarsızlığımız yanlıştan öte yanlıştı, tedavisi mümkün olmayacak…
Bir akşam yattığımızda sarılırken;
“Beni sensiz bırakma!” dediğinde şairden (ç)aldım onun sözlerini; “Ben sana mecburum, bir tanem(35)!”
Onun bu kadar müstesna bir varlık olmasından dolayı mutluydum, hele ki annem gibi saçlarımı parmaklarıyla taramasından, boynumu koklamasından, gecenin apansız denilecek bir yerinde, uykulu gözlerle elleriyle yoklayarak dudaklarıma erişip öpmesiyle dünyalar benim oluyordu.
Bir elimi sırtından geçirip elini tutuyor, diğer elimi soluk almasını engellememeye dikkat ederek göğsünün üstünden aynı elime yönlendiriyordum, sıkı sıkı sarılmanın tarifi bu olsa gerekti, hareketsiz, nefesini alıp, hissetmek yetiyordu bana, uyusam da, uykusuz kalsam da.
Seda’nın varlığı için bir ara baba-oğul ikimiz için de “Duyarsızlığımızı” ifade etmeye çalışmıştım, oysa düzeltmem gerek, oğlum henüz çocuktu, duyarsızlık, görmemezlik, sanki yaşanmamışlık gibi bir garabetle yüklüydüm.
“Artık biraz da sen götür Saadettin’i okula!” dediğinde saklandığını, bazı şeyleri hissetmem gerektiğini eşşek kadar adam olmama rağmen görememiş, anlayamamıştım. Oğlumu okuluna götürüyor, vakitlerimiz uyuşmadığı için o okuldan çıktığında servislerle dönüyordu eve. Bense tescilli bir hanzo(1) gibi tüm sıkıntılardan azade(1) “Löküs Hayat(36)” tarzında eve dönüyordum, Seda’nın arabasıyla ben başıma.
İnsanlar geri zekâlıklarıyla akıl edemedikleri şeyleri, genellikle “Basireti bağlanmak(3)” şeklinde ifade ederek savunurlar, tıpkı benim gibi.
Evlenmişsin, her şey özendiğin, arzuladığın, istediğin gibi. Mutlusun ve eşin “Hep yanımda ol!” derken, her gün yolunu özlemle beklerken, değişik yemekler yapıyor, gün boyu düzenli yürüyüşler yaptığını, her gün duş aldığını kokusundan hissediyorsun, aklının ermeyeceği zamanlarda, onun değişik şeyleri aldığını görüyorsun…
Daha ramazana aylar varken hurma aldığının, ille de tuzlu kabak çekirdek çitlediğinin, salata üzerine koymak için keklik yumurtası aldığının farkındasın…
Aşırı bir mutluluk ve sevgi gösterisiyle sana sarılıyor, öpüyor, teşekkür ediyor, bazen arka arkaya birkaç kez anlayıp sormanı bekler gibi etrafında dönüyor…
Ve saksı gibi taşıdığın kaz kafan(2) bir şeyler anlamıyor…
Pes!
Daha önceki dünyaya gelişimde, sanırım aklı, fikri olmayan mamut(37) şeklinde gabi(1) bir varlık olsam gerekti, şimdilerde hiç yaşamamışım gibi, Saadettin’in dünyaya gelmeden önce annesiyle yaşadıklarımızı yaşamamışım, unutmuşum gibi.
Ve dahi üstelik Seda’nın sadece gözlerine bakmak gibi aptallığımın örtbas ettiği(3) ondaki değişiklikleri fark etmemek, edememek gibi…
“Hadi bu akşam sizi yemeğe çıkarayım!” dediğimde fark ettiğimi sandım, malûm serde gabilik vardı;
“Bu sıralarda fazla abur-cubur atıştırıyorsun(3) galiba? Şişmanlıyorsun bak! Şişmanlasan da seni sevmekten asla vazgeçmeyeceğim!”
“Nihayet!”
“Anlamadım! Ne nihayet?”
“Pes!”
“Bilmece gibi konuşuyorsun gibime geldi?”
“Pardon! Rahmetli Saadettin’in annesi Saadet’in işleri çoktu da, Saadettin’i leylekler mi getirdi yoksa?”
Ben “Gabi Sınıflamasında” en üst derecelerde bir yerlerde mevcut olmalıydım, kafam çalışmıyordu resmen!
“Sözünde bir mesaj var, ama ne?”
“Sen bu sıralarda fazla çalışıyorsun galiba?”
“Ne alâkası var ki? Yol sıra gidip, çay sıra geliyorum(3) işte!”
“Sedat! Öfkeleniyorum, ama. Beni bu halimde kızdırmaya mı çalışıyorsun sen?”
“Ne varmış ki halinde? Hem ben seni öfkelendirmeye, kızdırmaya nasıl çalışırım ki? Kıyabilir miyim hiç sana?”
“Peki! Vazgeçtim! Fark ettiğini sanıyordum. Söylemek istediğimi anlamanı beklemiştim. Demek ki artık hiç ilgini çekmiyorum, sadece kilo almam dışında…
O zaman sana müjde gibi güzel bir haber vereyim; Biri oğlan, biri kız, ikiz bebeklerimiz geliyor…”
“Ne? Nasıl? Nasıl, ayakta durup da konuşuyorsun öyle? Bundan sonra sana ev işi yapmak yasak! Hemen bir yardımcı tutacağım sana. Ben hep gözlerinin hapsinde(38) olduğumdan senin Saadettin’e bu kadar çabuk kardeşler getireceğini akıl edememişim, bağışla lütfen! Şu an öylesine mutlu, sevinçli ve heyecanlıyım ki? Allah’ım senin eksikliğini, acını göstermesin bana, bize, hepimize!”
”Sevdiye Teyze ile Yıldız Ablanın benim durumumdan haberdar olduklarını, onlarla birlikte doktora gittiğimi söylememe gerek var mı?”
“Keşke fısıldayıverseydin de bu kaz kafalı koca müsveddesi tutabilseydi ellerinden…”
“ O kadar da abartma istersen, henüz yolun yarısının biraz ilerilerindeyim…”
“Söz! Tüm yasaklarına, kurallarına, istek ve dileklerine şartsız-şurtsuz uyacağım!”
“Dileğim; sadece bir kısım hazırlıklara ‘Erken’ demeksizin, Saadettin’i ihmal etmeden, gelişmelere göre bilmesi gereken zamana kadar hissettirmeden beraberce başlamak. Örneğin Saadettin’i bir grupla seyahat ve tatil yapması için ikna edebiliriz. Ya da yaşayıp yaşamadıkları konusunda bilgim yok, ama anneanne ve dedesi yaşıyorlarsa; ‘Özlemişsindir, onlar da özlemişlerdir!’ diye bir-iki haftalığına onların yanına götürebilirsin. Söz veriyorum, sen yokken doğurmam bebelerimizi…”
“He! Doğru! Öyle bir durumda tüm leyleklerin göç yollarını tıkamazsam adam değilim!
“Gerçek şu ki; çok uzun bir süre var önümüzde. Ancak ilerleyen zamanda bebeklerimiz büyümeye çalıştıklarında ‘Biz nasıl olduk?’ diye sorarlarsa; ‘Leylekler getirdi!’ demek yerine doğruya yakın bir şekilde; ‘Bir anne, bir baba gerek, uygun bir süre sonra anne bebeği özel bir yoldan dünyaya getirir!’ şeklinde çok öz bir şekilde anlatmalıyız. Belki biraz daha büyüdüklerinde gereken detayları da anlatacaklarımız içine yerleştirmeye çalışırız!”
“Dileğin aynen uygulanacak bir tanem! Sen doktordan gerekli önerileri almışsındır. Ona göre takvimini hazırla, öncelikle ben, sonra oğlumuz sana uyalım.”
“Anlaşıldı pat…
yani sevgilim!”
Kış hükmünü sürdürüyordu, “Kara” olan ismini azat etmiş olarak, denilebilir ki bir bakıma aktı artık, her yerde kar vardı(39) ve sanatkâr doğru söylemişti; “Karda yürümek zordu…”
Ve benim Seda’ya yasak koymam mutlak ve şarttı;
“Kesinlikle sokağa çıkmayacak, karda yürümeyecek, karın topukları altında kıyır kıyır ses çıkarmasını işitmekten, bu sesten hoşlanmaktan vazgeçecekti.
Efendim, hele kar yağarken, yüzüne, burnuna konan şaşkın kar tanelerinin eriyip diline ulaşmasından öylesine zevk alırmış ki, deme gitsin! Bu; yasaklarıma uymayacağının neredeyse kesinkes belirtisi gibiydi! Koskoca sevgilimin kapısını üzerinden kilitleyemezdim ki!
Oğluma kapının bir anahtarını verirdim, vermesine de, benim sevgilim akıllı, zeki, açıkgöz bir kadındı, ne yapar, eder, en kötü ihtimalle “Açıl susam, açıl! (40)” der, mutlaka muradına ererdi(3), gerçekten isterse…
Seda rahatsız olmasın diye, kendime portatif bir somya almayı kafama koyduktan sonra, kendime yastıklardan yer yatağı yapma çabamı gören Seda;
“Bu uzun kış gecelerinde sensiz uyuyabileceğimi, sıcaklığını, kokunu, nefesini duymaksızın yaşayabileceğimi nasıl düşünürsün ki? Deli olma! Ben, sensiz günlere kahrederken, gecelerin azaplarına yönlendirip gömme beni! Hem daha küçücük, sevilecek kadar onlar babaları…
Seni tanımayı isteyecek kadar da büyükler ama. Şimdiden elini onları seviyormuş gibi karnımın üzerinde gezdir! Sohbet et! Güzel sözler söyle hep! Hatta bildiğin şarkıları, türküleri söyle usul usul, onları da, beni de memnun ve mutlu etmek için…
Yani istersen tenkit olarak kabul et, ne Serdar Amca çalarken, ne de kendiliğinden bugüne kadar şöyle içten bir şarkı söylediğini hatırlayamıyorum. Nasıl bir sesin var gerçekten? Bozuk bir plâk gibi mi, yokuş yukarı çıkmakta zorlanan eski model, yüklü bir kamyon gibi mi, iniş takımlarını açmış, rüzgâra karşı piste inme çabasında bir uçağın motorlarının homurtusu gibi mi?”
“Ne desen, haklısın valla!”
“Hadi gel yanıma, önce çocuklarımızı sev, okşa, sonra da beni ki, affedebileyim seni…”
Affedildim, yılbaşında onun istediği her şeyi alıp yaparak! Tahin-Pekmez? Hayhay! Boza? Bir koşu hemen! Kar Helvası(41)?
Az miktarda, peki! Yüzüne, diline kar serpmek? Sıkı mı; “I-ıh!” demem? Elinden tutarak karda gezdirmek? Ufacıktan az bir miktar, emir gibi, evlât-baba destekli, ses çıkarmaksızın, bıkıncaya kadar…
Bıkma hakkı ona sağlanmış bir haktı sadece!
Ve daha sonra en ağır görev! Baba-oğul anneciğimizin karnını benim evlât ve Saadettin kardeşleri için okşarken sesimi ulaştırma çabam…
“Afferin!” takdiri almam yanında; “Sesin fena değilmiş sev…” derken olmayacak gibi görünen bir şey, Saadettin’den çekindi herhalde, sözünü tamamlayamadı, yarım kaldı!
Mutfak olayında beceriksizliğimin had safhada olduğundan kesinlikle emindi, yanıma gelip;
“Kaçıl(1)!” Elinin hamuruyla…” cümleyi tamamlayamadı, duraklayıp devam etti;
“Galiba yanlış! Bunu erkekler kadınlara söylüyorlardı, di mi? O halde şöyle değiştireyim; ‘Elinin kiri, pasıyla ayaklarımın dibinde dolaşma!’ Go out(5)! Hem de hemen!”
Tamam, İngilizcesinin mükemmel olduğunu biliyordum zaten. Ama savunma yapmam da gerekliydi ve hakkımdı! Örneğin benim “Yoğurtlu Çorba” dediğim, “Yayla Çorbasını” ocağa o koymuş, ben birkaç taşım(2) taşıncaya kadar tek başıma topaklaşmasın(3) diye başarıyla karıştırmış, hatta “Tuzu yerinde mi, ayarında mı?” diye çeşnicibaşı(1) veya gurme(1) gibi tatmıştım!
Ispanakları tarif üzerine kuzu ıspanak olarak satın alıp her ihtimale karşı sap ve yaprak olarak ayrı ayrı ayıklayıp o plâstik kaplara koymuş, emir dininceye kadar güzel ötesinde defalarca ve yine başarıyla yıkamıştım!
“Ispanaklı kol böreği mi yapsam acaba?” sözünü duyar duymaz, ikinci kez düşünüp söz etmesine imkân ve fırsat bırakmaksızın bir koşu gidip yufka alıp gelmiştim. Bir tepsi ıspanaklı kol böreği kaç yufkadan yapılır, bilgim dâhilinde değildi, her ihtimale karşı 6 adedi bir kilo gelince 12 adet almıştım! Tenkit hazırdı;
“Herhalde böreği tüm apartman için yapacağımı düşündün!” ve eki;
“Sanırım!”
Oysa bir koşu gidip-gelme(3) süresi içinde Saadettin’i de alıştırdığı için onlara tuzlu kabak çekirdeği bilem(1) almıştım, aşağı-yukarı yufka adedi ayarında gibi! Ancak şunu içtenlikle söylemem gerekli ki, her konuda tedbirli ve yedekli olmayı benimseyen, eksik bırakmamayı yeğleyen Seda’nın mutfakta her bir şeyciğinden iki adet vardı mutlaka.
Eksilenin yerine, ilk markete gidişte duvara asılı ihtiyaç listesinde olan eksikler mutlaka tamamlanırdı. Hele ki sipariş bana verilmiş de listeden bir şeyi almayı unutmuşsam…
Yandı gülüm keten helva(2)… Kulaksız ve şinik kafa(2) deyimlerini ondan mı öğrendim, yoksa Metroda birbiriyle şakalaşan liseli şımarık öğrencilerden mi öğrendim, aklımda değil, ama galiba bu sözleri hak ederdim gibime gelir, anlamını bilemiyor olsam da, iyi bir şeyler olduğunu ummak doğrusu işime geliyor...
Bakın bir şeyi doğrulukla dürüstçe(!) itiraf edeyim; Kurabiyeleri hiçbir katkım olmaksızın tek başına eşim yaptı. Maydanozların saplarını ayıklayıp, yıkayıp, doğrayıp, peyniri marketten almayı iş gibi saymazsak poğaçalar da % 100 eşimin, yani Seda’nın eseriydi.
Amma…
Hazırlık safhasını ve pişim sonrası kâselere üleştirme olayını bir kenara ayırırsak, pudingi dakikalarca bıkma hakkını kullanmaksızın karıştıran, başarısı inkâr edilmeyecek, kâselere üleştirme olayı sonrası tencereyi önce parmakla, sonra yıkanması gerekmeyecek şekilde sünnetler gibi yalayan kimdi, ilgililere bir sorun, bakalım!
Bu arada bir gerçeği söylemezsem Allah taş yapar beni, ya da en iyi ihtimalle yılbaşını ailemle geçirecek kadar izin verir yahut da son anda temelli vazgeçer, bilemem tabii. Oğlum Saadettin Seda’nın öz oğlu idi sanki yağcılıkta, yalakalıkta onu geçmem asla mümkün değildi.
“Anneciğim! Sevgilim! Nar tanem, nur tanem, bir tanem, has annem, dünyaya gelmiş en değerli hazinem…”
Sözler ona ait, sanki ben leyleğin yuvadan attığı yavru(42) gibiydim bir bakıma, üvey baba bile değil. Anneye; “sevdanın yolları”, babaya; “kurşunlar(43)” örneği. Ama gene de Saadettin’in katkısını inkâr etmemem gerek. Masanın örtüsünü akıl edip kendi başına seren, servisleri adam gibi yerleştiren, portakal sularını (önceden de olsa) sıkıp hazırlayan o idi (maşallah)!
Biz kendi halinde normal bir aileydik, sağa-sola gitmeye, cafcaflı(1) donatılara, hindi falan gibi özel yemeklere gereğimiz, ihtiyacımız yoktu. Yoğurtlu çorba, ıspanak yemeği, içine üç çeşit (ıspanaklı, peynirli, patatesli) kol böreği sığıştırılmış, ufacık bir tepsi de olsa yufka börekleri, puding ve portakal suyu nemize yetmezdi ki?
Bir ara evde “İğk!” ya da benzeri bir ses kulağıma iliştiği için evde sarımsak denen şey yoktu. Bu arada övünmek gibi itiraf etmiş olacağım, ama patatesleri haşlamadan önce yıkayan, haşlayan, soyan, püre haline getirip, maydanozlarla barıştırıp, karıştırıp donatan, puding üstüne Seda’ya zahmet olmasın diye üçümüz için de “S” harfi şeklinde toz Hindistan cevizlerini sağa-sola dökmeden başarıyla serpen de bendim!
Eee! Yaşam müşterekti! Çok şeyi el elden ortaklaşa yapmak gerekiyordu. Herhalde buraya ince bir efekt gerektiren atasözünü yerleştirmek yararlı olabilir; “Bir elin nesi var, iki elin sesi var!” gibi.
İnsan bazen, nereden, nasıl darbe alacağını bilemiyor, hele ki keyifli, sohbeti bol güzel bir akşam yemeği sonunda, oğlundan;
“Yedik, içtik afiyet olsun! Derslerim var, yüzümü yıkayıp odama geçeceğim. Annem, canım, bir tanem annem! Sen de bütün gün ayakta durup bizlere yemekler hazırlarken yoruldun. Bence biraz televizyon izle, istersen. Yılbaşı diye belki özel şeyler olabilir, ama uykusuz kalmana gerek yok! Babam sofrayı kaldırır, sen üzülme yeter ki annem. Bir şeyleri aklında tutup da merak etme! Öpüldünüz! İyi yıllar! Allah rahatlık versin!”
İnsanın dilinin ucuna kadar bazı sözler gelse de yutmak, yutkunmak zorunda kalıyor. Bir yanda evlât, hemen yanında annesi benim ömrümü adadığım sevgili ve diğer yanda ben…
Ve terazide onların olduğu bölüm ağır…
Hem çok, hem her zaman, hem haklı olarak ağır…
Neyse! Sofrayı topla, sofra bezini usulünce silk, yerlerine konulması gerekenleri yerlerine yerleştirdikten sonra, ilgilileri(!) bulaşık makinesine yerleştir, neler gerekiyorsa kontrol et, koy, hallet! Parmakçığının bir dokunuşluk yorgunluğuna da artık katlan be adam!
Bu işleri yapıp bitirdiğinde, umut et ki, yaşamının tek sebebi televizyon karşısında uyuklama modunda olsun, “Aferini” hak et, bebelerini sev, okşa, bebelerinin ve annelerinin uyumalarını sekteye uğratmamışsan, anne-baba olarak ikinizin de üstünüze birer pike at ve hareketinin sonucu; “Haydi yatağımıza!” komutu ile doğrul, mutlaka üşümüştür, sevdiğini ısıt!
Sevmek ve karşılığını yaşamak; mutluluk, saadet!
İnsanlar hissettiklerinin doğruluğuna her zaman değilse de çok zaman değer verebilmeli, hatta zorunluymuş gibi değer vermeli. Bizim anne-baba-evlât olarak kimsemiz yoktu, ama biz kimsesiz değildik! Hayran olduğumuz, sevdiğimiz, yere-göğe sığdıramadığımız(3) büyük insanlarımız vardı, hangi birinin ismini söylemeye çalışsam ki? Onları seviyorduk, sevgilerinden şüphe etmekse aklımızdan geçemezdi.
Başlangıçlarımızda Saadettin’in dersleri varsa onu evde bırakarak, yoksa yanımıza katarak Metro, ev ziyaretlerimizi eksik bırakmıyorduk. Hatta hafta içlerinde Saadettin okula gittikten sonra, aldığım mazeret izniyle karı-koca olarak yaşamımızda hiçbir şeyi umursamaksızın bu ziyaretlerimizi katmerleştiriyorduk da…
Bana göre (gerçekten) Sevdiye Teyze de, gelini Yıldız Abla da benim gibi; gabi, salak, başlarından hiç geçmemiş gibi görgüsüz değillerdi, Seda’daki değişiklikleri anında fark etmişler, söylemeleri, önermeleri, öğüt vermeleri gerekenleri sıralamışlardı.
Hele ki ilerleyen zamanda şahit olarak ikizleri öğrenince med-cezir(2) şeklinde gel-git gibi gidip-gelmeleri çoğalmıştı. İnsanın kendisine montofon(1) yakıştırması, pek uygun gibi görünmese de, işyerindeki adı Sedat olan duyarsız, gerçek montofondan farklı değildi!
Seda’ya sadece teyze-abla desteği mi? Bilgi dağarcıkları(2) yüklü güzel insanların korumaları bu kadarla yeterli olabilir miydi? Periyodik(1) doktor kontrolleri, ultrason(44), perhiz(1), diyet(1), sağlıklı yürüyüşler, jimnastik, ana-çocuk sağlığı üzerine bilgilendirme, yardım alma, kitaplar, videolar, CD(5)’ler…
Ve benim aklımın ucundan bile geçmeyen tüm destekler…
Sevdiye abla kondumcuk kuşu(45) gibi sabah görevlerine(!) Serdar Ağabeyle başlayıp, onun görevinin bitimiyle de görevini bitirmiş olarak evine dönüyormuş, tee neden sonra öğrendiğim bilgi! Doğal olarak, aynı bilgi donanımı içinde Yıldız Ablanın, Sadettin’in de ara sıra, bazı bazı(46) katkılarını da unutmamam gerekiyor tabii.
Kış yoğunluğu, mart kapıdan baktırır, kazma-kürek yaktırır sloganıyla yerini ilkbahara bırakmak üzereyken; “Doğumevine gidiyoruz!” haberini aldım. “Ruz?” “Kimlerle yani?” dememe gerek yoktu! Daha sonra öğrendim, su mu, nişan mı gelmişmiş(53), doğum sancısı(47) mı kendini belli etmişmiş, her neyse aklımın ereceği bir şey değildi, teferruat istemem de gereksizdi!
Oysa 112 Servisini ve Sevdiye Teyzeyi aradığında; “Yetişin, ölüyom galiba!” derken, karşı komşunun yardımını istediğini, Sevdiye Teyze, Yıldız Ablanın 112 Servisle anında yetiştiklerini, Sedat Amca, Yıldırım Ağabey ve Sadettin’in işi gücü bırakıp benden önce hastaneye ulaştıklarını görmem beni rahatlatmıştı.
Bunu şu sebeple eklemek gereğini hissettim. Taksiye bindiğimde, ilgili yerlere telefon ettiğimde, ilgili yerlerin, ilgililerle haberleşip hepsinin konuyla ilgilenip gereken yerlere ulaştıklarını öğrenmem sürpriz değildi benim için.
Bazı bebeklerin zıpçıktı(1) gibi aceleci olduklarını bilmem literatürümde kayıtlı değildi; dokuz aylık yolu, yedi ayda kat etmiş olmak gibi. Bunda oğlanın, anne karnında, kız kardeşine ezici üstünlüğünü kabul ettirme amaçlı görüntüsünün etkili olduğunu doğumu yapan doktor hanımın söyleyişinden öğrenmiştik!
Sezaryen olayı neticesi önce doğan oğlan, poposuna aldığı ilk isabet ve nefes alması gerekliliği sonrası sağ elinin başparmağını emerken, kız kardeşi sadece bir kez “Inga!” deme hakkını kullanmış, dünya gözüyle(!) ağabeyini görmek istercesine, “Cork! Cork!” şeklinde ses duyduğu yöne dönme gayretini yaşamıştı, sessizliğinde.
Odadan çıkartılan merakı okunamayan gözleri kapalı Seda’nın muhtemelen Tanrıya ulaşsın istediği duaları dudaklarının kıpırtısından anlaşılıyordu. Bizlerin; “Gözümüz aydın! Bebeklerimiz sağlıklı! Geçmiş olsun!” dileklerimiz kulaklarına ulaşmamış olsa gerekti, dudaklarındaki ritim değişmemişti çünkü.
Ben dâhil, odaya doluşan kimsenin “enfeksiyon” ile bir dertleri yok gibiydi. İki hemşire tarafından getirilip de annelerinin kucağına verilen bebekler, anne kokusuna hasret olarak kokusunu ciğerlerine doldurmaya çalışırlarken, gür bir ses;
“Hepiniz dışarı!” diye höykürdü. Emir, demiri keserdi. Ses; Sevdiye Anneanneye aitti. Evet! Nasıl ki Seda’yı bana isteyen oydu, o halde anneanne olmak da onun hakkıydı. Seda;
“Çocuklarımın babası kalsın sadece başımda!” deyince her türlü fırça yeme riskini yüklenerek, bebelerimizi süzme hakkımı kullandıktan sonra karyolanın yanı başına diz çöktüm. Ben tek kelime bile edememişken;
“Allah’ıma şükrediyorum. Saadet gibi olmaktan çok korkuyordum, asla ölmekten korkmak geçmedi içimden. Bebeklerimizle seni yalnız başına nasıl bırakırdım ki? Tercihimi doğumdan önce yapmış, doktor hanımın ikna edici tüm sözlerine karşı; ‘Öncelik bebeklerimin!’ diye yazıp o kâğıdı imzalamıştım!”
“Senin bu kadar bencil olacağın aklımın ucundan geçmezdi, dünyanın en güzel insanı! Sen olmazsan ben nasıl devam ederdim yaşama, Allah’ın hediyesi olan iki bebeğimize rağmen? Konuşmam gereken diğer sözleri erteliyorum. Şu an loğusasın ve oğlan doyunmak(3) istiyor. Şimdilik kızımızı ben alıkoyayım, oğlandan sonra da onu doyurursun…”
Annesinin göğsünün düğmesini çözmesini bekliyormuş, hisseder hissetmez parmağını “corklatmayı” bırakıp, ilgili mevkie doğru hamlesini anında gerçekleştirmişti, oğlan. Ancak zamane bebekleri(2) kundak alışkanlıkları olmadığından, üstelik erkek milletinin egosunu daha doğar doğmaz gerçekleştirme amacında görünen oğlan, sanki diğer memeyi de kullanma garantisini belli etmek istercesine diğer eliyle muhafaza altına alıp sahiplenmişti!
Bir üstat; “Şimdiki Çocuklar Harika(48)” demişti. Gerçekten Seda’nın tavsiyesine uygun olarak, uysal bir şekilde uyuma modunda görünen kızıma içimden gelerek ninni söylemeye başladığımda, gözlerini aniden ve belki de acilen açmış, söylemek istediğini sessizce de olsa gözleriyle anlatmış, ben de anlamıştım;
“Baba! Allah’ını seversen sus! Yorgunluğumu üç kuruşluk kafa dinleyerek atlatmaya çalışırken sabrımı yok etmeye çalışma lütfen! Zaten ağabeyimin aceleciliği ile dokuz aylık yolu yedi ayda tamamlamanın yoğunluğu üzerimde…”
Amma da güzel uydurdum ha! Aslında senarist olmalıymışım, Seda yazar, ben sahneye uygulardım. “Dım! Dım da! Dımdım!”
Bu; bana askerlikte beynime işlediğim bir sözü hatırlattı; “Ses kesini! Fazla lâfın lüzumunu alâkadar etmez!” Birinci bölüm; “Kes sesini!” de ikinci bölümü bilmiyorum. Aklım karışık! Sahi niye durup dururken bu sözü kızıma söylemiştim ki? Kızım benimle birlikte askerlik mi yapmıştı ki, sözü hatırlatmış olayım, ya da hatırlamış olsun? Kızımın sessiz emrine uyup sustum, tabii. Emirin demiri kestiğini inkâr etmem mümkün değildi.
Sevdiye Anneanne hariç ilgilenenler “Ziyaretin kısası makbul(49)” yanlışlığının hükmüyle odadan kovulmalarının bir ufak çikolata öğütülmesi ertesinde iyi dileklerini sunarak ortamı tamamen bize bırakmışlardı. Gazını çıkarttıran, yerini en nazik bir şekilde(!) kız kardeşine devreden oğlan mışıldamaya(3) kız da ağabeyi gibi corklamaya başladığında, Seda gözlerini dikti, gözlerime;
“Tıpkı gebeliğimi anlamakta geciktiğin gibi; ‘Acaba?’ diyorum, ‘Sevgili kocam, hayatımın sebebi, ama aklına hiçbir şey getirmeyen sevgilim, çocuklarımız için isim olarak bir şeyler düşünmüş müdür?’ diye sorsam, soru işaretinden önce bir kez daha ‘acaba?’ diyerek…”
Aslında aklımın ucundan bile geçmemişti, nasıl ki ben, beni Seda’ya bırakmıştım, o halde ben olarak Seda’nın da benim yerime düşünüp karar vermesi uygun değil miydi? İtiraf etmekteki zorlanışımı nasıl hissetmezdi ki? Karım gerçekten bilgeydi, suskunluğumun sebebini şıp diye(3)dilinde şekillendirmişti;
“Anlaşıldı, beynin herhalde, herhangi bir durakta temelli durdu, her zamanki gibi. Sana ‘Komutan!’ dememe rağmen komutayı elime almam gerekecek. Söyle bana, ömrümün tek aydınlığı, kızımıza ‘Saadet ismini verelim!’ desem bu seni ve Saadettin oğlumuzu menfi olarak etkiler mi?”
“Beni etkilemez, ama kardeşlerini çok seveceğine inandığım Saadettin’i, kız kardeşine annesinin adıyla seslenme mecburiyeti mutlaka etkileyecektir…”
“O halde aklıma hemen erişen çareyi şu şekilde üleşmek isterim; Saadettin’in annesinin adını çağrıştırması için oğlumuza Mesut, kızımıza da Mesude adlarını verelim…
Hop! Ne bana, ne de çocuklarımıza teşekkür, minnet, sevgi, takdir, tezahürat gibi amaçlarla yaklaşman, yaklaşmaya çalışman ‘Enfeksiyon’ durumu nedeniyle kesinlikle yasak! Eve de çabuk çıkalım ve misafir kabul etmeyelim bir süreliğine, yani yaklaşık 40 gün kadar(50)…
Anlaşılmayan?”
“Beraberliğimizi paylaştığımız bu kadar zaman içinde seni hiç tanımamışım! Hayret!”
“Bu; bebelerimiz Mesut ve Mesude’nin ve sana devamlı âşık yaşamamın gerekliliği sevgili bir tanem!”
“Beni bu kadar sevme!”
“Acaba ‘Lütfen!’ dedin de ben mi duymadım yoksa? Üç çocuğumuz ve senden başka kimim var ki benim? Bomboş geçen bir yaşam bölümünden sonra tesadüflerin desteği ile ulaştım bugünlere. Sakın bana seni yasaklamaya çalışma. Seni öldüremem, sana kıyamam, ama kendime kıymam o kadar da imkânsız değil, hani!”
“Ha! Ben de yaşarım sanki! O halde bebelerimizi ortalarda, ortalıklarda bırakmak reva(1) mı? Hadi benim yokluğum neyse ne de, sen onlar için başlarında olup, mutlaka yaşamalısın!”
“Sensiz?”
“Söz! Allah’ımın ilâhi bir takdiri olmazsa, hep yanında, seninle, senin ve bebeklerimizin başlarında olacağım, sen istemesen de, inanmasan da, güvenmesen de…”
“Başladığın cümlenin ‘Sen…’ diye devam eden bölümünü ‘Yok!’ sayıyorum, ‘Başımızda olman!’ kısmı yeterli. Sen olmasan, beni, bizi sevmesen nasıl yaşarız ki? Hem sevmek sadece sana tanınmış bir hak değil ki? Benim de, çocuklarımızın da seni sevme hakkımız yok mu? Şimdilik kaydıyla uzak dur, bizden, ya da sadece bebeklerimizden. Sonra bırak seni ben ödüllendireyim, hak ettiğin ödüllerle, zamanı gelince…”
“Haklısın! ‘Hem yerden göğe kadar(3)!’ desem?”
“Bence de…
Hadi bizi Sevdiye Anne ile biz bize bırak. Sanırım yarın ve devam edecek günler yeni günlerimiz olacak ve üleşeceğiz beraberce, sonsuza dek, eğer beni yaşamında kabullenirsen sonsuzluklardan da ötelere kadar…”
“Nasıl istemem, kabul etmem ki?”
Karım, Sevdiye Anne ve en önemlisi doktorlar “Git!” dediler, Saadettin’e müjdeyi verdim, kardeşlerini en kısa zamanda göreceğini vaat ettim, ancak gerçek ki; koca evde oğlum ve ben yaşamayı denemeyecek şekilde yalnızdık.
Ertesi gün…
Daha sabahtan aydınlanıverdi evimiz! Doktorlar; “Haydi evinize! Marş! Marş!” demişlerdi. Ve kardeşlerini gören Saadettin, ağır dersleri olmadığı için okuldan kaytarma hakkını(2) kullanmak için gayretliydi, izin verdim ben de. Zaten kendim de kendime izin vermiştim, kafamdan!
Daha önceden söylemiş miydim, hatırımda kalmamış. İlk plânlamalar sırasında anneleri ve gayri resmi olarak(!) bebeklerimiz aynı odayı yani anne-baba olarak üleştiğimiz odayı sahiplenmeyi istemişlerdi, gerçekleşmişti olay.
Bu hem gerçek, hem zorunluluk, hem de ihtiyaçtı, bebelerin ne zaman annelerini isteyecekleri belli mi olurdu? Benim için salondaki kanepe, Saadettin için kendi odası ne güne duruyordu ki? Sevdanın yolları anne ve kuzucuklarınındı, bana kurşunlar olmasa da…
Ancak gene de kendimi Moskofya’dan(1) gelmiş belirsiz bir varlık gibi hissediyordum.
“Senden bana, bebeklerimize enfeksiyon ya da herhangi yanlış bir şey ulaşamaz, bulaşmaz. Sen benim dünyamsın, ama bebeklerimizin bana senden çok ihtiyaçları var. Onlar biraz büyüyünceye kadar onlara ait olmama izin ver! Sonra hep seninim!”
Tek bir kelime hakkım vardı galiba; “Ben de!” der demez öptü beni ufacıcık, mükâfatlandırır gibi. Herhalde bebeklerimizin yanında “Öpücüklere boğdu!” demem, böyle bir beklentiyi yaşamam uygun olmazdı! Hem enfeksiyon ihtimalini nasıl göz ardı ederdi ki Seda?
Kader, bir akordeon ile gülmüştü hepimize. Kaderin bundan sonra somurtmasına asla izin vermeyecektik, ailece…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Mesut (Erkekler için), Mesude (Kadınlar için); Saadete ermiş, mutlu. Sevinçli.
Sevdiye; Çok seven, sevmesi umulan.
(1) Azade; Başıboş, serbest.
Bilem (Yöresel olarak); Bile.
Cafcaflı; Gösterişli, fazla şık, şatafatlı (Karışık, gürültülü, patırtılı, hatta tehlikeli anlamları da vardır).
Çeşnici; Genelde “Çeşnici Başı” şeklinde kullanılan, sofra işlerini yöneten, yemeklerin, lezzetinden, tadından, tuzundan, kalitesinden ve güvenilirliğinden sorumlu, yemeği ilk tadan kimse.
Çöpçatanlık; Evlenme arzusunda olup da birbirine açılamayan, niyetlerini belli edemeyen kadın ile erkeğin arasını bulma, evlenmelerine aracılık etme.
Detone; Sesin doğru tonu bulamaması. Gerekenden daha kalın daha pes sesler çıkartmak. (Sürtone; İstemsiz ince ses çıkartmak).
Diktatör; Elinde mutlak ve sınırsız bir otoriteye sahip olan yönetici.
Diyet; Sağlığı korumak, düzeltmek amacıyla yapılan perhiz, rejim.
Düzenbazlık; Hile yoluyla aldatmak. Hile yapmak.
Efekt; Radyo ve televizyon yayımlarında, tiyatro oyunlarında, film sözlendirmelerinde konu gereği kullanılması bulunması gereken seslerin, doğal kaynaklar dışında optik, mekanik, kimyasal vb. yollarla yapay olarak gerçekleştirilmesi.
Enflâsyon; Çokluk. Yaşam pahalılığı. Para şişkinliği. Piyasada işlemde (dolanımda) bulunan para miktarıyla malların ve satın alınılabilir hizmetlerin toplamı arasındaki açığın büyümesi nedeniyle ortaya çıkan ve fiyatların toptan yükselişi, paranın değerinin düşmesi biçiminde kendini gösteren ekonomik ve parasal durum.
Falso; Aslında bir müzik terimi olup bir parça çalınır veya söylenirken nota yanlışlığı yapmaktır. Ancak; yanlış davranış olarak da özetlenebilecek bu deyim, öyküde bu ikinci anlamında kullanılmıştır.
Fecaat; Yürekler acısı durum, çok acıklı olay.
Gabi; Anlayışsız ya da anlayışı kıt, zekâ yoksunu, kalın (odun) kafalı, ahmak, budala, anlayışsız, bön, gerzek, geri zekâlı
Gurme; Yemekler ve içkiler konusunda uzmanlık ölçüsünde bilgisi ve gelişmiş beğenisi olan, ağzının tadını bilen, yemek zevki olan, yiyecek ve içeceklerini titizlikle seçen kişi, yiyecek, içecek uzmanı.
Handiyse; Yakın zamanda, hemen hemen, neredeyse.
Hanzo; Kaba-saba, görgüsüz, iri yarı kimse.
Haysiyet; Saygınlık. Onuruna düşkün olma.
Hengâme; Seslerin birbirine karışmasından çıkan gürültü. Şamata. Patırtı. Kavga.
Kaçıl; Yöresel bir söz olarak “Çekil!” anlamındadır.
Kuvöz; Yeni doğmuş, zayıf, dayanıksız bebeklerin ve özellikle de erken doğmuş bebeklerin bulaşıcı hastalıklardan korunması amacıyla içine konuldukları belirli sıcaklığı olan aygıt.
Marifet; Herkesin gösteremeyeceği beceri, beceriklilik, hüner, ustalık, ustalıkla yapılan şey.
Menhus; Kötü, uğursuz.
Montofon; Aslı Hollanda menşeli, oldukça cüsseli inek cinsi olmakla birlikte Türkçede kullanımı; tembellik yapan, oturduğu yerden kalkmakta zorlanan, anlayışı kıt, ya da anlayışsız, basit, vurdumduymaz kimse.
Moskofya; Hakaret etme amaçlı Rusların (Moskofların) yaşadığı yer (Literatürde yeri yoktur).
Muhkem; Sağlamlaştırılmış, sağlam.
Musalla; Genelde Musalla Taşı şeklinde kullanılır. Cami avlularında tabutun konulduğu kıble duvarına yakın masa şeklindeki taş seki. Namaz kılmak için ayrılmış yer, namazgâh. Halk dilinde daha çok cenaze namazının kılındığı yer olarak bilinir.
Müneccimlik; Yıldız falcılığı. Yıldızların durumundan ve hareketlerinden anlam çıkararak falcılık yapma. Gök Bilimciliği, Astronomluk.
Nankör; İyilikbilmez, kendisine yapılan iyiliğin değerini bilmeyen.
Ordövr; Yemekten önce masaya gelen soğuk yiyecekler, meze, çerez. Ön yemek, yemekaltı.
Pasaj; Yazınsal bir yapıttan, ya da herhangi bir yazıdan alınan, ya da okunan parça. İçinde dükkânlar bulunan, genellikle üzeri kapalı ve her iki yanı sokağa, caddeye açılan çarşı.
Patent; Bir buluşu tasdik eden belge.
Perhiz (Diyet, Rejim); Sağlığını korumak, düzeltmek amacıyla uygulanan bir kısım sınırlamalar. Para harcamamak amacıyla uygulanan beslenme düzeni. Hristiyan ve Yahudilerin belli günlerde et, yağ gibi kimi yiyecekleri yemeksizin tuttukları oruç.
Plâtform; Yer, yüksekçe bir yer. Jeolojik bir yapı türü. Siyaset programlarında dayanılan düşünceler.
Reva; Yerinde, uygun, yakışır, doğru, yaraşır.
Sadık; Aslına uygun, gerçek, doğru. Dostluğu ve bağlılığı içten olan, birine ya da bir şeye içtenlikle bağlı bulunan.
Safdillik; Saflık, temiz kalplilik, alçak gönüllülük, kolay inanırlık, aldatılabilirlik, kerizlik.
Stres; Kişide bir kısım sorunların yol açtığı ruhsal gerilim, zorlanma, dayanıklılığı azaltan ruhsal gerilimler. Ameliyat şoku, travma, soğuk, heyecan gibi etkenlerin iç organlarda, organizma ve metabolizmada oluşturduğu bozuklukların tümü. Canlıların yaşamları için uygun olmayan koşullar.
Tiran; Acımasız, gaddar, despot. Eski Yunan’da siyasal gücü zorla ele geçiren, onu kötüye kullanan kimse. Türk kukla tiyatrosunda kötü adam tipi.
Ukde; İçine dert olmak, bir konunun kapalı kalmasından dolayı duyulan acı.
Yavşak; Aslında bit yavrusu, sirke olmakla birlikte, toplumda genelde; geveze, yalaka, yılışık gibi anlamlarda kullanılan bir kelime. Bir de buna ait, atasözü mü, duvar yazısı mı, anonim mi olduğunu bilmediğim şöyle bir deyiş var: “Yavşak büyüdü bit oldu, enik büyüdü it oldu!”
Yılkı; Yaşamının kalanı kısmını rahat geçirmesi, bir bakıma kendi kendine ölmesi için doğaya teslim edilen, ya da bırakılan, azat edilen at ya da eşek.
Zıpçıktı; Görgüsüz, fırsatçı, türedi.
Zihniyet; Bir toplumdaki ya da topluluktaki bireylerde, görüş ve inanış etmenlerinin etkisiyle oluşan düşünce yolu, düşünüş biçimi. Anlayış, düşünüş
Zorba; Gücüne güvenerek hükmü altında bulunanlara söz hakkı ve davranış özgürlüğü tanımayan. Müstebit, despot, diktatör.
(2) Acele Fecele; Alelacele. Çok acele ederek, çabucak, çarçabuk, acele olarak, çabuk, ivedilikle.
Açlık Sınırı; 4 kişiden oluşan bir ailenin temel gıda ihtiyacı için harcadığı minimum gider.
Adabı Muaşeret (Adabı Umumiye, Hüsnü Muaşeret, Adabı Sofiye); Beraber yaşayışta, topluluk içinde normal davranış ve geçinme şekilleri, uyulması gereken nezaket, görgü, terbiye, edep ve şartlarla ilgili hoş geçinme hususları.
Aklı Evvel İnsan; Akıllı, her şeyi bilir geçinen, bilgiçlik taslayan, densiz, münasebetsiz, sağduyu sahibi olmayan, aslında bir b.k’tan haberi olmayan insan.
Aklı Kıt (Kıt Akıllı); Doğrusu az, yanlışı çok olan, aklını gereği gibi kullanamayan.
Aydır Gaydır; Başıboşluk. Karşıdakinin dalgınlığından faydalanma atmosferinde, modunda.
Az Buçuk; Azdan bir parça çok. Biraz.
Beşuş Çehre; Güler yüz, gülümser, güleç, şen şakrak yüz.
Bilgi Dağarcığı; Dağarcık; meşinden yapılmış çoban ya da avcı torbası olmakla birlikte bir kimsenin sözcük, ya da bilgi birikimi. Bellek, akıl, hafıza, zihinde toplanmış bilgiler.
Birkaç Taşım; Yemeğin (Özellikle çorbaların, sıvı gıdaların) topaklanmaması için yanma hızı yavaşlatılarak kepçeyle kaynamasının birkaç kez taşırmadan havalandırılması.
Çenesi Düşük; Geveze, yerli-yersiz çok konuşan, gereksiz sözler söyleyen, susmasını bilmeyen, karşısındakini bıktıran.
Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar. Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği (istismarı).
Ehlen Ve Sehlen; Arapçada “Hoş geldiniz, merhaba!” anlamında olmakla beraber Türkçemizde “Yavaş-yavaş, ıngıdık-ıngıdık, dinlene-dinlene” gibi anlamlarda kullanılan bir deyim.
Gâvur Âdeti; Müslüman olmayan, Hristiyan, hatta dinsiz,, merhametsiz ve acımasız, inatçı kişilerin âdetleri (Örneğin Noel, ayin, haç çıkarmak vb. gibi)
Güzellik Uykusu (Kestirmesi); Genellikle asıl anlamı dışında günün herhangi bir saatinde uyuklamak, ya da uyumak anlamında mecazi olarak söylenmektedir.
Haldır-Huldur (Haldır-Haldır); Hızlı ve ses çıkararak, dikkatsizce, umursamaksızın.
Harala Gürele; Önemli olmayacak, değer verilmeyecek şey. Laga Luga, Laka luka, Lakada lukada gibi anlamlarda.
Hiss-i Kabl-El-Vuku; Hissikablelvuku olarak da yazılabilir. Altıncı his, önsezi, içine doğmak gibi anlamları taşır. Bir olay olmadan önce o olayı hissetmek de denebilir.
Hüsnü Kuruntu (Hüsn-ü Kuruntu); Zararsız kuruntu, güzel kuruntu anlamlarını içermekte. İhtimali bulunmadığı halde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, kendini buna inandırma. Herhangi bir durumu kendince, bencilce iyiye yorumlamak denilebilir. (Süslü Kuruntu; Avam dilindi söyleniş biçimi.)
İç Güveyi (İç Güveysi); Maddi açıdan daha güçlü olan tarafının kadın ve tarafının olması durumunda erkek tarafından evliliğin kadının mevcut evinde (hatta ailece) sürdürülmesi hali. Damadın kız evine gelmesi, ya da damadın kız evinin gösterdiği yerde oturup yaşaması olarak da tarif edilebilir.
İttire Kaktıra (Gaktıra); Yapılması için ısrar ederek, hatta cebir kullanarak yapılmasını sağlamak.
Kalbi Katı (Katı Kalpli); Merhametsiz, acıması olmayan, olayı, sakin ve mantıklı bir şekilde süzüp anlatamayan, acımasız, kalpsiz, katı yürekli.
Kaytarma Hakkı; İş yapmaktan kaçınma, yapılması gereken işi, çalışması gerekeni, çalışmama, savsaklama.
Kaz Kafalı; Anlayışsız, kavrayışsız, düşüncesiz (kimse).
Med-Cezir (Arapça); Denizlerin yükselmesi, kabarması, uzaması; Med, Alçalması ise; Cezir demektir.
Mülâhazat Hanesi Boş; Bir kimse ya da olay hakkında kesin kanaat sahibi olamamak.
Nevi Şahsına Münhasır; Taklitsiz, kişiye özel, kendine özgü, kendine has, yalansız, kendi gibi davranışları ve karakterleri olan. Benzeri olmayan. Eşi bulunmaz.
Sataşma İmkânı; Birini sürekli rahatsız etme, musallat olma, herhangi bir eylem için birinin peşini bırakmamak için çareler aramak, bulmaya çalışmak.
Şinik Kafa; Olağandan büyük ve bilgisiz kafa (yerel).
Yandı Gülüm Keten Helva; “Olanlar oldu, iş işten geçti!” anlamında olumsuz sonuçlar için kullanılan bir söz. Kaçırılmış bir fırsat da denilebilir.
Yoksulluk Sınırı; Toplumun en küçük birimi olarak ele alınan 4 kişilik bir aile topluluğunun, zorunlu harcamalarının ne kadar olması gerektiğini hesaplayan değer. Kira, ulaşım, su, elektrik, eğitim, giyim, iletişim, kültürel etkinlikler gibi en temel ihtiyaçların gerçekleşmesi için gereken para miktarı.
Zamane Bebeği; Çağa, devire, şimdiki zamana ait bebek.
Zehir Zemberek; Konusunda uzman kişiler topluluğu. Son derecede acı, ağır ve sert biçimde.
(3) Abuk-Sabuk Konuşmak; Akla-mantığa uymayan, düşünmeden saçma, anlamsız bir şekilde konuşmak.
Abur Cubur Atıştırmak; Besin değeri, tadı vb. düşünülmeksizin, zamanlı, zamansız, rastgele şeyler yemek.
Aklına Esmek; Yapmayı önceden düşünmediği bir şeyi birden yapmaya karar vermek ve yapmak.
Arı Gibi Çalışmak; Hiç durmadan çalışmak.
Avuç (Avucunu) Yalamak; Beklenenin, umulanın olmaması, umduğunu bulamamak, ya da umulanın ele geçirilememesi, umduğunu, istediğini ele geçirememek. Umulan, beklenilen bir şey ele geçirilemediğinde kullanılan bir deyim.
Ayınları Çatlatmak-Gayınları (Kafları) Patlatmak; Böyle bir söz dizisi Türkçemizde yok. Üstüne basa-basa bir şeyleri söylemek anlamındadır. (Bilindiği üzere ayn, gayn, kaf, kef Arap alfabesi harfleridir.) Ancak genelde yöresel yahut da ülke genelinde olarak Kur’an’ı tecvidi ve makamıyla okuyamamak, bazen yanlış okumak anlamında kullanılan bir söz.
Basireti Bağlanmak; Gerçeği göremez bir duruma düşmek, iyi ve yerinde düşünememek, doğru yolu görememek, alınabilecek uygun bir önlem varsa almamak, alamamak.
Beis Yok (Beis Görmemek); Zararı, önemi, engel, uymazlık, kötülük yok.
Bir Koşu Gidip Gelmek; Bir yere koşarak çabucak g,d,p, konu ne ise haledip geri dönmek.
Çay Sıra Gidip, Yol Sıra Gelmek; Herhangi bir işi isteksiz olarak yapmak.
Doyunmak; Yeteri kadar bir şeyler yemiş olmak, midesi doymak.
Feragat Etmek; Hakkı olan şeylerden kendi isteğiyle vazgeçmek.
Fransız Kalmak (Olmak); Türkçemizde; “Bir konuyu gerektiği gibi bilmemek, özellikle de konunun özüne inmemiş olmak, ilgilenmemek, önem vermemek, hatta soğuk davranmak” gibi anlamları kapsar. Tamamen ilgisiz ve bilgisiz olmaktan farklı bir deyiştir.
Haddi Olmamak; Bir şeyi yapmaya hakkı ya da yetkisi olmamak.
Hüccetten (Füccetten) Göçmek (Gitmek); Ansızın, birdenbire ölmek.
İç(ini) Parçalamak; Çok üzülmek, aşırı derecede sıkılıp harap olmak.
İğne Atsan Yere Düşmemek; Aşırı derecede kalabalığın tarifi.
İğnelemek; Tariz. Üstü örtülü bir biçimde gücendirici, onur kırıcı, incitici üzücü sözler söylemek. İğneyle tutturmak, iğne batırmak.
İn Cin Top Oynamak; Issız, sessiz olmak. Bir yerde hiçbir canlı yaratık bulunmamak.
İnzivaya Çekilmek; Toplumdan (insanlardan) kaçıp, dünyayla ilgisini keserek, hiçbir şeyle ilgilenmeyerek tek başına bir köşeye çekilip yaşamak, kendi köşesine çekilmek.
Kalıbı Dinlendirmek; Ölmek (Nalları dikmek. Sabaha çıkamamak. Kuyruğu titretmek...)
Kayıtsız, Şartsız Emre Uymak (Bilâ kaydü şart ulul emre itaat, Şartsız-şurtsuz uymak); Hiçbir şart, ya da mazeret ileri sürmeksizin, sebebini sormaksızın emri derhal yerine getirme mecburiyeti.
Kerevetine Çıkmak (Onlar erecekler muratlarına, biz çıkalım kerevetlerine!) Sonu iyi biten masalların bitiş cümlesi. Başkasının evlenmesiyle ilgili onların sevinçleriyle sevinmek, mutluluk dileme anlamında bir söz.
Konsantre Olmak; Konsantrasyon. Düşünceyi, duyguyu, gücü, dikkati bir noktada toplamak. Yoğunluk.
Lâf Ebeliği Yapmak; Lâf Ebesi olmak. Çok konuşmak, herkese lâf yetiştirmek. Lâfazanlık etmek.
Lâfı (Sözü) Gediğine (Yerine) Sokmak, Yerleştirmek (Taşı Gediğine Koymak, Oturtmak); Gerekli bir sözü tam zamanında söyleyerek karşısındakini susturmak, zekice davranmak.
Lâfı Evirip Çevirmek; Bir sözü tam zamanında ve yerinde söylemeksizin, karşısındaki kimseyi susturmak için çeşitli mazeret veya sözlerle zekice davranarak vakit kazanmak.
Lagul-Lugul, Dagıl-Dugul Konuşmak; Türkçemizde karşılığı olmayan kuru gürültüyü, karmaşıklığı anlatmak için “Eften-püften, falan-filân” tipinde çaresizlik durumunda konuşmak.
Medet Ummak; Yardım beklemek. (Medet: Zor bir dönem geçiren birinin, birinden çare dilemesi, yardım istemesi).
Mışıldamak; Mışıl mışıl ses çıkararak rahat, sessiz ve derin soluklar alarak (genelde) uyumak
Mihnetle Yaşamak; Üzüntüyle, sıkıntılarla yaşamak.
Monte Etmek; Bir yapıtı, bir taslağı uygulamak, kurmak, kurgulamak, yerleştirmek, montajlamak.
Muradına Ermek; Amacına ulaşmak, isteğini gerçekleştirmek, dileğini yerine gelmek.
Nabız Yoklamak; Bir konuyla ilgili olarak niyetin, eğilimin ne olacağını anlamaya çalışmak.
Nefsi Köreltmek (Nefis Körletmek, Nefsini Köreltmek); Nefsin isteklerinden herhangi birini üstünkörü gidermek. Bir şeyin zayıflamasına, şiddetinin yoğunluğunun azalmasına sebep olmak. Doyum isteğini şu ya da bu şekilde karşılamak. Nefsi değer, önem ve yeteneğini yitirmiş duruma getirmek.
Öpücüklere Boğmak; Sevgisini göstermek için kişinin dudaklarıyla karşısındakini bıktırıp, usandıracak şekilde öpmesi.
Örtbas Etmek; Bir durumun duyulmamasını, yayılmamasını sağlayacak önlemler almak.
Pişmiş Kelle Gibi Sırıtmak; Yersiz şekilde tüm dişlerini göstererek aptallık, şaşkınlık, kurnazlık veya alay belirtir şekilde, anlamsız bir biçimde gülmek. Kuzu kellesi pişirilip, fırınlandıktan sonra aldığı şekilden (gözlerin pörtlemesi, ağzın açık kalması, dişlerin görülmesi gibi) esinlenerek düzenlenmiş Türkçe bir terim.
Riya Etmek; İkiyüzlülük etmek.
Salâvatlamak, Selâvatlamak, Sâlavatlamak, Selavatlamak; Yöremde kullanılan ve “Uğurlamak, güle güle demek” Mezarına teslim etmek anlamında kullanılan bir fiil.
Suya Sabuna Dokunmamak; Davranışlarında, sözlerinde kimsenin incinmeyeceği, gücenmeyeceği, kırılmayacağı sakıncalı konulara girmemek.
Sünnetlemek; Lügat manası; bir tabaktaki yemeği iyice sıyırarak yemek. Halk dilinde ise; atılması, dökülmesi olası bir şeyi sevabını almak için yemek, içmek, bitirmek eylemi olarak vasıflanmaktadır.
Şeytan Dürtmek; Durup dururken uygunsuz, kötü bir davranışta bulunmak.
Şıp Diye Dilinde Şekillendirmek; Ansızın, beklenmeyen bir anda, hemen fark edip, meramını, dileğini sözünü anlamak.
Tahakküm Etmek; Hükmetmek, zorbaca baskı ve buyruklarla etkilemek.
Teessüf Etmek; Esef (acınma, üzülme, yazıklanma) ettiğini belirtmek.
Tekeden Süt Sağmak (Çıkarmak); Olmayacak şeyi olur duruma getirmek. Umulmayan şey ve işlerden fayda temin etmek, çıkar sağlamak, olmayacak işi başarmak.
Topaklaşmak; Yuvarlak bir biçim verilmek, ya da bu biçimde olan herhangi bir şey yapmak.
Yerden Göğe Kadar Haklı Olmak; Anlatılamayacak denli çok, pek çok, doğruluğu tartışılmayacak şekilde, haklı olmak.
Yere Göğe Sığdıramamak; Çok önem vermek, nasıl ağırlayacağını, nasıl memnun ve mutlu edeceğini bilememek.
(4) Krematoryum; Ölünün yakılma işleminin yapıldığı yer.
(5) This train goes to… (İngilizce) Tren (şuraya) gidiyor
Go out! (İngilizce) Çık dışarı!
SMS; Short Message Service. Cep telefonu ile kısa mesaj gönderme servisi.
CD; Compact Disc ya da Yoğun Disk; optik veri saklama kabıdır. (CD; Cross Dresser ayıbıyla karıştırılmasa iyi olur)!
(6) Aziz NESİN, 1982 Anayasa Referandumu sonrası bir panelde referandum sonucunda Kenan Evren’e % 92 oranında oy verilmesi sonrasında; “Türk Halkının % 60’ aptaldır!” demiş. Daha sonra, sözlerinin anlamı sorulunca, referandum da verilen oy oranını kastederek; “Aslında % 92’si diyecektim, ama vazgeçtim!” demiştir. Daha sonraki bir sohbette ise bu oranın hakaret niteliği taşıdığı ifade edilince; “Değiştiriyorum, Türk halkının % 40’ı aptal değildir!” demiştir.
(7) Karada Ölüm Yok; Bundan sonra herhangi bir sıkıntı, güç durum yok.
(8) Diyanet İşleri Başkanlığı; 3 MART 1924 yılında Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından kurulmuştur. Anayasa’da yazılı olan görevi; ”Laiklik ilkesi doğrultusunda bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek İslam Dininin inanç, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmektir.
(9) Artık bu solan bahçede, bülbüllere yer yok… Türk Sanat Müziğinin Güftesi; Faruk Nafiz ÇAMLIBEL’e, Bestesi; Alâattin YAVAŞÇA’ya ait olup eser Hicaz Makamındadır.
(10) Söylemek istesem gönüldekini… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Vecdi BİNGÖL’e, Bestesi; Selahattin PINAR’a ait olup eser Rast Makamındadır. Eserde bir bölüm; “Yazsaydım derdimin ben bir tekini, ciltlere sığmayan bir kitap olur” şeklindedir.
(11) Tavşan Sidiği Denize Kâr; Aslı; “Farenin sidiği denize katık” şeklindedir. Bazı faydaların işe yaramadığının anlatımı.
(12) Vatan Mersiyesi; Namık KEMAL ve Nazım Hikmet RAN, bu şiirde karşılıklı olarak şu nakaratı söylemektedirler; “Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini, Yoğ imiş (yok mudur)kurtaracak bahtı kara mâderini?” Mustafa Kemal ATATÜRK bu dizeye şöyle cevap vermiş; “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini, Bulunur kurtaracak bahtı kara mâderini!”
(13) Amenna; Genelde peşine “ve saddakna” kelimesi eklenerek kullanılan Arapça bir deyim olup, asıl anlamı “İman ettim, tasdik ettimdir. Türkçemizde “Mutlaka öyledir, doğru, diyecek bir şey yok, kabul ettim, inandım, anladım!” şeklinde onaylama sözü olarak kullanılmaktadır.
(14) Başından Aşağı Kaynar Sular Dökülmek; Çok kötü, üzücü, sıkıntı verici ya da utandırıcı bir olay karşısında vücudunu ter basmak, ürpermek.
(15) Apansız uyanırsan gecenin bir yerinde… şeklinde başlayan Hicaz Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Ümit Yaşar OĞUZCAN’a, Bestesi; Rüştü ŞARDAĞ’a aittir.
(16) Sevemez kimse seni… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin şarkının Güftesi; Suat SAYIN’a, Bestesi; Teoman ALPAY’a ait olup eser Hicaz Makamındadır.
(17) Geçsin günler, haftalar, / Aylar, mevsimler, yıllar… / Zaman sanki bir rüzgâr / ve bir su gibi aksın / Sen gözlerimde bir renk , / Kulaklarımda bir ses / ve içimde bir nefes / Olarak kalacaksın… Birçoğumuzun Zeki MÜREN’e ait olduğunu sandığı HATIRA isimli Rast Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Enis Behiç KORYÜREK’e, Bestesi; Erol SAYAN’a aittir.
(18) Kara bahtım kem talihim, Taşa bassam iz olur… diye başlayan Adana Yöresi Türküsünü Aziz ŞENSES isimli üstat derlemiştir. Ağustosta suya girsem, balta kesmez buz olur, eklentisidir.
(19) Kalp Kalbe Karşıdır; İnsan kalbi, diğer birinin kendine karşı sevgi mi, nefret mi beslediğini hisseder, sevgi varsa sevgi, nefret varsa soğukluk demektir.
Kalp kalbe karşıdır derler, onun için sormadım… Güftesi; Turhan TAŞAN’a, Bestesi; Coşkun SABAH’a ait olan Türk Sanat Müziği eseri Hicaz Makamındadır.
Uyandım seninle birden… şeklinde başlayan “Kalp kalbe karşıdır, derler” Aslı GÜNGÖR
(20) Bu Sabah Hava Berrak; Cahit Sıtkı TARANCI şiiri. “Bu sabah hava berrak, / Bu sabah her şey billurdan gibi / Gök masmavi bu sabah / Güzel şeyler düşünelim diye…”
(21) Saçın yüzüne değse, tenini kıskanırım… diye başlayan devamında “Birine söz söylesen dilini kıskanırım” sözleri yer alan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Hikmet Münir EBCİOĞLU’na, Bestesi; Teoman ALPAY’a ait olup eser Hüzzam Makamındadır.
(22) Mobidik (Moby Dick); Ünlü bir roman (ve film) olup Moby Dick denilen balina ile “Bana İsmail, deyin!” kaptan arasındaki maceradır. Türkçemizde genelde iri yapılı, şişman, kendini kaldırmakta ve taşımakta zorlananlar için kullanılan bir deyim.
(23) Erkekler mi, kadınlar mı çok konuşur, İstatistiği; Kanadalı Sue MONTGOMERY’nin kaşkol örme davranışına göre (erkekler konuştuğunda kırmızı, kadınlar konuştuğunda yeşil iplik kullanmış) enteresan sonuç kırmızı renk yeşile göre % 80 fazla görünmüş. California Üniversitesinden Campbell LEAPER yaptığı araştırmalara göre çok az miktarda erkeklerin, Teksas Üniversitesinden James PENNEBAKER ise çok az farkla kadınların fazla konuştuğunu iddia etmiş. Şu gerçek ki; biz erkekler çok şeyi bildiğimiz(!) gibi “Kadınların çok konuştuğu” konusunda hemfikiriz! Yerlerden-göklere kadar haklıyız, bilimsel olarak ne kadar kanıt ortaya konulursa konulsun!
(24) Alaaddin’in Sihirli Lâmbası; Ortadoğu kökenli, Bin bir Gece Masallarından bir çocuk masalı.
(25) Tığ-ı Teber, (Tığteber) Şah-ı Merden; Aslında; “Tığ; silâh, teber; hilâl biçimli, şah-ı merden; mertlerin şahı şeklindedir Öyküde kastedilen de budur, her ne sözün sahibinin Hazreti Ali olduğu bilinirse de. Türkçemize yerleşmiş anlamı; sersefil kalmak, beterden beter, ya da rezilden rezil olmak, elinde avucunda ne varsa yitirmiş, her şeyini kaybetmiş olmanın sonucu gibi bir anlamdadır.
(26) To be or not to be, that is the question (Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele). Romeo-Jüliet (Romeo ile Jüliet veya Romeo ve Jülyet); Orijinal adı; “The Most Excellent and Lemanable Tragedy of Romeo and Juliet” isimli William SHAKESPEARE’ye ait tiyatro eseridir. Gerçeğe çok yakın bir aşk romanı. Sinemaya da uyarlanmıştır.
(27) Kâm almalı dünyadan… “Gülelim eğlenelim, kâm alalım dünyadan” Lâle Devri, Divan Edebiyatı Şairlerinden (Şair-i Cihan unvanlı) NEDİM’in (1680-1730); GİDELİM SERV-İ REVANIM… diye ünlenmiş şiiri
(28) Kız Seni Alan Yaşadı; Mustafa SANDAL’ın meşhur ettiği bir şarkı.
(29) Bi Mok Yok; Bazı kelimelere aşırı titizliğim söylemekten utandığım kelime; “m” harfi yerine “b” harfi konulması düzeltilecek şeklidir!
(30) Bu gece sen daha güzelsin; Ay ışığında saçların dalgalı denizler gibi… Ay ışığında gözlerin, parlayan yıldızlar gibi... Kayahan AÇAR şarkısı.
(31) Tuzlu Kahve; Genelde Trakya ve Marmara yörelerinde ancak Türkiye’min çok bölgelerinde uygulanan bir âdettir. Amaç; “Tuzlu kahve ikramında gelin adayının damada gönlünün olup olmadığının”, şekerli kahve ise gönlünün olduğunun” ifadesi olarak söylenmişse de aslında bu, damadın istediği kız için nelere tahammül edeceğinin, katlanacağının belirtisi, kanıt, işareti gibi yorumlanır. Damat o kahveyi mutlaka içmelidir.
(32) Mevlitlerde Sehpa Üzerine Tuz, Şeker, Pirinç, Buğday ve Su Konulması; Dini bir kural değildir. Anane, hatta batıl itikat olabilir. Suyun anlamı okuyan hocanın boğazının kuruması ihtimaline karşılık konmuş olabilir. Ancak diğerlerinin anlamı, hele ki okuma öncesinde alınmasının nedeni bilinmemektedir. Bir rivayete göre; Konulan malzemeler Kur’an okuması bittikten sonra alınarak alındıkları çuval, ambar, teneke, kiler, depo gibi yerlere tekrar konulursa okunan Kur’an’ın bu malzemeleri bereketlendirdiği amaçlanır(mış)!
(33) Mehr (ya da Mehir); İslâm Hukukunda erkeğin evlenirken kadına vermeyi taahhüt ettiği (hatta şart olan) para, mal, mülk, altın, menfaat gibi şeylerdir. Mehir evlilik yapılırken; Mehr-i Müsemma ve Mehr-i Misil olarak ikiye ayrılır. Ancak mehir (ile hiç ilgisi olmayan şeriata göre haram olan “Başlık Parası” ile karıştırılmaması gereken) kadına verilmek üzere takdir edilmiş bedeldir. Mehir ödenme şekline göre de; Mehri Muaccel (peşin ödeme), Mehri Müeccel (ölüm ya da ayrılık halinde ödeme) olarak ikiye ayrılır. (İslâm Hukukuna göre detayları öğrenmek mümkündür).
(34) Artık yeşerecek bir dalım yok, yağmurlar yağsa da boş, yağmasa da… Türk Sanat Müziğinin Güftesi; Türkân ATEŞ’e Bestesi; Necdet TOKATLIOĞLUna ait olup eser Muhayyerkürdi Makamındadır. (Maksadım bu şarkıyı hissettirmekti. Ancak rahmetli sanatçıya saygımı yitirmeksizin “yeşerecek” demek yerine “tutunacak” demek arzusunu yaşadım).
Tutunacak dalım mı var, Sığınacak kapım mı var? Ayrıca; “Deryada bir salım yok, Tutunacak dalım yok, İstersen al canımı, Verecek bir malım yok!” şeklinde iki türkü ile Tutunacak dalım mı var ki, Alsan beni yanına n’olur, Sarsan beni bağrına n’olur şeklinde bir ilâhi vardır.
(35) Ben sana mecburum, bilemezsin. Attila İLHAN
(36) Löküs Hayat; Aslı; Lüküs Hayat’tır. 1933 yılında Cemal Reşit REY tarafından bestelenmiş bir operet.
(37) Mamut (Mammuthus); Filgiller familyasının tükenmiş bir cinsi. Son buzul çağında Kuzey Amerika, Avrupa, Asya ve Afrika’da birçok farklı türleri ile yayılmıştır. 4,5 m. Boy, 8 ton kadar ağırlıkları olan bu cinsin üyeleri en son MÖ. 1700 lü yıllarda tespit edilmiş.
(38) Kaç gündür hasretinle, alevlenirken düşünceler / Ben çılgın, ben yine gözlerinin hapsindeyim… KAYAHAN
(39) Her yerde kar var… Tombe La Neige; Salvatore ADAMO’nun “Her yerde kar var!” olarak Türkçemize kazandırdığı bir şarkı olup zamanında halk arasında bu şarkı “Tombul Nejla” şeklinde de yorumlanmıştır.
(40) Açıl Susam Açıl; Binbir Gece Masalları’nda yer alan “Ali Baba ve Kırk Haramiler” Masalında geçen sihirli sözler. Kırk Haramiler’in hazinelerini sakladığı mağaranın kapısını açmaya yaramakta.
(41) Kar Helvası; Üstüne pekmez damlatılmış kar.
(42) Leyleğin Yuvadan Attığı Yavru; Bu söz Türkçemize annenin bakamayacağı yavrusunu yuvadan attığı şeklinde yerleşmiş olup, yanlıştır. Aslında anne, getirdiği yemleri yavrularına eşit miktarda dağıtamadığı için, güçlü yavrular, zayıf olanları yuvadan atar ki, kendisinin payı artsın diye. Bu miras (ya da mal varlığı için) kardeşlerini katledenler için de güzel bir örnek olmalı, diye düşünüyorum.
(43) Yemin Ettim; Kayahan AÇAR Şarkısının nakaratı; “Sana sevdanın yolları, bana kurşunlar…” şeklindedir.
(44) Ultrason (Ültrason); İnsan kulağının alamayacağı nitelikte çok yüksek frekanslı ses titreşimi ve bu titreşimi veren aygıt (Ultrasonografi; Ultrason kullanılarak elde edilen görüntüler. Birçok hastalığın ön teşhisinde kullanılan ancak daha çok karın organları gibi ses dalgalarının kolayca geçebileceği konumdaki organların tetkikinde etkili bir inceleme yöntemi olup X ışını yoktur).
(45) Kondumcuk Kuşu; Aslında böyle bir kuş ve lügatlerde yer alan böyle bir deyim de yoktur. Ancak yöremde; “Olur-olmaz yerlerde duran ve kalkmayan, oturma adabını bilmeyen, misafirliklerde vaktinde kalkıp-gitmekten anlamayan kişiler” için kullanılan bir deyimdir. Öyküde oturma adabını bilmeyen, gereğini yapmaktan vazgeçmeyen Azrail anlamında kullanma gayretini yaşadım. Bir yerde geçici bir süre kalmak, bulunmak anlamında da kullanılan yerel bir tabir.
(46) Gözümle gördüm, gönlümle sevdim seni… şeklinde başlayan Nilüfer’in meşhur ettiği şarkının nakarat bölümü; Ara sıra, bazı bazı, gelsen bile gönlüm razı” şeklindedir.
(47) Doğumun Yaklaşmasının Belirtileri;
Hamilelik Belirtisi; Genelde mide bulantısı şeklinde hissedilirse de, doğumun başlayacağı da suyun gelmesi acele edilmesinin gereğidir.
Anne Karnının Aşağıya İnmesi; Bebek doğum kanalına girdiği için annenin sık sık idrar ihtiyacı duymasını gerektirmektedir.
Su (Nişan) Gelmesi; Gebelik boyunca rahmi ve bebeği dış etkenlerden koruyan mukusun (Hafif pembemsi, kırmızımsı, hatta şeffaf görünümü olan sümüksü madde) kendi kendine dışarı atılması.
Doğum Sancıları (Braxton Hicks Kasılmaları); Başladıktan sonra artarak devam ediyorsa doğum başlıyor demektir, hastaneye yetişmek gerekli ve şarttır (Yalancı kasılmalardan sakınmak için doktora görünmeli).
(48) Şimdiki Çocuklar Harika; Aziz NESİN’in kaleminden yazılı bu kitapta 8 kız çocuklu babada anlatılan Hikmet ve Suat’tan farklı olarak, 9. Çocuğa Sonol, 10. Çocuğa Buson adını takan baba, 11. çocuğun yola çıktığını öğrenince; “Bu da kız olursa, ellerini, ayaklarını keserim!” şeklinde konuşmuş. Allah’ın ilâhi takdiri, 11. Olarak doğan erkek çocuğun elleri ve ayakları yokmuş ve ancak 11 gün yaşayabilmiş.
(49) Ziyaretin Kısası Makbuldür; Aslında buradaki “kısa” olarak söylenen kelime sıfat değil; “Kısas” anlamında söylenmesi gereken bir sözdür. Yani; “Ziyaretin karşılıklı olması makbuldür” Türkçemize yanlış olarak oturmuş ve öyle kullanılan bir deyimdir.
Misafirin iyisi gelir geçer kuş misali, kötüsü oturur baykuş gibi. Murat MURATOĞLU
(50) Kırk (Bin) Dereden Su Getirmek; Karşısındaki birini kandırmak, bir şeye inandırmak için dil dökmek, çok dolambaçlı nedenler, sebepler, gerekçeler göstermek, aldatıcı sözler, özürler öne sürmek.
Kırk Banyosu (Anne ve Bebek için;) Anne ve bebeğin sağlığı açısından kritik sayılan 40 gün bittikten (loğusalığın bitimi) bir kısım dini olmayan âdet ve gelenekler uygulanarak bebek ve annesinin yıkanması.
Kırk Mevlidi (Bebek için; Dinen bir gereklilik değildir, 40. Günde yapılması da şart değildir. Sevap için Kur’an ve mevlit okunabildiği gibi, fakirlere yardım edilip bebek adına kurban (Akika Kurbanı) kesilmesi de mümkün.
Kırk Uçurmak (Kırk Çıkarmak)(Kırklama)(Bebek için); Kırk banyosu yapıldıktan sonra bebeğin yeni elbiselerle, annesinin de güzel elbiseler giyerek gezmesi, gelenek olarak dede ve ninelere götürülmesi işi.