Adı; Mazlum’du genç adamın. Daha doğduğunda ebe annesi göbeğini keserken ona her nedense bu ismi yakıştırmış, annesi-babası ilerleyen yaşlarında onun zulme uğrayacağını, eziyet çekeceğini hisseder gibi bu ismi aynen kabullenmiş olabilirlerdi. Eziyet çekeceği? Doğrusu; kısmen değil, tamamen “Yanlış” denebilirdi.

Çünkü eziyet çekeceğine inandıkları, kendilerine; “Allah rahmet etsin! Allah günahlarınızı affetsin! Toprağınız bol olsun!” diye dua eden oğullarının ilerleyen zamanda çevresindekilere sadistçe eziyet, eza, cefa çektireceğini onun doğumunda hissetmemiş olsalar gerekti, muhtemelen akıllarından bile geçmemişti!

Ancak doğumunu haber alıp şehirden gelen akrabaları âdeta isyan etmişlerdi;

“Neee! Çocuğa daha ömrünün başlangıcında karartır gibi isim vermek? Mademki oğlan belirli süreyi beklemeksizin erkenden doğdu, o zaman ismi ne bileyim; Ercan, Erkan, Erol, Ertekin gibi isimlerden biri olsun!” demişti, şehirden gelen uzak akraba, evinin ataerkil(1) kişisi.

Mırın kırın eder(2) gibi görünseler de; sonrasında;

“Doğru yahu! Sizden iyi mi bileceğiz! Nasıl olsa (‘Zahmet olacak!’ diye bir düşünce akıllarından geçmemiş olsa gerekti!) şehre gidince Kafa Kâğıdını siz çıkartacaksınız, deyiverin hele ismi ne olsun, ona göre de sünnet olarak kulağına ezanı, kameti üfleyivereyim(3)!” demiş, ataerkil olmayan babası, annesinin tasdik eder şekilde başını eğmesinden cesaret alarak.

Babası kulaklarına üflemiş, uzak iken Nüfus Kâğıdını çıkartarak yakın olan ataerkil baba akraba da ismini aile kararı gibi “Ertekin” olarak koymuş. Her ne kadar zulme uğramış gibi görünmek üzere sipariş edilmiş olsa da o artık Ertekin’di!

Hem ömür boyu, belki de geleceğinde olmasını düşlediği genç kız hissi kabl el vuku(4) ile bu ismi ona yakıştırmış olabilirdi, bilmeden, görmeden, tanımadan ve en önemlisi sevmeden, yani bir bakıma âşık bile olmadan!

Ertekin’in dünyaya geldiği zamanlarda muhtarlar da, imamlar da devletten maaş almazlardı.

Ya köyün varlıklı, hele ki hacı ise isteği, arzusu, dileği de varsa, hele ki bir de muhtar olması için ısrarlar varsa Köyün Muhtarı o idi. Yok değilse, istekli de yoksa kaza ile mühre dokunana; “Tamam, muhtar sensin!” derler, ufaktan-ufaktan ve giderek büyüyen angaryalara alıştırırlardı gariban muhtarı…

İmamlar için ise, bedelsiz görev yapacak olmasına rağmen çok ağır şartlar vardı.

Az-buçuk-biraz da olsa mürekkep yalamış, en aşağı ilkokul üçten terk olacaktı. Hani ilkokul mezunu olursa bu ballı-kaymaklı ekmek kadayıfı demekti ki ona itiraz eden hiç olmazdı, hatta daha makbuldü(1). Ağzı lâf yapacaktı, doğru; yalan söyleyebilecekti! Sular seller gibi(4) olmasa da ucundan-kenarından da olsa Kur’an-ı Azîmüşşanı(4) gür, davudi sesiyle(4), tecvidi(1), makamıyla, özenli ve güzel okuyacaktı.

“Hocam bu ayet ne diyo?” diye soran olursa, okuduğunda Türkçe kelimeye uygun Arapça bir kelime yakalarsa, örneğin; “Tevbe” kelimesini fark ederse; “Ayette bol bol tövbe(1) edin!” denmekte diye ahkâm kesebilecekti(2), ama niçin? Bu; o kadar önemli değildi, o kadarcığını da kendisine soruyu soran akıl ediversindi canım!

Köy şartlarında hocanın enli-boylu, ya da zayıf-kikirik(1) olması şart değildi. Ayağına-eline çabuk, köyün delisi olmak yanında, asker uğurlaması için davul çalması, kına yakabilmesi, büyü bozmasını, nazar çatlatmak için kurşun dökmesini bilmesi, ölüler için gassal(1), üfürükçü, mezar kazıcı, mevlithan, berber, sünnetçi olması şarttı.

Hatta çok acil durumlarda köyün ebesi, “Ebe Anne” herhangi bir nedenle köyde değilse “Ebe Baba” bile olabilmeliydi!

Bu arada titizlikle bir konuyu da doktorlar gibi ortama sunmakta yarar var.  Ola ki okudu, üfürdü, üfledi, kurşun döktü, muska yazdı, hatim indirdi(2), her neyse. Tüm bunlara karşı genç-yaşlı demeksizin savunma olarak hazırlıklı olmalıydı; “Dualar iyiydi, ama maalesef hasta direnmedi, kendi istedi, bu nedenle hastayı kaybettik, yani Allah verdi, Allah aldı!” diyecek kadar sakin olmalıydı!

Ek cümlelere de peşi sıra devam edebilmeliydi. Doktorlar ne diyorlardı; “Ameliyat başarılı (bazen; çok başarılı) geçti, ama maalesef hastayı yitirdik!” Olur böyle vakalar, “Doktorlar her zaman haklı çıkar!” (savunma) felsefesi(4) gibi “Hoca Efendi!” ya da “İmam Efendi!” de daima haklıydı, haklı olmak da hakkıydı zaten!

“Demek ki Allah onu sizden daha çok seviyormuş! Allah sizlere sabır versin! Allah kardeşimize rahmet etsin! Siz kuşbaşılı pilâvı ve helvayı, mezarı hazır edin, yarın öğle namazına yetiştiririz evvel Allah!” ya da her neyse, benzeri teselli etmekten uzak deyişleri sıralayarak kamuoyunu teselli etme anlamında bilgilendirebilmeliydi!

Babası tüm bunlara uygun bir cami imamı mıydı? O yaşlardaki kıt aklıyla buna “Hayda bre!” şeklinde anında cevap vermesi mümkün değildi Ertekin’in. Ancak tarafsız kalması da mümkün olamadığından; “Koyunun olmadığı yerde Süleyman Çelebi…(5) de diyemezdi babası için.

Adayların % 10 barajını aşamadığı bir ortamda (“Adam olmadığından” demek de Ertekin’e yakışmazdı!), babası meselâ belirlenen şartlarda % 25 barajına erişmişse o nedenle köyün imamı olmuş olabilirdi, bunda adam kayırmak, torpil(1), iltimas gibi bir şeylerin varlığından bahsetmek abes olurdu vallahi!

Babası -bildiği kadarıyla- asla ve asla hak yemezdi, dini-imanı para olanlar için bu geçerli bir kural olsa da, babasının inanışı, dini, imanı buna izin vermezdi.

Neden % 25? Bir defa babasını kan tutardı? Bu nedenle özellikle kurban bayramlarında, adak kurbanlarında(6) ve dolaysıyla sünnetlerde görev yapması mümkün değildi.

Utangaçtı, bu da; doğum konusunda “Ebe Baba olarak” başarılı olamayacağının deliliydi.

Korkaktı, bu da; ölülerle ilgili yoksulluğunun belgesi idi.

Ve en önemli konu; nasihat, vaaz, hutbe mevlit(7) ve sohbetlerde sakıncalarını bilmesine rağmen sigara içmesiydi ki, bu; tüm eylemlerinde kesintilere, devamlı peçete kullanmasına neden oluyordu. Özellikle ezanlarda! Sanki taksitle okur gibiydi, kesik kesik, öksürerek, tıksırarak, hele ki üstüne üstlük nezle olduysa bir de hapşırma katkısıyla!

Dahası ve en vahimi(1); namaz kıldırırken öksürüverince, bu; (Bazen de olsa) kabahate dönüşüveriyor(!), namazın o anında selâm verip;

“Cemaat, ben bir abdest tazeleyip geleyim!” diyerek hoca vasfında başkası olmadığından, aslında üç-beş kişilik müezzinliği bile zorlukla kabul eden cemaat içinde hocalığı bir başkasına da emanet edemez ve dışarıya yönelirdi.

Şadırvan yoktu ki, musluğu alçakta… Tenekeden mamul çeşme nesine yetmezdi ki, ya da birkaç ibrikten biri…

Ertekin’in Hoca Efendi olan babasının abdest alması da bir âlemdi(1). Ehlen ve sehlen(4), abdest duasını bilmediğinden kerelerce “Amentü” okuyarak(4) abdestini alır, on dakikalık namazı yarım saatlere ve kerelerine kadar uzatırdı.

Doğal olarak namaz kılma süresi içinde (şehirlerarası otobüs değildi ki) “İhtiyaç Molası” verilemediğinden prostatı(8) olan amcalar da “Lâhavle çekerek!(2)” abdest tazeler, başarılı olamayanlar da(!) namazlarını tamamlamak için evlerine yönelirlerdi.

Bu arada babasının muhtarlıkta gözünün olmadığını da biliyordu Ertekin. Artık zorunluluktan mı, isteksizlikten mi, karşısındaki adayın, cüssesinden mi, süksesinden(1) mi, bütçesinden miydi çekincesi, bilinmesi mümkün değildi!

Bunları bu kadar detaylı olarak anlatmamın sebebine gelince; Ertekin ilkokulun birinci sınıfını henüz bitirmişti, köy ortamında oyun, tatil gibi oluşumları düşünmek, hayata, uygulamaya geçirmek ne kadar mümkün olabilirdi ki?

Özlemle beklenen süre, yani yaz sezonuna ulaşıldığında, ana-baba büyükler ırgatlığa, irata yönelirler, çocuklar ise, yetenek gerektirmeyen, daha ana karnında öğrendikleriyle bir çıkın(1) eşliğinde çobanlığa başlarlar ve “Dur!” deninceye ya da asıl çoban, Türk Filmlerindeki gibi “Esas Oğlan!” şeklinde köye dönünceye kadar asil görevlerine devam ederlerdi!

Aydan’a gelince, o çocukluğundan tarifte sıkıntı çekilecek tüm güzelliklere sahip, kendi halinde bir anne-babanın biriciği idi.

Böyle günlerden birini yaşarken…

Babasının yardımına ihtiyaç duymayan annesi, kendine aşırı derecede sevgi ve saygı duyan, her bakımdan düşkün kocasının sakarlığından(1) şikâyetçi idi, hem her daim. Bu nedenle babasının annesinin işlerini yavaşlattığından bahsetmemek mümkün değildi. Böyle bir vakit namazından sonra, sanki çok iş yapmış gibi yorgun-argın(4) eve dönen Hoca Efendi babası, muhtemelen “Bir sigara tellendirerek” sedirin üzerine uzanmış…

Sonrası…

Komşu kadınlardan biri, çıkan dumanı görmüş ve bağırmıştı;

“Koş Hatça! Eviniz yanıyo!”

Ertekin’in annesi ne arozöz, ne de yangın söndürme tüpüydü! Ev ahşap ve kerpiçten mamuldü ki, evi saran yangından ne kocasını, ne de birkaç parça eşyasını kurtarması hiç mi hiç mümkün değildi, olamamıştı da zaten.

Düşünüldüğü gibi Ertekin’in babası sigara ile uyuyakaldığı için yangına sebep olmuş olabilirdi. Bu durumda yorum yapmaya, hariçten gazel okumaya(2), her şey olup bittikten sonra “Keşke” ya da “Şöyle-şöyle de, böyle-böyle…” demeye gerek yoktu. Önemli olan çözümdü.

Yok olan ev, barınacak başka bir yerleri olmadığı için ortalıkta kalmalarına neden olmuştu, yararlı mı, zararlı mı konusuna ilişmeksizin. Çünkü Ertekin’in bir tek dayısı vardı köyde, nemrut bakışlı(4) yengesinin kendilerini sevmediğini bildiği, ama neden sevmediğini bilemediği, doğumunda ufacık bir hediyeyi bile çok gördüğünü annesinden dinlediği biriydi o, kötü sözlerle sıfatlandırmakta zorluk çektiği.

Okunamayacak akşam ezanına doğru, olaydan, yokluk ve yoksulluktan haberdar olan, varlık konusunda varlığı tartışılacak dayısı elini uzatmıştı; “Gelin!” diyerek. Aç-açıkta, susuz-uykusuz idiler, hemen kabul ettiler himayesini, oluşacak bakışlara aldırmaksızın, bir süreliğine de olsa tahammüllerini en üst seviyelerde tutmaya gayret ederek.

Bilemedikleri; sabır taşının çatlayacağı, her insanın tahammülünün bir derecesi olduğu idi.

Mezar ve defin işleri yapılmıştı, ama ne yapış, ya da yerine getiriliş? Bedeni simsiyah yapış yapıştı babasının, yıkanmış mıydı, kefene sarılmış mıydı, bilmiyordu. Muhtar onu tek başına mezarına indirirken gördüğüne göre ya un, ya da şeker torbası gibi bir şey içinde olduğunu zannetmişti.

Ve en kötüsü o an aklı ermese de aklında kaldığı, ilerleyen zamanda öğrendiği kadarıyla topraktan önce kireç atılmıştı bedeninin üstüne(9). Hem bilmediği o an, hem de öğrendiği ileriki zamanda bu olay için çok üzülmüş, içerlemişti de Ertekin.

Saatler, günler ve ancak bir bilemedin iki hafta (dur-durak bilmeksizin) devam ederken, her bakımdan yengesine yardım eden, “Bir dediğini iki ettirmeyen”, ancak yengesinin sözlü ve fiziki eza, cefa, eziyet vb. duygularının üstesinden gelemeyen, dayısının kişiliksizliğiyle günden güne eriyen annesinin çöküntüsüne ve temelli çökmesine şahit olmuştu Ertekin. Bir şeyler yapamamasının hüznü; boyunu, tüm boyutlarını aşmış ve küstürmüştü onu her şeye.

Tıpkı şarkıdaki gibi, kümes gibi barındıkları odada ses soluk kalmamış ve “Bir sabah uyandığında bakmıştı ki bir tanesi yoktu…(10)

Muradına başarıyla ulaşmasına rağmen, yengesinin -çocuğunun olmaması, bu sebeple de çocuk sevgisiyle ilgili kırıntı kadar bile bilgisi, ilgisi ve sevgisi olmaması nedeniyle- kendisine tahammülünün de olmayacağına inanıyordu.

Annesini, babasının mezarının yanına defneden Ertekin, annesinin adını da dağlara değil(11), ancak mezarının başına saplanan tahta üzerine yazabilmişti kara kalemle. Ama ahdetmişti(2), büyüyünce, yani adam olunca köye dönecek ve onların kendilerine lâyık olan mezarlarını yaptıracaktı, görkemli bir şekilde değil, sadece gereği kadar belli olacak şekilde.

O koca koca görgüsüzlük fışkıran mezar taşlarını, üstündeki ahrete değil, dünyaya ait sözleri, belki de o ölülerin yaşamlarında hiç duymadıkları sözlerle bezenmiş lâhitleri(1) gördükçe kendinden utanıyordu Ertekin.

Bu nedenle Ertekin dayısına haber verip camiye saklandı, yengesinin “Sadizm” zevki yok olsun dileğindeydi. Bu hareketiyle de ne kendisine, ne de karşısındakine ileri derecede sadizm yaşamayı, yaşatmayı görmek istemediğini anlatmak istemişti Ertekin.

Ancak…

Kafasından atamadığı, yarınlarda zulüm konusunda başarılı olmayı isteyip istemeyeceği idi. İçine, içindeki sese egemen olabilecek miydi, olabilir miydi? “To be or not to be! That is the question!” “Olmak ya da olmamak! İşte bütün mesele! (12) bu idi…

Camiye hocalığı, Hacı Muhtar Amcası kabullenmişti, ayrıca Ertekin’in camiye sığınmasını da, bildiği ve bildiğinin tasdiki olan sözlerle.

Ertekin, hoca-müezzin mahfeli diyeceği cüppe ve sarıkların asıldığı minber altındaki boşlukta yatıp kalkıyor, girişteki ya da avludaki boşlukta dayısının, ya da Hacı Muhtar Amcasının destekleyip getirdiklerini yiyip, içiyor, nefsini köreltiyor(2), namaz vakitlerinde ya ortalıktan kayboluyor, ya da minber altındaki boşlukta sessizliğini devam ettiriyordu.

Ertekin, babasını yitirdiği yangında kitapları dâhil annesi gibi neyi var, nesi yoksa yitirmiş olduğundan dayısı kendisine yenilerini almıştı.

Yengesi de (nasıl olmuşsa olmuş, ya da bütçeden ek bir gider meydana gelmesin dileği ile olsa gerek)  kendi eskilerini annesine vermişti, nasıl olsa annesinin elinden iş geliyordu, kesip-biçip kendine göre ayarlaması zor olmamıştı annesinin.

Nedenine gelince; yengesinin bedeni annesine göre en ve ön olarak neredeyse iki misli, yere yakınlığı veya boy bakımından da yarı yarıya gibiydi. Annesini yitirdiğinde de üstünde yengesinin eskileri vardı söylemek gereksiz. (Gıybetse(13); “Allah günah yazmasın!” dileğini saklamıştı!)

Okullar açılmıştı, başlangıçta meskeni aynıydı, sadece akşamları ders çalışmak için caminin elektriklerinden yararlanamamak üzüntüsünü yaşıyordu, köyün malını kendi ihtiyacı için kullanamazdı, çünkü tüm köyün hakkını yemiş olurdu.

İşte bu konumdayken öğretmeni elini uzatmış, desteklemişti onu. Üstelik durumunu bilip öğrendiğinden dolayı en kısa zaman içinde Ertekin’in elinden tutup onu camiden alıp evine, daha doğrusu okulun bir bölümüne lojman niteliğinde ayrılmış odasına götürmüştü.

Mutfağı, banyosu, yatağı ve Ertekin için satın alınıp gece açılıp gündüz kapatılan portatif karyola, rahle(1) tipinde etajer görünümünde ders çalışma masası ile sıkış-tepiş(4) tam bir bekârhaneydi yaşadıkları oda, ama kendilerine mükemmel bir şekilde, birbirine ağabey kardeş gibi yeten bir mekândı o dört köşe hazine.

Okudu Ertekin…

Öğretmeninin desteğini, yaşantısına yön vermesini unutması asla mümkün değildi. Üstelik kıt aklıyla ilk göz ağrısını(14), sevgisini, hatta ilk yasal olmayan, yanlış aşkını yaşadığını da…

O yaz tatile çıkan öğretmeni, o sırada hem nişanlanmış, sonrasında da evlenip dönmüş, muhtarlığın gösterdiği eve yerleşmişlerdi.

Okulda tek başına yaşarken ara sıra görüyor olsa da o da öğretmeni gibi âşık olmuştu öğretmeninin eşine. Erkekler için; hem kör hem nankör(1) derlerdi. Çünkü ne görürler, ne de gerçekleri, doğruları görmek isterlerdi, yaşları ne olursa olsun!

En genel, özel, her bakımdan bunun gerçek şahidi Ertekin’di. Galiba içinden geçirdiğine göre (bacak kadar velet(4) olmasına rağmen) öğretmeni sırf karısını kıskanması nedeniyle(!) dışarılarda bir yerlere atamasını istemişti.

Atama gerçekleşmiş ve köyden ayrılmışlardı karı-koca. Zamana gerek kalmaksızın unutmak hakkını kullanmıştı. Demek ki yaşadığı aşk değil, şıpsevdilik(1) olsa gerekti ve bunu bilip anlayacak yaşta olmadığının farkında değildi Ertekin.

Doğal olarak arkadan gelen ikinci öğretmen de okumasına yardımcı olmuş, ilk öğretmeninin yokluğunu hissettirmemişti. Ancak atanan kıskanç öğretmeni yeni gelen öğretmene kendini detaylıca anlatmış olsa gerekti. Ertekin’in kanaatine göre yeni öğretmeni kendi hakkında bir şeyleri, çok şeyleri değil, sanki her şeyleri biliyordu!

Zamanın geçme mecburiyetinin olduğu herkesçe bilinen bir gerçek. Bu bağlamda Ertekin, suya-sabuna dokunmadan, ekmek elden, su gölden örneği önce öğretmenine, sonra köyün yardımsever halkının bütçesine ortak şekilde sırtını dayayarak okumuş, azıcık da olsa büyümüş ve ilkokulu başarıyla bitirmişti.

Bundan sonraki hevesi; şehirde yaşayacak oluşuydu. Daha çok okuyacak, daha çok büyüyecek, her nereden, her nasıl beynine yerleştirdiyse polis olacaktı. Bunda yeme, içme, yatma gibi devletin sağlayacağı imkânlar nedeniyle belki maddi külfet yaşamayacak oluşunun etkisini de düşünmüş olabilirdi.

Ve dileği; ilerleyen zamanda adam gibi polis olursa ilk öğretmeninin karşısına çıkıp; “Bak bana öğretmenim, desteğinle bugünü yaşıyorum!” diyerek kendisiyle övünmesini, gurur duymasını sağlamak olacaktı. İçinden yaşadığı “Aşk” dediği saçmalığı unutmuş olsa gerekti.

Bilmediği; onların, Fizan(15) kadar uzak bilmediği şehirlerden birine atanmış olmaları, belki yaşamı boyunca bir daha karşılaşamayacağıydı. Bildiği; Hacı Muhtar Beye gönderdiklerinden aklında kalan cümlelerdi; “Ertekin için ne gerekirse bizi bilgilendir!” ve içine iliştirilmiş kâğıt paralar idi.

Aslında karşılaşsa lisede okumak için yardımlarını dileyebilecekti. Onların ulaştıkları şehre ulaşması mümkün değildi. Hayaldi, unuttu, unutmak zorundaydı. Ancak gerçek olan şu idi ki; minnettardı, minnet) yüklü kalıp, minnettarlığı ömür boyu devam edecekti Ertekin’in.

İkinci öğretmeninin desteği sayesinde liseyi de bitirmişti. Yaş, boy-pos, sağlık, yüz kızartıcı bir suç, askerlik hizmeti ve GBT(1) bakımından sıkıntısı yoktu.

           Sonra Polis Meslek Yüksek Okulunu (PMYO) bitirip iki yıl sonrasında Düz Polis Memuru olmuştu. Sonra da dört aylık Polis Meslek Eğitim Merkezini (POMEM) bitirmişti. Yapısı; koşullara ve kurallara uygundu. İddiası katıksız bir Türk oluşuna inancıydı. Her ne kadar Yörük(1), Manav(1) gibi atalardan kalan bir kısım sözler kulağına çalınmışsa da.

Torbadan çıkmış yahut da şans yüzüne gülmüş, polis olmuştu, unvansız, rütbesiz olsa da, ceplerindeki kıymetini tarif edemeyeceği belgeler ve silâhı ile övünüyordu Ertekin.

Asıl amacı sivil polis olmaktı her polis olanın arzuladığı gibi. Öncelikle; her ne kadar bu konuda seçim hakkı yoktuysa da; Organize, Narkotik, Terörle Mücadele, Güvenlik, Bilişim, İstihbarat, Bilgi İşlem ya da Mali Şubeden hangisinde benimseyerek başarılı olacağına karar veremiyordu.   

Sakin bir mizacı(1) olduğunu iddia edemezdi, ama olmak için gayretli olmalıydı, her türlü ortama adapte olabilir(2), uyabilirdi, gözleriyle fel-fecir okur(2) gibi sağa-sola dikkatli bakabildiği yeteneğinin olduğunu düşünüyordu.

            Bu konuda bir dakika durup özeleştiri yapmayı kendine borç bildi;

“Be, birader! Madem bakışların bu kadar kuvvetliydi, madem bu kadar fel-fecir okuyan gözlere sahip olduğun için kızlar senin sevgilin olmak istiyorlardı, neden diğer arkadaşların gibi o iki yıllık zaman içinde sana yakınlık duyanlarla ilgilenmedin ki? Düz polisliği tercih edip karı-koca, hatta çocukları olan arkadaşların gibi olamaz mıydın? İllâ da ‘Gönlünün Sultanı!’ Al işte, böyle avare gibi dolaşırsın, taçsız kral gibi! ‘Oh!’ olsun!”

Sabır, karşısındakini ikna, ağzından lâf alma(4), istediği bilgilere ulaşma konularında zayıf olduğunu kabulleniyordu, bunun için okul varsa okula, dershane varsa dershaneye gitmeyi düşünecekti.

Henüz düz polis olmuştu, ama saklanmayı, kendini, polis olduğunu belli edecek şeyleri (silâh, şarjör, biber gazı, kelepçe gibi) saklamasını biliyordu, resmiyken de, kendinin görevli olmadığını bile bile sivil giyimliyken de. Kendini saklıyor, çok gerekmedikçe kendini belli etmiyordu. Çok gerekmedikçe? Ne olabilirdi ki bu? Şimdilik kaydıyla mülahazat hanesini boş bıraktı(16).          

En büyük eksikliği, fan-fin-fon(4) dışında lisan, bilgisayardaki klavye üzerindeki tuşlara gözleriyle bakarak, yarım saat kadar bir zaman içine ancak sığdırabildiği; “Hoş geldin!” ya da “Hoş bulduk!” sözlerini başarıyla yerleştirebilmesiydi.

Profesyonel şekilde, ne bileyim, zikzak çizmek, slalom(2), patinaj, burnout (lâstik yakma)(2), drift(2), pati yapmak(2) şeklinde araba kullanmayı da bilmiyordu. Melekelerini(1) test etmeyi geçirmemişti bu güne kadar. Eksikliydi kısaca…

Tüm bunlara hâkim olduğuna inansa bile, sivil polis olmak dileği değil mi ki kendine bu unvanı yakıştıracak âmirlerin kararlarının iki dudağı arasında şekillenecekti, bu da ürkütüyordu kendini.

Her şeye rağmen dershaneye gitmeyi, bilgisayar ve lisan öğrenmeyi düşünmeye başlamıştı. Olur ya; Mandaların söğüt dallarına yuva yapacağı, balıkların kavak ağacına tırmanmaları, hatta katırların doğurmaları bile gerçekleşebilirdi. Bu takdirde Ertekin de sivil polis olma hakkını kazanabilirdi!

Evet, hayal güzel bir şeydi, ancak aşırıya kaçmamak ve hayallerine esir olmamak kaydıyla. İnsan hayal ettiği zamanlarda yaşardı(17). Ancak hayallerine sınır koyamamak(17) gibi bir aczi vardı insanların, Ertekin gibi. Bugün sivil polis olmak ister, yarın komiser yardımcısı, daha da sonra komiser…

Ya da evlenmek ister, gönlünün sultanını bulduğu inancı ile.

Sonuçlarına göre umutlarını, düşüncelerini, hayallerini şekillendirmeye çalışır, evliliği ile ilgili “Gönlünün sultanı” belirlemesine göre eklentilerini geçirir; “Güzel, zeki, akıllı olsun! Eh! Biraz da zengin, evi, arabası da olsa fena olmaz!” gibi, tükenmeyecek umutlar, dilekler, istekler…

“Üç çocuğu olsun, ikisi ilerleyen zamanda ölecek olan ana-babalarına mahsup olsun(2), biri dünyaya kâr kalsın! Sağlıklı, ahlâklı, güzel, zeki, akıllı, eli- ayağı düzgün, kusursuz…” Üf ki üf!  Kısıtlama çabası olsa da insanın hayallerinin sonuna ulaşması o kadar zordu ki!

Aklından, çocukluğundaki yengesinin zihnine kazıdığı, beynine yerleştirdiği “Sadist olma fikri” nden vazgeçmediği geçti. Uygulayacaktı, sadist olacaktı, ancak fiziki şekilde değil, sözlerle, mimiklerle, hareketlerle, en ufak fırsatlardan bile yararlanarak ve özellikle yanlışları, kural dışılıkları, edepsizlikleri, hakaretleri, hataları, yasakları, haramları…

Akıllarda başka neler devşirilirse hepsini not edip karşısındakileri ikaz ederek.

Bunlar için genç-yaşlı, bay-bayan, özürlü-sağlam, okumuş-cahil, bilen-bilmeyen gibi ayırımlar yapmasına gerek görmüyordu. Yanlış varsa mutlaka doğru gösterilmeliydi ve Ertekin bunu gerçekleştirmek için bir bakıma and içmişti denebilir. Ama nereye kadar? Görecek, görülecekti!

Önceleri, kendine has, irsiyetle miras kaldığına inandığı davudi sesiyle ikaz edip gereğini işaret etmeye başlamıştı insanlara. Örneğin birinin sokağa, caddeye bir şeyler attığını görüyor ve “Al!” diyordu.

Ve yine örneğin, karşısındaki “Çöpçünün parasını sen mi veriyon?” şeklinde diklenirse ya da böylesine benzer bir tepkiyle karşılaşırsa, önce kolundan tutup gereği için zorluyor, karşısındaki direnmeye devam ederse kelepçeyi takıp, sonra arşiv için cep telefonu ile resmini çekip sadece “Buyurun!” diyordu, gereğini gerçekleştirecek gibi.

Biraz önce kurt gibi direnen kişi, süt dökmüş kedi gibi(4) gereğini yapıyor, kelepçeden kendini kurtarır kurtarmaz da arkasından kovalayan varmış, ya da korkmuş bir köpek gibi kuyruğunu bacakları arasına sıkıştırıp koşarak oralardan uzaklaşırken, Ertekin’e de gereken iltifatları arka arkaya sıralamayı meziyet sanıyordu, oysa fotoğrafının çekildiğini aklından geçirmiyor muydu ki?..

Kendisini en çok sinirlendiren şey yerlere tükürülmesi, ya da daha kötüsünün yapılması idi. “Herkes kapısının önünü süpürse, şehir tertemiz olur!” felsefesine inancı tamdı Ertekin’in.

Ve bu konuda her bakımdan hazır ve hazırlıklıydı, temizliğe meyilli(!), temizliği gerçekleştirecek gayretli ve meraklı insanlar için cebinde mutlaka kâğıt peçete taşıyordu, yaptırımlarında farklılık yaratmaksızın.

“Sil!” Silmedi mi, gerçek farklılık gerektirmeyen uygulamayla o kişi biraz sonra öğürerek(8) de olsa emredilenle yapması gerekeni gerçekleştiriyordu. İnsan kendi yaptığından iğrenir miydi, hem de öylesine?

Duran ya da yürüyen araçtan caddeye, sokağa bir şeyler atıldı! Koşarak yürüyen arabaya yetişirse, gereğini, ezberlediği gibi gerçekleştiriyor, yetişemezse fotoğrafını çekip ilgili kuruma ya da Fahri Trafik Müfettişi arkadaşına gönderiyordu; “Eh! Siz bilirsiniz!” şeklinde çoğaltılmış ünlem işaretleri ve notuyla, devamı için ilgilenmeksizin.

Duran arabalar için yaptığı eylem de aynıydı. Özellikle kül tablası silkilmişse, meyve-çerez kabukları veya eğlencelik bir şeylerin kâğıtları, jelâtinleri, poşetleri atılmışsa, zahmete girme kavramı yaşamadan peçetelerle topladıklarını camlar açıksa camdan, değilse kapıyı açarak, kapılar da kilitli ise, silecek boşluklarına atıp önce arabanın plâka numarasının fotoğrafını çekiyor, sonra kaputa oturarak araçtaki hareketlenmeleri bekliyordu.

“Gidin, bildiğiniz yerlere şikâyet edin, siz de benim fotoğrafımı çekin, eğer utanmazsanız ‘O kişi böyle yaptı!’ deyin, arkadaşlarımın boy ölçüsü almakta oldukça mahir(1) ve yetenekli olduklarından şüpheniz olmasın!”

Eh! Başka türlü zorlanmaksızın belli etmemesi gerekirken kendini nasıl belli ederdi ki Ertekin? Kararlı söyleminin karşısındakileri tedirgin ettiğinin farkındaydı. Yapılan temizlik sonrası, temizlenenlerin çöp kutularına atılmasını bekleyip kenara çekilirken belirsiz bir şekilde kaçmalarına anlam vermeye çalışmaksızın izin veriyordu.

Böyle günlerden birinde Ertekin’in boş gezenin boş kalfası(4) şeklinde gezerken dikkatini çekmişti, kırmızıya çalar renkte, “DURULMAZ” levhası altına park etmiş araba. Aslında hiç de ilgilenmesi gereken bir araba değil gibiydi, eğer plâkasının ortasındaki harf grubu ADE olmasa.

Ne il, ne de plâka numarası önemli değildi, bu harflerden başka. Çünkü yedek göbek isminin baş harfini sona ekleyince olan ADEM, babasının ismi oluyordu. “A” harfinin tepesinde “” şeklinde inceltme işaretinin olmamasının, plâkadaki harflerin de o anda araba içinde sohbet etmekte olan üç genç kıza ait olduğunu öğrenip öğrenmemesinin de önemi yoktu.

Ertekin’in ilgilendiği şey, doğal olarak yasak levhası, gerekli ikazı yapma mecburiyeti ve bir bakıma hatıra gibi arabanın plâkasını cep telefonuna hapsetmesiydi.

Tam bu düşünceleri yaşarken arabanın ön camından kaldırıma atılan, olayın ilerleyiş şeklini dikkate alınca kaza ile belki de istemeden düşürüldüğüne inandığı pet su şişesi ikaz etmek için acele etmesinin gerekliliği gibi düşündürmüştü kendini.

Fotoğrafı çekerken, kapıyı açarak arabadan inen genç bir kız şişeyi yerinden almış, otobüs durağındaki çöp kutusuna attıktan sonra arabaya dönerken, göz göze gelmişlerdi. Belki de mecburiyetti bu.  Genç kız, sivil bir adamın arabanın fotoğrafını çekmekte oluşunu yadırgamıştı.

Soran gözlerle, başını hafifçe eğer gibi yapıp başını iki tarafa sallayarak merakının giderilmesini beklemiş, sonra sanki arkasından bir kovalayan varmış gibi arabaya binmiş, araba hareket edip 20-25 metre kadar ilerledikten sonra durmuş ve tekrar yanına gelmişti Ertekin’in.

Üç kapıdan üç genç kız birden kapılarını açarak inmişlerdi, benzetmekte sakınca yoktu; Karamazov Kardeşler(18) ya da Üç Silahşorların(19) genç kız çeşitleri(!) olsalar gerekti, elleri bellerinde görünümleriyle. Ertekin’in en ufak söz veya hareketinin karşılığında yırtıcı birer kaplan, panter, jaguar gibi üstüne yönelip handiyse(1) parçalayacak gibiydiler.

Ertekin’in gecikmiş kanaatine göre, üstün görünen, başlangıçta ay yüzlü(20) görüntüsünün kendisini etkilediğini saklama gayretini yaşamaması gereken direksiyon tarafından inerek kendine yönelen genç kız, mütehakkim(1) bir tavırla emir verir gibi soru yönlendirirken, kendinde değil gibiydi Ertekin.

O gözler, o hırçın dudaklar, diken diken olma hazırlığında saçlarıyla, eli yumruk şeklinde sıkılı, ayakları asfaltı döver gibiydi.

“Ne yapıyorsunuz, maksadınız nedir sizin?” derken kükrüyor gibiydi genç kız, ama bu ses tonu kendini okşayan serin bir meltem gibiydi kendine göre Ertekin’in. Genç kız adım adım kendine doğru yaklaşırken gözlerini ayıramıyordu ondan.

Genç kızın birden saçlarından buharlar, dumanlar yükselmeye başladı, beyni kaynamaya başlamıştı, çakmak çakmak olan gözleri(2), kararmış, yüzü önce kızıla, sonra mora, en sonunda kömür siyahına dönmüştü. Burun ve kulaklarından hiddeti, siniri nedeniyle alevler fışkırmakta gibiydi, belki de beynini fokurdatan(2) bu alevlerdi.

Burun delikleri hınçla açılıp kapanıyordu, şakaklarına egemen olma çabasında başarısızdı ve dudaklarını ısırıyordu. Bir genç kız, karşısındakini susturacak şekilde bu kadar hüznü bir anda nasıl yüklenmiş olabilirdi ki?

Cevap vermesi gerekirdi Ertekin’in gözlerini ayıramasa da, etkilenmiş olsa da, gönlündeki farkındalığa boş vermiş gibi görünse de;

“Şimdi size ‘Hiç!’ diye cevap versem, ‘Bir elin nesi var, üç elin sesi var!’ deyip uğraşmaksızın beni tekmeleyip, yumruklayıp, tokatlayıp, hatta tırnaklarınızla gereğini yapıp döveceksiniz! Bir, ya da üç kadına; el kaldıramayacağım, kendimi savunma durumuna girmeyeceğim de bir gerçek! Ya da benim hazmedemeyeceğim bir şekilde, sizlere yakışmayacak sözlerle beni hırpalayıp boğacaksınız ki, ben de buna tahammül edemeyeceğim. Hareketimin izahına gelince; durmanın bile yasak olduğu, otobüs durağına, üst geçide, sağa dönüş işaretinin bulunduğu yerde durup sohbet etmenizin uygun olmadığını sizlere ikaz etmek mecburiyetindeyim! Herhangi bir itirazınız?”

Suskundular, üstelik suskunluk cümle âleme(1) egemen gibiydi. Devam etmek zorundaydı Ertekin;

“Sizin gibi, genç, hanımefendi olduğuna kanaat getirdiğim güzel bayanların dedikodu yapıyor olmalarını aklımın ucundan bile geçirmem mümkün değil. Ola ki iş-güç, belki de birinizden birinizin doğal, duygusal, ya da bir diğerinizin sosyal sorunlarından bahsediyor, konuşuyor olsanız gerekti. Belki pet şişeyi bilerek attınız caddeye, belki de kaza ile düştü, belki de pişman olup sonra o pet şişeyi çöp kutusuna atmayı düşündünüz ve eylemi gerçekleştirdiniz. Belki öncesinde fark ettiniz benim fotoğraf çektiğimi, belki de sonraki pişmanlığınızda…

Eklemek istediğiniz bir söz, ya da cümle…”

”Peki, suskunsunuz devam ediyorum. Gitmek istediniz, sinirle, ‘Aman! Bizden ırak olsun!’ ya da ‘İtle-kopukla muhatap olmayalım(2)!’ düşüncesiyle belki. Sonra da kusmak için, anında ana yolda geri-geri geldiniz! Yani; trafikle ilgili kusurlarınızdan hangi birinden biri için şikâyet etsem ki sizi?”

Ertekin’in sözlerinde oldukça ileri gittiğinin farkında olmamasına sinirlenen şoför mahallinden inen genç kızın; yani Aydan’ın söyleyeceği sözleri zapt etmesi mümkün değildi;

“Dilber! Elif! Hadi sizler arabaya binin! Ben de, ‘Ateş olsa cürmü(21) kadar yakacak’ arkadaşa iki kelime edip yanınıza geleceğim…”

“Ya! Demek kankalarınızın adları Dilber ve Elif…

Üstelik bana da ‘Arkadaş’ dediniz. O halde bana isminizi bağışlayın siz de. Ben Ertekin!”

“Söz gelimi, yoksa…” 

Her nedense suskunlaştı genç kız.    

Bu ilk karşılaşmalarında, Ertekin’in sinirden saçları alev-alev yanandan, Aydan’ın da belki istemeksizin karşısındakinden simsiyah gözlerini gözlerinden ayırmaları mümkün değildi. Üstelik iç seslerinin(22) de birinin diğerine karıştığının farkında değil gibiydiler;

“Gönlümün sultanı? Neden olmasındı ki? O; benim olmalı!”

“Yıllardır beklediğim beyaz atlı prensim? Neden olmasındı ki? O; benim olmalı!”

“Peki! Siz kimsiniz? Arabamızın fotoğrafını çektiniz, sanırım yasal görünümlü bu eyleminizi gerçekleştirmeniz nedeniyle kimliğinizi ispat edip göstermenizde bir sakınca olmaz!”

“Bu, imkânsız hanımefendi, trafik cezanızı öderken benim kim olduğumu ancak o zaman öğrenir, öğrenebilirsiniz, size kendimi belli etme mecburiyetim yok!”

“Hem görev yapıyor, hem saklanıyorsunuz! Ayıp değil mi, haksızlık değil mi, yanlışlık değil mi bu? Bir de ‘Centilmenim! Kadına el kaldırmam!’ diyorsunuz. Şuna da bakın, aslında…”

“İsterseniz o cümleyi tamamlamayın sevgili bayan, sizi bir de ‘Görevli memura hakaret’ diye mahkemeye vermeyeyim!”

“Karar sizin! İşte size düpedüz hakaret ediyorum. Siz; nokta, nokta, noktalar…

Terbiyem izin vermez, noktalı yerlere siz, size yakışacak sıfatları yerleştirin lütfen! Ve beni şikâyet etmek için istediğiniz yere, hangi koşullar gerekiyorsa başvurun, savunmayacağım kendimi. Sizin gibilerden paradan-puldan, maldan-mülkten, şuraya-buraya atanmaktan, sürülmekten çekinip korksaydım, dünyaya gelmezdim zaten. Korkmuyorum, Allah’tan başka hiç kimseden. Hadi, siz işinize beyim!”

Yanlışı, her şeyden önce yalanı vardı Ertekin’in. Ağız dalaşı yapmaya(2) hakkı yoktu ki. Üstelik bilinen konuda görevli de değildi ki, karşısındakine “Bıdı-bıdı” şeklinde sözler edebilsin, buna hakkının olduğunu düşünsün, savunsun, iman eder gibi inansın, hatta tehdit eder gibi davransın bir bakıma.

O…

İsmini bilmediği genç kıza mutlaka ulaşabilmeyi, yani o bayanı bulmasının gerekliliğini düşündü Ertekin; özür dilemesi ve kendisinin haksızlığı için. Ancak güzelliğinden, ay yüzlü oluşundan, gözlerinin, yüzünün, burnunun, dudaklarının kendisini etkilediğini saklamasının da yerinde bir karar olacağı düşüncesindeydi.

Genç kız ise arabasına binip ilerlerken konuşuyor, “Dedim ki, dedim ki…” şeklinde söylediklerinin arkadaşlarının tasdikini bekliyor gibiydi.

Ateş düştüğü yakardı, lâmı cimi yok(4)!

“Kendini ne sanıyordu ki?  Allah boy vermiş, salmış koyuvermiş! Yakışıklı olsa bari! Bir de sözüm meclisten dışarı kızlar, bu ne olduğu belli olmayan ve karşımda şaşkınlaşan, ama sıfatını söylemekten çekindiğim adam, arabanın bize ait olmadığını, şirkete ait olduğunu akıl edemedi her hal! Şirket her ne gerekliyse sorgusuz, sualsiz öder her zaman olduğu gibi nasıl olsa! Olmadı, ‘Yok! Öde!’ derlerse sinirlerimi boşalttım(2) ya, öderim, olur, biter!”

“Abla, öncelikle söyleyeyim ki, böyle bir ceza uygulanırsa, ödemenize biz de katılırız! Ancak basit bir olayı bu kadar büyütüp sinirlenmenize anlam veremiyorum. Yoksa bilemediğimiz, anlayamadığımız, söyleyemeyip, söylemekten çekindiğiniz bir şeyler mi var içinizde?”

“İyi ki evli-barklı, çoluk-çocuklusun, çokbilmiş(1) Dilber Hanım! Ben, şıpsevdi miyim ayol, bir bakışta, bir ceza yazılma anında etkilenecek! Farkındaysanız şaşkın benim değil, sadece arabanın fotoğrafını çekti. Bana şöyle bile bakmayan bir adama, dediğiniz gibi ben neden bakayım ki? Bilmem anlatabildim mi hanımefendiler?...

Üstelik ceza ödeme konusu da o kadar uzun boylu bir mesele değil. Suç, günah, kefaret(1), cereme(1) her neyse direksiyonda olan ben olduğuma göre bana ait. Bu konuda katkınızı asla beklemem, beklemiyorum da, bilesiniz…”

Yutkundu Aydan, belki de söyleyeceği, bir bakıma ilk görüşte kendine neler olduğunu inkâr edeceği çok şeyler olsa gerekti.

Oysa üçünün de aklından geçmeyen bir şey vardı. Ertekin; yengesinin yönlendirdiği kendi halinde bir sadistti ve bu özelliğiyle insanları doğruya, iyiye, güzele yönlendirme safsatasını(1) yaşadığını zannediyordu.

Bekâr arkadaşlarıyla beraber kullandığı bir evin bir odasının sahibiydi Ertekin, geceler dışında arkadaşlarıyla sorunları olmuyordu asla. Ev sahibi Müzeyyen Teyze de üst katta oturuyor, kira konusunda asla sorun çıkarmıyordu ve ona markette, gaz, su, elektrik makbuzlarını ödemede yardımcı olmaktan dolayı mutlu oluyordu Ertekin.

O, ADE plakalı arabayla karşılaştığı günden beri içinden bir şeyler yemek-içmek gelmeksizin gene ve erkenden süzülüvermişti yatağına, belki uyuduğunda etkilendiğini hafızasından çıkarmayı, unutmayı düşlemiş olsa gerekti.

Bir süre uyku girmedi gözlerine, gözlerinin önünden gitmeyen hayal ile. Peki, hayal etmek için bile hakkı var mıydı? Keza karşı tarafın da? İki tarafın da bu soruya cevap vermesi mümkün değildi, üstelik zamanın insafsızlığının dile getirdiği gecenin ilerlemiş vakitlerinde.

Umulmadık, ummayı aklından bile geçiremediği bir hayal, daha doğrusu belki de rüya rahatsız etti onu. Kimdi bu kırmızı saçlı, çıyan bakışlı(4), hayal ettiğine, gelinlik giymişken sıkı sıkı sarılarak dans eden adam? Elinde değildi; sadece isim, resim, cisim yokken şair gibi “onu, annesinin bile okşamasını kıskanmıştı(23)” hayalinde, yoksa rüyasında mıydı bilmediği? Üstelik hayalinden silemediği o genç kız da sanki karşısındakine baygın-baygın bakarken(2) mutlu gibi görünüyordu.

“Rüya ve hülya yaşanmaz
hissedilir

Sevgi ve aşk hissedilmez
(belki, ama)
Yaşanır!
(24)

Kalktı, ışığı yaktı. Odasının kapısı kapalıydı, ancak kapının üst bölümü buzlu camdı, arkadaşları gece kuşu(4) olmasından dolayı rahatsız olmamaları için siyah kartonla buzlu camı iki taraflı olarak örtmesine rağmen sesi, ışığın loşluğu mutlaka titiz arkadaşlarından çok zaman birine ya da ikisine, bazı, bazen de hepsine ulaşıyordu;

“Of be Ertekin Kardeşim! Bıktık senin gecenin kör vakitlerinde(4) resimler yapmandan, şiirler döktürmenden, öyküler karalamalarından. Böyle hobi mi olur yahu? Gündüzleri gelmez mi, yerleşmez mi beynine bu ilham keçileri(4) yahu? Hoş gündüzleri de özellikle senin sivil polis olma arzun, dilek ve özlem sözlerini bıktıracak kadar alıp başını gitmesinden, dinlemekten de gına geldi(2) ya, o da başka mesele!”

Sözler tam böyle olmasa da yoğun karakteri bu söylemdeydi.

Tuvalet? En çok sığındığı yer, evin tek alafranga tuvaletiydi. Klozeti kapatıp sifonu bir-iki kez çektikten sonra rahatça yerleşti üstüne, önce dizmeye, sonra çizmeye başladı.

 “Bir terapi(1) konusu(ymuş);
‘24 saat ömrünüz kaldığını bilirsek
ne yaparmışız?’

Arar
seni bulurdum

Eğer sen de bulmamı istersen
seni…
(25)

 “Ölüyorum yavaş yavaş
haberin yok
Gel, hızlandır istersen
bir çırpıda
İster mutlulukla
ister hüzünle
ama mutlaka gel!
(26)

“Uyku gözlerinden akar
Uyuyamazsın ama
Unutulmayan içindir
Gözlerinin aklarındaki görüntü
Başlangıcın bitiş olduğu şekillenir
Gözlerinin renk tabakasında…

Aşk fedakârlık ister
Feda edersin kendini
O da yaşar
Aşkın da yaşar

Ama sen
Ölüsündür!     

Hem çevrende birileri var diye düşünürken
Tek başına oysa
Yalnız başına…
(27)

Beyaz, ablak(1) bir surat, kırmızı saçlar, olur mu denmeyecek açık sarı, parlak, belki de lens(1) takılmış gözler…

Rüyasında da olsa; “Herhalde kendini kendinden edenin eşi olmalı!” diye düşündü Ertekin, genç kız onu nasıl beğenip evlendiyse?

Öyleyse evli bir kadını düşünmeye hakkı yoktu. O halde tekrar karşılaştığında, belki haberi yoksa bile “Ona ilgi gösterdiği için mahcubiyetini” belirtip özür dilemeliydi. Tekrar, yani bir defa daha karşılaşırsa…

Eşek bile aynı çukura iki defa düşmezdi! O halde onların da aynı tabelâ altında yeniden durup sohbet etmeleri ve kendisinin de ilkinde olduğunun aksine sataşmak yerine özür dilemesi mümkün müydü?

Elindeki tek ipucu ADE idi ve bunun için de şiddetle Nasrettin Hocaya ihtiyacı vardı; “Göle maya çalıp da, ya tutarsa!” diye bir bekleyişle, rastlayabilirsem düşüncesiyle.

Ve o şans ayağına kadar geldi, ama tepmek mecburiyetinde, ya da tepildiği şeklinde.

Şehrin en kalabalık caddelerinden birinde bir öğle vakti, kendi resmi kıyafetiyle, karşısındakiler aynı kalıpta kıyafetleriyle karşı karşıya gelmişlerdi. Heyecanlandı, yaklaşmak, sormak istedi, ister istemez, durakladığında; “Evli misiniz?” şeklinde.

Cevaba karşı hazırlıksızdı; müspet, ya da menfi? Ne resimler, ne de arkasına cep telefon numarası yazdığı dizeler yanındaydı, üstelik onlar biri özel, üç kişiydiler, kendisi tek başınayken. Üstünlük onlardaydı kısaca ve hakkı da yoktu, kendine göre Ertekin’in.

Onlar da, hele ki içlerinden biri iç çekmesine rağmen, onlar da ister istemez Ertekin’i görmezden gelip karşı kaldırıma yöneldiler.

Oysa o içlerinden biri; kendine karşı dürüst olması, öncelikle kendinden saklanmaması gerekip de, yaşadığı evindeki Ceyda’dan sakınarak apansız uyanıvermişti gecenin bir yerinde(28).

Ve belki de aynı duygularla; “Kalp kalbe karşıdır!(29) düşüncesinde o da Ertekin’in yaşadığı aynı anlarda klozetin üstüne, karşısında yer alan simsiyah, zeytin siyahı gözlerin içine akıttığı düşüncelerinde yorulmuş gibi atıvermişti kendini. İçinden “Zeytin gözlüm(30)” diye bir şarkının nameleri geçerken, şu dizeler oluştu, gecenin karanlığında;

“Tanrının seni niçin yarattığını, bilmiyorum
Bilmem de mümkünsüz
Tanrının işine karışmak
Ne haddime!

Ama gözlerini
Beni mahvetmek için oluşturduğunu
biliyorum
Hem kesinkes

Zeytin gözlü(m)…(30)

Atalarımız; “Olmaz, olmaz deme, olmaz, olmaz!(31) şeklinde acayip bir söz düzenlemişler. Gerçekten de ölüme çaresizlik dışında çözümsüzlük var mıydı dünyada? “Dünyada ölümden başkası yalan!(32) diyene nasıl haksızsın, denilebilirdi ki?

Örneğin; haram para ile hacca bile gidilen(33) bir memleket ayakta durabiliyordu. “Bana bir destek gösterin, dünyayı yerinden oynatayım(34)! Hiçbir şey yoktan var olamaz, var iken yok olamaz(35)! Etki tepkiye eşittir!(36)diyen de çıkıyor, Aya ayak basıldığı halde “Ay, bir nurdur, aya ayak basmak mümkün değil!(37) diyen, bir parmak dokunuşuyla nükleer savaşın başlayıp dünyanın sonunun geleceğine de inanmıyordu.

Sonuç; insanlar kendilerini, hatta çocuklarını değil, torunlarının geleceklerini düşünüyor, bu da onların harap olmaları için yeterli oluyordu. Felsefe işte; akan sular durmuyor…

Tanrının varlığına akıl sır erdirmek mümkün değil. Bunu Ertekin adına şöyle söylemek mümkün; “Gönül; ne haddini, ne yanlışını-doğrusunu, ne zaman, niçin, hem nereye ve hem nasıl konacağını bilmiyordu!”

O görüntü kafasını olağanüstü meşgul ediyordu. O halde o görüntüyü beyninden de, gönlünden de silip atmalı, azat etmeli, hatta kesinlikle ve tamamen yok etmeliydi. Nasılın, niçinin çözümünü de kendi bulmalı, gerekirse keşfetmeli, icat edebilmeliydi.

Alışkındı, metro treni ile gidip gelmeye ve hep bir tesadüf beklentisi, hep o genç kızla karşılaşma isteği içinde olduğundan kıvrılmış da olsa resimler, hazırlayıp da temiz kâğıtlara aktardığı dizeler her daim cebindeydi, terleme, herhangi bir nedenle kazaya uğrama riskine karşı bir poşet içinde savunma halinde.

Gene de tereddüdünü akıl dışı edemiyordu, genç kız evliyse yapacağı şey doğru olur muydu, şeklinde? Aslında devamlı olarak aynı rüyalarla boğuşmaktansa, ya temelli geri çekilip unutmalı, ya da sahiplenmek için ne yapması gerekiyorsa, karşının inadını kırarak gerçeğine ulaşmalıydı.

Metro ile hep aynı vakitlerde gidip geliyordu, saha yerine büroda sivil kıyafeti ile görev yapan, nihayeti görevine sadık, şimdilik basit, sıradan, ama ilerisi için sivil polis olmaya can atan(2) ve bunu başaracağına inanan bir polisti Ertekin. Tabiidir ki, tökezlemezse, tökezletilmezse, kendinden daha fazla yetenekli ve başarılı biri önüne geçmez, ya da geçirilmezse!

Duran metro treninin kapısı açılınca, karşı karşıya kalan ikisi de hayretlerini gizleyememişlerdi. Kalbe dolan o ilk bakışın unutulmaması(38) yanında, bunu çekirgenin üçüncü kez zıplayışı, ya da Tanrı hakkı üç(39) olarak yorumlamış olabilirlerdi, daha doğrusu sakınarak da olsa, cesaretle bu Ertekin’in aklından geçendi.

Hani polis olmasa da öğretmen olsa bu durumda; karşısındakini öğrenci kabul edip; “Tekrarlayalım öğrencim lütfen; ‘Kalp kalbe karşıdır, etki tepkiye eşittir!’ diyebilirdi ders verir gibi. Peki ya karşısındaki?      

Terbiyesindeki kıtlığı ne izah, ne de inkâr edebilirdi Ertekin. Ayrıca “Hanımefendi” niteliğinde genç, güzel ve ay yüzlü genç bir kızla karşılaştığında da ne söyleyeceğini, söze nasıl başlayacağını da bilemiyordu, bu; yaşamda ilk kez başına gelen, yaşamaya başlayacağına inandığı bir serüvendi.         

Sözleri makine düzeninde, ancak fısıltı halinde, genç kızın duyabileceği şekilde çıktı ağzından;

“Sinirli, ama güzel hanımefendi! Arabanız mı bozuldu? Üstelik kankalarınız da yok yanınızda, hayret bir şey! Hem isminiz ne demiştiniz?”

Ve ipe sapa gelmez(2) birkaç kelime, doyuruculuğu, doğruluğu tartışılacak birkaç cümle…

Genç kız karanlıkları gözetlemek istercesine sırtını döndü, belki camda şekillenecek görüntüsünden bir şeylerin anlaşılacağı endişesi ile gözlerini kapadı, yüzünde en ufak bir belirti göstermeme çabası yaşarken, muhtemelen kendine de güvenemediğinden, belki duygularının etkisi altında kalmaktan çekinerek güneş gözlüklerini çantasından çıkarıp taktı.

Bu; sıkıntısını belli etmesinin işareti sayılmaz mıydı Ertekin için? Nerde o anlayış? Çaresizlikler tükenirdi, ama çareler asla tükenmezdi;

“Tamam Hanımefendi! Haz etmediniz(2) benden! Gözlüklerinizi bir kenara koyup gözlerinizi açın, bir kez daha göreyim lütfen! Söz veriyorum, yanınızdan ayrılıp, vagonun sonuna doğru kaybolacağım!”

Sözlerinin karşısındakinin kulağına eriştiğinden emindi. Çünkü genç kız, camda yansıyan görüntüsünden anladığı kadarıyla gözlüğün burnunun üzerindeki ek yerine âdeta bastırarak gözlüklerini gözkapaklarına iyice yapıştırma gayreti yaşamış, eylemini sanki dudaklarını büzerek de desteklemişti, sanki!

Ertekin, mücadelesini “Pes ederek” yitirmişçesine Aydan’ın yanından ayrılıp, bir sondaki arka kapıya yöneldi, ancak hareketi pes etmek şeklinde görünse de, hiç de öyle bir düşüncesi yoktu, göz temasını ve takibini sürdürmekten vaz geçmemişti.

Bir bakıma korku ve endişe yaşadığını hissettirir bir şekilde trenden inen genç kızın, hemen yanına yanaştı Ertekin, yalvarırcasına;

“Bakın hanımefendi! Yamyam değilim, yemem. İnkâr etmem mümkün değil, ilgimi çektiniz, sizden hoşlandım, sevmek ve yakınlaşmak istediğimi de saklamayacağım. İki cins mutlaka birbiriyle yakınlaşacak, birbirinden mutlaka elektrik alacak şeklinde bir kural da, yasa da yok. Eğer dilinizin ucuna ‘Hoşlanmıyorum, ilgi duymuyorum, git!’ kelimeleri yaklaşma ve yakışma gayretindeyse, çekinmeden söyleyin, ben defolurum, siz de rahat edersiniz, sonuç böylece kesinleşir!”

Merdivenlerin başında durup, hiddetle geri döndü Aydan, diğer yolcuların yanlarından geçmesini bekleyip, sessizliğini bozdu, üstelik haykırır gibi;

“Arabanın fotoğrafını çek, ceza yaz, mahkemeye ver ve özür dilemeyi aklından bile geçirmeksizin; ‘Canım, cicim, hoşlandım, sevmek istiyorum!’ gibi sözler! Ne ayıp şey! Yanıma yaklaşırsanız, ‘Sapık! Taciz ediyor!’ diye bağırırım!”

Unutmamış, belki de unutamamıştı, sözleri itiraf gibi görünmüyor muydu? Ama şaşkındı Ertekin, bu farklılığı heyecanı sebebiyle olsa gerek fark edememişti.

“Ben de her türlü riski göze alır, sizi kazanma ihtimalini yitirecek olsam, sivil polis olma dileğimden bile vazgeçip polis olduğumu söylerim, hüviyeti gösteririm, başka herhangi bir neden ileri sürmeksizin, hem bu durumda kimse beni sorgulayamaz, kimse bir şeyler açıklamamı isteyemez benden. Ve istemesem de sizi zorlamış olurum ki, bu aklımın ucundan bile geçmez…”

“Peki! Sizden kurtulmam için ne yapmalıyım?”

“Hiçbir şey! Arabanızın plâkası babamın ismini çağrıştırdığı için, özlemimi engellemek içimden gelmedi, onun için çektim arabanızın fotoğrafını. Sizin bağırış, çağırış, azarlar gibi tepkiniz etkiledi beni, o güne kadar yaşamadığım duyguları yaşamaya başladım anında ve sizi kazanmayı düşledim. Ancak siz bir çuval pirinç içinde nadir(1) bir inciydiniz. Bulamadım. Bugün karşılaştık, ama ben olarak gene bulamadım sizi. Olmayınca olmuyor, hele ki istek tek yönlü ise…

Affedersiniz başınız ağrıdı mı, isterseniz bu kadarıyla yetsin başınızı ağrıtmam?”

“Merakımı bağışlayın, oldukça ilginç, devam edin lütfen! Mademki başımı ağrıtmak için bu kadar çaba gösteriyorsunuz, keşke ayakta dikilmek yerine bir yerlere otursaydık!”

“Siz dinlemeye karar verin, ne isterseniz o olsun!”

“Henüz yorulmadım, buyurun devam edin, lütfen!”

            Genç kızın birinci falsosundan(1) sonra bu ikincisi olan dinlemeye devam etmek arzusu, kendinin de ilgisi konusunda kendini ele vermiyor muydu ki?

“Size bir şey itiraf etmek zorundayım. Arabanızın fotoğrafını özlemim için çektiğimi söyledim. Ama diğerleri anında bilip buluşturduğum kural hataları idi ve benim onları ceza veya mahkeme şeklinde ikaz etme hakkım yoktu, şaka gibi değil mi? Bu nedenle ne trafik ile ilgili cezalar, ne de anında beliren ilgim nedeniyle size mahkeme celbi(4) gelmeyecek…

Çünkü ben, sadece size değil, kendi bencil kurallarım dolaysıyla herkese iyiyi, doğruyu göstermek ve işaretlemeyi prensip olarak kabullenen görev olarak polis değil sadece insanım. Bu demektir ki sizi araştırmadım. Tek şansım; Tanrının sizi bir kez daha karşıma çıkarmasıydı. Bu; adınızı, işinizi, gücünüzü, kısaca sizin hakkınızda hiçbir şey bilmediğimin görüntüsü diyebilirim…

Daha da kısaca, siz beni isim olarak biliyorsunuz, belki yakamdaki numaradan bulup, bilebilirsiniz, benimse bu şansım hiç yok! Son bir iki söz daha etmeme izin verin lütfen! Sonrasında yolunuzdan çekileceğim hemen!”

“Yoruldum! Ama merak da ediyorum! ‘Arkası yarın!’ şeklinde gazetenin üçüncü sayfa haberi gibi devam edin bakalım, sizin beni görmek isteğiniz gibi, ben de gözlerimi kapatmamaya çalışırım. Olur mu, olur belki, kim bilir!”

Falso; üç…

“Bu bile benim için yeterli, teşekkür ederim. Sizinle tekrar karşılaşmak için hep yolunuz üzerine çıkmaya gayret edeceğim, bu; inci tanesini bulmak şansı gibi görünmese de, bir yığın saman içinde bir elmas parçasına rastlamak şansı gibi görünse de. Bakın şimdi ben sizin önünüze geçeceğim. Maksadım; evinizi-barkınızı-adresinizi öğrenmek konusunda bir niyetim olmadığının, bu konuda endişelenmeniz gerekmediğinin ispatı…

Teyzem, dul, yalnız ve şuradaki “Tekin(40)” Sokağında oturuyor. Sayenizde onu ziyaret ederim. Lütfen ben sokakta kayboluncaya, kaybolduğuma inancınız gerçekleşinceye kadar bekledikten, ya da yavaşladıktan sonra adresinize ulaşınız. Tekrar karşılaşma umudumu daima diri tutacağım, ismimi Ertekin şeklinde tekrarlamama gerek yok, ama karşılaşırsak ki; umut etmek istiyorum, bana ismimi söyleyin, lütfen! Allahaısmarladık!”

Bir de yapılan istatistiklerin aksine kadınların fazla konuştuklarını iddia ederlerdi. Oysa Ertekin, Aydan’ı yalı kazığı gibi(4) neredeyse yarım saatten fazla ayakta bekletmişti; “Dedim ki, dedim ki!” söylemleriyle, kendini tam anlamıyla karşısındakine aktarmak ister gibi…

Genç kız; “Güle güle!” demedi, ama Ertekin’in arkasından ona ulaşacak şekilde ismini söyledi;

“Aydan!”

Bir kez daha belirli bir ilginin aktarımı…

Karşısındaki (şimdilik sıfatı saklı kalsın şeklindeki) Ertekin, anlamamakta direniyor gibiydi, daha ne yapsındı ki kızcağız; “Ben de sana ayılıyorum, bayılıyorum, ilginden hoşlanıyorum, sevmeye çalışacağım!” ya da doğrudan doğruya; “O günden beri hafızamdasın, seni seviyorum!” mu deseydi, yani? Bu ola ki Tanrının dileği gerçekleşirse kendi ismini söyleyebileceğinin işareti olabilir miydi?

O düşünür ne demişti? Tanrı seni bana yazmışsa, zaten benden kurtuluşun yok(41)! Ya da o kötümser gibi düşünen; “Bırak, dönerse senindir… Dönmezse zaten hiç senin olmamıştır(42).”

            Galiba Aydan’ın da Ertekin’in de makul ve mantıklı(4) düşünceleri bu iki söz içinde saklı olmalıydı!..

Tanrının hakkı üç adetle sabitlenmiş gibiydi, eğer devam etmeyecekse sonuç da gerçekleşmeyecek demek değil miydi?

Ve bir gün umulmadık bir şekilde iki yaşlı kadın bir markette birbiriyle karşılaştı. Biri Aydan’ın annesiydi, yanında; Ceyda Hanım, diğeri de Ertekin’in her daim yardımına koştuğu komşu teyzesi Müzeyyen Hanımdı yanında.

“A! Eski Komşum! Nasılsın! Görüşemedik uzun zamandır!”

“Aslında sen dul, ben dul! Daha çok vakit ayırmalıyız birbirimize. Hadi gençler, sizler kardeş-kardeş rafları dolaşın, listeler zaten sizlerde, biz de şöyle bir kenarcıkta, kafede iki lâfı uç uca eklemeye(2) çalışalım.”

Körün istediği tek gözdü, Tanrı vermişti iki göz, Ertekin reddeder miydi böyle bir fırsatı, hatta kısmeti? Üstelik büyüklerin verdiği bir karardı bu, sıkı mıydı Aydan’ın reddetmesi?

“Öncelikle ve gerçekten özür dilerim. İnanın, evli olduğunuzu bilmiyordum. Yoksa size öyle yakınlık gösterme terbiyesizliğinde bulunmazdım!”

“Size evli olduğumu kim söyledi?”

“Rüyamda gördüm, hatta sizin düğün resminizi çizdim, karakalem…”

Nedense bloknottaki resimlerden söz etmeyi ve göstermeyi istememişti, bunu kısaca “Saklamıştı!” sözüyle ifade etmek mümkündü.

“Evliymişim de haberim yokmuş! Peki, nerde o resimler?”

“Serbest pozisyonda bir poşet içinde, ama biraz kıvrık… Göstereyim mi?”

Şıkırtılarla poşeti açıp resmi uzattı;

“A! Bu mu benim kocam? Bunu mu yakıştırdın bana?”

“Vallahi rüyamdaki kocan buydu!”

“Rüyalara değil, keşke görüp, bilip, inanıp, tanıdığın belki de sana bir şeyler hissettirenin resmini yapsaydın?”

“Bilsem inanacağını, içimdekinin resmini yapıp, ona şiirler dizelemek isterdim, içimden geldiği gibi…”

“O her kimse sizi engelleyen mi var, resmedin, çizin, yazın, dizeler halinde iletin. Kim bilir belki bir gün onları hak ettiğine inandığınla karşılaşabilirsin! Belki de o çıkıverir karşına. Olmaz mı, neden olmasın ki?”

“Keşke ufacıcık da olsa gerçeğin, saadetin, ömür boyu mutluluğun işaretleri olan renkler yerine sadece kahverengiye yönelmiş bir gözü işaret olarak görebilseydim!”

Hangi şair demişse demiş, o şairin dediğine önem vermesi gerekti; “Tutsak kaldığın yer sevdiğin kişinin kalbiyse, özgürlüğün canı cehenneme…(43)

“Bir saniye! Tarif ettiğin gözler benim. Sen söylediklerine inanıp anlamı için aşk mı diyorsun?”

“Kabullenmeniz zor, hissediyorum bunu. Ancak insan tüm yaşamını kapsayacak şekilde yalnız bir kere âşık olur. Ben bu hakkımı kullanıyor ve içtenlikle yaşıyorum ve sizin buna, bana inanma mecburiyetiniz yok! Ama siz de yaşayın, yaşayacağınız o, ben olmasam da…”

Aslında ayrıntı kulağından, gözünden kaçmıştı Ertekin’in, öncekiler gibi “Sen!” demekle yakınlık belirtilmiş olmuyor muydu karşısındaki? Daha nasıl anlatsındı ki genç kız?

Aşk nedir? Herhalde birilerinin yani Aydan ile Ertekin’in yaşadığı olsa gerekti. Başlangıçlarda görmeden, bilmeden, anlamadan, ancak başlar başlamaz hemen hissedilmeye başlanan.

Yaşamda gönüller, hele ki ailelerin de karşılıklı onay ve rızaları olursa bir olabilirdi. Ancak bu aşk değil bir bakıma mecburiyet gibi bir şey olurdu. Gençler böyle bir mecburiyeti hissetmeksizin birbirinde birbirini yaşamayı ve bunun ömür boyu sürmesini dilerlerse ancak bu aşk olarak tarif edilebilirdi.

Evet bir birliktelik; aynı masada yemek yiyip-içmek, aynı yatakta yatıp uyumak, gün ve geceleri birlikte geçirip çocuk sahibi olmaksa bunu aşk olarak tarif etmek mümkün müydü? Aşk bu kadar basite indirgenmemeliydi, asla ve asla!

Aşk yaşamak, yaşadığını bilmek ve ömür boyu tüketmediğine, tükenmediğine, tükenmeyeceğine inanmak, yıllar yılı yaşayacağını bilmekti. Eskimezdi aşk, eskimeyecek, eskimeyen bir birliktelikte salâların, cenaze namazlarının etkisinin olamayacağı bir birliktelikti, söz konusu, şartlar her ne olursa olsun!

Sözün bittiği yere gelmişlerdi, ihtiyarların kendilerine komutasında, market sepetlerini doldurmadıklarının farkında olmaksızın. İhtiyarlar, hayret dolu bakışlarını esirgediler, onlar bu hakkı kullanmak istemediler, sepetleri tekrar dolaşıp ayrı ayrı doldururlarken.

Ertekin, sadece bir avantaj gibi düşündü Müzeyyen Hanımın komşusunun evini, adresini bilmesi ve bağışlayacağı bir süre içinde bunu kendine söyleyeceği bir biçimde.

Günler geçiyor, ne metroda, ne yollarda, ne de teyze evinin civarlarında kesişmiyordu yolları. Daha doğrusu pencere önünde bir siluet şeklinde gizlenen Aydan, Ertekin yerine “sadist” olma hakkını kullanıyordu.

Ertekin’in kendini bulmasını, tesadüfen bile rastlamasını sağlamak istemiyordu. Güveni Tanrı ise, onları birbirine verecekse, bir uygun zamanda mutlaka kendilerini birbirine isabet kaydettireceğine inanıyordu.

Aslında bu genç kızın aşkından şüphe etmesi demek değil miydi? Şüphe zalimlere has bir duygu(44) idi ve Aydan sadist olma yanında şüphe etmeyi de sinirlendirmek olarak zulüm hanesine eklemekte sakınca görmemiş olsa gerekti.

Çatışmıyordu yolları, belki Ertekin acele ediyor, önce geçiyor, belki Aydan gecikiyordu, yol, iz, yordam(4) bilemiyorlar, belki de şans, kısmet, tesadüf her ne denirse o, birbirlerini özlemelerini, çoktan çok özlemelerini, sevgilerini, aşklarını bilmelerini istiyor olabilirdi.

Özellikle Ertekin, bu konuda aceleciydi, fırsat aramakta, kollamakta, göze girmek, dileğine kavuşmak için gayret ediyor, şans faktörünün yanında olması dileğiyle gece-gündüz demeksizin başarmak için çaba gösteriyordu. Elindeki Müzeyyen Teyzeden adres öğrenmek kozunu kullanmak çaresizlik olarak görünüyordu kendisine.

Bilgisayar kursunda başarı gösterip sertifikasını(1) almıştı. Sular-seller gibi olmasa da, yazıyor, çiziyor, program yapabiliyor, derdini anlatabiliyor, gözü kapalı olarak klavyeye hâkim olabiliyordu.

Dialekt(1), şive(1), mimik, jimnastik, spor faaliyetleri, araç, motosiklet kullanımları ve kullanım artistliklerinde başarılı olmuştu.

Kaba bir deyimle sivil polis olma hevesinde üç nalla, bir at elindeydi, dördüncü nal; lisandı ve âmirleri özellikle İngilizcede ve daha sonra Rusçada başarılı olmasını istemişlerdi.

Bu demekti ki şarkıdan esinlenerek; “Yol göründü Rusya’ya giderim, Kadir Mevlâ’m Aydan olmazsa nederim?(45) gibi bir sonuca ulaştıracaktı kendini, eğer elini sıkı tutmazsa, sevdiğini, onsuz yaşamayacağını söylemek, karşılaşmak için tüm gücünü seferber etmezse.

Kursların ikisine birden başlamıştı. Ufacık bebelerle birlikte ara sıra da olsa, İngilizce ve Rusça lisanlarla çorba yapmakta başarılı olsa da İngilizcesini ilerletiyor, Rusçayı da bayağı-bayağı öğreniyordu!

Bir gün, o bir günü ne anılara sığdırmak, ne de mutluluğunu anlatması mümkün değildi Ertekin’in. Dershane kapısında karşılaşmışlardı birbirinin ismini söyleyerek, Aydan’ın yanındaki simayı önemsemeksizin.

“Aydan!”

“Ertekin!”

Ve garip bir sessizlik…

Sonrasında tanıştırma…

“Senin söyleminle benim kankam Elif’i tanıyorsun! Öteki kankam Dilber’in bebesi Emir’in dersinin bitmesini bekliyoruz. Oğlanın annesinin çok işi var, yarım bırakıp da almaya gelemedi. Bir gün inşallah hep beraber bir çay içmeye gideriz...”

Basit bir olayı yaşıyormuş gibi Elif’e döndü Aydan;

“Emir’i babasına sen teslim ediver! Dilber’e de haber vermeyi unutma lütfen!” dedikten sonra Ertekin’e döndü, elinden tutarak;

“Söyleyeceğin, bana hediye edeceğin çok şey var, biliyorum, seni dinleyeceğim. Hadi çabuk gidelim, bugüne kadar günler boşuna geçti, kalan zamanımızı boşuna israf etmeyelim! Senden ayrı bir dakika(46) bile israf benim için…”

Elif onlar giderlerken arkalarından nasıl bakacaksa, bakacaktı, ama “Peki!” demese de sözleri manidardı;

“Eh! Hayırlı işler kardeşler!..”

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Öyküyü anlatan dışarıdan biri olarak benim. Öyküye ADE adın veren; saygıda ve sevgide kusurları olmayan, güzel, iyi, aynı görevi yapan, insan olan insan üç genç kız. Aydan, Dilber ve Elif… Dilber, öyküde de belirttiğim gibi tek evli olan. Kurguyu (sanki yaşanmış gibi!) göbek adından esinlenerek Mazlum’un (Mazlum; Zulüm görmüş, haksızlığa uğramış, kendisine zulmedilmiş. Sessiz ve boynu bükük. Sakin ve yumuşak, halim-selim) öyküsü ve babasının ismi olduğu için ADE+M şeklinde tasarladım.

Aslında küçükten büyüğe doğru isimleri sıralamış olsaydım (EDA) olurdu; bu ismi daha önce bir öyküde kullandığım için tekrarı uygun olmayacaktı, vazgeçtim. Öyküdekilerin hepsi (Ertekin Hariç) yaşıyorlardır. Ertekin kimdir? Ben de bilmiyorum. Bunu; onun aklını başından alan, onda akıl-fikir bırakmayan, onu deli-divaneye çeviren Aydan’a sormak gerekir (galiba)!

(*) Öykü kurgulanmasına rağmen kendiliğinden oluşmuştur. Zaten tüm öyküler öyle değil midir? Aşk, dersin, olmaz, ölüm dersin, gene olmaz, öykü kendi kendine ve kendi haline dönüşür, öykünün sonunda yazan bakar ki; öykü son bulmuş, isteğine uysa da, uymasa da…

(*) Öyküdeki dip notlar INTERNET’ten, sözlük ve ansiklopedilerden araştırılarak kaydedilmiştir.

(*) Öyküde Ertekin’e çok yer ayırmışım. Galiba öykü; ADE değil, “ERTEKİN’in ÖYKÜSÜ”, “ERTEKİN’in BAŞINDAN GEÇENLER”, “ERTEKİN’in YAŞADIKLARI” gibi benzer isimlerle anılsa daha mı göze batardı ki!

(1) Ablak; Yüzü yayvan ve dolgun olan.

Âlem; Yadırganacak, şaşılacak hareketleri, davranışları, sözleri olma (Cümle Âlem (Dünya Âlem, El Âlem); Kim var, kim yoksa herkes).

Ataerkil; Erkek otoritesine (pederşahi) dayanan bir toplumsal örgütlenme düzeni. Bu düzenin temeli soy erkekler tarafından belirlenir, hâkimiyet erkeklerdedir. Erkeklere kadınlardan daha çok saygı, sevgi, itibar, söz hakkı verilmesinin gereği görünen ananedir. Anaerkilden farklı olup; kültür, adalet, inanç, mitoloji bakımından bambaşka bir düzendir.

Cereme; Başkası tarafından yapılan ya da kaza sonucu ortaya çıkan zararı ödeme.

Çıkın (Ya da Çikin veya Çıkı); Bezle sarılarak düğümlenmiş küçük bohça. (Yöresel olarak çikin, “r”  harfi düşmüş olarak “Çirkin” anlamında da kullanılmaktadır).

Çokbilmiş, Çok Bilmiş; Çok şeyi hatta her şeyi bildiğini, akıllı ve zeki olduğunu zanneden, çıkarını bilen, kurnaz kişi.

Dialekt (Diyalekt); Bir dilin hususiyetler taşıyan en küçük kolu.

Falso; Aslında bir müzik terimi olup bir parça çalınır veya söylenirken nota yanlışlığı yapmaktır. Ancak; yanlış davranış olarak da özetlenebilecek bu deyim, öyküde bu ikinci anlamında kullanılmıştır.

Gassal; Ölüleri yıkamakla görevli olan kişi.

GBT; Genel Bilgi Toplama (Tarama) anlamında Polisçe kullanılan bir deyim.

Handiyse; Yakın zamanda, hemen hemen, neredeyse.

Kefaret; Herhangi bir nedenle işlenmiş bir günahı Tanrı’ya bağışlatmak umuduyla verilen sadaka, ya da tutulan oruç.

Kikirik; Zayıf, ince, uzunca boylu, çıtkırıldım tarifinde bir kimse.

Lâhit; Duvarları taştan, ya da tuğladan, üstü taş bir kapakla örtülü mezar. Taştan ya da mermerden oyma mezar. Özellikle Antik çağlarda ölülerin muhafaza edildikleri yeryüzündeki sandık şeklinde olan mezar.

Lens (Kontakt Lens); Güzel görünüm, özgüven ve özgürlük sağlayan, görme bozukluklarının düzeltilmesinde, göz renginin değiştirilmesinde, kornea hastalıklarının tedavisinde kullanılan şey. Gözün saydam tabakasının üzerine doğrudan uygulanan görmeyi düzeltici mercek

Mahir; Becerikli, yetenekli, usta.

Makbul; Kabul edilen. Beğenilen, hoş karşılanan. Geçer, geçerli. Kabul olunmuş. Kabul ve ilgi gören.

Manav; Yörüklerin bir kolu. Ancak göçebeliği asırlar önce bırakmış Sünni (Hanefi) bir Türkmen topluluğu.

Meleke; Yeti. Tekrarlama sonucu kazanılan yatkınlık, alışkanlık.

Mizaç; Huy. Gerçek yeteneği, yatkınlığı belirleyen psikolojik özelliklerin tümü. İnsan bedeninin fizyolojik yapısı. Sağlık.

Mütehakkim; Hükmeden, baskı, zorbalık yapan,  etkileyen.

Nadir; Ender. Az bulunan, sık rastlanmayan, seyrek.

Nankör; İyilikbilmez, kendisine yapılan iyiliğin değerini bilmeyen.

Rahle; Okuyup yazma işinde kullanılan, kimileri açılıp kapanabilecek bir biçimde yapılmış, küçük ve alçak bir tür masa.

Safsata; Kıyas-ı Batıl. Bir düşünceyi ortaya koyarken, anlatmaya, anlamaya çalışırken yapılan yanlışlar, sahtelikler, gerçek olmayan yanlış şeyler.

Sakarlık; Elinden ufak tefek kazalar, kırıp dökmeler çıkma.

Sertifika; Bitirme Belgesi. Bir kursa, ya da seminere katılıp bitirenlere verilen belge. Öğrenim Belgesi. Bir kimsenin niteliğini ya da kendisine verilmiş olan bir hakkı belirten belge.

Sükse; Çalım, gösteriş, fiyaka. Başarı.

Şıpsevdilik; Görür görmez hemen sevmeye meyil, âşık olmaya yönelme.

Şive; Bir dilin konuşulduğu sınırlar içinde bölgelere ve değişik kültür düzeylerine göre söyleyiş özelliği. (Bazı bölgelerde “Naz” yerine “işve” kelimesi de kullanılır).

Tecvid (Tecvit); (Esas anlamı; güzelleştirme, bir şeyi güzel yapmak, süslemek, hoşça yapmak olmakla birlikte) Kur’an’ı usulüne bağlı kalarak okuma usulü ya da ilmi.

Terapi; İnsanların duygusal olarak rahatlamalarını sağlayan tedavi şekli olup çeşitleri vardır.

Torpil; İltimas. Kayırmacılık. Birine herhangi bir konuda öncelik, ya da ayrıcalık tanıma.  Haksız yere yasa ve kurallara uymaksızın arka çıkma, kayırma. Eskiden KPSS (Kamu Personel Seçme Sınavı) gibi bir şey yoktu. “Varsa yandaşın arkadaş, patlat-patlat fezaya ulaş!” diye bir deyiş de herkesin (daha doğrusu sadece garibanların) diline pelesenk (persenk) olmuştu!

Tövbe (Tevbe); İşlediği bir günahtan ya da suçtan pişmanlık duyarak bir daha yapmamaya karar verme. “Bir daha yapmam, olmaz, yeter” anlamında.

Vahim; Sonu çok tehlikeli olan, kötü, ağır.

Yörük (Yürük); Göçebe yaşam tarzını seçmiş halk. Yaylak-kışlak hayatı yaşayan yürükler Anadolu halkının oldukça mühim bir miktarını teşkil eder. Balkanlardaki Türkler arasında da yürükler bulunmaktadır.

(2) Adapte Olmak; Uymak.

Ağız Dalaşı Yapmak; Karşılıklı kötü, hatta küfürlü sözler söyleyerek kavga yapmak.

Ahdetmek; Bir işi ne olursa olsun yapmak için kendine söz vermek.

Ahkâm Kesmek; Bilgisiz, yetkisiz olduğu konularda kesin yargılar vermek.

Baygın Baygın Bakmak; Göz Süzmek.  Göz kapaklarını birbirine yaklaştırarak nazlı nazlı, anlamlı anlamlı bakmak.

Beyni Fokurdamak; Aşırı derecede sinirlenmekten, sıcaktan sersemlemek, bunalmak. Beyin hücreleri kullanılamaz hale gelmek.

Burnout Yapmak; Drift yapmanın daha alçakçası, tekerleri düpedüz, doğrudan doğruya pati şeklinde yakma eylemi.

Can Atmak; Herhangi bir şeye sahip olmayı, ya da herhangi bir şeye erişmeyi çok istemek.

Drift Yapmak; Gösteri amaçlı yanlama yapmak. Arabanın virajı dönerken arka kısmının kayması şeklinde gerçekleşen olay.

Gına Gelmek; Usanmak, bıkmak…

Gözleri Fel-Fecir Okumak; “Gözleri vel fecri okumak” veya “Fer fecir Okumak” Elecekte-Delecekte (Genelde eğecekte-delecekte olarak kullanılan bir deyim), iyi niyeti olmayan, çok uyanık, cin gibi kurnaz, kurnazlığı gözlerinden okunan şeklinde kullanılan bir söz.

Hariçten Gazel Okumak; Bir konuyu iyice bilmeden üzerinde görüş ve düşünce belirtmek. Bir konuşmaya yersiz ve zamansız katılmak.

Hatim Etmek (Hatmetmek), Hatim İndirmek, Hatim; Mühürlemek, sona erdirmek, bitirmek. Asıl anlamı; Kur’an’ı Kerim’i “Başından sonuna kadar okuyup, bitirmek” anlamlarına gelmektedir. Türkçemizde bazen ezberlemek (hatta hafızlamanın, ineklemenin benzeri gibi ders çalışmak) anlamında da kullanılmaktadır.

Haz Etmemek, Hazzetmemek; Hoşlanmama, tat ve zevk almama. Bir şeyden duyusal, hoşnutluk ve manevi sevinç duyamama.

İki Lâfı Uç Uca Eklemek; Aslında bu deyim menfi anlamda “İki kelimeyi, ya da iki lâkırdıyı, iki lâfı, iki sözü uç uca ekleyememek” olarak kullanılmakta olup düşüncelerini, duygularını, düzgün bir şekilde anlatamamak, güzel konuşma becerisinden yoksunluk anlamındadır.

İpe Sapa Gelmemek; Akla yakın olmamak veya birbirini tutmamak.

Lâhavle Çekmek; Sözün tamamı, “Lâhavle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azim”  şeklinde olup anlamı; “Güç ve kuvvet sadece yüce ve büyük Allah’ın yardımıyla elde edilir.” (Bu sözün hayret, şaşkınlık anlamında ve anında söylenmesi yanlıştır).

Mahsup Olmak (Etmek, Edilmek); Hesaba geçirilmek, hesaptan düşülmek.

Mırın Kırın Etmek; Bir isteği yerine getirmemek için çeşitli sebepler ileri sürmek, nazlanmak.

Muhatap Olmamak; Kendisine söz yöneltilip, kendisiyle konuşulurken oralı olmamak, karşısındakini umursamamak, dikkate almamak. Önem vermemek.

Nefsi Köreltmek (Nefis Körletmek, Nefsini Köreltmek); Nefsin isteklerinden herhangi birini üstünkörü gidermek. Bir şeyin zayıflamasına, şiddetinin yoğunluğunun azalmasına sebep olmak. Doyum isteğini şu ya da bu şekilde karşılamak. Nefsi değer, önem ve yeteneğini yitirmiş duruma getirmek.

Pati Yapmak (Pati Çektirmek); Acele kalkışlar için tekerleklerin yerinde döndürülmesi şeklinde yanlış bir eylem. Tekerler hızlı sürtünmeden dolayı yanar gibi duman çıkardığı gibi, diferansiyelin de arızalanmasına an itibariyle neden olan davranış.

Sinirlerini Boşaltmak; Öfkeyi içine atmaksızın bir şeyleri yumruklamak, kırmak, bağırıp, çağırmak, karşısındaki sebep olmuşsa incitecek, hırpalayacak sözler söylemek, dersini vermeye çalışmak.

Slalom Yapmak; Engeller arasında zikzak çizmek.

(3) İsim Konulmasında Sünnet; Kur’an’da emredilmemiş olmakla beraber, peygamberimizin yaptığı, söylediği, Müslümanların yapıp yapmamakta serbest olduğu, ancak mazeret olmaksızın terkedilemeyen şeyler ki bunlardan biri de yeni doğan çocuğa isim konulmasında sağ kulağına ezan okunması, sol kulağına kamet getirilmesidir.

(4) Ağzından Lâf Almak; Öğrenilmek istenilen şeyi söyletecek yolda dil kullanarak gerçeği, ya da öğrenilmek istenileni öğrenmek. Karşısındakini kurnazca konuşturarak istediğini öğrenmek.

Amentü Okumak; “İnandım” anlamında Arapça bir kelime olup sure ya da dua değildir. İmanın esaslarını belirten bir cümledir ve sonu kelime-i şahadet ile biter.

Bacak Kadar Çocuk (Velet); Çok küçük, ufacık ya da öyle görünen çocuk.

Boş Gezenin, Boş Kalfası; Yapacak işi olmayıp vaktini sağda-solda boşuna harcayan, ya da harcamaya meyilli olan (boş gezen) insanlar için kullanılan bir halk deyimidir. Bir bakıma aylak, avare.

Çıyan Bakışlı; Sinsi, hain bakışları olan renkli gözlü kimse.

Dâvûdî Ses; Hazreti Davut’un sesi tok, kalın, gür ve etkili olduğundan benzer sesler “Davudi Ses” olarak yorumlanmaktadır.

Doktorların Savunma Felsefesi; Tıbbın gerektirdiği tüm imkânları kullandık, ancak kadere de rıza göstermek gerek vb.

Ehlen Ve Sehlen; Arapçada “Hoş geldiniz, merhaba!” anlamında olmakla beraber Türkçemizde “Yavaş-yavaş, ıngıdık-ıngıdık, dinlene-dinlene” gibi anlamlarda kullanılan bir deyim.

Fan Fin Fon (Demek, Konuşmak); Anlaşılmayacak şekilde yabancı bir dille, özellikle Latince konuşmak.

Gece Kuşu; Her gece dışarılarda eğlenen, eve geç dönen, geceleri eğlenmeyi, gezmeyi bir kısım hobilerini, yazmayı çizmeyi gecenin sessizliğinden faydalanarak gerçekleştirmeye, başarmaya çalışan kimse.

Gecenin Kör Vakti; Gecenin ilerlemiş ve en karanlık olduğu an.

Gözleri Çakmak Çakmak (Olmak); Ateşli hastalıktan ya da öfkeden gözleri kızarmış ve parlamış olmak.

Hiss-i Kabl-El-Vuku; Hissikablelvuku olarak da yazılabilir. Altıncı his, önsezi, içine doğmak gibi anlamları taşır. Bir olay olmadan önce o olayı hissetmek de denilebilir.

İlham Keçisi; Birden bire gelen, duygu, düşünce ve söyleyiş olan ilhamın yozlaştırılmış alay ediliş şekli.

Kur’an-ı Azîmüşşan; Şanı yüce Kur’an.

Lâmı Cimi Yok! Değişmez, kesin, başka yolu yok. Mazeret uydurmak gereksiz.

Mahkeme Celbi; Bir dava ile ilgili olarak mahkemenin ilgili kişiyi davetini belirten yazı.

Makul ve Mantıklı; Akla uygun, akıllıca, belirgin, aşırı olmayan, uygun, elverişli, akla uygun iş gören, akılla kanıtlanan, sözü akla yakın.

Nemrut, Nemrutça, Nemrut Bakışlı; Yüze gülmez, acımasız, can yakıcı, sert tutumlu.

Sıkış Tepiş; Balık İstifi. Üst üste, çok sıkışık bir durumda. Sandviç gibi, kıpırdamaksızın bir arada.

Sular Seller Gibi (Bilmek); Bir metni, bir söz dizisini, bir konuyu, bir dersi, yanlışsız, doğru olarak öğrenip bilmek.

Süt Dökmüş Kedi Gibi; Bir kabahat, suç işleyip de çekince ile bundan utanma durumu.

Yalı Kazığı Gibi; Uzun boylu, iri kemikli, eğilip bükülmesi olmayan, sabit fakat dengesiz kimse.

Yol Yordam (Usulü Erkân, Yol Erkân, Yordam Erkân, Âdâbı Erkân) Bilmemek; Âdap ve terbiye kuralları, kaideleri, edepleri, usul, yöntem ve davranışlarını bilmemek, uymamak, dikkate almamak.

Yorgun Argın; Çok yorulmuş, gücü kalmamış, bitkin bir durumda.

(5) Koyunun Olmadığı Yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler; İstenilen nitelikte bir şey bulunamadığında daha düşük değerdeki bir şey rıza göstermek.

(6) Adak Kurbanı (Nezir Kurbanı) ;Bir kimsenin dinen yükümlü olmadığı, ancak adadığı için ibadet cinsinden yerine getirmek zorunda olduğu vacip hüviyetindeki kurban.

(7) Mevlit (Mevlid); Hazreti Peygamberin doğumunu anlatan Süleyman Çelebi tarafından hazırlanan bir şiirdir. Mevlitte bu dizeler şöyledir: “Geldi bir akkuş kanadıyla revan / arkamı sığadı kuvvetle heman” şeklinde olup ek bilgi mevlidin bu bölümü okunurken insanlar âdettir ayağa kalkar, ellerini bağlayıp dua okununcaya kadar ayakta dururlar. Evde dinleniyorsa karılar, kocalarının sırtlarını sıvazlarlar, ya da mevlitte okunduğu gibi sığazlarlar.

Dini Vecibeler; Din ile ilgili farz (Hac, Zekât, Oruç, Namaz, Kelime-i Şahadet) Vacip, sünnet gibi gereklilikler. Ölünün arkasından mevlitlerin okunması dini bir vecibe değildir. İbni Abidin adındaki bir İslam bilginin sözleri aynen şöyledir; "Ölüleri hayırla yâd etmek vaciptir. Ama onların arkasından 7, 40 ve 52. Geceler, sene-i devir mevlitleri bidattir. Muayyen gün ve gecelerde (ki sene-i devriye mevlidi de bunlardan biridir) evlerde mevlit okutmak o mümin ölüye işkence etmek hükmündedir.” Bu vesile ile; Duvak, Sünnet, 40 Uçurma, Lohusa, Hac Dönüşü vb. gibi okunan mevlitler de aynı şekilde mülahaza edilmelidir.

(8) Prostat; Bir salgı bezidir. Mesanenin altında rektumun önünde yer alır. Bu bezin büyüyerek idrar yollarını sıkıştırmasına Prostat Büyümesi, İyi Huylu Prostat Büyümesi(BPH), Prostat Hiperplazi denmektedir ki, kanser değildir. Bu bezin büyümesi bahçe hortumuna bir kıskacın takılması gibi bir durumda meydana gelen basınç gibi bir durum ortaya çıkartır. Yapılan bir araştırmaya göre köpeklerin, idrar kokusundan bu kanser türünü tespit ettikleri ifade edilmiştir. Prostatektomi; Prostat bezinin ameliyatla çıkarılması işlemi.

(9) Ölülerin Kireçlenmesi; Modern çağa geldiğimiz bu devirde, önceleri genelde AIDS veya Veba hastalığı taşıyan naaşların üzerine bulaşıcılığı nedeniyle kireç serpilirdi. Ayrıca çivilenmiş tabutlarla da gömülenler olurdu. Köyümde iki karı kocadan kadın tabutuyla gömüldü, erkek vasiyeti olmasına rağmen yaşlıların ikaz ve itirazı ile kireçlenerek gömüldü. Yaşımın yeterli değildi, şahit olduğum, ancak nedenini bilemediğim, öğrenemediğim bir olay. Öyküde sadece bedeni yangın nedeniyle kömürleşmiş kişinin de bu şekilde gömüldüğünü düşündüm.

(10) Bir sabah bakacaksın ki bir tanem, ben yokum, Söz aldım saatlerden sana koşacaklar… Kürdili Hicazkâr Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Huceste AKSAVRIN’a, Bestesi; Selâhattin İÇLİ’ye aittir.

(11) Adını dağlara yazdım yâr… “Kış Masalı” olarak ünlenen “Gözyaşım kederden miydi?” şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği Aşkefza Makamında olup Bestesi; Adem GÜMÜŞPALA’ya Bestesi; İsmail ÇELİKER’e aittir.

(12) To be or not to be, that is the question (Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele). Romeo-Jüliet (Romeo ile Jüliet veya Romeo ve Jülyet); Orijinal adı; “The Most Excellent and Lemanable Tragedy of Romeo and Juliet” isimli William SHAKESPEARE’ye ait tiyatro eseridir. Gerçeğe çok yakın bir aşk romanı. Sinemaya da uyarlanmıştır. 

(13) Gıybet; Çekiştirme. Dilin âfeti. Bir kimsenin gıyabında (arkasından) onun ve yakınlarının kusurlarından hoşlarına gitmeyecek şekilde bahsetmek, konuşmak, yüzüne karşı söyleyemeyeceği şeyleri arkasından söylemektir ki Kur’an’la yasaklanmıştır. Kur’an’ı Kerim’in Hucurât Suresinin 12. Ayeti başlarında şöyle buyrulmuştur. “Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?…” Bu konuda Peygamberimize ait olan bir hadiste; “Gıybetin denizleri kirletecek kadar kirli olduğunu” ayrıca “Bir kimse biri hakkında arkasından doğru konuşmuşsa gıybet, yalan konuşmuşsa iftira olduğunu” belirtmiştir.

(14) İlk Göz Ağrısı; Herhangi bir şeyin ilk olması anlamını taşır. Kişinin ilk arabası ilk göz ağrısı olabilir. Ancak genel anlamda, ilk gönül yakınlığı duyulan, ilk yapılan ve ilk elde edilen şey, ilk yan yana gelinen, ilk doğan çocuk,  ilk sevgili ya da ilk olan ne ise o demek İlk sevilen, ilk âşık olunan kişi. Bu sözlerle yapılmış film, tiyatro eseri, dizi, şarkı, şiir ve sözler çok miktardadır. 

(15) Fizan (Arapçası Fezzan), 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda en çok korkulan bir sürgün yeriydi. Burası, bugün Libya olarak anılan ülkede eski Trablusgarp.

(16) Mülâhazat Hanesini Boş Bırakmak; Bir kimse ya da olay hakkında kesin kanaate ulaşmayı zamana bırakmamak.

(17) İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar… “DENİZİN TÜRKÜSÜ” Yahya Kemal BEYATLI (Şiirin en anlamlı en son dizesi).

Hayallerinin Esiri Olmamak; Eğer hayal edebilir ve hayallerinin esiri olmazsan… Sen bir insan olursun oğlum… “EĞER”  Rudyard KIPLING

(18) Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için; Alexsandre DUMA’nın ÜÇ SİLAHŞORLAR romanındaki kahramanlara ait bir slogan. (Üç (erkek) Silahşor; Athos, Porthos, Aramis idi ve sonrasında aralarına D’artagnan katılmıştır.)

(19) Karamazov Kardeşler; Fyodor Mihailoviç DOSTOYEVSKI’nin roman ismi olup hepsinin de soyadları; FYODOR KARAMAZOV olan Dimitri, Ivan ve Aleksey erkek kardeşlerdir.

(20) Ay Yüzlüm; Rahmetli Murat GÖĞEBAKAN şarkısı.

(21) Ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın; Karşı tarafı küçümsemek için söylenen bu söz Türkçemize yanlış yerleşmiş bir deyimdir. Aslı; “Ateş olsan Cirmin kadar yer yakarsın” şeklindedir. (Cürüm; suç, kabahat, Cirim; Hacim, büyüklük anlamlarındadır.  Anlamlar değişiyor olsa da her iki durumda da niyet belli oluyor gibime geliyor).

(22) İç Ses; Herhangi bir ses yokken, sessizlikte, yaşantımıza uygun olarak duyduğumuzu sandığımız bizi yönlendiren ses.

(23) Kıskanç; Faruk Nafiz ÇAMLIBEL’in “Sakın bir söz söyleme… Yüzüme bakma sakın!” şeklindeki şiirinin bir yerinde; “Sana benim gözümle bakan gözler kör olsun!”  diğer bir yerinde “Anan bile okşarsa benim bağrım kan olur” bir başka diğer yerinde ise; “Kan tükürsün adını candan anan dudaklar” dizeleri vardır. İNTİZAR adıyla ünlenen şiir Suat SAYIN tarafından Muhayyerkürdî Makamında bestelenmiştir.

(24) KARATEKİN. Erol. 2012 Yılı. “DATÇA-BODRUM-İZMİR-ANKARA DÖRTGENİ III’den”

(25) KARATEKİN. Erol. 2019 Yılı. “SESLENİŞLER, SERZENİŞLER (III)” den bir parça.

(26) KARATEKİN. Erol. 2017 Yılı. “ADSIZ DİZELER” den bir parça.

(27) KARATEKİN. Erol. 2019 Yılı. “ADSIZ DİZELER (II) ” den bir parça.

(28) Apansız uyanırsan gecenin bir yerinde… şeklinde başlayan Hicaz Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Ümit Yaşar OĞUZCAN’a, (“BİRGÜN”) Bestesi; Rüştü ŞARDAĞ’a aittir.

(29) Kalp Kalbe Karşıdır; İnsan kalbi, diğer birinin kendine karşı sevgi mi, nefret mi beslediğini hisseder, sevgi varsa sevgi, nefret varsa soğukluk demektir.

Kalp kalbe karşıdır derler, onun için sormadım… Güftesi; Turhan TAŞAN’a, Bestesi; Coşkun  SABAH’a ait olan Türk Sanat Müziği eseri Hicaz Makamındadır.

Uyandım seninle birden… şeklinde başlayan “Kalp kalbe karşıdır, derler”   Aslı GÜNGÖR

(30) Zeytin gözlüm, sana meylim nedendir… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Hüceste AKSAVRIN’a, Bestesi; Selâhattin İÇLİ’ye ait olup eser Hüseyni Makamındadır.

KARATEKİN. Erol. 2013 Yılı. “ZEYTİN GÖZLÜ(M)”

(31) Olmaz, olmaz deme! Olmaz, olmaz! Olur, olur, bal gibi olur! Gönül bu ota da konar… İki gönül bir olunca samanlık seyran olur! İnsanların sadece bedenleri yaşlanır, gönülleri hep genç ve tazedir. Olmayacak denilen şeylerin de olabileceğinin ifadesi.

(32) Dünyada Ölümden Başka Her Şeyin Çaresi Var; Teselli amaçlı (Bence), değeri küçümsenecek bir söz. Örneğin ölüm kadar çaresizlik yaratan olgular olabileceği geçiyor aklımdan. Ya da ölümle her türlü çaresizliğin biteceği anlamını taşıyor, benim için. Ve bir şarkı; Dünyada ölümden başkası yalan… Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Mete ÖZGENCİL’e; Bestesi; Yıldız OSMANOVA’ya ait eserdir.

(33) Diyanet Din İşleri Yüksek Kurulunun 2017 Fetvası(!); Haram parayla hacca giden kişinin haccı sahih olup, üzerinden hac yükümlülüğü kalkmış olur! (Diyanet daha sonra “Demedim!” demiştir).

(34) Bana yeterince uzun bir kaldıraç ve sağlam bir dayanak noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım. ARCHIMEDES (ARŞİMET)

(35) Lavoisier’in Maddenin Sakımı Kanunu;  “Hiç bir şey yoktan var olmaz, varken de yok olmaz” Genel Kimyanın en önemli özüdür.

(36) Etki-Tepki Yasası (Newton Hareket Yasası); Bir cisme bir kuvvet etkiyorsa, cisimden de kuvvete doğru eşit büyüklükte ve zıt yönde bir tepki kuvveti oluşur. Burada dikkat edilmesi gereken bu kuvvetlerin aynı doğrultuda olduğudur. (Yasa;3) Bu yasa çok zaman şu cümle ile akıllarda kalır; “Her etkiye karşılık eşit ve zıt bir tepki vardır! Yani; İki nesnenin birbirine uyguladıkları kuvvetler eşit ve zıt yönlüdür.” “Bir cisim üzerine bir dış kuvvet etki etmedikçe o cisim durumunu korur, değiştirmez.” (Yasa;1) “Cisme etki eden kuvvet, kütle ile ivmenin sonucudur.” Yasa;2)

(37) Ay bir nurdur! Hiç kimse ona dokunamaz, yakar! Neil ARMSTRONG 20 Temmuz 1969 da aya adım attığında Çanakkaleli bir vatandaşın hezeyanı.

(38)  Kalbe dolan o ilk bakış unutulmaz… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Mehmet GÖKKAYA’ya, Bestesi; Erol SAYAN’a ait olup şarkı Nihavent Makamındadır.

(39) Tanrı Hakkı Üçtür; Genelde İslâm’da abdest alırken, guslederken, ibadete bağlı bir kısım işleri yaparken üçer kez tekrarlamak âdet halindedir. Hatta sevap bile umulur. Ancak bazı müfessirler bunun yanlış hatta şirk olduğundan bahsederler, Cahiliye devrinde Lat, Manat ve Uzza’nın Allah’ın kızları olduğu varsayıldığından dolayı (Kur’an, Necm Suresi 19., 20., 21. Ayetler.) Oysa Türkçemizde çekirgenin bile üç defa zıpladığı söylenirken bu sözdeki yanlışlığı anlayabilmiş değilim.

(40) Cameo; Aslı; Kabartmalı değerli taştır. Ancak Cameo; Cameo Görünümün kısaltılmış şeklidir. Bir oyun, film, televizyon gibi gösteri sanatlarında insanlar tarafından çok iyi bilinen bir kişinin bu gösterilerde kısa bir süre görülmesidir. Öykülerim görüntülü olmasa da ben de bazen Alfred HITCHCOCK’un kendisini filmlerde görüntülemesi gibi ismimi sanki Cameo imiş gibi kullanma gayretinde oluyorum. Çok bilinen bir kişi olmamakla beraber ben de ismimi, soy ismimi, ya da soy ismimden bir ya da birkaç parçayı (TEKİN gibi), köyümün Bekdemir adını, Bilecik ilimin plâka nosu olan 11 rakamını, eşimin, çocuklarımın, sevdiklerimin adlarını öykünün bir yerlerinde görüntülemeye çalışıyorum.

(41) Eğer Allah seni bana yazmışsa, benden kaçışın yok!  Lâkin kader seni benden almışsa, ağlamaya lüzum yok. Şems-i TEBRİZİ

(42) Eğer birini seviyorsan, onu serbest bırak… Dönerse senindir, beklediğin üzere. Dönmezse zaten hiç senin olmamıştır! (KARAMSAR TİP İÇİN) (Derya SEVDE’den ALINTI).

Neymiş, birini seviyorsak serbest bırakacakmışız, dönerse bizimmiş dönmezse hiç bizim olmayacakmış. Güvercin besliyoruz sanki. Yılmaz ERDOĞAN

(43) Tutsak kaldığın yer sevdiğin kişinin kalbiyse, özgürlüğün canı cehenneme… ALINTI

(44) Şüphe ve güvensizlik en ziyade zalimlerde bulunan bir hastalıktır. Zalimler en çok sevdiklerinden şüphe ederler. AKHILLEUS

(45) Yol göründü, gurbet ele giderim… Bir Ankara türküsü.

(46) Seninle bir dakika, umutlandırıyor beni… Semiha YANKI’nın 1975 Eurovision Şarkı Yarışmasında memleketimizi temsil ettiği şarkı olup, maalesef o yarışmada aldığı 3 puanla sonuncu olmuştu.