Böyle ani görev yolculuklarım olurdu günübirlik; eski deyimle; git-gel, şurası şu kadar saat…(1)gibi. Teknoloji ilerledi, git-gel olayları kısaldı, ancak uyum zamanı arttı.

Patronlar; “Git ve gel” demişlerdi. Gittim, görevi, işi hallettim, ama dönüşüm pek de belirlenecek, tahmin ve tatmin edilecek, düşünülecek şekilde geçmedi.

Önce parantez açma anlamında geriye gideyim, nostalji(2) değil, beni tanıtmak, anlatmak anlamında.

Babam, bir arkadaşının fabrikasında bir şeyin başıydı. Ben liseden mezun olunca; “Para-pul önemli değil, fabrikaya gelsin, zanaat öğrensin, pişsin!” demiş, patrona.

Patron; “Olur!” demiş. Oğlu İlkdem o sıralarda üniversitedeymiş.

“Oğlum benden sonra buranın başı olacak. Övünmek gibi düşünülse de oğlun Utku da ağabeyi İlkdem gibi akıllı-uslu üniversite tercihleri yaparsa senin gibi fabrikada baş olarak değil, oğluma destek ve yardımcı olur, burada ağabey-kardeş gibi fabrikayı yaşatır, büyütürler!” demiş.

Dürtükleme, destekleme öncelikle makine mühendisi olmuş, askerlikten sonra dışarıdan İktisat-Maliye okuyup önce fabrikaya sonra da patronun ve İlkdem ağabeyin gözlerine girmiştim. Bu aynı zamanda patron babanın fabrikayı oğluna temelli devri ve kendini emekliye ayırmasına neden olmuştu.

Annem, babam başımda, yediğim önümde, yemediğim ardımdaydı.

Babam, ben istemesem de sahip olup tapusunu üstüme yaptığı evin banka borcu bitince ölmek için izin almıştı İlkdem Patrondan, tıpkı kendi babasına verdiği tekaütlük izni gibi. Aslında bunu şöyle söylemem daha doğru olacak.

Sözümü esirgemeksizin doğru şekillendirdiğim inancındayım. Çünkü İlkdem Ağabey askerden dönüp, evlenip, çoluk-çocuğa karışınca babasına tası tarağı toplayıp tekaüt olmak anlamında emekliliğini emretmiş, Patron Amca da bu emre memnuniyetle uymuştu.

Patron Amca emekli olup, İlkdem Ağabey patron olunca patronun oğlunun emrinde çalışmak babama zûl gibi görünmüş, emekliliğini (tekaütlüğünü, yani) bu nedenle istemişti, yoksa evimizin biten kredi borcu zaten benim üzerime idi, onu hiç ilgilendirmiyordu. Maksat; mazeret idi, gerçekleştirmişti.

Angaryaların, çalışmakta olan kim tarafından gerçekleştirildiğini söylemeye gerek yok!

Evet! Yoğun iş temposundan sıyrılıp kalıbını dinlendirme amacına yönelen babam, kalıbını dünyada dinlendirmek yerine ahrette yerine getirmeyi tercih etmişti ve bu nedenle annemin de, İlkdem Patronun da bana düşkünlüğü aşırı derecede artmıştı. Hele ki İlkdem ikiz oğlanlara sahip olunca, arkasına bakmamayı yeğ tutunca fabrika olanca yüküyle omuzlarıma yüklenmişti (sanki, neredeyse)!

Kısaca söylemem yahut da anlatmaya çalışmam gerekirse fabrika ile ilgili ne varsa her şeye sahiptim, angaryalar dâhil. Yoksa İlkdem Ağabey beni Allah’a şikâyet eder, Allah da beni taş etmese de taş etmeyi aklından geçirirdi herhalde!

Genelde araba(lar)ım altımda idi, şüpheli, riskli, kısa, ama önemli seyahatleri genelde arabamla, ya da gerekiyorsa havaalanına arabalarımdan biriyle gider, arabamı oradaki parka bırakır, kimseye eziyet etmeyi aklımdan geçirmezdim.

Uzun seyahatler bazen, bir-iki gün sürecek yolculuk ve görevler için havaalanına getirirdi görevliler beni, bazen havaalanı otobüslerine kadar vakit erkense, tasarruf için. 3-5 lira vererek ulaşacağım yer için ne benzin tüketmeye, ne de elemanı meşgul etmeye gerek görmezdim. Cimrilik değil, tasarruf için, “İtibardan tasarruf(3)” ne demek bilmeme gerek yoktu!

Dönüşümün vaktini, ne ben, ne de birileri bilmezdi, işim ne kadar sürerse, ben o kadar yok olurdum (bilgi iletmem gerekene bilgi vermem haricinde). Gelişimden ancak İlkdem Ağabeyimin haberi olurdu ve o da benim prensiplerimi bildiğinden ses çıkarmazdı.

Kesinlikle; “Şu uçakla geliyorum, beni karşılayın!” diye herhangi bir elemanıma talimat ulaştırmazdım, şu veya bu şekilde.

Uçaktan iner, servis otobüsüne biner, gerekirse taksi tutar ve “Ce!” diyerek çıkardım annemin karşısına, sürpriz olarak, tüm sorunlar, gaileler, arkada bırakılmış, çözümler avuçlarımda olarak. Asla taşımazdım sorunları kendimle beraber, ya çözerdim, ya da çözülürdü, ama mutlaka, şüpheler ve varsayımlar yerlerinde kalırdı.

Böyle bir dönüşümdü gerçekleşen. 24 saat değil, daha kısa süren bir anlaşma dönüşündeydim; “al takke, ver külâh(3)!” kabilinden değil, karşımdakiler görücüye çıkmış kart kızlar gibiydiler;” Siz nasıl bilirseniz, siz nasıl uygun görürseniz!” şeklinde, kabul edici tavırda idiler. 

“Peki!” dedim, her iki tarafı da memnun edecek bir şekilde sonuçlanan bir sözleşme imzaladık karşılıklı. Bu nedenle havaalanı terminaline keyifli bir şekilde gelip, bir kanepeye kendimi usulca iliştirmiştim.

En kötü huylarımdan biri, bagaj taşımak, gazete veya kitap okurken birilerinin okuduklarıma ortak olmasından nefret etmek, özellikle çocuklarla ve hüzünlü insanlarla aşırı boyutta ilgilenmemdi.

Neşe, sevinç, mutluluk yaşayanların benim katkıma ihtiyaçları yoktu, zaten o insanlar birbirlerine yetiyorlardı, hem de aşırı boyutlarda, takviye, desteğe muhtaç olmayacakları boyutlarda.

Öncelikle giyim-kuşam, tavır ve seslerine göre bu kadar geniş bir nüfusa sahip bana göre konuşma şekillerine göre Arap oldukları inancını yaşadığım aile çekti dikkatimi.

Doğurganlığının, fabrikasyon imalatın göstergesi, haşarılık, görmemişlik, gürültü hâkimdi ailede o ortamda, kendilerinin umursamadığı yahut da ailece umursayamadıkları. Şöyle gözden geçirince anne, olağandan öte zengin bir baba, dört kız çocuğu ve annesinin koynunda sıkı sıkıya tutuşuna göre oğlan olduğu kesin olarak belli yedi kişilik bir aile idi karşımdaki gözlemlediğim.

Diyeceğim söz var, ama bana yakışmayacak, demiyorum.

Sonra bir kız, bir bayan, hanım, hanımefendi her neyse, bagajı var mıydı, bilmiyorum, elinde ufak bir çanta, hüzün dolu, ikide bir gözyaşlarını kâğıt mendillerle kurulamağa çalışan.

Fark ettim, doğrusu içim ürperdi, şaşkınlıkla, belki de etkilendiğim için yerimden kalkıp yanına geldim.

“Yardımcı olabilir miyim? Hüznünüz fark ediliyor, destek olmamı, su ya da herhangi bir şey diler misiniz?”

Kafasını kaldırdı, gözleri deyim yerindeyse; “kan çanağı gibiydi(3)!” sözü hafif kalırdı, herhalde.

“Hayır!” deyip ayağa kalkıp yerini değiştirdi.

“Sana ne be adam? Hüzünlü birini, yani bir genç kızı teselli etmek, ons yardımcı olmak, sana mı kaldı?” İç sesim ayıplamıştı beni…

Bir saatlik yolculuk nasıl geçmesi gerekirse öyle geçmişti (işte!)

O kalabalık aile olan arkadaş (Arap olabilir demiştim ya, nerden arkadaş oluyorsa(?) boğazdan-genizden konuşarak ve bebelerini zapt etmeye çalışarak etrafa da hosteslere de özür ulaştırma gayretindeydi uçağa bindiğimizde.

Dediğim gibi varlıklı olsa da, sonradan görme kibarlığı ve centilmenliği bir tarafa eğitim bakımından kıtlığı olsa gerekti.

O burnunu çekip, sümüğünü silen, gözleri kan çanağı gibi olan çiroz ise, yani beni etkisi altına alan, hatta duygusal olarak hak etmediğim inancını yaşadığım genç kız ise, aynı duygusal formatta gözlerimden uzaktaydı.

Normal prosedürlerine uygun olarak uçaktan inip tam olarak aklımda kalmasa da birkaç otobüsün sırada olduğu yere gelen arkadaş(!); “Falanca yerden, hangi otobüs geçiyor?” diye sordu.

Aldığı cevaba göre o otobüse yöneldiğinde tesadüftür ki; onlar, ben ve o genç kız da aynı otobüsteydik.

Git…

Git…

Ne yol, ne görüntü ve gürültü, ne de tam arkama oturan genç kızda burnunu çekme, hıçkırık ve tahminimce hüzün bitmedi!

Bir yerde, bir başka yerlerde durduk, kalktık.

Ve bir yerlere geldiğimizde, muhtemelen daha önceden gelip görmüş, biliyor olsa gerek ki Türkçesinin tüm haşmetiyle telâşlanıp bağırdı Arap kardeş;

“Ahanda, geçiyoz yahu! Dur! Dur! İncek va!”

“Durak harici duramayız, hem sizin söylediğiniz yerden ring olarak bir saat kadar sonra dönüşte geçiyoruz!” dedi şoför.

Şoförün başına dikildim;

“Bu arkadaş belli ki yabancı biri, bir saat nasıl tahammül edecekler ki bu çocuklarla, bu kadar yol tepip de yorulduktan sonra. Dur! Onları indirelim, ceza yazılacak olursa, ben öderim, merak etme, diğer yolcular şahit olsun!”

Şoför trafik cezası korkusundan, kurallara uyma gayretinden değil, sırf terslik olsun gayesi güttüğünden (bence) durdu.

Kadın belki de muhtemelen onlar lehine davranışımdan, merhamet, şefkat veya yakınlık gösterişimden etkilenmiş olarak bebeği bana verdi ve belki de çocuklara egemen olmak için her birinin ellerinden tutarak otobüsten indi.

Beyi bagajlarının telâşında idi, saymadım, kim bilir kaç adet tank örneği bavul ve çanta vardı.

O genç kız da otobüsten inmiş, onlarla, çocuklarla, bavulları dizmekle ilgilenmiş, meşguldü.

Şoför iş ve işlem sona ermiş gibisine kapıları kapatıp hareket ettiğinde bebek benim elimde, genç kız hayretten açılmış gözleriyle otobüsün peşinden koşar gibiydi.

“Şoför! Bebek! Bebek elimde, bende kaldı!” Genç kız da otobüsün arkasından koşuyor! Sanırım onun da bir şeyleri otobüste kalmış olsa gerek!”

Kapıyı açan şoföre aldırmaksızın koltuktaki çantasını alıp bana uzatırken, bebeği de kucağımdan alıp annesine teslim etti.

Otobüs aldı başını gitti, aileyi, bavullarını sağa-sola dikkat ederek karşı kaldırıma geçirdik. Herhalde onlara bir minibüs gerekirdi, ama geçmiyordu. Bir taksi durdu; “Telefon et yakındaysa bir arkadaşınız daha gelsin!” dedik.

Bir arkadaşı daha geldi.

Yükledik, ayrı ayrı, cüzdanıma davrandığımda hacı; elini kalbine yasladı;

“Para var, şükran!” dedi, sırtını dönüp çocuklardan biri ile arkadaki arabayla istedikleri istikâmete yöneldi.

Konuyu çözmüştüm, aklımda da kalanlara göre; “Orta varlıklı(!) ötesinde Arap bir aile idi ve kalan bölüm beni hiç ilgilendirmiyordu, yanımdaki hüzünlü genç kızla apaş bir şehir serserisi gibi karşı kaldırıma geçerken cesaretlendim;

“Sinirleriniz geçtiyse artık hüznünüzün nedenini anlatırsınız, de mi? Şehir çok büyük! Yardımcı olmak isterim!”

“Bizden aşkı ve karısının zenginliği nedeniyle uzaklaşıp uzak duran ağabeyimi yitirmişiz. Ara sıra tek başına ziyaretlerimize gelse de şu anlara kadar, daha doğrusu son zamanlarda hiç haber alamamıştık kendisinden. Ağabeyim; ‘Aşkım!’ dediği, tüm dünyasını sahiplenen karısı mesafe koyarak bize ancak bu kadar hak vermişti…

Ve ağabeyimin ölümünü, cenazenin bu gün ikindi namazından sonra kaldırılacağı haberini de hizmetçisi ulaştırdı bize. Yoksa benim gibi bir garibanın uçakla seyahat etmesi ne haddine, üstelik babam ve annem yerine de…”

“İnsanlar parayla, aşkla değil, adam iseler adam oluyorlar(4) hanımefendi. Size yardım etmek istedim, çekinip reddettiniz başlangıçta, doğaldı. Şimdi elimi uzatıp hüznünüze ortak olmak ve sizi istediğiniz adrese götürüp teslim etmek isterim. Adım Utku, çekinmeyin, belki gerekebilir, şu benim iş yerime ait adres kartım…”

“Kahırlı, demeyin! Kin tuttuğumu söylemeyin! Yengem uzak tuttu ağabeyimi bizden, bir kere bile görüşemedik onunla o şaşalı düğünden sonra. Annem-babam torunlarına hasret, gene de Allah razı olsun, ağabeyim sırf anne ve babamın arzuları için uçakla birkaç saatliğine de olsa onları babama, anneme gösterdi birkaç kez. Gelini dediğim gibi görmedik zaten düğünden sonra bir daha...

O nedenle siz bana mezarlığı, oradaki camiyi tarif edin. Özel bir durumdayım, camiye giremem, utanıyorum da, oralarda bir yerlerde beklerim ağabeyimi, uzaklarda, uzaklardan…”

“Güzel kız! Utandığınızı söylediğiniz şey, Tanrının siz kadınlara bağışladığı doğurganlığın özelliği. Utanıp sıkılmanız gereksiz. Tanrı neyi, ne zaman, neden, niçin suallerini gerektirmeyecek şekilde gerçekleştirir. Şimdi önce bana adınızı söyleyin. Sonra da ağabeyinizi adını…

Sonra izin verin, sizi mezarlığa bıraktıktan sonra işime gideyim. Patronuma bilgi vermem gerek! Cenaze namazına katılmak isterdim ama hesap verişim uzayabilir, söz vermem mümkün değil…

Sizi de bu şekilde ortalıkta bırakmak içimden gelmiyor, yalnızlığınızı üleşmek isterim. Üstelik burada birkaç mezarlık var. Rahmetlinin hanımı varlıklı, zengin dediğinize göre, değişik bir tavrı olabilir. Bu nedenle mezarlığı bilmemizin yararlı olacağını düşünüyorum. Eğer çekinmezseniz fabrikamızda revirimiz var, isterseniz mezarın yerini öğreninceye kadar orada misafir edeyim sizi. Bir genç kız olarak sizi asla bir otele bırakmam…

Eğer fabrikada kalmaya ‘Yok!’ derseniz, anneme teslim ederim sizi ve evde bir saniye bile durmam, sırf rahatınız, kendinize gelmeniz için…”

“Adım Mihriban Şölen. Devamlı olarak Mihriban ismini kullanıyorum. Siz hep böyle iyi misiniz? Serviste Araplara, şimdi de bana…”

“Kötü olmanın kazancı ne? Artı ne kadar güzel bir ismin var senin. Sanırım senin ismini söyleyen hiç kimsenin lâmbada titreyen alevi üşümez! Anneniz babanız mutludurlar herhalde?”

“Nasıl mutlu olsunlar ki ağabey? Ağabeyim Mihri, çocuklarının anneleri yüzünden onlardan uzaklaşmış…”

“Bir saniye! Bulunduğunuz yerden “Ağabey!” denilecek kadar çok yaşlı mı görünüyorum?”

“Bana bu kadar yakın duran bir insana ‘Bey!’ veya ‘Beyefendi!’ diyecek resmiyeti, ‘Utku’ diyecek kadar da bir samimiyeti uygun görmediğim için öyle dedim. Siz ne dememi beklerdiniz?”

“Haklısınız! ‘Abi!’ demeniz uygun! O halde sizi teslim etmem gereken yer konusunda tercihiniz nedir?”

“Gerek fabrikada…

Öncelikle bekârsınız değil mi, abi? Hissettiğim ve elinizde yüzük olmadığından gördüğüm kadarıyla. Bu; fabrikada ikimizin de görüntüsü olarak yanlış anlamalara neden olabilir. Bu nedenle fabrika teklifinize sıcak bakmak içimden geçmiyor…”

“Ama patrona sizin için bulunduğunuz şehirde bir iş vermesi için ricada bulunmayı düşünüyordum!”

“Memnun olurdum, ama bu kadar acele ve çabuk ve bir acıyı yaşamaya tahammül etmek için sınırlarımı zorlarken değil. Üstelik beni tanıyın, kendinize benim için zaman ayırın, bana kefil olacak kadar beni tanımıyorsunuz ki? İşimin olmadığını ve bunun benim için önemli olduğumu nasıl anladınız ki birden?”

“Peki, o zaman. Herhangi bir art niyet göstermekten sakınmak için cenazeden sonra, ya da hemen anneme doğru-yalan söyleyerek onunla tanıştırayım sizi. Sonrasında ise iş görüşmesi ve dönüşünüz için arzularınızı karşılama gayreti yaşarız, her türlü kararınıza uyarım, şimdilik dışında.”

Onu cenazenin kaldırılacağı cami ve adresi öğrenerek yakın bir sokakta bıraktım.

Fevkalade bir eziyetten sonra cenaze namazına ancak yetişebilmiştim, kenarda dikilen güruha aldırmaksızın; “Er kişi niyetine…”

Ağzımı açmam mümkün değildi; “Nasıl bilirdiniz?” ve “Hakkınızı helâl eder misiniz?” diyen hocaya karşı. Ancak ölüyü “çok iyi bilenler ve haklarını helâl edenler” vardı, çok çok…

Ölü arkasından kötü konuşulmayacağını(5) bilen kaç kişi olduğunu merak etmedim, değil

Cenazede bırak görümceliği, üvey bir evlât, sıradan bir vatandaş gibi bir kenarda bırakılmıştı Mihriban ve bu benim gücüme gitmişti…

Cenaze yerine teslim edildi. Herhalde kişiler karşılıklı olarak kin dolu olsalar gerekti birbirlerine. Sadece “Hala” diyen çocuklar vardı, Mihriban’ın çevresinde bir ara dolaşan, iğreti başörtüleriyle kendisine şöylece selâm verenler dışında.

Cenaze sonunda; “Gel!” dedim elinden tutup. Bildiklerini sordum, öğrenebileceklerini, öğrenebileceklerimi sorguladım. Patron önce itiraz etti, itiraf gibi, yüzüne bakarak, sakınmadan, ama gereği gibi.

“Fiziksel olarak çok zayıf. Sanki yıllardır kendine bakmamış, yememiş, içmemiş gibi. Kuru bir fidan gibi, üflesen yıkılacak. Hâlbuki bizim işte biliyorsun cevval olmalı, sesiyle de, yumruğuyla da ses çıkarabilmeli…”

Devamını ne ben dinledim, ne de Mihriban’ın dinlediğini sanıyorum, ters yüzüne geri dönerken.

“Ben sana mecburum(6)!” diyen şair gibi içimden gelen bir sevecenlikle elini tuttum; “Hadi anneme götüreyim seni, ben fabrikada kalırım, çok zaman olduğu gibi. Önerim; ‘Annemin sorgularını dikkate alma, önem verme!’ demek isterim!”

Elini çekmediği gibi;

“Fabrikadaki işlerini çabuk bitir, sen de gel, beni sensiz bırakma!” dedi.

Ne oluyordu? Minnet bu kadar aşikâr hissettirilebilir miydi? Nihayeti ufacık bir yardım, normal bir destek; “Beni sensiz bırakma!” tezahüratını hak eder miydi?

Beraberdik akşamında. Annem ve gelin adayı(!) zor yemekler ve tatlılar yapmışlardı, benim sevdiğim, öyle ki gelirken her ihtimale karşı aldığım tatlı sofrada itibar görmemişti.

“Kal!” teklifimiz, “Annem, babam yalnız!” sözleriyle reddedilmiş, uçak bileti teklifim zorunlulukla kabul edilmişti.

Ağabeyinin mezarını gitmeden önce bir kere daha ziyaret etme ricası, ikinci bir tekrara gerek kalmadan annemle birlikte tarafımızdan kabul edilmişti.

Mezar; aynı mezardı, tıpkı bırakıldığı gibi mahzun, in-cin top oynuyordu, suyunu henüz çekmemiş kuru toprak da işaretsizdi, başında sadece bir tahta ve teneke bir levha vardı, ada-parsel numarasını belirten başka hiçbir yazısı, işareti olmayan.

Hüzünlendi ve bu hüznü havaalanına uçağa gelinceye kadar devam etti.

“Artık şehrine görevli gelmem için bir sebebim olacak!”

Hüznünü tüketmek istercesine gülümsedi;

“Memnun olurum!..”

Mutlu günleri/miz hemen ertesinde başladı, daha doğrusu; “Başlangıcı başlamıştı!” demeliyim! Onun adına şöyle demeliyim. Her ne kadar benim ricam karşılığı görünmese de İlkdem, Mihriban’daki cevheri, ışığı görmüş, kıytırık bir yazılı emirle Mihriban’ı bulunduğu şehirdeki şubede görevlendirmişti, üstelik sevkiyat bölümüne, sorumluluk yükleyerek, gerektiğinde araç kullanma mecburiyetiyle.

Mutluydu Mihriban, itiraf etmeliyim ki ben de. O günden sonra benim görevlerim sıklaşmıştı onun şehrine, arada-sırada da onun danışması gereken konular için gelip-gitmesi mecburiyeti oluyordu merkeze.

O geldiğinde otele gitmiyor, annemin misafiri oluyor, ben gittiğimde gecelerin kör vakitlerine kadar da olsa adını koymaktan (belki de) çekindiğimiz bir beraberlikten sonra onu evine teslim edip ben otelime dönüyordum.

Konuşmadığımız, ama hissettiğimiz hiçbir eylem gerçekleştirmediğimiz, beraberliğimizde belki benim pısırıklığım, cesaretsizliğim buna nedendi.

Bir gün karar verdim, cesur olacaktım. Parmağına uyacağına inandığım tek taş yüzüğü cebime koydum, ailesinden geniş kapsamlı bir izin almasını, kendisini müzikli bir yere götüreceğimi söyledim, şehrinde.

Ve bir sır gibi fısıldamak mecburiyetini hissettim;

“Başlangıcımız ve geleceğimiz için onayını dileyebilirim!” dedim.

İstediği vakitte evine geldiğimde, kolları ve eteği uzun olmasına rağmen hafifçe dekolte bir kıyafetle karşıladı beni. Belki olup olan, belki de bizim için yeni aldığı bir elbise olsa gerekti üstündeki.

Annesi elinde bir tas suyla arkasından bakıyordu; sanki “gidip de gelmemek, gelip de görmemek” gibi bir heyecanı yaşar gibi.

Bu durumda annesinin çekincesiyle olsa gerek resmi olarak arabaya doğru yöneldi, ön kapıyı açıp eteklerine dikkat ederek aynı resmiyetle koltuğa oturdu.

Konuşa konuşa, ama resmiyete biraz samimiyet katarak, asla vaktinden önce ileri bir adım atmaksızın, gecikmeye de fırsat tanımaksızın davet ettiğim mekâna geldik.

Araba valede, kol kola asansördeki yalnızlığımıza rağmen, anlamını çözemediğim bana ait resmiyet diyemeyeceğim bir tuhaflıkla havuza yakın masamıza yöneldik çatıda.

Sadece birbirimize bakıyorduk, o, beklenti içinde, ben mahcup, suskun.

Bir dans müziği hoplattı beni.

“Hadi!” dedim, “İki dönelim! Sonrası başlangıcı olsun dünyamızın!”

Yerinden kalkmasına yardımcı olmak üzere atılırken dekoltesinin sol tarafındaki memesinin üstüne yakın yerlerdeki koyu siyah harfler çekti dikkatimi. Tüm neşem, sinirlerimle birlikte kararıp yok oldu.

Gerçekten iki kez döndük, ortalıkta, sessizliğimde beklentisinin farkında değilmişim gibi masamıza oturduk.

“Aç dememe gerek yok, sol göğsünün üstünde sanki harfler gibi karartılar gördüm gibime geldi!”

“Anne ve babamın isimlerinin baş harfleri, dövme olarak yaptırmıştım, kıskandın mı yoksa?”

“Benim olmayan bir şeyi kıskanma hakkım olabilir mi? Anlayamadığım seni doğuran ve doyuranları gönlünde, yüreğinde, beyninde taşımak yerine dövme olarak vücuduna eziyet etmen…”

“Beğenmediysen sildireyim!”

“İkinci kez eziyet ve üstelik bunu benim için yapabileceğini söylemen hazin. Bu; senin hayatın, müdahale etmek asla hakkım değil. Peki bu dövmeleri annen mi, baban mı yaptı sana?”

“Şaka mı yapıyorsun? Tabiidir ki işinde uzman bir dövmeci yaptı!”

“Bir genç kızın, ya da kadının anne, baba ve çocuğunun ulaşabileceği bir yere yabancı bir elin, yabancı bir gözün dövmeci hüviyetiyle şekil işlemesi ve kim ne derse desin benim düşünceme ve dinime göre ters bir işlem…

Ağızdan çıkan bir söz, yayından kurtulmuş bir ok, namlusundan fırlamış bir merminin geri dönmesi mümkün müdür Mihriban?..

Garson! Gel! Ve Hesabı al, lütfen!..

Sen de hazırlan, seni evine bırakayım son olarak!”

“Bu kadar mı?”

“İnancım bu benim ve yokum artık!”

“Peki!...”

Bir varmış, bir yokmuş örneği…

Ertesi gün gazetelerin üçüncü sayfalarında iki ayrı haber vardı, birbirinden farklı olarak.

Birincisinde göğsüne kezzap dökerek sol göğsünü tamamen yok ederek hiçbir not bırakmaksızın kendini asarak intihar edip yok eden genç bir kıza aitti.

İkincisinde; “Söylememeliydim!” notu bırakan bir genç adam kerelerce ağzını koli bandıyla kapatıp sonrasında burnunu da kapatıp gene kendini asarak intihar etmesiydi. Belki de asarak değil, koli bantlarıyla kendini nefessiz bırakarak intihar etmiş olabilirdi. Çünkü koli bandı tamamlanmamış olarak ensesinde yarım kalmıştı.

Aşk var mıydı? Muhtemelen…

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Dövme (Öyküdeki Anlamı); Vücudun derisi üzerine (bir kısım literatürlere göre altına), iğne vb. sivri araçlarla çizilmek ve içine renk veren maddeler konulmak suretiyle yapılan yazı veya resim.

Her dövmenin kendine özgü anlamları olduğu için öyküyü uzatmaktan başka değeri olmayan teferruata girilmemiştir. Bu konuda İslami açıdan, bir kısım bilgiçlerin farklı yorumları vardır. Birinci grup “zinhar” demekte ve dövme yaptıranı lânetlemektedir. Ben de düşünce olarak kendimi bu gruptan ayıramıyorum.

Ancak başlangıçta Diyanet İşlerinin İnternet resmi sitesinde dövme yaptırmanın sakıncası ve abdeste, gusle engel olmadığı ifade edilmiştir.

Daha sonra Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından şu karar alınmıştır. “Sağlık açısından zararlı olduğu gibi, dinen de yasaklandığı” ifade edilmiştir. Dikkat çekmek, daha güzel görünmek amacıyla, yaratılıştan verilmiş olan özellik ve şekillerin değiştirilmesi İslam dininde, fıtratı bozma kabul edilerek yasaklanmıştır. Dolayısıyla dövme yaptırmak caiz değildir.”

Ben düşünce ve kanaatimi serdettim, bazı din âlimlerinin “Dövme ile ilgili” görüşleri örnek olarak şöyledir;

Kur’an'da dövme ile ilgili “Haramdır, günahtır” diye bir ayet yoktur. Ama sahih hadisler vardır. Ayrıca ilahiyatçı hukukçuların da görüşü budur.

Dövme; aşağılık duygusuyla alakalı bir şey

Hristiyanlıkta; “İmana dayanmayan her şey günahtır.” şeklinde belirtilmiştir.

Beden üzerinde dövme yapmak/yaptırmak Musevi inancı mensupları açısından Musevi dininin temel ilahi metni olan Tora/Tevrat metinlerinde bir tanrısal buyruk olarak men edilmiş bulunmaktadır.

Dövme; Sadece dikkat çekmek isteyen, aşağılık duygusu olan, topluma kendini ispatlamak isteyen insanların yaptığı geçici bir hevestir.

Dövme; deri altına renk veren bir madde yerleştirilerek yapıldığı için deri üstüne suyun temasına engel olmaz. Bu sebeple abdest ve guslü olur, dövme bunlara zarar vermez, engel olmaz.

(*) Utku; Zafer. Birçok emek ve tehlikeli uğraşmalar pahasına kazanılan mutlu sonuç. Galibiyet. Yengi.

Şölen; Eğlenmek, ya da bir olayı kutlamak amacıyla çağrılıları özenli yemek ve içkilerle ağırlama işi. Gözü, gönlü doyuran güzel şey.

Mihriban; Şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu, dost (Mihriban; Musa EROĞLU’nun meşhur ettiği; “Sarı saçlarına deli gönlümü bağlamışım çözülmüyor” şeklinde başlayan Abdürrahim KARAKOÇ’a ait Kahramanmaraş yöresine ait türkünün birinci bölümünün en etkili yerleri bence; “Lâmbada titreyen alevin üşümesi, aşkın kâğıda yazılmaması, aşka hudut çizilmemesi” olsa gerek.)

İlkdem; Herhalde anlamı üzerinde olsa gerek.

Mihri; Güneşle ilgili, güneş, sevgi, Eylül ayı.

(*) Önemli ve indimde büyük bir yazarın romanında; “Yazanın Notları” yoktu. Paragraflar uzundu. Konu değiştikçe yeni sayfalar açmıştı. Örnek aldım, kopya, hatta (ç)alıntı diyebilirim. Ben de bu öyküde o yazar gibi çaba sarf ettim. Bir sözlüğe bakılarak öğrenilecek kelimeleri öyküye monte etmedim.

(1) Git Gel (Gitgel); Lügat manası; konut ve iş yeri arasında ve bunu yaparken meskûn mahal sınırını aşan seyahattir. Bazen, işle ilgili olmasa bile, yerler arasında düzenli veya sık sık tekrarlanan seyahatler. Ancak öyküde; tamamen kararsızlık anlamında ikilem şekli anlatılmak istenmiştir. (Sözün aslı; “Git gel Konya altı saat!” şeklindeydi. Şimdi hızlı tren servisi nedeniyle bu süre “Git gel üç saat!” olarak gerçekleşmektedir).

(2) Nostalji; Aslı Fransızca “nostalgie” kelimesinden Türkçemize yerleşmiş olup, eski Türkçemizde (yahut da Osmanlıcada) “Daüssıla” denilen kelimenin anlamı kısaca; “Geçmişe özlem” denilebilir. Geçmişte kalan güzelliklere olan özlem duygusu ve bu duygunun baskın bir duruma gelmesi, geçmiş severlik. Genellikle olumsuz duygular tarafından tetiklenir. Başa çıkamama hislerinden kaynaklanır. Gerçeklerden kaçınmayı sağlayan savunmadır. Zorlu-stresli zamanların aranılan desteğidir. Sorunlar altında boğulan bir kişinin benlik saygısını ve yaşamdaki anlamını artıran en büyük yardımcıdır.

(3) İtibardan Tasarruf Olmaz; En son 2019 yılı itibariyle devletin Cumhurbaşkanın yaptığı tasarruf dışı (bence yanlış harcamalar için savunduğu) bir deyim. (Fiziksel Anlamı; Eğer bir şeyler karşılığında menfaat kazanılacaksa, örneğin kaz gelecek yerden, tavuk esirgenmez gibi, bir kısım şeyler dikkate alınmamalı… İtibardan tasarruf olmaz, ama haysiyetten tasarruf olur mu? Murat MURATOĞLU)

Al Takke, Ver Külâh; Uğraşa didişe, çekişe çekişe. Aralarındaki senli benli dostluğu sürdürerek.

Kan Çanağı Gibi Göz; Uykusuzluk, ağlama, kızgınlık ya da göze bir şeyin kaçması sebebiyle gözlerin çok kızarmış olması.

(4) Adam Olmak; Büyümek, yetişmek, topluma yararlı olmak, iyi olmak, adam gibi davranmak, bir duruşa sahip olmak. Bir gruba dâhil olmak değil, bir duruşa sahip olmaktır.(Meşhur hikâyedir; “Kaymakam olan bir oğul, babasını makamına getirttirir ve “Adam olmazsın!” diyordun, “Kaymakam oldum!” sözlerine karşılık “Ben kaymakam olamazsın demedim ki, adam olamazsın, dedim. Adam olsaydın beni getirttirmek yerine gelir elimi öperdin!” demiş).

Rahmetli Bülent ECEVİT Rudyard KIPLING’e ait “IF (EĞER)” şiirini “ADAM OLMAK” olarak tercüme etmiş ve en önemli dizeyi; “Düşlere kapılmadan, düş kurabilir(sen)” şeklinde belirtmiştir.

(5) Ölülerin Arkasından Konuşulmaz; Kur’an’da Hucurat Suresi 12. Ayette; “Gıybet etmeyin, Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı?” denmektedir. “Ölülerinizi hayırla yâd ediniz, ölenin arkasından konuşulmaz!” sözleri ise Peygamberimize mal edilen hadislerdir.

(6) Ben sana mecburum, bilemezsin, adını mıh gibi aklımda tutuyorum.  Attila İLHAN

Ancak bu arada Özdemir ASAF’ın sözünü de unutmamak gerek; “Ben utangaç bir kalbi taşırım geceden... Ben sana âşık olduğumu ölsem (de) söyleyemem!” şeklindedir.