En fazla 55-60 yaşlarında görünen yaşlıca adamın şüpheli tavırları dikkatini çekmişti, bankadaki bank arkasındaki görevli genç kızın ve Güvenlik Görevlisinin.
Olağan bir hareket değildi söz konusu yaşlı adamın yaşadığı ve dahi çevresine yaşattığı.
Birincisi; normal sıra fişi alarak dakikalarca sıra bekleyerek öncelikle iki banka cüzdanı ile ilgili işlem yapılmasını beklemesiydi.
Elinde ayrıca bir kâğıt vardı. Bu kâğıdın; bir Doktor Raporu olduğunu ve “Sağlıklıdır, akıl sağlığı yerindedir!” şeklinde bir Hastane Heyet Raporu olduğunu öğrenecektik. Ayrıca bu davranışıyla ilgili olarak hissetmiş gibi bir vasiyetname hazırlamış olduğunu da.
Hastaneye de, Notere de ne zaman, nasıl ve neden gittiğini öğrenmem gereken zamana kadar o ihtiyar öğretmen benim için muamma(1) idi.
İkincisi; yaşlı görünen adam bütün bir 200 TL değerli banknotu “Bayram geliyor!” diyerek parasının yarısının 10 TL, diğer yarısının 5 TL olarak bölünüp ödenmesini rica etmişti.
Gözleri hüzünle kaplı yaşlı adam, bekleme salonundaki koltuklardan birine oturup paraları defalarca sayıp kontrol etmekten bıkıp usanmamıştı. Keza(1); iki banka defterine de ayrı ayrı birkaç kez, ancak öyle dikkatli değil, göz ucuyla bakmıştı(2) tarifi; bakışının açıklaması olabilirdi.
En çok da arada sırada gözlerini kapatıp tavana doğru yüzünü çevirip dudaklarını kıpırdatmasıydı, sanki dua eder gibiydi.
Bir şeyler için niyetli gibi görünüyordu, ama ne? Bunu da en iyi Güvenlik Görevlisi ve onun yönlendireceği polisler bilebilirdi. Ancak resmi olanlar değil, alelade banka müşterisi gibi geleceklerini hissedebildiğim sivil polisler…
Güvenlik Görevlisi depo bölümüne iner gibi yapıp şüphelenmek, ya da arıza çıkarmak(2) için ne gereği vardıysa silâhına dolu bir şarjör takıp alelacele yaşlı adamı rahatça görüp gözleyebileceği bir pozisyon almıştı.
Bu hareketinin tek nedeni; muhtemelen bir soygun teşebbüsü ile gerçekleşeceğini düşündüğü olay için banka önüne çapraza yakın park halinde duran motosiklet üzerindeki başında kask olan ikinci bir adamı; yani beni gözleme mecburiyeti olsa gerekti.
Aslında yaşlı adam da yabancı değildi, hele ki art niyetle(3) soyguncu ya da benzeri bir eylem gerçekleştirecekmiş gibi düşünülecek biri sayılmazdı, asla!
Nitekim aynı mecburiyeti bankaya alelusul(1) müşteri gibi gelen sivil giyimli polisler de yaşamışlardı. Gene de her ihtimale karşı “Uyuyan Köpeği (yılanı) uyandırmamak(4)” gerekli diye düşünmüş olabilirlerdi.
Sırası değil gibi gözükse de motosikletimin görünmez şekildeki plâkası aslında, bankadaki amcanın önerisi ile kaza eseri(!) çamurlanmış(mıştı)!
“Külâhıma anlat(5)!” sözü bu cümle sonunda yabancılık çekemezdi, asla! Ancak plâkanın gayret edilse bile okunamaz oluşunu en aptal insan bile fark ederdi. Kiminin bel arkası, kiminin koltuk altı şişkin polis olmak şart değildi.
Ancak insanlar beşerdi(3) ve bazen değil çok zaman şaşarlardı. O yeni gelen müşterilerden yalnızca biri sıra numarası almış, diğerleri sözüm ona masum işaretlerle camlı bölmelerde müşterileri ile belirli banka işlemleri için konuşmakta, işlem yapmakta olan memurların yanına sığınır gibi oturmuşlardı.
Bu hareketlere yakışmayacak bir söz gibi düşünülecek olsa da “Devekuşu gibi sinmek(6)” ya da “Devekuşu gibi aptal olmak(6)!” demek daha doğru bir yaklaşım olsa gerekti!
Sıra numarası alan sivil polis, banka görevlisinin yanına gidip olası ki günün ve olması muhtemel olayın(!) mana ve ehemmiyetine(3) uygun olarak bilgi alma gayreti içindeydi.
Banka içindekilerin tümünün bilmediği şairin sözüydü; “En ummadığın keşfeder esrar- derûnun / Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın…(7)”
Şimdi gerektiği için sazı elime almam(2) gerek! Şöyle ki; dışarıdaki motosikletteki dikkati çekecek gibi olan (dediğim gibi) bendim, gelenlerin düşündüğü gibi akılsız, aptal ve geri zekâlı değildim (kendi kanaatim)!
Uzuna yakın bir özet yapmam gerek, adım İlkay, lisede Kimya Öğretmeniyim.
Önce Öğretmenim Sonol’u anlatayım. Sonol Öğretmenim de, yani içerideki parasıyla ilgili her ne ise o işlemleri yaptıran, parasını bozduran yaşlıca görünen kişi de aynı lisede yılların Kimya Öğretmeniydi.
Dünyaya gelmiş peygamber olmasa da, en az nebi(1) hüviyeti kazanacak bir varlıktı o, insan ötesinde, muhtemelen ilâhi bir eser olmasa da, öyle görünmese bile; “İnsanlık Üzerine” kitap yazmış gibi. Karıncayı bile incitip ezmekten çekinen, kimsenin tavuğuna “Kışt!” demeyen, kendi için değil, sadece öğrencileri için çalışan ve onlar için kazanan müstesna(1) bir insandı.
Başlangıcını kendi anlattıklarına göre şöyle belirtmem gerek! Bu; bankadaki tedirginliğinin(1), şüphesinin, düşünceli halinin izahı için gerekli.
Genelde, şu ana kadar ben hariç çoğumuzun yaşadığımız âşık olma hakkımızı kullanmış, yaşamış Sonol Öğretmenim, maalesef bir kısmımızın “Hocam!” diyerek yanlışlık yaptığımız. Liseyi bitirmiş, o güne kadar sadece karşısındaki ile kendisinin, yani ikisinin bildiği mutluluğu avuçlamak için ailesine dileğini açmayı istemiş;
“Ne? Kanlımızın kızı(3) mı? Tövbe(1) olmaz! Allah yazdıysa bozsun(3)! Ondan eş, karı mı olur be?”
Anne, baba, ağabeyler, ablalar ve özellikle zurnanın zırt dediği(3) bölümde amcası ve şiddetli, hiddetli, nispetli boyutta, öğretmeninin anlayamadığı bir şekilde akranı olan amcasının tek oğlu kötü sayılacak ne kadar söz varsa hepsini vermiş veriştirmişler…
Sözler; taksit taksit, bir ara toptan, ne oldum delisi(3) ağızlarından köpükler çıkararak, bağırıp, çağırıp, tekmeler atıp, duvarları yumruklayarak, masalara vurarak “Kısa, kesin ve öz olarak ‘Olmaz!’ kavramını” gerçekleştirmişler!
Ufak bir eklenti ile Sonol ismini de izah etmem gerek. Oldukça kalabalık bir nüfus halindeymiş ağabey ve ablalar, iki ikiz kız dâhil. Sonol Öğretmenime, klâsik bir deyim, biz bizeyken dediğim gibi Sonol Ağabeyime bu ismin verilmesinin sebebi ne olabilirdi? Sordum.
Tüm çocuklarda “Nur” ismi egemen olduğu halde kendisine benzer bir isim verilmek yerine neden iddia, ya da yemin gibi bu ismin verilmesini başlangıçta çözümleyememiş. Nurculuk(1), tarikat(1) gibi bir olayın olup olmadığı hakkında da bilgisi yoktu.
İkizler; Nursen-Sennur, Aynur-Nuray, diğerleri Nurcan, Nurdan, Gülnur, Günnur, Yılnur, Öznur… falan hepsi “Nur” dolu isimlermiş.
Ancak; Kur’an’da, Nur Suresi, 60. Ayete göre; “Annesinin artık çocuk doğurma faslının bittiği, tesettüre(8) riayet etmemesi gerekliliği düşünülürken tekne kazıntısı(3) gibi Sonol Ağabeyin gelecek olması, rızkı Allah verdiği için herhangi bir tedbir düşünülmemesi gerekliliği ana-babayı kızdırmış ve bu nedenle “Bilinsin!” diye “Sonol” ismini vermişler.
Sonol Ağabey mahzun, sevdiğine nasıl anlatacağını, ya da elde-avuçta hiçbir şey yokken kaçma plânlarını söylemeyi düşünürken genç kız çeşme başında biri tarafından vurulmuş ve tüm suç Sonol’a yüklenmiş. “Bana yâr olmayacaksa, kimseye yâr olmasın!(9)” diye düşünmüş de onun için vurmuşmuş!
Bilinen gerçek şu ki; yaşamda en çok değer verdiği insana nasıl kıyar, kıyabilirdi, seven, âşık olan bir insan? Ve “Ebedi cehennemden(10)” nasıl haberdar olmazdı ki bir fani?
Ayrıca yapılan araştırma sonucu öğrenilmişti ki; ailede, ne babanın, ne kendinin, ne kalanların, ne de evlenip-barklanıp gidenlerin hiçbirinin silâhı yokmuş. Üstelik genç kızı kimin öldürdüğü de meçhul kalmış!
Yasalar Sonol’u aklamış, ancak kız tarafı, kabullenmemiş ve; “Bir gün mutlaka!” diye tehdit şeklinde bir kapıyı açık bıraktıklarından(2) Sonol kayıplara karışmış, okumuş, öğretmen olmuş ve saklanma mecburiyetini Bakanlığa anlatarak gerekmedikçe dışarıya çıkmadığı okulumuza gelmiş. Ben neden sonralarda geldim aynı okula ve bir bakıma en yakın arkadaşı, sırdaşı, kankası oldum. Dostluğumuz gelişti, günden güne...
İlk Müdür ki; ben gelmeden önce masasındayken teslim etmiş ruhunu, “Eğitim için canını vermek” böyle bir şey olsa gerekti. Bu Müdür, Sonol Ağabeye yakınlık göstermiş, anlattıklarını dinlemiş, en yukarıdaki müzik odasının yanındaki müzik aletlerinin saklanıp korunduğu odayı ona vermiş.
Gereği yahut emir niteliği saklı ricası; odanın içini dayayıp düzenlemesi, gerekenleri kendi adına alması, en önemlisi de müzik aletlerine gözü gibi bakmasıymış.
Oda geniş ve büyüktü. Meslek Lisesindeki arkadaşlarına danışıp geniş hacimli müzik dolabı yaptırmış. Sadece piyano ve bateriyi koruma altına alarak ve müzik derslerinde gerekli hazırlıkları yapıp; “Eh! Öğrenmenin yaşı yok!” deyip kenardan köşeden bir şeyler öğrenme gayreti yaşamış. Arada bir sadede gelip(2) bana piyano çaldığı zamanlar olurdu.
Bu konuda iki kelimeyi tekrar eklemek isterim. O kadar ısrar etmeme rağmen, belki ilkelliğinden kalan bir alışkanlık, ya da hüznüne sığıntı olarak düşündüğünden olsa gerek sigarayı bir türlü bırakamamıştı.
Ve üstünde dönen bir balerin olan, kapağı açıldığında “Bekledim de gelmedin!(11)” şeklinde şarkı çınlayan bir sigara kutusu vardı. Kendisi genelde filtresiz ağır, kaba ve sert sigara içerdi. Kutuda; “Keyif Sigarası(12)” dediği filtreli sigaralardan günde sadece bir kez içme hakkı vardı ve o saat gelmeden kesinlikle içmezdi.
Ben içmezdim, içmek için de niyetli olmadım. Ancak bir tatil gününde kız kardeşimle gezerken o kutunun benzerini alıp öğretmenime hediye etmek mutluluğum olmuştu.
İtiraf etmeliyim ki, her ne kadar söz içki için söylenmişse de, ağabeyimin de o taraklarda bezi olmadığını(2) bildiğime göre; “Sigara dosta ikram, düşmana ısrar edilir(13)!” diyerek saçma sapan(3) bir kuruntuyla(1) o kutu içine sigara koymamıştım. Hem zaten “İçki tüm kötülüklerin anası(13)” değil miydi? Doğal olarak, benim bağlamama göre sigara da…
Sonol Ağabey muhteşem bir insan, hani erkeklerden de melek olsaydı (gerçi; “Meleklerin cinsiyetleri yoktur(14)” derler ya!) melek, evliya(1), derviş(1) gibi bir adamdı. Başlangıçlarda maaşını mutemet alıp getirirmiş, herkese imza mukabili(3) ödeme yaparken ona sarı bir zarfla verir ve hediyesini de, harçlığını da, yani ne denirse onu da alırmış!
Ne zamanki maaşlar bankaya yatmaya başlamış, mutemedin görevini yapması mümkün olmasa da Sonol Ağabey onun harçlığını aksatmamış, ta ki, ben tayin olup gelip, zaman geçtikten sonra görevi üstlenene kadar. Kısa ve kesin olarak belirtilmeli ki, Sonol Ağabey asla mutemedi unutmazdı, ben öyle biliyorum.
Söylememin nedeni şu; her ne kadar çamaşır, banyo, yemek gibi konular sorun olarak görünüyorsa da, spor salonundaki duşlar, hademenin hanımının gereği kadar gereğini yapmasının katkısıyla bu sıkıntıyı hissetmiyordu Sonol Ağabey, yani Abi.
Maaşı kendisi için çoktan çok fazlaydı ve öğrencilerinden bildiklerine, onları incitmeden ve kimselere hissettirmeden burs şeklinde destek veriyordu. Bu destek alanlardan biri de yatılı yurt öğrencisi olan İlkay’dı, onu daha sonra anlatacağımı sanıyor ve düşünüyorum.
Okulun hemen yanı başında, oğlan ve kızların ayrı bölümler halinde kullandıkları yatılı öğrenci yurtları vardı. Sonol Abi bu yurtların fahri mümessili(1), mümeyyizi(1), kontrol sorumlusu idi. Normale göre artı bir görevli için verilmesi gerekenin verilmemesi yurt bütçesine katkı, öğrencilere hizmetin daha olumlu ve uygun bir şekilde sunumu demekti. Bir bakıma Sonol Abinin hizmeti kaba bir deyişle; “Yol, su, elektrik olarak öğrencilere geri dönüyor!” demekti!
Geleyim Sonol Abi, İlker Öğretmen mücadele veya rekabetine. Gerçekte olmayan, ancak öğrencilerin Sonol Abiye paye biçtikleri(2) bir şarkı vardı. Benim öğrencilerim, benim dersimden çıktıklarında, yan tarafta mutlaka Sonol Öğretmenin dersi olurdu ve çocuklarım;
“İyot açığa çıktı / Redükleme can sıktı / Kimyacımızın kalemi / Sıfır yazmaktan bıktı…” diye seslenirlerdi, koro halinde. Bu, “Sıfır” sözü, bazen “Altı, Yedi, Sekiz, Dokuz” olurdu, ama asla “On” olmazdı. Çünkü “On” benim hakkımdı, benim kadar bilen olması da bana göre mümkün değildi.
Onun öğrencileri hemen cevabını yapıştırırlardı;
“İyot açığa çıkmadı / Redükleme can sıkmadı / Kimya Öğretmenin kalemi / ‘On’ yazmaktan bıkmadı!” şeklinde. Demek ki Sonol Abim “On” hakkını da onlara vermişti!
Şimdi benim öğrencilerimin beni neden sıkıştırdıklarını, aşağılamaya çalıştıklarını anlatmaya kalksam mutlaka beni kızdıranlar olacaktır.
Çocuklarıma öğretemediğim konulardan birincisi; “Doğal=Tabii X Yapay=Suni kavramı ve ikincisi Etil Alkol (Etanol; C2H5OH) X Metil Alkol (Metanol; CH3OH) farklılıkları idi. Test Sorusu…
Sonuç; ya Sıfır (Tengerlek(1)); 0, ya da; 9 idi. Tek ayaküstünde durmak hakkımı; ev ödevi ve 10 dakika olarak kullanıyor, sonrasında usturuplu(1) olarak yazdığım 0 rakamının altına kuyruk ekleyip “9” rakamını oluşturuyordum.
Be mübarek İlker denen kaprisli öğretmen “0” rakamı önüne “1” rakamını yerleştirsen de rakam “10” olsa olmaz mıydı? Olmazdı tabii, “10” benim hakkımdı, hem de daima!
Bu şekilde “3” rakamlarını kaza ile(!) “8” yaptığım da oluyordu. Amaç; öğrenmek ve öğretmek değil miydi? O halde öğretmen olarak sakınca neredeydi? Sonol Hocaya mutlaka yetişecektim. İki, iki…
İster çarp, ister topla; dört etmiyor muydu?
Gelelim bana? Gelmeyelim bence! Vıddır-vızık(3), falan-filân biri işte, gönül dünyası(3) boş, yakışıklı olmak konusunda sadece ana-baba ve kız kardeşinin takdirlerine mazhar olan(2) beni tarife gerek yok, diyorum.
Tekrar geri döneyim Sonol Abiye.
Yıllardır onun maaşlarını alıp, gerekenleri, gereken yerlere koyan, veren, saklayan, gizleyen ben, sanki başarısız olmuşum gibi, “İlle de bankaya gidicem, para bozduracam!” demişti Sonol Ağabey, günlerden bir gün, yani; o gün.
Hani bir bakıma; “Perhiz, lâhana turşusu(16)” gibi bir şey! Sanki kendini çağıran bir ses vardı, sonunu ilân eder gibi.
“Beni önce kırlara götür! Baharı, bahar havasını özledim. Gezdir, dolaştır. Sonra bankaya götür! İçimde yanlış da olsa, inanamıyor gibi görünsem de bir his var! Para bozduracağım. Çöpçülere, kapıya gelenlere, karınca, kararınca(3) hediye edeceğim. Kalanı senin, ne düşünüyorsan onu yap! Ama beni ortalıklarda bırakma! Bir mezar taşım olsun sadece, yeter! Üstüne ne yazarsan yaz, ya da yazma!”
Durakladı, birkaç kelimelik zaman geçmesini bekler gibi, derin bir nefes aldı, sadece.
“Sadece bil ki, zamanında benim için çok güzel ve iyi olan bir kızı sevdim, nedenini bilip hatırlayamasam bile, kanlı-bıçaklı aileler olsak(2) da sevdim, asla katil değilim, bugüne kadar yaşamımda sevdiğim olmaksızın nasıl yaşadığımı sorgulama!..
Ve sen de seveceksen benim gibi korkmadan, kaçmadan sev ve sonsuza kadar onun ol! Varsa hemen, yoksa sana gelmesini bekleme, sen onu ara, bul ve mutlu ol!”
Beraberce gittik bankaya, dikkati çektiğinin, sayesinde benim de dikkatlerden uzak kalmadığımın farkında değil gibiydi, belki de “Sözüm meclisten dışarı(17)” desem de, imkânsızlığı savunmam mümkün değil. Bekliyordu, belki de hak etmediğine(2) inanıyor olsa da, sevdiğinin olmadığına inandığına bir yaşamın kendi eli yerine bir başkası eliyle sonlanacağına, vedaların zamansızlığına inanırcasına(18). Dün yoktu, sevdiği, bir ömrü beraberce tüketmeyi umarken onu yitirdiğinde.
Yaşam nasıl bir şeydi? Yaşamak için bir sahaya geliniyorsa, mutluluğu yasaklayan, ya da yok eden nasıl bir güçtü ki, insanın isyanını gözetmeyen?
Durgundu Sonol Hocam! Bir süre daha eylendi banka içinde. Bu sırada, oldukça şık giyimli, sinirli, benim hissettiğim kadarıyla sinsi tavırlarla sigara içen, üç ya da beş adımlık aralıklarla etrafımda turlayan beyaz elbiseli adamın tavrı ve hareketleri beni endişelendirmedi değil. O kimdi? Neydi? Niyeti?
Ve nedendi varlığı?
İşkilli(1) hareketlerine devam ediyordu Sonol Abi ve ayrıca o adam da! Beklentisine ulaşamamış, ölmek amacı gerçekleşememiş gibiydi Abimin. Oysa sanki gerçeğin gerçekleşeceği gibi bir heyecan yaşıyordu, kendine biçtiği, sevdiği olmaksızın yaşamının limitine ulaşmak üzereydi.
Paralar elinde idi Sonol Hocamın. Banka kapısından çıkarken, olay olmayacağına inanmışçasına; “Haydi gidelim!” anlamında elindeki paraları bana doğru sallarken, o etrafımda dolaşan kelli-felli(3) adam cebindeki silâhı ona doğrultup ateşledi;
“Kızımın katili sensin, sen öldürdün kızımı!” derken.
Ayrılıklar zamansız gelirdi(18), vedalaşamadan eli açık, gönlü zengin(3), yaşamda tek kusuru yaşamak olan Sonol Ağabeyim anında son nefesini vermişti, yoktu artık, bana göre.
Mimlenmek(2) çekincem vardı. Sözüm ona onu okula götürecektim. Ama o yemin ettirmişti; “Eğer bana veya genelde herhangi bir şey olursa…” ki buna hazırlıklı ve umutlu olsa gerekti, “Acilen kaybolacaksın(2)! Sana herhangi bir yanlışlık olsun, istemem!” demişti.
Ben de mümkün olduğunca güvenlik kameralarının olmadığı bölgeleri kullanarak abime verdiğim söze uyarak oralardan kaçmak istedim. Motosikletin plâkasını çamurlamamı istemesini anlamadığım gibi öldüğünde kaçmamı istemesinin sebebini de anlamamak zoruma gitmişti.
Hele ki hainin silâhından çıkan tek kurşunla yerinde sallanmaksızın yıkılmasını, belki de çaresizlikten diğer silâhlardan çıkan serseri kurşunların ayakları yerine bedenine isabet etmesiyle öldürenin de öldüğünü görüp, bilip anlamam zor olmadı.
Çalıştırmadım motosikleti, kaskı çıkarıp gidona(1) astım ve çömelip kapattım Sonol Abinin açık kalmış, hatta öldüğü için hüzün yerine mutluluk belirtisi okunan gözlerini. Bu olası ki; “Ecel ayırsa bile, mahşerde buluşuruz!(19)” terennümü(1) olsa gerekti!
Birileri geldi yanıma, tek kelimelik bir soruyla, tüm açıklamaların yapılmasını bekler gibi;
“Neden?”
“Töre(1)!” desem? Değildi! “İntikam!” desem? Hayır! “Para, pul, tarla, tapan, anarşi, terör?” Sadece mantıksız(1) bir kin? Sahipsiz bir aşk? Kimliği belirlenememiş, tetiği çekenin tespit edilemediği, azmettiricisi(2) belli olmayan, faili meçhul bir cinayetle yok olmuş bir hayat ve “Bir varmış, bir yokmuş!” şeklinde garabet(1) bir cümle!
Abim morga, ben karakola, şahitler gırla(1)…
Üstünden çıkanlara göre; “Olur böyle vakalar, Türk polisi yakalar!” şeklinde komik bir şüphe! Tanışıyorduk, aynı okuldaydık, parasının tamamını üstüme aktarmıştı, raporu vardı, vasiyeti vardı, şüpheler dolaysıyla; “Suç ispat edilinceye kadar ortada suçlu olmamasına(20)” karşın “Benim cehenneme kadar yolum vardı(21)!” Tek istisna; delilleri, aklını ve zekâsını kullanan, yeterliliği tartışılmayacak bir savcı ve bir hâkim…
Bana zaten doyum olmazdı(3), beraat değil, sonuç sadece; “Saçmalıktı!”
Odasını, vasiyetini açtık Müdürle. Odasındaki iki sigara kutusu hariç (onlar benimdi) her şey okulun demirbaşına kayıtlanacaktı. Hesabıma aktardığı para, tüm mezun olan öğrencilere eşit bir miktarda üleştirilecekti, önemli olan dileği; “Köyünün yağmurlarında yıkanmaktı(22)!” çok insanın gönlünde şekillendirdiği gibi.
Bu bana ait bir görevdi, morg sonrasında başımın üstünde yeri vardı değerli öğretmenimin. Ama önce okulda tören yapılacak, helâllik alınacak(2), ondan sonra gereken gereğini yapacaktım.
Nüfus Kâğıdı sadeydi, ancak yaşadığı ilde, üç aynı isimli köy, bağlı olduğu ilçede tek köy vardı. Navigasyon(1) ile işlemi tamamlanacaktı, ama nasıl? Olayı öğrencilere açıklamak gerekliydi? Ne zaman, nasıl ve kim?
Ve Sonol Abimi yalnız göndermem mümkün değildi. Hadi “Ben cenaze arabasıyla gideyim!” desem, ya da başka biri, örneğin Okul Müdürü; “Vazifem!” deyip katılmak isterse ne yapmam gerekirdi? Çözüm?
İnsan bazen saçmalıklarla da uğraşıyor! Köyüne, yakınlarına haber vermek, adres, telefon numarası elde etmek, salâ verdirtmek, mezar yeri hazırlanmasını rica etmek gibi! Tuhaftır, o güne kadar köyden kaçması dışında hiçbir şey bilmiyordum, aile hakkında! Yaşıyorlar mı? Kimler? Bir ipucu aradım çekmecelerinde!
Enteresandır, aile bağlarından o kadar uzaktı ki, hani; “Bir resmi var, yarısı yırtık(23)” manzarasında etrafındakilerin tümünün kargacık-burgacık(3) şekilde makas marifetiyle dışlanıp yok edildiği kendine ait küçücük bir resmi dışında bir şey geçmedi elime. Hatıra olarak el koyduğumu söylememe gerek yok!
Okulda boy-boy vesikalık resimleri vardı, bu; tören için bir resmini büyüttürüp tabut kenarına iliştirmenin yararlı olacağı fikrini yükledi beynime.
İnsan, çaresizlikleri düşünürken çare de üretiyordu kendine. Önce köye telefon edip muhtar her kimse öğrenip Sonol Abiyi anlatmalıydım? Sonra da Okul Müdürü ile toplanmak gerekliydi, ne, nedir, ne zaman, niye vb. gibi sorulara cevap bulmak için?
Akşam paydosunda öğrencileri topladık; Sonol Hocayı yitirdiğimizi anons edip, yarın cenazesinin okuldan köyüne doğru yola çıkacağını belirttik. Sair konuları konuşmak için Müdürün odasına yöneldiğimizde arkamızdan yaklaşan ayak seslerini duymazdan gelemezdik. Gelenler İlkay ve İlknur idi.
“İzninizle!” dedikten sonra devam etmek gereğini hissetti İlkay;
“Sonol Öğretmenimin kursağımda(1) çok lokması var öğretmenlerim. Eğer durum uygunsa cenazesine toprağa verilinceye kadar katılmak isterim!”
Müdür cenazeyi “Başsız bırakmayacağını(2)” söylemişti. Ben vardım. İlkay resmen söylemiş, İlknur katılma isteğini belli etmek için, sırasını bekliyor gibiydi.
Ve sonuç; cenaze arabasına yol göstermek, yolcuları taşımak için, “Eğer annemi gönül rızası(3) ile ikna etme başarısını yaşayabilirsem” benim arabamla önde olmam mecburiyetti.
Bu arada İlknur deyince, büyükçe bir parantezi açmam gerektiğini söylemek zorundayım. Şöyle ki; daha “İlkay’a “Peki kızım!” deyip İlkay’ın yanımızdan ayrılmasını fırsat bilip arı gibi iğnesini sokmakta gecikmemişti, önce yüksek sesle, frekansı(1) azaltarak sonra fısıldayarak;
“Sonol Öğretmenimin bende de büyük emeği var, kimya öğretmeni olmam için beni teşvik etti çünkü…
Ve içimizden birinin esirgediği on numaraları esirgemeksizin hepimize verdi. Şimdi aramızdan ayrıldı, bakalım kimya notlarımız mezuniyetimizde ne olacak?”
Cevap vermek hakkımı kullanamadım! Teessürüm engeldi! Müdürün önerisiyle toplantı odasındaki masaya yan yana oturduk, plânsız, programsız hiçbir şey olmazdı…
Gittik, muhtar destekledi, aile büyükleri yoktu, göçmüşlerdi, bir-iki kardeş, sessiz, kenardan, köşeden duygusuz. “Kal!” ya da “Çay ikram edelim!” diyen bile olmadı, cenaze arabası cenazeyi ve faturayı bırakıp geri dönmüştü. Arabanın yolcuları da dönmek için sabırsız gibiydiler. Uymalıydım, yorgunluk bahaneydi.
Kardeşim; “Güvenirsen, yardımcı olmak isterim!” demişti. Müdür de aynı nakaratı sebeplenmişti. Oysa Müdürün araç kullanmasını bilmiyordum, ehliyeti olmasa da kardeşimin önceliği vardı.
Dürüstçe itiraf etmeliyim ki; her türlü eziyete, geleceği olmayan bir tohum gibi ekilmeye, angaryaya karşın İlknur’un, kız kardeşimin, fıstığımın, sevgilimin çağrısıyla ömrüm aydınlanmıştı. Katliam şeklinde yorumladığım bir olay ertesinde sevdiğime nasıl döndüğümün farkında değildim.
Ve gaf(24), pot(24), kaos(24) yaratmak konusunda uzmanlığımın tartışılmaması gerektiğini öğrenmekte gecikmedim, hiç de yeri ve zamanı olmamasına rağmen İlkay’a söz yarıştırmaya çalışırken;
“Biliyorsun; kartallar tek başına uçarlar(25). Sonol Öğretmen de öyle bir kartaldı. Birikmişlerini bana bıraktı, mezuniyet töreninde dağıtmam için. Seni tanıyorum ve sıkıntılarını biliyorum. Sonol Öğretmen olamam, ama ‘İlker Öğretmenim ol!’ dersen Sonol Abi adına desteğimi esirgemem!”
Böyle bir söz için hazırlıklı mıydı, yoksa IQ(1) derecesi vermesi gereken cevabı anında dudaklarına mı uzatmıştı, benim hak ettiğim şekilde;
“Sonol Öğretmenimin desteği olmadan önce de ayaklarımın üstünde duruyordum, şimdi de durabilirim İlker Öğretmenim!”
Sinirli sözleri bir tarafa, ikinci darbeyi, arabanın sağını, solunu, suyunu, benzinini kontrol ederken yanıma gelen İlknur’dan da almıştım;
“Bir cenaze ertesinde, benim sınıf arkadaşım, benim yaşlarda olan bir genç kıza karşı davranışın yanlıştı!”
“Sen, ne diyorsun be sevgilim? Deli misin? Nasıl böyle bir şeyi aklından geçirirsin(2) ki?”
“Evet, deliliğim konusunda tartışmayacağım, haklı olabilirsin belki! Ancak söylediğim sözde de haksızlığımı düşünme lütfen, hissetmeseydim, yanlışlığını söyleyecek kadar cesur olamaz, bu riski göz önüne almazdım! Sanırım bu yeterli!”
“Doğru! İki kelime daha söylemeye kalksam, Allah’ın sizlere bağışladığı özel yeteneklerden, altıncı histen(3), hiss-i kabl-el-vukudan(3) falan da bahsedeceksin! En iyisi susmak!..
Ve ben bu hakkımı kullanarak susuyorum!”
Yiğitliğin % 99’u, karşısı (bana göre) haksız gibi görünse de kaçmaktı, değil mi?
İlknur’a ve İlker’e, yani bana dönmem gerek, anlatılması gereken o kadar çok şey var ki?
Bir…
Oldukça varlıklı bir ailenin birinci bebesi, tek oğlan, fıstık kız kardeşinin kulu, kölesi, esiri, nazının eseri olan bir fani olan bendim, sözüm ona ağabey!
Gençliğimde, daha doğrusu liseye başladığım tarihlere kadar el üstünde tutulan; “El bebek, gül bebek(3)” o yaşlarda bile bir bebeydim. Aslında sözü şöyle düzeltmem gerek, ortaokuldan mezun olmak üzereyken, bu bademşekeri dünyamıza; “Hoş geldim! Ben İlknur!” diyerek selâm verip hoş gelmişti ve adı İlker olan sözüm ona ailenin ilk göz ağrısı(3) olan İlker’in pabucu dama atılmıştı(2).
Hazmetmem(2) kolay değildi, bu nedenle tüm varlığımla (tavşan dağa küsmüş de, dağın haberi olmamış(3) gibi sırtımı dönmüştüm. Ufaktan, orta karardan, büyükten, büyükten çok büyükten tenkit, azar, aşağılama, tehdit, hayret olaylarına önem vermeksizin burs alarak okumuştum.
Param yetmediği zamanlarda evden borç istemektense ellerim su toplayıncaya kadar amelelik yapmak dâhil, çok işin üstesinden gelerek lise, üniversite, askerlik, bir-iki yıl dışarılarda bir yerlerde öğretmenlik yapmış, tüm angarya ve engelleri başarıyla aşarak ve hak ederek yaşadığımız ildeki bu okula Kimya Öğretmeni olarak gelmiştim.
Kesinlikle uygun kişilerin, kendilerince uygun gördükleri kişilere el altından destekleriyle bazı avantajları kullandığım düşünülmemeli. Ancak inkâr etmeyi de pek aklımdan geçirmesem de, dış güçlerin yardım ve desteklerinden ziyade büyüklerimin ve İlknur’un dualarının etkisini kabullenmem gerektiği kanaatindeyim.
Çünkü…
Çünkü…
İki…
“Bazen, ‘Bazı şeyler [Geliyorum!] demez, gelirdi!(26)”
İlknur aynı okulda, ancak Allah beni koruduğu için Sonol Öğretmenimin öğrencisiydi.
Benim ailemde annem tarafından kurgulu bir prensip vardı; “Evde son sözü mutlaka ve daima annem, ara sıra bazı bazı (daima alışkanlığı gibi) babam, ondan kalan süre içinde sevgilim, çok nadiren(1) de ben söylerdim; ‘Peki! Evet! Kabul! Hayhay!’ şeklinde. Doğma, büyüme “Sevgilim” kimdir, söylememe gerek yok!
Her zaman ılımlı olan annem, çok zaman da despot(1) olma hakkını kullanmaktan asla vazgeçmezdi, arızasız bir şekilde en çok da bana karşı, ara sıra babam da sebeplenirdi, ama o başka...
Örnek vermem gerekirse, ya da demek istediğim şu ki; öğretmen olarak ilk atandığım bekârhanemdeki arkadaşlarıma bıraktığım şehirden, yaşadığım bu şehre döndüğümde aynı alışkanlıkla bir ev kiralamak fikrime her şey için sonsuz hakkı olan annem kesinlikle karşı çıkmıştı;
“Kocaman adam oldun, bakmam gözünün yaşına, alırım ayağımın altına!” ve eki olarak “Bozarım fiyakanı(2) ha! Bizimle yaşayacaksın!” diye söylenmekte sakınca görmemiş, zorbalıkla yaşamıma müdahil olmuştu(2).
Sözünün en sonlarına; “Evlenince de…” gibi bir eklenti yapmaması mutluluğumdu. “Evleninceye kadar…” şeklinde yorumlamıştım sözlerini, bu da demekti ki bundan sonra bana karada ölüm yoktu, sevgilimden sakınabildiğim sürece.
Çünkü fıstık; “Abiciğim, canım öylesine bir düğün pilâvı yemek istiyor ki, ama etli değil, nohutlu olsun!”
Siparişe bak, sanki beni çıldırtmak hakkını taksitle kullanır gibiydi.
“Arkasından da…”
“Yok! Daha neler?” demeye fırsat bırakmıyordu; “Ortada fol yok, yumurta yok! Nerden gelir aklına böyle şeyler durup dururken?”
El cevap(3), sessizce; ya kulağının kepçesine tokat atar, ya da acil bir durum varmış gibi gazeteden külâh yapıp başına geçirirdi. Biz bunlara kısaca; “Kulak şapırdatmak!(27)” ve “Külâhıma anlat(27)!” diyorduk.
“Peki! Bul! Dediğin olsun!” dediğimde de cevabı hazırdı; “Henüz çöpçatanlık(1) hakkı kazanmadım! Gayretli ol! Arama, ama mutlaka bul! Aramakla bulunmaz, meğerki rastgele(3)!” ya da benzeri cevherler yumurtlardı(2), iki dizi filminden, iki-üç romandan yahut da aşk yaşadığını zanneden arkadaşlarından dinlediklerinden, görmüş, yaşamış, bilmiş gibi köftehor(1) (affedersin fıstığım, gıyabında(1) bir takdir sözü kabul et, bunu)!
Yeryüzündeki serçelerin bile benim kadar daldan dala atladıklarını(2) sanmıyorum. Şöyle ki, yeni bir konu; Sonol Öğretmeni yitirdiğimiz olay yerine, kendi motosikletimle gelmiştim. Sonol Abi rica etmişti ya, sebebini bilmeksizin, plâkası da kaza ile çamurluydu hatırda kalmıştır. Motosiklet tutkusu, babamdan bana katlanmış irs olarak geçen hobi idi.
Babamın motosikletiyle uzun süre antrenman yapıp, deneyim kazandıktan ve motosikletin tesadüfen(!) miadını doldurması(2) nedeniyle sonra kendi paramla almıştım, “Canavar” adını verdiğim bu motosikleti.
Canavar’ı sevgilim de seviyordu, ama müstebit(1) ve mücrim(1) bir sadist olarak ben yalvarmasını kabul ettikten sonra. Hele bir on sekizini doldursun, sanırım o beni aynı dozda yalvartacaktı, gibime geliyor!
Bu vesile ile şunu da eklemem gerekli ki “Profesyonel Sürücü Belgem” vardı ve bunu da babamın arabası sayesinde almıştım ve sıradaki kişi, bu konuda da çoktan çok hevesliydi ve onun karşısında benim boynum her zaman kıldan inceydi(2)!
Ve on sekizine basmadan önce motosiklet gibi araba kullanma konusunda da başarılı oldu! (“Maşallah!” demek; mecburiyetim doğal olarak!)
Daldan dala atlarken, nerede kaldığımı da unutuyorum, çok zaman. Sonol Ağabeyimi yitirmem, motosiklete olan tutkumu da köreltmişti(2). Motosikleti, sevgilimin rızasını da alarak şimdilik kaydıyla üstünü de örterek depoya hapsettim!
İlknur on sekizine bastı, Sürücü Belgesini “Aferin!” süslü, yıldızlı “Pekiyi!” ile aldı. Araba onundu, artık ben yoktum, karada da ona ölüm yoktu(3)!
Ben artık Âşık Veysel’dim. Onu özenmeme, kıskançlığımı gizlemeye çalışarak, fıstıkla gidip-gelmek zorunluluğu hissetmeksizin, genelde “Uzun, ince bir yoldayım(28)!” türküsü eşliğinde elimi kulağıma dayayarak (ağız şapırdatmaktan farklı olarak) okuluma gidip-gelmeye başladım. Tek sıkıntım; Sonol Öğretmenin öğrencilerine de bakmak, ders vermek zorunda kalmam ve “On numara vermemek” kaprisimden vazgeçmemdi.
Yaşam devam ediyordu. Özel mi, genel mi, güzel mi, iyi mi, şaşkınlık mı, uygunluk mu, ta ki İlknur’un liseyi bitirmesi olayına yetişinceye kadar? O gün törene ve akşamına da mezuniyet gecesine katılma zorunluluğu yaşanacaktı emri verenin isteği, emrine kayıtsız-şartsız uyulmasıydı!
Dilek her ne olursa olsun, itiraz hakkı olmaksızın, törene götürme görevi yorum yapılmadan yerine getirilecekti. Motosikletin örtüsü kaldırılacak, her türlü, bakım, temizlik, onarım, takviye, tamamlama yapılacak ve sevgilim bu motosikletle resmi kıyafet mecburiyetiyle okuluna tarafımdan götürülecekti.
Sebep? Uçuk(1) bir dilek, belki de zorunlu. Çünkü babam ve annem de davetli olarak kep atmaya gelecekler ve doğal olarak oldukça varlıklı olmamıza karşın(!) belki tasarruf(!) zihniyetiyle ikinci bir arabamız olmadığından onlar babamın arabasıyla geleceklerdi.
Akşamki mezuniyet şöleni için de sevgilimi motosikletle götürme görevini başarıyla halletmem diğer bir emirdi. Çünkü müstear ismi(3) “Fıstık” olan, çıtırık(1), pıtırcık(1) sevgilim İlknur Hanımefendi ben dâhil, yaşlıların şölene katılmalarını bırak istemeyi, düşünmüyordu bile, sanırım; kesinlikle sözünü unutmam gerek!
Ve bilinen gerçektir ki; emir; demiri daima keserdi(2), lâmı-cimi yok(3)!
İlknur’u motosikletimle okula götürdüm, annem babam her ihtimale karşı çok önceden araba ile gelip, hemen protokol(1) sırasının arkasına yerleşmişlerdi. Ola ki, alkışlamalarının İlknur tarafından duyulmasını istiyorlardı!
Tören bitince de sorgusuz, sualsiz ağızları kulaklarında(2), mutlulukla arabalarına kurularak evlerine döndüler. Benim beklemem gerekti, kardeşimin emirleri için hazır ve nazır olmalıydım(2);
“Abiciğim, sana doyum olmaz! Ben arkadaşlarla biraz hava alıp öyle geleceğim şölene. Artık ‘Ağaların elinden tutulmaz, ağalar kardeşlerinden bir şeyleri esirgemezler!’ beni götürüverirsin değil mi? Ha! Beni eve bırakacak bir centilmen çıkmazsa telefon ederim, gelip beni alıverirsin sevabına. O değişik bir konu…”
“Özel şoförünüz ve emir eriniz olarak emriniz başüstüne hanımefendi, yalnız bir şey unutmadınız mı acaba?”
“Ne gibi efendim?”
“Zahmet olmazsa, ‘Lütfen!’ demek gibi meselâ?”
“Mabutlar(1) kullarına emrederler, kulları da onların emirlerine boyun eğer, konu bu kadar basittir, anlamak da zor değildir hani! Rica-mica olmadığı gibi, ‘Lütfen!’ gibi sözleri kullanmak da abestir! Bu kaçıncı anlatışım, bilmem gene anlatmak istediğimi anlatabildim mi?”
“Anlaşıldı, mabudum, tapınağım! Yarınlarda eloğluna da böyle yaparsan…”
“Sen önce nohutlu düğün pilâvını yedir de sonrasına o zaman bakalım akıllım! Gönlüme girmeyi kim hak ederse, ben onun mabudu da olurum, kulu da...
O zamana da daha çok var! Hadi şimdi seni, ufaktan ufacıktan azat ettiğimi bil de, ben de arkadaşlarıma zamanında yetişeyim, anlaşıldı mı ya seydi(3)?”
“Anladım, anlaşıldı ya sahip!”
İlknur koşarak uzaklaştı yanımdan. Galiba “Sap gibi ortada kalmış(2)”, ya da Kimya Öğretmenlerinden birinin kulağına ulaşmasın, “İyot gibi açığa çıkmıştım(2)!”
İşte “Kader anı(3)” diyeceğim an, galiba kader ağlarını örmeye(3) başlamıştı. Yanılma hakkım olabilir miydi? Başlangıç olarak her insan gibi bilmem asla mümkün değildi.
İlknur’un ardından ağzı açık ayran delisi gibi bakarken(2), kenarda hüzünlü bir şekilde hareket edip etmemekte kararsızlık yaşadığına inandığım, geçici olarak Sonol Öğretmenimin öğrencisi olup da okulun son zamanlarında ders verdiğim İlknur’un arkadaşı olan, bir kısım yaratıcı ve zekâ kavramlarından haberdar olduğum İlkay’la çakıştı gözlerim.
Hani Sonol Abimin cenazesinde bana ders veren, sınıf güzelleri arasında sonuncu görünen, ancak gururlu, akıllı ve not ortalamasında sınıfta birinci olandı o.
Ve ben yine kaşınmıştım(2)!
“Hayırdır İlkay! Arkadaşların seni aralarına katmayı istemediler mi güzel kızım?”
İlk kez (dediğim gibi kaşınmış olarak) böyle bir sesleniş dökülmüştü dudaklarımdan ve kendini bilen bir genç kız olarak cümlemin sonu irkilmesine neden olmuştu İlkay’ın.
Evet! Akıl baliğ olduğumda hemen evlensem gene de o yaşta, yani kız kardeşim yaşında bir kızım olamazdı, ama ondan da doğrusu öyle bir cevap alacağım aklımın ucundan geçmezdi!
“Bana verdiğiniz öğütler, hakkımda bildiğiniz bilgiler, yaşamım ve aldığım aile terbiyem; ‘Size ne Öğretmenim?’ dememi engelliyor, yasaklıyor…”
“Aslında sosyal yaşamımla, mesleki yaşamımı birbirinden ayırmasını bilen biri olduğumu düşünürüm. Evet, ‘Okul bitti, kırık not alma derdin yok!’ diye düşünmem uygun değil. Tanrı insanların bazılarını fiziksel güzelliklerden de yoksun bırakmış olabilir. Ancak bu hüzün yaşamanın sebebi değildir, güzel kız! Gönül, ruh, beyin, edep(1) güzelliği diğer tüm güzelliklerin önündedir, diğerlerinden kıyaslanamayacak kadar üstündür ve bu insanların kahredici yalnızlığının(3) tedavisidir, ilâcıdır. Bilmem anlatabildim mi İlkay?”
“Özür dilerim hocam!”
“Demin öğretmenim, şimdi hocam! Olmadı! Hem ben özür dilemeni değil, üzülmemen gerektiğini anlatmak istedim sana. Bu saatlerde ve şu anda, ne ben senin öğretmeninim, ne de sen benim öğrencimsin. Ben; yalnızlaştırılmış yahut da yalnızlığı paylaşmayı arzulayan bir adam, sen de küçük, masum ve özellikle üstüne bastırarak söylüyorum; güzel, cici bir kız, yarının bir hanımefendisisin. Şu an…
Hadi uzat elini…”
Ne diyeceğimi şaşırmış gibiydim;
“Biz şu anda yaşları farklı olsa da iki arkadaşız, tabiidir ki sen de diler ve istersen. Motosikletten çekinmezsen seni öğrenci yurduna bırakayım. Neyin varsa güzelce giyin, nelere sahipsen, boyanmak, süslenmek istersen, senin tercihin olsun! Sen giyininceye kadar da ben eve gidip motosikleti bırakıp arabayı alayım ve seni arkadaşlarının olduğu şölen yerine götürüp bırakayım, gerisi sana kalmış…”
“Öğretmenim! Birincisi gerekli değil. Ben yalnız dünyamı kendimle, sonra döneceğim köyümde annemle paylaşıp ikinci olarak pencere önünde oturup kısmetimi bekleyip evlenip kocamın çocuklarını…”
“Sözünü tamamlarsan üzülürüm, hem de gücenirim. Bu zekâ ve aklınla köyüne dönüp zekândan ülkemi, ülkemin yarınları olacak çocukları mahrum ve mahzun bırakmanı asla kabullenemem, buna rıza göstermem de mümkün değil! Gerekirse, ailemin ve İlknur’un uygun görüşlerini aldıktan sonra sana İlknur’la beraber ders veririm…”
Bir miktar da duygusal girişimde bulunmam sanki şarttı, devam ettim;
“Bilesin ki; on numara vermeyişimle ilgili direncimi kıran ilk öğrencim sensin. Özelim; bir öğrencimin yaşamına, ülkeme ve ömrüm yeterli olursa sevdiğim birinin yaşamını düşündüğü; koca, çoluk-çocuk ile yaşaması gerektiğini düşünmesi değil, iyi bir öğretmen olma arasındaki farkı birbirinden ayırmasının mutluluğunu yaşarım…”
Susmanın hiçbir işe yaşamayacağı bir aşamadaydım;
“Ne dersin ukalâlık etmeye devam edeyim mi? Evet! Okul bitti! Mezun oldunuz, not alma derdiniz yok ve inanıyorum ki üniversiteyi de kazanacaksınız! Meslektaşım olmanız mutluluğum olur, ancak belirleyeceğiniz her öğretim, eğitim konusu da benim için aynı değerdedir. Kendine sıkıntı verdiğini hissettiğim şu fiziksel görünüm konusunu defet(2) zihninden! Fiziksel güzellik kesinkes anlamsızlık bunu bil, bu; asla hüzün sebebi değil güzel kız!”
Öğretmen, ders vermek için yaratılmıştı ve ben bir öğretmendim, her şeyden önce.
“Kahredici sıkıntılarından kendini sıyır, bizim yaşadığımız dünyada ol, senin iç güzelliğinin her şeyden özel ve güzel olduğuna inan!..
Ve ilerilerde sevdiğinle karşılaşırsan seni sevdiğine eş yapmak için her türlü çabayı göstereceğimden, hatta onun adına da söylemek istiyorum ki İlknur’la beraber göstereceğimizden emin ol! Desteğimi reddetmemeni diliyorum ve sanırım şu an için bu kadarı yeterli! Mi, değerli ve güzel kız?”
“Teşekkür ederim, ama bunu kabullenemem öğretmenim, ısrarcı olmayın lütfen!”
“Sanırım annen ve rahmetli baban şımarık yetiştirmişler seni, hiç bakmam, merhamet nedir, onu da bilmem, yatırırım dizime; ‘Yer misin, yemez misin?’ ‘Kıyma kızıma!’ tezahüratlarına da kulak asmaksızın popona-popona aralıksız vururum. Baktım yoruldum, onlar sana pek kıyamasalar bile devam etmeleri için kardeşime, anneme ve babama salık veririm(2), rica ederim, onlar devam ederler işleme! Gel, sen beni dinle, sopa yemekten kurtul!”
“Ciddi misin öğretmenim?”
“Senin bulunduğun yerden şaka yapıyormuşum gibi mi görünüyorum İlkay? Senin şu anda durduğun yerden bile senin düşündüğün gibi görünmem mümkün değil! Senin sadece öğretmenin olarak değil, insan olarak da tanıyor, biliyorum ve hakkında bildiklerim benim için yeterli. Özellikle cenazede aldığım ders nedeniyle pek yakınlaşamadık, ama üstüme sinmediğine göre kokmadığımı düşünüyorum…
Ve belki de, anlatılanlara göre dosyandaki birikimlere göre babanın yaşamına mal olup seni ve anneni yalnız bırakan babanın alkol alışkanlığı bende yok! Belki de bunun için köyde kalıp, okumana nokta koyup, kocaya, çoluk-çocuğa karışmayı plânlıyorsun. Vazgeç!”
İnsanın çenesi düşünce(2) zırvalamasına nokta koymayı bilmemesi de normaldi,
“Hadi! Ayakta çok dikildik. Arkama gel, otur, sıkıca sarıl bana, seni yaşadığın yurda götürüp bırakayım, sonra saat kaçta almamı istediğini söyle, seni o vakitte alıp salona götürüp bırakayım, ondan sonrası senin kendi çaban olsun! Ha! Dersen ki; ‘Bu kart öğretmenin elinden tutayım, sevabıma, ayaklarımı ezmesine tahammül edip bağışlayıp, dans niyetine iki kerecik dönüverip gülümsemesini sağlayayım!’ bak buna ‘Hayır!’ demem! Karbonatlı kek gibi kabarır, kubarırım(29)! Tabiidir ki senin güzelliğini fark edip serbest bırakan arkadaşlarından kendini kurtarabildiğinde…”
“Kendinizi aşağılama gayretiniz yanlış öğretmenim. Siz öğrettiniz; ‘Kişiyi nasıl bilirsiniz? Kendim gibi(30)!’ Ve inanamayacağım sözler, dilinizin ucuna gelen. Benimle dans etmeye gönüllü, meyilli biri olsa beni otoparkta ben başıma yapayalnız bırakmaz, sahiplenirdi. Sap gibi ortada kalmak nedir, benim kendime geldim geleli bildiğim bir konu. Ama bu durumda bana elini uzatan siz oldunuz öğretmenim. Eğer uygun görürseniz, sadece İlknur’la beraber olmanız ve dans etmeniz için beş dakika dışında tüm gecenin bitimine kadar sizi bırakmak istemem ve ‘Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eyler! (31)’ bildiğim bu!”
“Aferin güzel İlkay! Okul bitti, sen hâlâ aynı bilgilerle donatılısın. Hadi benim çenem fazla düşmeden, seni hafakanlar basmadan(2) ve gına gelmeden(2) seni öğrenci yurduna bırakayım…
Ve izin ver, bugüne kadar seninle neden böylesine sohbet etmemiş olmamın pişmanlığını ve şu andaki mutluluğumu anlatmaya çalışayım sana…”
Ne oluyordu bana? Daha kullanıma geçmeden fabrika, ya da imalât ayarlarım, daha doğrusu hatalarım su yüzünde görünmeye mi başlamıştı? İlknur’un ta baştan hissettikleri gerçekleşiyor muydu? Bu ne haddini bilmezlik(32), haksızlık, kendini nimetten saymaydı(2)? “Sen, seni bil, sen seni(32)!” benim için kullanılması gereken bir söz müydü?
“Abartıyorsunuz öğretmenim!”
“Tekrar ediyorum! Artık öğretmenin değilim! O; arkamızdaki binada kaldı, ister ‘Ağabey!’ de İlknur gibi, ister ‘İlker Ağabey!’ istersen sadece ‘İlker!’ Tercih senin. Benim tercihim sadece; ‘İlker!’ demen! Hadi, şimdi, hemen!”
Vakit bu vakit, kestirmeden ilân-ı aşk moduna girmeye de heveslenseydim bari!
“İlker!”
“Hadi atla! Sıkı tutun, yih hu!”
Salaktım, hem de sıfır numara! Ne yaptığını, ne söylediğini bilmeyen, şaşkın! Kızcağıza kask vermemiş, centilmenlik furyasında sıfır numara kazanmıştım. Bugüne dek yaşamadıklarımı yaşamaya başlamış gibiydim, zamansız bir kaktüs yakıştırmasıyla. Öyle değil miydim ya? Sırtımda bir gül goncası…
Göremediğim, ulaşamayacağım, ulaşmamın imkânsızlığını hissedip bilmeme rağmen…
Neyse! Kısaca tabu(1)…”
Öğrenci yurduna bıraktım onu; “Sağ olun öğretmenim!” demesine fırsat bırakarak!
“Bir dediğin, diğerine uymuyor İlkay! Okul bitti, öğretmen yok artık. En kötü ihtimalle İlknur gibi; ‘Abi!’ ya da içinden geliyorsa; ‘Abicim!’ ya da ‘İlker Abicim!’ de! Ancak bu son söz; İlknur’un güzelliği, ona olan sevgimin kullanımı olarak yerine getirilmesini istediği istekleri için yapmacık, içtenlik dışı bir söz olur ki benim bunu kabullenmem çok zor. Sen en iyisi bana, içinden geldiği gibi seslen, içten, içtenlikle, şu kısacık beraberliğimiz devresine sığacak kadar…”
Sesi çıkmadı, ancak geri dönüp el sallarken; “Hemen!” dedi.
Bunun anlamı; “Motosikleti bırak, arabanı al, gel!” demek mi olsa gerekti ki? Yarım saat içine sığdırılmaya çalışılan dalkavukluk katkılı “Kalp kalbe karşıdır(33)!” özlemi yaşama çabasında mıydım? (“Tuzlayayım da kokma(3)! E mi İlker?” Hak ettiğim söz, bu olmalı bence!)
Yeni mezun bir genç kızı, angut(1) örneği eşşek kadar bir adamın öğrenci yurdunun önünden almayı düşünmesi ne kadar mantıklı olabilirdi ki? Ancak atalarımız haklıydı; “Akıl yaşta, öğretmende değil, başta, öğrencideydi!(34)” İyi ki öğrencilerin birbirinin cep telefon numaralarını bilmeleri gibi yakınlıkları vardı! Peki, bir öğrencinin öğretmeninin cep telefonu numarasını bilmesi ne kadar doğal olabilirdi ki?
Oh ho! Okulda koskoca bir ilân panosu ve onun üzerine iliştirilmiş kâğıtlarda her bir şey vardı (Derde deva(3) reçete haricinde!).
Ve de eğer bir öğrenci, ileri zamanlarla ilgili İlknur’un yanılmadığı kanaatini yaşadığı konu için hazırlıklı ise, hazır olmasının gereği olan bilgiler de sadece not olarak kayıtlarında değil, hafızalarında da oluyordu, tahminimce.
Genç kız bilgisine ve düşüncesine rağmen riske girmek istemedi. Yurt kapısında geri dönerken eliyle “Bir” işareti yaptı, görebileceğim bir şekilde;
“Öğretmenim! Şu yukarıda bir taksi durağı var, erken gelirseniz beni orada beklerseniz memnun olurum!” dedi.
Bunun anlamı; “Sakın geç kalma erken gel(35)!” yoksa “Avucunu yalarsın!” gibi bir mesaj vermek olsa gerekti.
Ancak, hemen eklemem gerekli ki; bir öğretmenin, aklının başından gitmesine ramak kalmışken öğrencisine yalakalık yapma modunda şaka yapması olağan bir davranış mıydı? Bu; tamamen benim kişisel aptalca düşüncem kadar kendime bile itiraf etmekte zorluk çekmemek dileğindeydim;
“İbibikler öter ötmez orada olacağım sevgili öğrencim!(36)”
Cevap gelmedi, temelli geri döndü. Bekleyecektim! Bekledim de…
Kapım açıldı, hülyalara dalmışçasına, teypten müzik dinlerken, yanıma oturdu;
“Sağ olun öğretmenim! İlginiz beni mutlu etti, bugünden sonra bir kez daha görüşebilecek miyiz, bilmiyorum, tahmin bile edemiyorum. İmkânlarım kısıtlı ve…”
“Tekrarlamana gerek yok İlkay! Bu akşam rahat ol, gül, oyna, eylen! Bu hakkın. Yaşama küsmeye çalışma, küsme de! Bana biraz süre ver, senin okuman, yükselmen için hangi imkânları zorlayabilirim, araştırayım. Öğrenci Yurdundan ‘Terk et!’ emri gelinceye kadar ve sakın bana haber vermeden köyüne dönme! Senin kocaya değil, okuyup yükselmeye ve hatta bana göre öğretmen olup kendin gibi değerli öğrenciler yetiştirmeye mecburiyetin var…
Hadi somurtma, gül, neşelen, İlknur’a da söyle, telefon edin, sizleri istediğiniz vakitte almaya geleyim!”
“Siz de gelin öğretmenim!”
“Bir ara ‘Sen!’ diğer bir ara ‘İlker!’ ve şu anda biz bizeyiz; ‘Siz!’ Karar ver; ‘Sen!’ mi, ‘Siz!’ mi?..
Ve isteğin mantıksız, o kadar genç içinde kart bir öğretmen olarak yer almamı düşünmen mantıklı mı?”
“Sen kart değilsin İlker! Ama dileğine saygı duyuyorum İlker! Sana mutlaka haber vereceğiz İlker! Bilmem anlatabiliyor muyum İlker? Beni yurda bırakacak olman şimdiden mutluluğum İlker! Ama bağışla İlknur’un yanında asla ‘Sen’ olmayacaksın İlker, ’Siz’ mecburiyetimdir...
Ve benim için gerek yaptıklarınız, gerekse yapmayı düşündüğünüz tüm çabalarınız için şimdiden ve peşinen teşekkür ederim İlker!”
Elime uzandı, öpüp alnına koydu.
“N’apıyorsun güzel kız? ‘Kart değilsin!’ diyorsun, içi geçmiş dedeler gibi elimi öpüyorsun. Gücendim, git, gözüm görmesin seni!”
“Gerçek mi? Ciddi misin İlker?”
“Mümkün mü İlkay? Bu güne kadar gerek okutup öğretirken ve gerekse şu ana kadar hangi birinize sitemli bir söz ve hareketim oldu ki?”
“Olmadı!”
“Demek oluyor ki sana bir daha şaka yapmamam gerek!”
“Eğer bugünden sonra tekrar karşılaşır ve görüşürsek…
Sanırım mümkünsüz…”
“İmkânları yaratan ve yaşamlarımıza engel olmamalarını sağlayan bizleriz. İyimser olmanın önünde hiçbir engel yok! O halde kendimize yasaklar uygulamayalım, hatırımıza bile getirmeyelim, olur mu? Haydi git! İster ‘Sen!’ ister ‘Siz!’ olarak nasıl düşünürsen düşün, nasıl kabullenirsen ama mümkün olsun, özlemeni istiyorum beni…”
“Peki İlker! Aklımdan çıkarmayacağım, mutlaka özleyeceğime eminim!”
Ve gitti, arkasında bıraktığı sadece teninin kokusu idi.
Telefon etti İlknur, geldim, öğrencilerimin hepsi güzel, iyi, yakışıklı çocuklardı ve o! 24 saat içine bile girmemiş güzellik bu kadar mı göze batardı? Oysa ben onu giyimi olmaksızın okul kıyafeti ile makyajsız olarak görmüş, bilmiş, tanımıştım.
Başka?
O kadar cesaretim yok!
İlknur yardımsever bir insan, iyi birer kardeşti yanındakiler, yakınındakiler, arkadaşları için. İlkay’la birlikte bir öğrenci yurdu arkadaşını ve adreslerine teslim etmemi bekleyen iki arkadaşını daha arabama sığdırma gayreti yaşamıştı.
Bıçkın(1) dolmuş şoförleri gibi, kısa bir mesafe için de olsa, İlknur’un değnekçi kâhya(37) gibi; “Arkayı dörtleyelim hanımlar!” anonsunu çekinmeksizin çığırmıştı. Çünkü kendi hariç arka kanepede olacaklar dört kişiydiler. Benim teessürüm, arkamda, ense kökümde gözlerimin olmaması ve onun sadece nefesini hissetmekle yaşama gayreti içinde olmam ve bu kadarla iktifa etmeyi(2) bilme mecburiyetimdi.
Öğrenci yurdunda inerlerken, uluorta, yasak savar(2), mecburiyettenmiş gibi sanki “Teşekkürler! İyi geceler!” dediler. Belki de İlkay’ın söylemi yarım ağızla gibiydi(2), ya da bana öyle geldi, hissettiğimi zannetmek egoistliğini yaşarken, yüzüme, gözlerime bakmamak için direnmişti, diyebilirim.
Oysa dediğim gibi egoist olma hakkım saklı olarak öylesine arzuluydum ki göz göze gelmek için. O anda onsuz geçmesi muhtemel ömrümün tümünü bağışlamaktan asla vazgeçmezdim.
Pencereden başımı uzatıp, tüm beni belirtecek şekilde neredeyse haykırırcasına bağırdım;
“İlkay!”
Tarifte sıkıntı çekecek, abartacak gibi olsam da koşarak değil, neredeyse ayakları poposuna vurarak yanıma geldi, ne dünyayı, ne de kimseyi, kimseleri, yanımdakileri umursamaz gibiydi.
Ve bu; benimle ilgili birinin mutlaka dikkatini çekmişti, hilafsız(1), kanıt gerektirmeksizin!
“Buyur Hocam!”
“Lütfen, benden haber almadan önce köye dönmek için karar verme! Ayrıca Kurban Bayramı tatili için de bir plân yapmaya kalkışma, belki İlknur’la bir plân yapmayı düşünebilirsiniz, eğer seni ikna, İlknur’u razı edebilirsem. Ben olmasam da yapacağınız herhangi bir plânı desteklerim. Haydi, Allah rahatlık versin, dediğim gibi!”
Angutların şifre kullanmak gibi bir meziyetleri(1) var mıydı? Ya da şifreyi, arkadakilerin durum vaziyetlerinden(!) bir şeyler anlamam mümkün değil, ama karşımda duran yanımdaki anlamayacak kadar benim gibi saf angut muydular? Zekâ küpü(3) olduklarını unutmak hakkımı ne zaman kazanmıştım ki?
İlknur arka kanepedeki arkadaşlarını da evlerine bırakıncaya kadar ancak sabırlı oldu. İkinci arkadaşını da arabadan indirir indirmez, vedalaşıp da daha vitesi atmama fırsat bırakmaksızın, vites kolundaki elimin üzerine elini koyup, yüzüme manalı manalı bakarak kükredi, argo mudur nedir, nereden aklına yerleştiyse;
“Dökül!”
“Anlamadım!”
“Anladın, inkâr etme!”
“Saçmalama, lütfen!”
Bilmek için mutlaka yaşamak mı gerekti? Bir genç kız, diğer bir genç kızın bakışlarından, kendisi yaşamamış olsa dahi (ne malûm?) bir şeyler anlayamaz mıydı? Bu konuda filozofun bakışlarla(38) ilgili sözlerini terslemek kimin haddineydi ki?
“Saçmaladığıma inanacak kadar saçmaladığının farkında değilsin Abim! Anlat, lütfen! Elimden bir şey geliyorsa, gelirse, yardımcı olurum, sana destek olurum. Ancak başlangıç olarak şunu söylememe öncelikle izin ver, lütfen!..
Sen İlkay’a ne söyledin, ya da yaptın ki, bu kız sünepe(1), kendi halinde, vurdumduymaz(1), dünya umurunda değilmiş gibi kendi çizip gizlenip saklandığı hapishaneden çıkıp da etrafına, daha doğrusu tek bir yöne bakmaya başladı, hem de bana göre 24 saat diyebileceğimiz sığışan bir zaman içinde?”
Sessizliğim cesaretlendirmiş olmalıydı, hareket etmemiştik henüz. İlknur, tenkit, tavsiye, görüş, anlayış şeklindeki hararetli bir şekilde konuşurken arkadaşının bize “Güle güle!” demek için ikimizi merakla izlediğini fark etmişti. Acı bir komut;
“Yürü, devamı gelecek!”
Ve bir alıntı olsa gerek, şarkı şeklinde bir tekerlemeye başladı; “Öğretmen gelmiş aşka, öğretmenin aşkı başka!”
Sözlerine devam etmek için oldukça arzulu gibiydi, yumurtlasın bakalım cevherleri, sanki ben de pek meraklıydım!
“Bayramlıklarını giyinmiş, ben ilk defa gördüm, hafif bir makyaj, belki de elinde olan kadar ve ona yakışan bir gülümseme ve yaşadığımız ana kadar fark edilmemiş güzelliği...
Onu salona kimin getirdiğini görmedim, ama öğrendim. Salona girdiğinde ona yapılan tezahüratı ve onun kimseyle ilgilenmemesini, tüm yaklaşma hamlelerine direnmesini görmeni isterdim…”
Kıskançlık moduna girmemi bekler gibi miydi, nedir, az da olsa bekledi, baktı ki bende müdafaa konusunda bir gelişim yok, devam etti;
“Onun yıllardır farkında olmayan, ilgilenmeyen boyfriend(1) heveslisi çapkınlar, pervane olma haklarını kullanmayı denedilerse de başarılı olamadılar…”
“Arada nefes almayı denemek ister misin?”
“Acelem var sözlerime devam etmeliyim, hem de en can alıcı noktadayım(3). Bana göre gönlünü biri sahiplenmişti, gözleri ışıl ışıldı, göğsünün kalkıp inişini, kalbinin vuruntusunu hissediyor gibiydim, çünkü yanımdan ayrılmadı, sadece koluma girdi birkaç kez, o kadar!..
Bakıyorum, mutlu görünüyorsun, devam edeyim mi?”
“Bak deli kız! Sen Kimya Öğretmeni falan olmayı bırak, psikolog(39), psikiyatr(39) bence en iyisi edebiyatla uğraşan bir melek ol! Çok iyi kurguluyorsun. İstikbalin parlak bana göre. İyi şeyler yazacağına eminim, çünkü oldukça iyi kurgun ve uydurman var!”
“Zannet! Aramızdan, yani ikimizden biri olarak isim vermeden söylemem gereken şu, ağabeyim! O kişinin evvelden bildiğim statik yaşamı(3) değişime uğramış, hatta iddiam o ki o yapıdan artık eser yok. Düşünmüyor, heyecanlı ve gülümsüyor. Ben buna literatürdeki adıyla ne dendiğini bildiğimi sanıyorum. Sanırım o ikimizden biri de ne olduğundan bihaber(1) değil!”
“Zırvalamak konusunda bu güne kadar seni tanımamışım, memnun oldum efendim. Kızcağız okumak ve öğretmen olmak istiyor, imkânsızlıkları onun köyüne yönelip pencere önüne oturup nasibini beklemesini emrediyormuş. Yardımcı olacağıma, imkânları zorlayacağıma söz verdim. Ola ki başardım, köye gitmedi, sınavı kazandı. En az dört yıl eğitim...
Meselâ onun ve benim duygularımız konusunda yanılmadığını kabulleneyim, bu dört yılda kim öle, kim kala! Hem kim bu kadar yaş farkı olan kart bir öğretmeni kabullenir ki? Artı bir genç kızı kırk kişi gözler, ister…”
“Ağabey! Özür dilerim! Kırk kişi önemsizdir, okuduklarıma, beynimdeki yaşamadığım ancak bilip öğrendiklerime göre o genç kız sevdiğini bekler, diye düşünüyorum! Konuşmama izin ver lütfen! Birbirine karşı saygılı ve birbirini seven, gönülleri karşılıklı olarak aynı heyecanı yaşıyorlarsa o iki insan için zaman önemli değil, diye düşünüyorum…
Zaman ister bir rüzgâr gibi eserek, ister bir su gibi akarak geçsin(40), umurlarında olmaz…
Ve tekrar affedersin ağabeyim, mutlu olmak, mutluluğu hissetmek için bedenlerin değil, ruhların, gönüllerin bir arada olması yeterlidir, beklerken…”
“Bak sen! Bak hele, kalbi boş bilirkişi(1) lise mezunu olsa da benim için hâlâ bir serçe olan kız kardeşim neler bilirmiş de haberim yokmuş!”
“Abim, yaşamadığım halde, Tanrının biz kadınlara bağışladığı olağanüstü yetenekle ahkâm kesmemi(2) hoşgörüyle karşılayacağın(2) umudundayım!”
“Bana göre oldukça yoğun bir gün geçirdim. Sanırım yaşadıklarımı dürüstçe söyleyip açıklamam için beynimi bir süre dinlendirmem gerektiği kanaatindeyim. Ne dersin, Yaradan’a sığınarak bizimkilerden izin alarak ağabey-kardeş olarak yarın brunch(1) yapalım mı?
Ve sonuca göre…”
“Anlaşıldı! Gereği düşünülecek…”
Her hal ve şartta yarına gelinirdi, yarın gelecekti ve geldi de…
Ahret sualleri(41) hazırlıklı bir hali vardı İlknur’un ve ben yazılı yoklama sırasında kopya çekme telâşında yahut da Münkir-Nekir(42) soruşturması için karşılarında esas duruşta, “Hazır ol!” komutu ile ayakta, her nedense, abartı gibi yorumlanacak olsa da cehennem korkusu yaşıyor gibiydim.
Kardeşimin soran bakışlarına direnmem mümkün değildi, bana gına gelinceye, onun çenesi düşünceye kadar sorularını açıklamalarla cevaplamam tahammüllü olmayı denemem şarttı. Başlangıç cümlem bir savunma idi ve devamı ise gereğince gelecek.
“Biliyorsun, başıma buyruk(3), anne ısrarı ile beraber yaşadığımız hiçbir kaygı, endişe, meşguliyet, tasa yaşamadığımız, ilgi alanı ve kötü alışkanlıkları olmayan bir ağabey ve evlât olduğum düşüncesindeyim. Yolum; evden-okula, okuldan-eve gidip gelme, kız kardeşinin kontrolünde, onun her türlü, eza, cefa, eziyet, sitem, baskı ve sayamayacağım diğer menfiliklerine tahammüllü garip bir vatandaş, fani bir köleyim!”
“Son cümleyi geç bir kalem, sevgili, canım ağabeyim. Konumuzun ne olduğu ve hangi alanda ilerlememiz gerektiği akşamdan belli değil miydi? Sadede gelmen mümkün mü acaba, rica etsem!”
“Gönül dünyam boştu, aile boyu ısrar, teşvik ve zorlamalarınıza rağmen ve asla hiçbir öğrencimle yakınlık kurmak aklımın ucundan bile geçmezdi, geçmedi de. Ancak Mezuniyet Töreninden sonra İlkay’ı orada yalnız başına bırakmanıza, onun hüznüne dayanamadım. Zihnimde Sonol Hoca sayesinde yer eden başarıları, sınıf birincisi olması, okumayı isteyip de okuyamayacak oluşunun üzüntüsü, köyüne gidip kendisine talip olacak bir koca beklentisi beni gerçekten yaraladı. Üzüldüm, başını kaldırıp gözyaşlarına şahit olduğumda gözlerinden etkilendim…”
“Hepsi Mezuniyet Töreninden sonraki o birkaç zaman(!) içine sığışmış, öyle mi?”
“İnanmıyor musun? Peki! O zaman devamından etkilen sen de! Ne zamanki davranışlarımdan, sözlerimden etkilenip elimi öpüp alnına koydu, işte bu aslıma dönmemin(2) kesin işareti idi, ben kimdim? Ama içimdeki duygulara engel olamadım, bilmemek, anlamamak işime geldi. Galiba çok zeki olduğuna inanıp da, bunu hafife almam, sevgiye, yakınlığa ihtiyaç duyan İlkay’ı etkiledi galiba. Ben de benim farkımda olmakta zorlandığımı hissediyordum. Yaşı geçmiş bir öğretmen eskisi…”
“Zırvala lütfen, aslına dön!”
“Aslını kim inkâr eder(43), biliyorsun!..
Gerçeğimi saklamam mümkün değil. Evet, evde kaldığının, kısmetinin kapalı(3) olduğuna inanmakta güçlük çeken kart, miadı dolmak üzere olan öğretmen kalıntısı ve karşısında genç, pırıl pırıl(3) lise mezunu, masum bir genç kız. Bir bakıma kaktüs ve gül goncası(44) gibi bir ikilem(1). Ancak uzattığım elim boş çevrilmedi. Okuması için çaba göstereceğimi söylemem, minnettarlığının ifadesiydi, ancak onun bunu sevgi olarak algıladığından kesinkes emindim!”
“Ne yapmayı kararlaştırdın ağabey?”
“Yaşadığım, yaşadığımız sevgi ise, bu sevgiye, aşk da denilebilir mi? Peki, aşk! Ama dünyam kararacak olsa da tüm varlığımdan onun lehine vazgeçmem gerekirse unuturum, onun mutluluğu için ne gerekirse onun için yaparım. Bilmem anlatabildim mi kardeşim?”
“Önceden de söylediğim gibi, yaşamadığım, ancak bildiğim zannıyla ukalalığı sergilediğim konuda ahkâm kesmem gerçekten doğru ve uygun değil. Ama benden istediğin bir şey varsa, istediğini söyle kazanmana destek olayım!”
“Şimdilik hiçbir şey! Kazanacaksam bunu ben, kendi başıma başarmalıyım. Ancak düşündüğüm, senden istediğim ve desteğine muhtaç olduğum çok şey var. Bitir çayını, kahvaltını, keyif çayı ya da kahvelerimizi içerken detaylara gireyim, küçük ve hain canavar, sana muhtacım, ellerimden tutmaya çalış, tut lütfen!”
“Son sözünle sana yardımcı olmam şansını teptin, sözünü geri almazsan, dileklerinin karşılanacağı konusunda da umudunu kes, yakışıklı, ‘’Kart’ sözünü hak etmeyen, küçücük aklımla bile muhtemelen değil, kesinlikle ‘Âşık’ olduğunu hissettiğim, âşık olduğuna inandığım adam…”
“Yani bugüne kadarki tüm yakıştırmalarımı geri alacağım, öyle mi? Ve bunun karşılığı da elini uzatmanı beklemek…”
“Bu kadarla kalacağını sanma, ek isteklerimi de karşılamanı bekleyeceğim, mutlaka…”
“Tek elimle amuda kalkmamı(2) istemek gibi mi meselâ?”
“Ben sadist değilim, o kadar da uzun değil, yani!”
“İnanayım mı?”
“Tercih ve karar senin! Top, çözüm ve avantaj bende!”
“Eline düştüm ya, dinlen, dinlen eziyet et bakalım!”
“Kıyar mıyım sana ağabeyim? Emret!”
“Allah!” deyip elimle gözlerimi kapattım.
“Anladım! Bayat bir espri, ama ‘Gözüne girdim!’ öyle mi? Hadi, çok heyecanlandım. Her kim onunla senin arandaki yaş farkından bahsederse karşısında beni bulur. Unutulmasın ki annemle babam arasında da önemsenecek bir yaş farkı olsa da, bu onların mutluluğunu engellememiş! Eee! Bizlerin de mutlu olmadığımızı söyleyen çıkmaz sanırım!”
“Açılış konuşmalarımız yeterli, sanırım! Konuya elleşelim(2) mi?”
“Elleş bakalım, edip(1) ağabeyim! ‘Elleşmek!’ ne demekse?”
“İlkay, zeki bir çocuk…”
“Çocuk?”
“Tamam, genç bir kız! Okumayı ve öğretmen olmayı arzuluyor, ben de senin desteğinle ona yardımcı olmayı istiyorum. Daha önce de bu konuyu fısıldamıştım, hatırındadır! Öğrenci Yurdunun Müdürü izin verdiği sürece Öğrenci Yurdu Dershanesinde, süre bitince, ya da Öğrenci Yurdu Dershanesi Müdürü izin vermezse, izin alabilirsem okulun Öğretmenler Odasında üniversite sınavları için beraberce ders çalışın, takıldığınız konularda yardımcı olmam için de bana izin verin. Uygun mu?”
“Uygun da…”
“Yani ve yine ne?”
“Ya iki Müdür de izin vermezse?”
“Top bende, dedin, çözüm de sen de! Babamı ve annemi ikna et; ‘Sevaba girersiniz, yazıktır, ekonomik durumu felâket!’ falan gibi cümlelerle duygu sömürüsü(3) yapıp durumu kurtar! Önce duruma göre yatılı yurttan ayrılıncaya kadar bize gelip döneceğini varsayalım, sen artık onu misafir edersin, kurban bayramına da onu köyüne götürürüz. Bu; benim için de ayrıca bayram olur, eğer desteğini esirgemezsen, ne zaman, nerelerde ve niçin gözlerinin görmez olmasının beklendiğini bilerek. Eğer; kalp, kalbe karşıysa, mutlaka avucumu yalamayacağımdan(2) eminim!”
“Ne söylemem, ya da eklemem gerek?”
“Şimdilik düşüncesiyle olsa da kesinlikle doğrulara yönelip doğru kararlar vereceğimiz kanaatini yaşıyorum. Hadi, gecikmeksizin eve yönelelim ve kamuoyu oluşturmak(2) için tek başıma çaba göstereceğime göre bana şans dile, doğal olarak kendi adına tabii…”
“Allah yardımcımız olsun!”
“Âmin!”
Zor olmadı, sadece Kurban Bayramı sürprizi konusunda anlaşamadık. Babam fedakârdı, kendine yeni bir araba aldı, kendisinin eskisinin sadece kontak anahtarını verdi bana! Bana göre bu, ufukta hiçbir şey görünmüyor gibi olsa da, bir at olarak gerekeni dört nal için gerekli başlangıcın sağlanacağı kanaatinin yaşanmaya başlamış olduğunun habercisi gibi görünmüştü.
“Allah’ın sevgili kulu(3) olsam!” gerekti, “Olmaz!” kavramı yaşamamıştık!
“Herkes tatilde çocuklar, kalıp ders çalışabilirsiniz!” demişti her iki Müdür de. Mecburiyetler dışında, ağabey-kardeşler gibi gidip geliyorduk Öğrenci Yurduna.
Bir boş anımızda yalnız kalmışken;
“Uğurlamak için kapı önüne kadar gelme, ayrılmakta zorlanıyorum!” dediğimde, cevabı içine sitem karıştırılmış ağır cümleler oldu;
“Sadece sen mi? Doğrudan doğruya yalnız kalanın sabrını yabana atma lütfen! Senin ailen var, benimse yarısı yırtık da olsa bir resim bile yok elimde, anlaman zor olmasa gerek!”
“Anladım, gereği hemen gerçekleşecek, içinde yaşadığın gerçekse?”
“Şüphen mi var?”
İlknur, lâvabodan dönmüştü, sadece gözlerine baktım; “Merhametini benden esirgeme!” der gibi.
Merhametini esirgemedi İlknur, ama birkaç zaman sonra, Kurban Bayramına çeyrek kala diyeceğim bir zamanda, sanırım dilinde bakla ıslanmayan(45) bir hainin duruşuyla, babam, annem ve hain hepsi bir ağızdan;
“Git! İlkay’ı al getir! Öğrenci Yurdundan kovulmasına gerek yok! Telefon ettik, çantası hazır, sen hiç beklemeksizin gidip alacaksın onu, misafirimiz olacak ve Kurban Bayramında da biz onun misafiri olacağız. Program kesin! Şimdi senin de haberin oldu, hadi!”
Kardeşim yüzüme bakarken, gözleriyle sanki;
“Hadi, gene sayemde iyisin!” der gibiydi.
Cesaretlendim, iyi olacaktım, elimi uzatacaktım, ya ‘Hayır!’ çıkarsa endişesi yaşamaksızın.
Gittim, çıkış kapısının arkasında bekliyordu, bavuluyla. Bavulunu bagaja yerleştirdim, kapısını açtım, yanıma oturdu.
Gidiş yönümü değiştirdim, cesurdum, hazırdım, hazırlıklıydım, hazırlığımın eksikliğini bile bile. İmkânlarım ve vaktim müsait olmasına rağmen, onun memnun olacağına adım gibi emin olmama, kabul edilmeme riskini düşünmeme rağmen tektaş bir yüzük(3) almayı akıl edememiştim.
“İlker?” dedi sorarcasına durakladı ve devam etti; “Sana bir soru sormam gerek!”
“Hemen sor!”
“Seviyor musun beni?”
“Bu soruyu benim sormam gerekmiyor muydu? Canımdan çok seviyorum seni! Üniversite yaşamın boyunca sabırlı olacak, sevmeye ve özlemeye devam edeceğim seni, varlığın benim için yeterli olacak, uzaklığın her ne olursa olsun ürkütmeyecek beni…”
“Bense…”
“Bundan böyle yalnız olmayacaksın İlkay. Seni, hele ki bu şehirde üniversiteye devam edecek olursan bir dakika bile yalnız ve ayrı bırakmayacağımı bil!”
Heyecanlıydık, otobana çıktığımızın farkında değildim. İlk cebe girip durdum, Uzandım, öptüm, çekinmedi, geri çekilmedi, karşılığını aldım. Sorarcasına; “İlker?” dedi yeniden.
“Beğenmediysen, iade et!”
“Yok! Bende kalsın! Sonol Öğretmenimi yitirip de bize derslere gelmeye başladığından beri gözlerine baktım, her dersinde. Fark etmedin, bilmedin, anlamadın. Yahut da çok gereksiz bir iddia sakladın kendini, saklandın. Mahzunluğum etkiledi seni ve benim son zamanlarımı handiyse(1) 24 saat, 24 saatler içine sığdırdın. Bana verdiğini iade etmemi nasıl istersin ki benden? Bunun bana dört yıl için yeterli olmayacağını bugünden bilmeni isterim, hadi öde borcunu bir kez daha, 24 saatler yetecek gibi ve kadar…”
Sahi, İlkay’ın da, İlknur’un da Üniversite Sınavlarında başarılı olup da Fen Fakültelerinin Kimya Bölümlerini kazandıklarını bir ara, bir cümle içine sıkıştırmış mıydım?
Mutluydum, resim yapma konusunda bir ressam gibi başarılı olamadığımı biliyor(46) olsam da, mutluğumu kimyager olarak değil, bir edebiyat mensubu gibi sayfalarca yazabilirdim. Örneğin başlangıcın bitiminin başlangıcına şöyle başlayabilirdim;
Sevdiğim, İlkay’ım; “Doymadım!” dedi, “Doymadım, doyamadım!” diye cevapladım, yanımızdan geçen arabaların meraklı bakışlarına aldırmaksızın, ta ki cep telefonlarımızdan; “Geciktiniz! Merak ettik!” şeklindeki istihzalı seslenişler arabanın içinde çınlayıncaya, bir de çift tekrarlı sözler, ünlem, soru işaretleri ile dolu mesajlar cep telefonlarımızın haznelerini gereğince dolduruncaya kadar.
Ek bilgi; tek karşılayan hainin meraklı bakışlarla öncelikle dudaklarımızın kızarma ötesindeki morluğuna sonra yüzümüze bakıp “Hayırlı işler!” sözü ekli tebessümünü eklemem gerek! Gerçeklerden nasıl sakınabilirdik ki? İlkay için, İlknur’un desteği ile lâvaboda rujlanmak kolaydı, ya ben…
Bilgisizliğim; Tanrı mı, anne-babamın mı, yoksa hainin mi beni affetmelerinin gereği idi?
Kurban Bayramına çeyrek kalmıştı, o kadar süre misafir ettik İlkay’ı. Zaman kısaydı ve heyecanlı, asla bir başka ödül bayramı yaşamadım, zaptiye sırf fırsat vermemek için devamlı kol geziyordu(2) çünkü. Sadist olmadığını söylemişti bir ara, kim olmadığını iddia edebilirdi ki?
Direksiyonuna geçtim babamın yayla gibi arabasının…
Gerçekten sürpriz oldu İlkay’ın annesi Ayfer Hanıma. “Deliye döndü!(2)” desek tam olarak tarif olurdu bu söz.
Babam akıllı adamdı vesselâm(1)! Çenesinin düşüklüğü konusunda asla şüphem olmayan İlknur sayesinde olayın tüm boyutlarına egemen olmuştu (Eh! Fena da olmamıştı doğrusu)! Gelmişken boş dönmek gibi bir düşünceden uzak durmak içinden gelmemişti.
Bizler, dördümüz de ayrı vakıflara kurbanlıklarımızı bağışlamıştık. Babam köyden ağır, gösterişli kurbanlık bir koç buldu, gereği yapıldı.
İlknur her ne kadar, zalim, gaddar(1), hain gibi yakıştırmaları hak ediyorsa da babamın ve annemin tavsiyelerine uygun olarak tektaş yüzüğü ve alyansları hazır etmişti. Olaylar konusunda en garip, habersiz, Fransız olan(4) bendim galiba.
İkinci gün öğle namazının tekbirlerini(1) yerine getirdikten ve sofra adabını gereğince gerçekleştirdikten sonra babam İlkay’a emretti;
“Hadi kızım! Yolcu yolunda gerek, kahvelerimizi yap bakalım!”
Benim kahvem, âdet üzerine tuzluydu(48), ancak aklım başıma gelinceye kadar, babam söylemesi gerekenleri sırasıyla sergilemeye başlamıştı bile. Ama ve de ancak başlangıcı bile es geçmiş; “Kızla oğlan şöyle şöyle de, Allah’ın izniyle…” gibi teferruatı hızlıca geçmiş, unutmuş, ya da söylememiş, doğrudan doğruya; “Kızını oğluma istiyorum, işte o kadar!” diyerek dudak uçuklatmıştı(2).
Cevap; nabız yoklanmış(2) olarak, anında şekillenmişti Ayfer Hanımdan;
“Verdim gitti kardeş! Ama sözümün geçerliliği dört yıl sonrası için. Kızım okuyacak çünkü, sizin kız gibi, beraberce…”
Şair; “En ağır işçi benim, gün 24 saat seni düşünüyorum(49)!” bir diğeri; “Seni her gün bir defa düşünüyorum, o da 24 saat sürüyor!(49)” demiş. Benim yaşamım 24 saatlere de, 48 saatlere de sığmayacaktı! Kısaca 4 yıl 48 ay demekti, saat-ay kargaşasını yaşayacaktım bekleme garantisi ile.
Yani bu; hapırsa da, köpürse de(4) sabretmem gereken bir süre idi ve ben ne kadar bencildim? Sanki okuması ve öğretmen olması için destekleyen ben değildim sevdiğim insanı, sanki seven bir genç kız olarak bekleme mecburiyeti yoktu beni?
Babam, annem ve göz kırpma hakkı katkılı olarak İlknur şehre döndüler geri, ben köyde kaldım. Yaşam üleşilince güzeldi, hem çok güzeldi, el ele, göz göze, diz dize bir ömrü kesinlikle tatil bitiminde şehre dönüp beraberce okuyup dört yıl sonrasında üleşmeye başlayacaktık.
Sevinç ve mutluluk bizimleydi…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Yaşanmış olabilir mi? Yaşanmış olma ihtimali? Muhakkak… Bu cümleyi kurmamın sebebi; Üniversitede profesör olan arkadaşlarımdan birinin gerçekten öğrencisi ile evlenmiş olmasıdır.
(1) Alelusul; Âdet yerini bulsun diye, yol-yordam gereğince, kurallara uygun bir biçimde.
Angut; Eşi öldüğünde her şeye rağmen eşinin başında ölünceye kadar bekleyen duygusal bir kuş.
Bıçkın; Gözü pek, korkusuz, yürekli, yaman, acar. Kabadayı. Külhanbeyi, serseri, hovarda.
Bihaber; Habersiz, bilgisiz.
Bilirkişi; Eksper. İhtisas sahibi olduğu konuda bilgisine başvurulan, bilirkişilik, ekspertiz görevini yapan kimse. Belirli bir konudan iyi anlayan, yargıya ulaştırılmış bir anlaşmazlığı çözümlemek, değerlendirmek, hasar ve maliyet konuları için kendisine başvurulan kimse.
Boyfriend (İngilizce); Erkek arkadaş.
Brunch (Branç); Kahvaltı ile öğle yemeği birleştirilen öğün.
Çıtırık; Asıl anlamı; birbirine girmiş, dolaşık, karışık olmakla beraber yöresel olarak, minyon, çıtı-pıtı, sevimli, “Alıp da göğsünde saklayasın!” anlamındadır.
Çöpçatanlık; Evlenme arzusunda olup da birbirine açılamayan, niyetlerini belli edemeyen kadın ile erkeğin arasını bulma, evlenmelerine aracılık etme.
Derviş; Bir tarikata girmiş, o tarikatın töre ve yasalarına bağlı kimse. Yoksulluğu, çile çekmeyi benimsemiş kimse.
Despot; Buyurucu, azarlayıcı, cendereye koyar gibi sıkan. Bir ülkeyi baskıya, zora dayanarak tek başına yöneten kimse, diktatör. Her istediğini ve dilediğini yaptırmak isteyen. Zorba.
Edep; İyiliğe, güzelliğe yönelttiği için insanın övgüye değer güzellikleri dinin gerekli gördüğü ve aklın güzel bulduğu bütün söz ve davranışlar ile uyulması gereken görgü kurallarını, göz önünde bulundurulması, izlenilmesi, bilinmesi gereken unsurlar…
Edip; Yazınsal yapıtlar veren, yazınla uğraşan kimse.
Evliya; Velinin çoğulu olan “eren” demektir, yani gizli bilgiler ile donanmış, zaman ve mekân bağlamı dışında kalan, Allah tarafından özel koruma altında olan kişi, ya da kişiler. Allah’ın istediği şeyleri yapan, onun rızasını kazanan, peygamberlerin gösterdiği yollarda giden kişi.
Frekans; Birim zamanda titreşim ve sıklığı, devirli bir olayda saniyedeki devir sayısı (Öyküdeki anlamı; aynı titreşimlerin iki tarafça da hissedildiği şeklindedir).
Gaddar; Başkalarına haksızlık etmekten çekinmeyen, acıması olmayan, insafsız davrana, taş yürekli kimse.
Garabet; Yadırganacak yönü olma, gariplik, tuhaflık.
Gırla; Pek çok, alabildiğine, sayısız denecek denli çok. Sürüp gitmek, uzun sürmek.
Gıyap (Gıyab); Hazır bulunmama, yokluk, yitiklik.
Gidon; Bisikletin ön tekerlek maşası üstüne bağlanmış, iki elle kullanılan yön değiştirme aracı.
Handiyse; Yakın zamanda, hemen hemen, neredeyse.
Hilâfsız (Hilafsız); Hiç kuşku duyulmayacak bir şekilde doğru, yalansız, dolansız, kesinlikle aykırılık, karşıtlık, terslik, zıt olmayan. İnanılması güç gibi görünse de gerçek olan.
IQ; (Intelligence Quotient) ya da EQ (Emotional Quotient) olarak belirlenen zekâ testi.
İkilem; Dilemma. Kıyasımukassem. Değişik iki yapıda her iki durumda da doğru davranılmayacak iki olanak karşısında kalıp kişiyi, istemediği halde bunlardan birini yapmaya zorlayan durum. İki önermesi bulunan ve her iki önermesinin sonucu da aynı olan düşüncelerden birini seçme mantığı. Değişik yapıda iki öğenin birlikteliği. İki özellik gösteren durum. Bu durumlarda insan özellikle beğenip istemediği bir seçeneği seçmek zorunda kalmaktadır.
İşkilli; İkircikli, kuşkulu kimse. İçinde ikircik bulunan, duraksamalı, duraksayan, karar veremeyen, kararsız.
Keza; Yine, aynı, aynı yolda, aynı biçimde.
Köftehor; Sevgiyle karışık azarlama sözü.
Kursak; Aslı; Kuşların yemek borusu üzerinde bulunan, hayvanın yediği şeylerin sindirilmek üzere toplandığı, torba biçiminde şişkin organ. Öyküde “mide” anlamında kullanılmıştır.
Kuruntu; Kesinliği olmayan, gerçekleşme olasılığı düşük, şüphe, vehim. Olmayacak bir şeyin olacağı sanısına kapılma. Yersiz ve yanlış bir zannetme, düşünce.
Mabut; Kendisine tapılan varlık, tapacak, Tanrı, ilâh, ilâhe.
Mantıksız; Akla ve mantığa uygun olmayan ve bu şekilde davranmayan.
Meziyet; Bir kişiyi, ya da nesneyi, diğerlerinden üstün gösteren nitelik.
Muamma; Anlaşılmayan, bilinmeyen bir şey. Bilmece
Mücrim; Suçlu.
Mümessil; Temsilci. Hak ve görev bakımından birinin veya bir topluluğun adına davranan kimse.
Mümeyyiz; Gözetmen. İyiyi-kötüyü, doğruyu-yanlışı ayıran, seçen, yazıları temize çeken.
Müstebit; Zorba, baskıcı.
Müstesna; Kuraldışı. Benzeri az bulunan, benzerlerinden ayrı, üstün olan, seçkin.
Nadiren; Seyrek olarak, ara sıra, pek az, seyrek. Binde bir.
Navigasyon; Yeni teknolojilerle yol, iz bilmeyenlere yol gösteren bir sistem olup, yazacağınız adrese en güzel ve kestirme olarak ulaştıran düzendir.
Nebi; “Kitap getirmemiş peygamber” demektir. Bir bakıma peygamberinin getirdiklerini uygulayan, devam ettiren bir vatandaş! Lügate göre ise; yüksek olmak ve haber vermek anlamında “n-b-e” kökünden türemiş bir kelime (Çoğulu; Enbiya)!
Nurculuk; Mezhep, tarikat, dernek, cemaat olmayan bir düşünüş, kısaca “Meşreptir (Yaşam tarzı, davranış biçimi, huy, yaradılış)” denebilir (Nur Cemaati; Said-i Nursi’nin islami ve Sünni bir hareketinin insanlara ulaştırılması için bir hazırlanmış bir topluluk).
Pıtırcık; Sevgi ile bir seslenme sözü. Kedi ismi. Bir çizgi roman ismi.
Protokol; Kimi törenlerde ve durumlarda uyulması gereken kurallar. Resmi bir toplantı, oturum, soruşturma gibi iki yan tarafından yapılacak anlaşmaya, sözleşmeye dayanacak belge.
Sünepe; Kılıksız, uyuşuk, sümsük, pısırık, miskin.
Tabu; Toplumca yasaklanmış, yaptırımlarla korunan, dokunulması, eleştirilmesi, değiştirilmesi olanaksız her şey. İlkel kavimlerde dini inanış olarak kutsal kabul edilen, korkuyla karışık saygı duyulan, dokunulması, ya da kullanılması yasak olan, yoksa zararının olacağına inanılan her şey, yasaklanarak korunmuş olan, tekinsiz.
Tarikat; Bir dinin içinde, özellikle İslâmlıkta, tasavvufa dayanan ve kimi ilkelerle birbirinden ayrılan kollardan, Tanrıya kendine özgü bir tarzda ulaşma iddiasında olan tezinde olan yollardan her biri.
Tedirginlik; Rahatsızlık, huzursuzluk.
Tekbir; İslâm’da Tanrı’nın ululuğunu, yüceliğini belirtmek için söylenen “Allahüekber!” sözü.
Tengerlek. Yöresel olarak tekerlek. Çocuk oyunlarında puan kazanılmaması anlamında; sıfır.
Terennüm; Güzel ve alçak sesle şarkı söyleme, genelde kuşlar için şakıma, ötme, anlatma, ifade etme anlamlarında kullanılan bir kelime.
Töre; Bir toplumda ahlâk, görenek ve ortak davranışlarla belirlenmiş, benimsenmiş davranışların ve yaşama biçimlerinin öteden beri uyulan ve uyulması gereken tüm yol, kural, kaide ve zorunluluklar.
Tövbe (Tevbe); İşlediği bir günahtan ya da suçtan pişmanlık duyarak bir daha yapmamaya karar verme. “Bir daha yapmam, olmaz, yeter” anlamında.
Uçuk; Deli, dolu. Uçmuş, soluk. Açık, uçmuş, soluk renk. Hafif, belirsiz. Ateşli hastalıklar, ruhsal bunalımlar veya korku sonucu genellikle dudakta beliren kabarcık.
Usturuplu; “Derli-toplu, akla mantığa uygun, ortama yakışır bir biçimde, ustalıklı ve uygun” anlamlarında kullanılan bir terim.
Vesselâm; İşte o kadar, son söz budur.
Vurdumduymaz; Adam sendeci. Önemsememe, değer vermemek gibi davranışlar içinde olma.
(2) Acilen Kaybolmak; Çabucak, vakit geçirmeden ortalıklarda gözükmemek. Herhangi bir hedefe sebep olmamak.
Ağzı Açık Ayran Delisi Gibi Bakmak; Yeni gördüğü her şeye alık alık bakan, anlamsız bir hayranlıkla seyredip şaşıran, basit şeyleri bile aval aval izleyen, amaçsız, serseri bir şekilde, ne yaptığı belli olmaz bir şekilde dolaşmak, çevreye aptalca ve hayranlıkla bakmak (bu durumda ağız açık, dil de hafifçe dışarıya doğru çıkıktır).
Ağzı Kulaklarına Varmak, (Yayılmak, Kulaklarında Olmak); Çok sevinmek, sevindiği her halinden belli olmak.
Ahkâm Kesmek; Bilgisiz, yetkisiz olduğu konularda kesin yargılar vermek.
Aklından Geçirmek; Bir şeyi yapmayı içinden geçirmek, tasarlamak, düşünmek, içinden geçirmek.
Arıza Çıkarmak; Kavgaya neden olacak söz, ya da davranışlarda bulunmak
Aslına Dönmek; Kaynağına, köküne dönmek. Gerçek biçimini almak.
Avuç (Avucunu) Yalamak; Beklenenin, umulanın olmaması, umduğunu bulamamak, ya da umulanın ele geçirilememesi, umduğunu, istediğini ele geçirememek. Umulan, beklenilen bir şey ele geçirilemediğinde kullanılan bir deyim.
Azmettiricisi Belli Olmak; Bir eyleme yöneltenin, bir eylemi yapmasını sağlamanın yemin edenin belli olması.
Başsız Bırakmamak; Birini (özellikle kız çocuğunu) herhangi bir beldede, öğretmenliği, ya da diğer görevleri nedeniyle yalnız bırakmamak, ailece destek olmak.
Boynu Kıldan İnce Olmak; Doğru ve haklı yargı karşısında verilecek her türlü cezaya rıza göstermek, kabullenmek.
Cevher Yumurtlamak; Cevahir Yumurtlamak. Değerli sözler söylediğini sanarak, saçma sapan şeyler söyleyenler, saçmalayanlar için alay yollu kullanılan bir söz.
Çenesi Düşmek; Gevezelik etmek, yerli-yersiz konuşmak, çok konuşmak, gereksiz sözler söylemek, susmak bilmemek, karşısındakini bıktırmak (Çenesi Düşük; Geveze, yerli-yersiz çok konuşan, gereksiz sözler söyleyen, susmasını bilmeyen, karşısındakini bıktıran).
Daldan Dala Atlamak; Sık sık düşünce, fikir ya da konu değiştirmek.
Defetmek; Kovmak. Savuşturmak, savmak, başından atmak, uzaklaştırmak, göndermek. İstenmeyen birini yanından uzaklaştırmak.
Deliye Dönmek; Çok şaşırmak, çok sevinmek. Ya da aksi; çok üzülmek, çok kızmak, çok öfkelenmek.
Dudak Uçuklatmak; Şiddetli şekilde korkutmak.
Elleşmek; Birine dokunacak söz söylemek. Elle dokunmak. El sıkarak selâmlaşmak. El ile itişerek şakalaşmak. Yardımlaşmak. Birbirinin elini tutarak güç denemesi yapmak.
Fiyakasını Bozmak; Fiyaka yapan birini çalım yapmayacak, caka satmayacak duruma getirmek
Gına Gelmek; Usanmak, bıkmak…
Göz Ucuyla Bakmak (İzlemek); Sezdirmemeye çalışarak, başını çevirmeksizin yandan bakmak, izlemek, göz kuyruğuyla bakmak, süzmek.
Hafakanlar (Afakanlar) Basmak (Boğmak, Bürümek); Sıkıntıdan bunalmak. Yürek çarpıntısı, coşku, heyecan, iç sıkıntısı öfke duymak, haleti ruhiyesi yaşamak.
Hak Etmemek; Bir emek karşılığı olarak alacağı bulunmamak, hak kazanamamak. Lâyık olduğu kötü, gerekli karşılığı görememek, alamamak.
Hazır Nazır Olmak; Emre amade, hazırlanmış olmak. Her yerde hazır olup, konuları bilemek, görmek, yardım etme amaçlı destek olmak.
Hazmetmek; Kimi durumlara katlanmak.
Helâllik Almak; Rızalık almak. Kul hakkını ciddiye alan kişilerin ölmeden önce “Hakkını helâl et!” demeleri. Şehitlerin, ya da diyarı gurbette canını teslim edenlerin cenazelerinin evlerinin önünden geçirilmesi şeklinde yapılan tören.
Hoşgörüyle Karşılamak; Tolerans tanımak. Kolaylık göstermek, iyi karşılamak, ayıplamamak, hatayı görmezden gelmek, göz yummak şeklindeki davranışlar. Kırıcı ve aşağılayıcı olmamak, affedici olmak, kendi görüşlerimize aykırı olan görüşleri sabırla karşılamayı bilmek.
İktifa Etmek; Yetinmek. Olduğu kadarını yeterli, kâfi bulmak, fazlasını istememek.
İyot Gibi Açıkta Kalmak; Yapacak bir iş olmaması, sonucun belirsizliği.. Ne yapacağını bilmemek. Tek başına, desteksiz, dımdızlak ortada kalmak. Kusuru, suçu, kabahati açığa çıkmak. Aşikâr durum. (Aslında; İyot normalde renksiz bir solüsyon olmakla birlikte, güneş ışınları ya da sıcaklıkla karşılaştığında siyahlaşır. Bu olay; “İyodun Açığa Çıkması” anlamındadır). Hafakanlar Basmak (Boğmak); Sıkıntıdan bunalmak.
Kamuoyu Oluşturmak (Yaratmak); Öyküde anlamı uygun zemin, konuşma ortamı hazırlamak. Bir düşünceyi yaygınlaştırmak ve halkın dikkatini o düşünce etrafında toplamak, yoğunlaştırmak.
Kanlı Bıçaklı Aileler Olmak; Birbirini öldürmek isteyecek kadar düşman aileler olarak görünmek.
Kapıyı Açık Bırakmak, Açık Kapı Bırakmak, Kapıyı Aralık Bırakmak; Gerektiğinde bir konuya yeniden dönebilme imkânı bırakmak, kestirip atmamak, ileriyi düşünerek ılımlı davranmak, tüm olasılıkları devre dışı bırakmak.
Kaşınmak; Öyküdeki anlamı “Kötü bir karşılık gerektiren davranışlarda bulunmak” Kendi kendini kaşımak, kaşıntısı olmak, kaşıma isteği duymak.
Kayıtsız, şartsız emre uymak (Bilâ kaydü şart ululemre itaat); Hiçbir şart, ya da mazeret ileri sürmeksizin, sebebini sormaksızın emri derhal yerine getirme mecburiyeti.
Kendini (Fasulye Gibi) Nimetten Saymak (Sanmak); Kendini çok beğenmek
Kol Gezmek; Gizliliğe dikkat ederek, genelde eller poposunda ya da sırtında, dayı gibi kurnazca davranışlarla dolaşmak.
Köreltmek (Körletmek); Nefsin isteklerinden herhangi birini üstünkörü gidermek. Bir şeyin zayıflamasına, şiddetinin yoğunluğunun azalmasına sebep olmak. Keskinliğini yitirmesine yol açmak.
Mazhar Olmak; İyi bir şeye ermek. Ulaşmak. Kavuşmak.
Miadını Doldurmak; Vaat edilen zaman ya da yerin sona ermesi durumu.
Mimlenmek; İyi olmayan, hoşa gitmeyen bir hareketinden, davranışından, düşüncesinden ötürü bellenmek, kötü tanınmak, hakkında iyi düşünülmeyen kimseler arasına konmak, damgalanmak.
Nabız Yoklamak; Bir konuyla ilgili olarak niyetin, eğilimin ne olacağını anlamaya çalışmak.
O Taraklarda Bezi Olmamak; Bir halk deyimi olup o işle, o konuyla, o uğraşla her ne ise ilişkisi ve ilgisi olmamak. İlgilenmemek, ilişiği bulunmamak.
Pabucu Dama Atılmak; Kendinden üstün birinin çıkmasıyla gözden düşmek. Bir şeyin daha iyisine sahip olduğu için diğerini bir kenara itmek. Eskimek. Ahilik uygulaması olarak özellikle ayakkabıcıların yapıklarında, hile, yanlışlık varsa, dürüstlük yitirilmişse ceza olarak o kişinin yaptığı ayakkabı dama atılarak meslekten ceza men edilirmiş ve bunun gösterisi olarak belirlenen eylem, usulmüş.
Pâye Biçmek; Rütbesini, derecesini, aşamasını (genelde) yükseltmek veya alçaltmak.
Sadede Gelmek; İlgisiz sözleri bırakıp asıl konuya gelmek. Maksada dönüp açıklamak. Konuya girmek.
Salık Vermek; Bir şeyin bulunduğu yeri haber vermek. İşe yarar, elverişli, “iyi, uygun” şeklinde ilgili kişiye bildirmek.
Sap Gibi Ortada Kalmak; Birdenbire yalnız kalmak, terk edilmek. Desteksiz ve destekçisiz kalmak.
Sazı Eline Almak; Hiç kimseyi konuşturmadan, konuşmasına fırsat bırakmadan konuşmak. Kararsızlıklara karşı çözüm üretmek için kanaatlere göre davranmayı becermek.
Tek Eliyle Amuda Kalkmak; Yapılması istenen konunun tek elle amuda kalkmak kadar çok zor olacağının ifadesi.
Yarım Ağızla Söylemek; İsteksizce, niyetini saklayarak söylemek.
Yasak Savmak; Bir şeyi gereğince olmamakla birlikte şimdilik, gönülsüz olarak, hatır kırmamak için, üstünkörü bir şekilde, işe yaramaz bir biçimde yapmak.
Yaşama Müdahil Olmak; Bir kimsenin yaşamı ile (İllâki büyük, ya da üstün yetenekli, bilgili olmanın (meselâ) avantajı kendisine verilmiş gibi) ilgili kararlarla ilgili ahkâm kesmek. Çeşitli teklif, öneri, zıtlık ve varsayımlarla kişinin aldığı veya alacağı karar, tasavvur ya da düşüncelerden vazgeçmesini sağlamaya çalışmak.
(3) Allah Yazdıysa Bozsun; Dua niyetiyle birinin kendisine önerilen herhangi bir şeyi yapmayacağı inanç ve iddiası ile söylenen bir söz. “Böyle bir şeyi Allah benim alnıma yazmışsa, istemem, silsin, uygulamasın!” anlamında söz.
Allah’ın Sevgili Kulu; Allah’ın her konuda kendisine yardım ettiği düşünülen kişi. Allah’ın koyduğu mukaddes hayat düzenine harfiyen uyduğu için Allah’ın sevgisini kazandığı, Allah’ın sevdiği kul olarak düşünülen Kişi!
Altıncı His; Duyusal sızıntı. Gelecekte olacakları görmek, falcılık, astroloji gibi sahte bilimsel yaklaşımlardan biri. (Bir bakıma hissikablelvuku) Bir insanın olacak ya da olması muhtemel olayları tamamen sezgi yeteneğinden gelen doğal bir güdü ile önceden bilmesi. (Meselâ misafir geleceğini bilmesi gibi…)
Aramakla bulunmaz meğerki rastgele; Eski deyim olarak; Tesadüf yoktur, tevafuk vardır. Yaşamda oluşan olayların bir sebebinin, bir sağlayıcısının olduğunu, insanın sadece olmakla bunun gerçekleştiğini ifade eden deyim.
Art Niyet; Art Düşünce. Bir düşüncenin arkasında gizli tutulan asıl düşünce, niyet.
Başına Buyruk; Kimseden izin almadan, dilediği gibi davranan, özgür.
Can Alıcı Nokta; Bir şeyin en önemli, en göze batar, en çok dikkati çeken konumu. Söz, hareket, menfaat vb. gibi.
Derde Deva; Çok konudaki dertler için çare.
Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar. Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği.
El (Al) Bebek, Gül Bebek; Aşırı ilgi gösterilmiş, şımartılmış, çok nazlı, şımarık.
El Cevap; Anında cevap, cevaben.
Gönlü Zengin; Olanağı az olduğu halde parasını, malını esirgemeyen kişi.
Gönül Dünyam Boş; Âşık değilim, sevgilim, sevdiğim, ilgilendiğim kız arkadaşım yok, evlenmek için (bir bakıma) hazır değilim anlamlarında klâsik söz.
Gönül Rızası İle; Razı olarak, rızaen.
Hapırsa Da, Köpürse De; Sevilen, istenen, yapılmak istenen bir şey için her ne olursa olsun uygulamak, gerçekleştirmek, yerine getirmek.
Hiss-i Kabl-El-Vuku; Hissikablelvuku olarak da yazılabilir. Altıncı his, önsezi, içine doğmak gibi anlamları taşır. Bir olay olmadan önce o olayı hissetmek de denebilir.
İlk Göz Ağrısı; Herhangi bir şeyin ilk olması anlamını taşır. Kişinin ilk arabası ilk göz ağrısı olabilir. Ancak genel anlamda, ilk gönül yakınlığı duyulan, ilk yapılan ve ilk elde edilen şey, ilk yan yana gelinen, ilk doğan çocuk, ilk sevgili ya da ilk olan ne ise o demek olup, bu sözlerle yapılmış film, tiyatro eseri, dizi, şarkı, şiir ve sözler çok miktardadır.
İmza Mukabili; Bir şeyin karşılığının imza ile teyit edilmesi, tasdiklenmesi.
İnsan Beşer, (bazen) Kuldur, Şaşar; İnsan yaratılış gereği hata yapabilir, şaşırabilir, kusursuz insan yoktur. Hoş görülmesi gereken bir davranış sergilemelidir.
Kader Anı; Yaşamda en olmadık zaman ve mekânda gerçekleşen, yaşamı mutlaka etkileyen an.
Kaderin Ağlarını Örmesi; Alınyazısının yahut da kısaca kader denilen kaçınılması mümkün olmayacak gerçeğin meydana geleceğinin hissedilmesi.
Kahredici Yalnızlık; Devamlı olarak, bitip tükenmeyecek şekilde, kendi kendine inzivaya çekilmiş gibi, kimseye hissettirmeden üzülerek yalnızlığını unutmaya çalışmak.
Kanlının Kızı; Herhangi bir şekilde husumet ve sonucunda yaralama, öldürme gibi bir olay olduğunda o evin çocuğu, karşı evin çocuğu için “Kanlı çocuk” olur. Öyküde mağdur oğlan tarafı kızın ailesiyle yaşanan bir nedenden dolayı kanlı addedilmiştir. İleri safhası; “Kanlı-bıçaklı” şeklindedir.
Karada Ölüm Yok; Bundan sonra herhangi bir sıkıntı, güç durum yok.
Kargacık Burgacık; Daha ziyade yazılar için kullanılan, şekilsiz, düzensiz anlamında yazı. Eğri-büğrü, okunaksız, kötü.
Karınca Kararınca (Karınca Kaderince, Kararında, Kararınca); Az da olsa elden geldiğince.
Kelli Felli (Kerli Ferli); Kılığı, kıyafeti düzgün, yaşını başını almış, bununla birlikte gösterişli, yakışıklı kişi.
Kısmeti Kapalı; Halk arasında yaşı biraz ilerlemiş kız ve oğlanlar için söylenen geçmişe ait gelecekle ilgisi olmayan yanlış bir deyim.
Lâmı Cimi Yok! Değişmez, kesin, başka yolu yok. Mazeret uydurmak gereksiz.
Müstear İsim; Takma ad.
Ne Oldum Delisi; Beklemediği bir duruma yükselip şımarmak, ölçüsüz hareketler yapmak.
Olayın (Günün) Mana ve Ehemmiyeti; Olay veya gün ile ilgili önemli veya dikkat çekecek bir söz söylenecekse; dikkat çekmek için başvurulan başlangıç sözü.
Pırıl Pırıl; Tertemiz, yepyeni, gıcır gıcır. Çok ışıklı, çok parlak, çok aydınlık, çok temiz.
Saçma Sapan; Akla çok aykırı, çok tutarsız, çok saçma.
Sana (Bana, Size) Doyum Olmaz; Kalp kırmadan uzaklaşmanın, genelde “Bize müsaade!” demenin ertesinde, “Seninle, yitirmem gereken zaman sona erdi!” anlamında kapris dolu bir dilek.
Statik Yaşam; Değişmeden aynı durumda olan yaşam şekli (monoton, tekdüze yaşam anlamında).
Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış; Sıradan önemsiz kişi, önemli bir kişiye küsse, önemli kişinin umurunda bile olmaz. Sitem ve nazlanışımız kişiden kişiye değişik anlamlardadır, şeklinde bir deyim
Tekne Kazıntısı (Tekne Kalıntısı); Esas anlamından ayrı olarak, anne ve babanın ilerlemiş yaşlarında, yaşları oldukça ilerlemiş çocukları varken aileye katılan ve diğer çocuklarla aralarında en az 8-10 yaştan fazla fark olan, bu nedenle çok şımartılan, el üstünde tutulan, tüm arzuları yerine getirilen kız, oğlan fark etmeyen çocuk.
Tektaş Yüzük; Aşkın ve bağlılığın simgesi ve kalbe giden en yakın damar olan sol elin dördüncü parmağına takılan genelde pırlanta olan yüzük.
Tuzlayayım da Kokma; Bilip bilmeden konuşanlar, yüksekten atanlar, düşüncesinde aldananlar için küçümseme sözü.
Vıddır-Vızık; Vıttır-vızık şeklinde de kullanılan bu deyim; uyduruk, dikkati çekmeyecek şeyler anlamındadır.
Ya Seydi; Efendiye yakışır bir biçimde olan kişiye hitap şekli.
Zekâ Küpü (Akıl Küpü); Çok akıllı ve zeki.
Zurnanın Zırt Dediği Yer; Yapılmakta olan bir işin en önemli, en özen isteyen, en can alıcı yeri.
(4) Uyuyan Köpeği Uyandırmak; Çeşitli sebeplerden ötürü ortalardan yok olduğu sanılan birşeyin ve ya birinin tekrardan ortaya çıkması durumu.
Uyuyan köpeği uyandırmaya gelmez. ALLESSANDRO ALLEGRI
(5) Külâhıma Anlat; “Söylediklerinin hiçbiri inandırıcı değil, sana inanmıyorum!” anlamında söz (Külâhına Anlatmak; Söylenilenlerin doğru olmadığına, inanılmadığına ait bir söylem).
(6) Deve Kuşu Gibi Sinmek (Devekuşu Gibi Başını Kuma Sokmak, Devekuşu Taklidi); Bir tehlike, bir olay karşısında duyarlı olmamak, gerekli tepkiyi göstermemek, gerçekleri görmezden gelmek, sorun yokmuş gibi davranmak. Kendini aldatarak başkalarını aldattığını sanmak. Aslında bu benzetme yanlıştır. Uçamadığı için yüksek yer avantajı olmayan devekuşu oldukça büyük olan yumurtalarını tehlikelerden uzak güvenli bir şekilde sığ delikler içine kuma saklar. Gerek baba ve gerekse ana devekuşu yumurtaların güvenliğini, hava almalarını temin ve kontrol, yumurtalarının aynı yerde ters-türs etmek şeklinde yerlerini değiştirmek için belirli periyotlarda başlarını kuma sokarlar. Yoksa sandığımız anlamda bir hareketleri yoktur.
(7) En ummadığın keşfeder esrar- derûnun / Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın. Ziya PAŞA, Terkib-i Bend VIII.
(8) Tesettür (İslam’da Örtünmek); Kapanıp gizlenme, örtünme, giyinip, kuşanma. Çok kişi Kur’an’daki Nur Suresi 31. Ayeti türban takmak gibi yorumlamaktadır. Kur’an’da bu ayet şöyledir; “Mümin kadınlara söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar(Bakışlarını kontrol altına alsınlar), ırzlarını korusunlar. El-yüz gibi görünen kısımlar müstesna ziynet yerlerini (süslerini) göstermesinler. Başörtülerini ta yakalarının üzerine kadar salsınlar. (Örtülerini göğüs yırtmaçlarının üstüne kapatsınlar)
Kur’an, Nur Suresi, 60. Ayet; “Artık nikâh arzuları kalmamış, hayızdan ve evlâttan kesilen kadınların, süslerini göstermek için ortalıkta dolaşmamaları şartıyla dış giysilerini bırakmakta kendileri için günah yoktur…”
Din ile siyaset birbirinden ayrılmalıdır. “Velev ki siyasi simge olsun!” tarzında ince kumaştan yapılmış, başı sıkıca kavrayan baş sargısı olarak bilinen türban, Kur’an’ı Kerim’in hiçbir bölümünde yer almamaktadır.
(9) Bana yâr olmayacaksa, kimseye yâr olamaz; Faşist bir sahiplenme dileği ve sonu karşı tarafın isteksizliğine karşın genelde cinayetle sonuçlanan eylem.
(10) Kur’an, Nisa Suresi, 93. Ayeti; “Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası içinde ebedi kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap ve lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” Peygamberimize mal edilen bir hadise göre ise; “Kıyamet gününde insanlar arasında ilk görülecek dava; kan davasıdır.” Buna göre insanın kendisini öldürmesi (intihar etmesi) de aynı düşünce içine hapsolmaz mı?
(11) Bekledim de gelmedin… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi ve Bestesi; Yesari Asım ARSOY’a ait olup eser. Nihavent Makamındadır.
(12) Keyif Sigarası; Genelde insan vücudunu yoran aktivitelerden sonra, örneğin nefis bir akşam yemeği sonrasında, alınan ılık bir duş, televizyonda izlenen güzel bir film, içki ile mahmur olma sonrası, bir fincan kahve ve yanında içilen sigaranın anlamı.
(13) İçki dosta ikram, düşmana ısrar edilir; İçki âleminde gereksiz ısrarların uygun olmadığına dair bir görüş.
Kur’an’da Belirtilen İçki İle İlgili Sureler; “Ey iman edenler; şarap, kumar, dikili taşlar, fal ve şans okları şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz” (Mâide Suresi, 90. Ayet). “Şeytan, içki ve kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz, değil mi?” (Mâide Suresi, 91. Ayet). “İçki, bütün murdarlıkların, kötülüklerin anasıdır. Sarhoşluk veren içkinin azı da çoğu da haramdır.” (HADİS) “İçki küpüne parmağım batsa, o parmağı keser atarım.” Hazreti ALİ
(14) Meleklerin cinsiyetleri yoktur; İmanın şartlarından biri meleklere inanmak. Meleklerin insan dünyasında nurdan yaratılmış oldukları, yiyip, içmedikleri, erkeklik ve dişiliklerinin olmadığı kabul edilir.
(15) Fahri Görev (Fahri Mümeyyizlik, Fahri Mümessillik, Fahri Kontrol Sorumlusu, Fahri İmamlık, Fahri Müezzinlik); Onursal, gönüllü, karşılıksız olarak dikkatli bir şekilde yapılan iş, görev.
(16) Bu ne perhiz, bu ne lâhana turşusu?; Bir kimsenin sözleri ile davranışları birbirini tutmadığı, çeliştiği zaman kullanılan bir deyim.
(17) Sözüm Meclisten Dışarı; “Konuşmam sırasında hoşunuza gitmeyecek, kaba olabilecek, ağza alınması mümkün olmayan sözler kullanabilirim, ancak bunların sizinle ilgisinin olmadığını belirtmek isterim!” anlamında söz.
(18) Vedalar zamansız gelir, ansızın. Ve gitme vakti gelince kimse “Dur!” diyemez. Gitmek gerekir! Sözün aslıdır. Ayrılmanın acılığına, üzücülüğüne, incitişine rağmen ayrılmanın, gitmenin, terk etmenin mecburiyet, gerekli ve hatta şart olduğunun ifadesidir. İnsanın “Hayır!” demek gibi bir lüksü yoktur.
Kural bu; en çok seven, hep en önce terkedilir. Unutma; vedalar acıtsa da, bazen gitmek gerekir. Can YÜCEL
Ayrılık zamansız gelir! Barış AKARSU (Rahmetli) Şarkısı.
(19) Ecel ayırsa bile, mahşerde buluşuruz… “Ellerim böyle boş, boş mu kalacaktı” şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte Sahibi (Şekip Ayhan ÖZIŞIK olarak belirtilmekteyse de) bilinmemektedir. Beste; Şekip Ayhan ÖZIŞIK’a ait olup Nihavent Makamındadır.
(20) Evrensel İnsan Hakları Bildirisi; Mevzuat, İçtihat, AİHM Kararları yanında özellikle Evrensel İnsan Hakları Bildirisi’nin 12. Maddesi “Hiç kimse… şeref ve şöhretine karşı saldırılara maruz bırakılamaz. Herkesin bu karışma ve saldırılara karşı kanun ile korunmaya hakkı vardır”, Kişisel ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesinin 17. Maddesi “Hiç kimsenin… adına ve şerefine yasadışı saldırıda bulunulamaz.” Yani; “Hiç kimsenin cürmü ispatlanıncaya kadar suçlu olmadığını” bildirmektedir. Keşke uygulansa, uygulanabilse, gerçekten…
(21) Cehenneme kadar yolun var; “Defolsun, gitsin” anlamında bir ilenme. “Aman Benden Irak Olsun; Benim yakınlarımda olmasın da ne olursa olsun, ne yaparsa yapsın “Ne halt ederse etsin!” gibi sözler de kullanılabilir.
(22) Beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar… “Eğer ölürsem buralarda” şeklinde başlayan Bir Anadolu Halk Türküsünün nakarat bölümü. En iyi yorumlayan, herkesin tercihi farklı olabilir, ama ben grup AYNA diyorum.
(23) Gurbetten gelmişim, yorgunum hancı… diye başlayan Bekir Sıtkı ERDOĞAN’ın “HANCI” isimli şiirinin bir-iki dizesi “Bende bir resmi var yarısı yırtık” “Yolculuk başladı Haydarpaşa’dan” şeklindedir. Şiir ayrıca Selâhattin İNAL tarafından Uşşak Makamında Türk Sanat Müziği olarak bestelenmiştir de.
(24) Gaf; Doğru söylenmesi gerekeni, farklı ve yanlış sözlerle ve yanlış yerlerde maksadını aşarak söylemek. Yersiz, beceriksiz söz, ya da davranış, pot, patavatsızlık.
Kaos; Kargaşa, karışıklık. Evrenin düzene girmeden önce içinde bulunduğu, biçimden ve düzenden yoksun, uyumsuz ve karmakarışık olan durumu.
Pot; Yanlışlık, hata, gaf. Kötü dikiş nedeniyle kumaşta oluşan büzülme veya kıvrım. Poker vb. oyunlarda oyuncuların tümünün aynı şekilde ortaya sürdüğü para veya fiş. İngilizce olarak çok anlamı vardır, en önemlisi; bilârdo oyununda topun deliğe sokulmasıdır. Pota, Çanak, Çömlek, Testi, kupa vb. anlamları da vardır.
(25) Karanlık aydınlıktan, yalan doğrudan kaçar. Güneş yalnız da olsa, etrafına ışık saçar. Üzülme, doğruların kaderidir yalnızlık, Kargalar sürü il, kartallar yalnız uçar. Ömer HAYYAM
(26) Belâ geliyorum demez; Yaşamın inişli-çıkışlı badire ve olayları kapsadığı, neyin, ne zaman, nasıl meydana ya da başa geleceğinin bilinmediğinin, bir anda, hiç umulmadık bir zamanda, hiç ummadığın biri tarafından, hiç hissedilmeyecek bir mekân veya ortamda kötülüklerle, yanlışlıklarla hatta felâketlerle karşılaşılabileceğinin ifadesidir. Bu nedenle insanların tedbirli olmalarını emreden bir atasözüdür.
(27) Kulak Şapırdatmak (Şarpıldatmak, Sallamak); Yerel olarak geçiştirmek, duymazdan gelmek, üstüne yatmak, dinlememek, önemsememek, üzerinde durmamak.
Kulaklar söylediklerimize kapalı olsa bile, biliyoruz, tarih bizi dinliyor. Mahir ÇAYAN
(28) Uzun ince bir yoldayım, Gidiyorum gündüz gece… Sivas-Şarkışla Yöresinden Âşık VEYSEL Türküsü.
(29) Kubarmak; Gubarmak şeklinde de kullanılan bu kelime, kibirlenmek, gururlanmak, böbürlenmek anlamında yöresel olarak kullanılmakta, tahminen “kabarmak” kelimesinin kartlaşmış hali olsa gerek. Ancak Sivas ve yörelerinde çokça kullanılan sözün anlamı çiçek ve bitkilerin kısa zaman içinde boy vermesi anlamındadır. Nitekim Âşık Veysel bir türküsünde; “Baharda erimiş dağların garı, Dağlarda gubarmış dağ çiçekleri” demiştir.
(30) Kişiyi nasıl bilirsin; “Kendim gibi!” Atasözü. Başkalarının bir durum karşısında nasıl davranacağını düşünürken hep kendimizi ölçü tuttuğumuzdan dolayı kendimizce bir yargıya varıp uygulamamızın ifadesidir ki, bu yargının her zaman doğru tuttuğunu söylememiz mümkün değildir. Ayrıca karşımızdakine güvenin anlatımıdır da.
(31) İki örnek;
Bir işi murâd etme / Olduysa inâd etme / Haktandır o red etme / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler… Erzurumlu İbrahim HAKKI
Az ye az uyu az iç / Ten mezbelesinden geç / Dil gülşenine gel göç / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler… Erzurumlu İbrahim HAKKI
(32) Haddini Bilmek; Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yeteceğini bilerek onun ötesine geçmemek, ölçüsünü bilmek. Başkalarının kusur ve yanlışlarını istihzalı bir şekilde yüzüne vurmamak gerekliliği.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî’ ye sormuşlar; “O kadar yazarsın, o kadar okursun, ne bilirsin?” diye. Şu cevabı vermiş; “Haddimi bilirim!”
Bilmek istersen seni, can içre ara canı, geç canından bul anı, Sen seni bil, sen seni. Hacı Bayram-ı VELİ
(33) Kalp Kalbe Karşıdır; İnsan kalbi, diğer birinin kendine karşı sevgi mi, nefret mi beslediğini hisseder, sevgi varsa sevgi, nefret varsa soğukluk demektir.
Kalp kalbe karşıdır derler, onun için sormadım… Güftesi; Turhan TAŞAN’a, Bestesi; Coşkun SABAH’a ait olan Türk Sanat Müziği eseri Hicaz Makamındadır.
Uyandım seninle birden… şeklinde başlayan “Kalp kalbe karşıdır, derler” Aslı GÜNGÖR
(34) Akıl yaşta değil, baştadır; Bir kimsenin yaşı büyük olabilir, bu; onun akıllı olduğunun göstergesi değildir. Çünkü akıl, düşünme işidir. İnsan düşünüyor, düşünebiliyorsa yaşının önemi yoktur, aklın ölçüsü düşünmektir.
(35) Sakın geç kalma erken gel… Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Ahmet RASİM’e, Bestesi; Tatyos Efendiye ait olup eser Uşşak Makamındadır.
(36) Karagözlüm efkârlanma gül gayri, ibibikler öter ötmez ordayım! Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım. Tüfekleri çatar çatmaz ordayım… Bekir Sıtkı ERDOĞAN’ın “KIŞLADA BAHAR” isimli şiirinden bölümler olup eser, Münir Nurettin SELÇUK, Gültekin ÇEKİ, Erol SAYAN, Yusuf NALKESEN tarafından Nihavent, Rast ve Kürdilihicazkâr Makamların Türk Sanat Müziği eseri olarak bestelenmiştir.
(37) Kâhya (Değnekçi); Genel olarak dolmuşların düzenli çalışması sağlayan kişi olması gerek. Ancak yozlaştırılmış bir deyimdir. Genelde hart-hurt edip dolmuş şoförlerini “Gel! Git!” şeklinde inciterek, üzerek ikaz eden, gücünü nereden aldığı belli olmayan, vatandaşı koyun gibi sayan, elinde ne amaçla, ne unvanla ve ne yetkiyle bulundurduğu belli olmayan, düdük ve ne anlama geldiği belli olmayan kolluk takan ve hizmet veriyormuş gibi her dolmuş şoföründen belirli bir ücret tahsil eden tufeyli. Sokakları, peronları yasal olamayan bir şekilde sahiplenmiş, hizmet veriyormuşçasına, park eden arabalardan âdeta haraç alan, para vermemeye niyetli insanların arabalarına zarar vermeyi meziyet sayan, kibarlık olsun diye “Değnekçi” yerine “Kâhya” da denen, apaş, serseri, tinerci, hatta babası belli olmayanlar…
(38) Duygular vardır anlatılamayan, sevgiler vardır kelimelere sığmayan, bakışlar vardır insanı ağlatan, insanlar vardır ki asla unutulmayan. Victor HUGO
(39) Psikolog-Psikiyatr; Çok kişi psikolog ile psikiyatrist kelimelerini, anlamlarını ve görevlerini karıştırmaktadır. Psikiyatrist, Psikiyatr; Tıp Fakültesinden mezun, psikiyatri ihtisası yapmış, ruh sağlığı konusunda uzmanlaşmış bir doktordur. Ruh Hekimi. Ruh ve sinir hastalıklarıyla ilgili olarak kişilerde görülen önemli uyumsuzlukları önlemeye çalışan, teşhis ve tedavisi ile uğraşan uzman kişi. Psikolog ise; Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü mezunu olup Ruh bilimi ile uğraşan, ruh bilimci olup doktorluk hüviyeti yoktur. Psikolog, psikiyatrist ile beraber çalışabilir, ancak tanı yetkisine sahip değildir.
(40) Geçsin günler, haftalar, / Aylar, mevsimler, yıllar… / Zaman sanki bir rüzgâr / ve bir su gibi aksın / Sen gözlerimde bir renk , / Kulaklarımda bir ses / ve içimde bir nefes / Olarak kalacaksın… Birçoğumuzun Zeki MÜREN’e ait olduğunu sandığı HATIRA isimli Rast Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Enis Behiç KORYÜREK’e, Bestesi; Erol SAYAN’a aittir.
(41) Ahret (Ahiret, Kabir) Sualleri; Ölen insanı kabirde Münkir-Nekir denilen Sorgu Melekleri sualleriyle sorguya çekerler, bu sorular; “Rabbin kim? Dinin ne? Kimin ümmetindensin, Kitabın ne? Kıblen neresi?” diye başlayan ve “Rabbim Allah!” cevabı verilmesi gerektiğine inanılan suallerdir. İnsanları bıktıracak kadar uzun ve devamlı olarak sorulan sualler.
(42) Münkir-Nekir; Kur’an’da yeri olmayan, hadislerde rivayet edilen, ölen bir insanı mezarda sorgulayan melekler. Sorgu Melekleri denilen bu meleklerin isimleridir; Münkir-Nekir’dir. Sordukları suallere Ahret (Ahiret, Kabir) Sualleri denmektedir. “Rabbin kim? Dinin ne? Kimin ümmetindensin, Kitabın ne? Kıblen neresi?” diye başlayan ve “Rabbim Allah!” cevabı verilmesi gerektiğine inanılan suallerdir.
(43) Aslını inkâr eden (Saklayan) Haramzadedir(Kâfirdir); Atasözüdür. Atalarını, mensup olduğu milleti inkâr etmek, kendini başka bir soydanmış gibi göstermenin, geçmişini inkâr etmenin yanlış olduğunun ifadesi olup saygınlığın ve iyi meziyetlerin yaşanmasının gerekliliğinin ifadesi.
(44) Ben dağ yolunda yonca; sen gül dalında gonca… Aslı; “Sen gül dalında gonca, ben dağ yolunda yonca” olarak belirtilen bu Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Orhan Seyfi ORHON’a, Bestesi; Kasım İNALTEKİN’e ait olup, eser Hicaz Makamındadır. Öyküde; söz kaktüs olarak şekillendirilmiştir.
Solması için gülü dalından mı koparmalı? Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı? Öldürmek için silâh, hançer mi olmalı? Saçlar bağ, gözler silâh, gülüş, kurşun olamaz mı? Victor HUGO
(45) Ağzından (Ağzındaki) Baklayı Kaçırmak (ya da Çıkarmak, Dilinde Bakla Islanmamak); Türkçede bakla ile alâkalı iki deyim var: Her ikisi de kurutulmuş baklanın zor ıslanması ve zor yumuşamasıyla ilgilidir Kurutulmuş bakla, ağza alındığında ıslanıp yumuşaması uzun bir süreyi gerektirir. İçinden geçtiği halde, yer ve zaman uygun olmadığı için nezaket veya doğal kurallar gereği söylenemeyen veya söylenmek istenmeyen şeylerin zaman ve yer uygun olduğunda ifşa edilmesi denilmek istenmiştir. Diğer anlamı ise, ağzında sır tutmasını bilmeyenler için söylenen söz. Sabrı tükenip o zamana kadar sakladığı şeyi söylemek, ifşa etmek, açıklamak.
(46) Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin? İşin kolayına kaçmadan ama... Nazım HİKMET’in Abidin DİNO’ya “SAMAN SARISI” şiirinin ilk dizelerindeki soru.
Ressama sormuşlar; “Mutluluğun resmini çizebilir misin?” diye. Ressam demiş ki; “Ben çizerim de, sen anlayabilir misin?" ANONİM
(47) Fransız Kalmak (Olmak); Türkçemizde; “Bir konuyu gerektiği gibi bilmemek, özellikle de konunun özüne inmemiş olmak, ilgilenmemek, önem vermemek, hatta soğuk davranmak” gibi anlamları kapsar. Tamamen ilgisiz ve bilgisiz olmaktan farklı bir deyiştir.
(48) Tuzlu Kahve; Genelde Trakya ve Marmara yörelerinde uygulanan bir âdet olup amaç; kız için damat adayının nelere katlanabileceğinin işaretidir. Damat o kahveyi mutlaka içmelidir.
(49) En ağır işçi benim; gün 24 saat; seni düşünüyorum! ve; Eskisi kadar düşünmüyorum artık seni, beynim yoruluyor. Seni günde bir defa düşünüyorum, o da 24 saat sürüyor! Ümit Yaşar OĞUZCAN, “AĞIR ŞİİR”