Ortaokulu başarıyla bitirmiştim. Babamın memuriyetini yaptığı ilçede o tarihlerde lise yoktu. Akıllı olduğumu iddia edebilirim. Zekâm konusunda kısmi bir eksikliğim olduğuna inansam da.

Abilerden yardım ve akıl aldım; “Ankara’ya git, şu ya da şu veyahut şu liselerden birine kaydını yaptır, üniversite yolunda başarılı olursun, zarar etmezsin!” demişlerdi.

Antrparantez hemen ekleyeyim ki, gerçekten Ankara’da ve övündüğüm ve öğündüğüm(1) lisede(1) çok şeyi iyi ötesinde iyi, hatta pekiyi öğrendim.

Beden Eğitimi dersinden yazılı yoklama yapıldığını, az daha ikmale kalacağımı, minderde takla atmakla zorlukla geçerli not alıp Beden Eğitimi dersinden ancak sınıf geçeceğimi aklımın ucundan bile geçirmem(2) mümkün değildi.

Ancak hemen eklemem gerek ki, bu büyük okulda hem birinci, hem de son sınıfta birer yıl kaybetme başarısını sahiplenmiştim! Netice; bu sınıfta kalışların bilgi birikimiyle üniversite sınavını ilk sıralarda kazanmıştım. Parantezi kapatıyorum.

Liseye başlangıcım, bir serüvenin (ve kısaca bir aşkın) ilk basamaklarıydı. Aslında “Aşk” demekte acele ettiğimin farkındayım, henüz on beşlerde yaşlarda gâvurca(3) “teenage”(3) kavramında sevgiyi aşkı biliyormuşum gibi! Ne demişti o büyük aşk âlimi(!); “Aşk; bir elma şekeridir, yersin, elinde kazığı kalır!”

Babam cebime harçlık koydu; “Git! Başının çaresine bak!” diye, liseye kayıt olmam için. Annem dualar okudu. Ortaokul Diplomamı, Nüfus Kâğıdımı, İkametgâh Belgesini, fotoğraflarımı alarak en ucuz ulaşım vasıtası olan posta treniyle bir sabah vakti Ankara’ya ulaştım.

Sora sora Bağdat bulunurmuş(4), ancak sormama gerek kalmadı. Adres, annemin tarifi, banliyö treniyle dayımın evini “Şıp diye” ya da elimle koymuş gibi bulmam(5) zor olmadı.

 Bir-iki günüm, kayıt için okul ile dayımın evi arasında mekik dokuyup(2), yatılı olarak kalacağım öğrenci yurdu aramakla git-gel şeklinde geçti. Bu arada gerekli vaktin uygun olduğunu düşünerek “Âşık olmak” için de hazırlıklar içindeydim, nihayeti ana-baba çekincesi (daha doğrusu baskısı), o günlerde ve yaşadığımız yörenin muhafazakâr(2) yapısı sebebiyle böyle bir hakkım yoktu!

Ancak büyük şehrin bana bu kolaylığı sağlayacağı düşüncesi egemendi, düşüncelerime. Oysa içimde kıpırtının kıpırtısı(6), sevgi denen anlamından bile haberdar olmadığım o yaşın gereği olduğunu düşündüğüm heyecan bile yoktu, aşk ne demekti ki?..

Etrafımda asla çirkin olmayan, hepsi sevgi dolu, ilerleyecek yaşamda eşini mutlu edecek, nur topu gibi(6) dünya tatlısı bebekler verecek, dünyanın en güzel annesi olmaya o kadar çok aday güzel kızlar vardı ki, doğal olarak âşık olmamı isteyen, hatta bekleyen, benim âşık olmam gereken!

Kaba, burjuvazi(3), kendini beğenmiş bir abartma gibi görünecek olsa da bir işaretle birilerinden biri eşim olmaya hazırdı. Nokta(7) koymadan önce itiraf etmeliyim ki; eğer o birilerinden birini sevecek kadar cesur, atak, kabiliyetli ve sevecen olmakta başarılı olacağıma inanabilseydim âşık olmayı ve geleceğimi başarabilirdim herhalde.

Başarısız girişimlerin hangi birini anlatayım ki? Örneğin insan bisikletle kızın üstüne gidip arkadaşlık teklif eder miydi? Ya da kızla karşılıklı bakışıp, nihayetinde tam evinin kapısında daha ağzını açmadan ağabeyiyle karşılaşıp maraton koşusunun(6) nasıl yapıldığına dair ayaküstü bilgi edinebilir miydi? Başaranın kim olduğu bilmek, ne bilmece, ne de sorun!

“Köpeğin olayım?” dediğinde “Hoşt!” teklifi manidar(3) bulunabilir miydi?

Ve de en acısı; “İtin duası kabul olsa gökten kemik yağardı(8)!” tebessümüyle karşılaşır mıydı?

“Adınızı bağışlar mısınız?” dediğinizde “Niye, sizin yok mu?” azarıyla karşılaşabilir miydi?

“Kurban olayım?” dediğinizde “Mundarları(3) kabul etmiyor Allah!” ya da “Kurban bayramına daha çok var!” veya “Kurban bayramı geçeli çok oldu?”

Sözlerin güzel olanları yok muydu? Vardı tabii;

“Arkadaşım…” daha sözümü tamamlamadan el cevap; “Git işine be şapşal, sersem, pişmiş kelle(6), hanzo(3)…”

“Kalbimi versem?” “İhracat fazlası mı?“ veya “Köpekler bile yemez, kalsın!” veyahut da “Sarhoş musun sen, hem güpegündüz?” ve sonra “İşin-gücün yok mu senin lo?”

Beş yıl (kemiksiz, iliksiz artık nasıl denirse) süren lise hayatımda karşılıklı kalp, gönül alışverişlerimle ufak-tefek bir-iki fırsatı değerlendirmeye çalışmasam olmazdı. Gerçi şarkılar; Ayşe, Emine, Hülya, Leylâ… üzerineydi, ama değerlendirmem gereken isim; İlknaz idi üstelik anasına babasına bir tek “naz” yetmemiş olsa gerek ki diğer ismi de; Binnaz” idi.

Nazlılar çıkıyordu karşıma, diğeri Aynaz idi, ilgilendiğim.

Tam liseyi bitirirken bu kez gerçek olarak Naz çıktı karşıma, eklentisiz…

Her neyse, sonuç olarak yaşamımdaki gerçeklerin dışına taşan hayal, rüya, düşüncelerle yatılı yurdu bulmuş, yerleşmiş, önce liseyi, sonra üniversiteyi ve askerlik görevimi bitirmiş ve işe başlamıştım.

Âşık olmaya niyetli olan ben, bu hakkımı kullanmayı neredeyse kaybetmek üzereydim. Bu sırada annemden yaşlı olan dayımı, yengemi ve sıra dışında kalmayı beceremeyen babamı yitirmiştim.

Babamı yitirdikten sonra sap gibi ortada kalan(2) ben, ne de olsa babam gibi anneme her bir konuda yardımcı olamamak yanında, göze batar(2) bir biçimde ağırlık olmaya(2) da başlamıştım, hissettiğim kadarıyla. Aynı zamanda annemin ağrıları, sızıları, acıları, romatizmaları hissettirilecek şekilde artmıştı!

Pazar, çarşı, günlük ve haftalık ev işlerinin tümünü üstlenmeme, hatta hafta sonlarında banyosunu yapması için iş arkadaşlarıma yalakalık yaparak eşlerini annem için evimize davet etmeme, bu sırada mecburi hava alma diyetini(3) dışarılarda uygulamama rağmen annemin mutlu bir tebessümünü benden esirgemesi üzüyordu beni.

Annem duygu sömürüsü(6) yapmakta (bana göre) profesyonel bir aktris idi. “Ay! Of! Oy! Amanın! Allah’ım!” vb. gibi inleyiş, ünleme ve kaygıları bitmediği gibi, satır aralarında; “Ayşe Hanımın kızı, Fatma Hanımın torunu, Hatça Hanımın baldızı, Huriye, Hayriye, Nuriye, Düriye, falanın filânı, filânın falanı gibi araştırma, soruşturma, inceleme ve tavsiye sonuçlarını da bana iletiyordu.

Bu konuda sıkıntı çekmediği gibi her günün akşamında erkenden yatmamı gerektirecek şekilde sunumları bitip yetmiyor, şaşırılan sıralar tükenmiyordu.

Be güzel annem, doğuran, siparişler aşamasına kadar doyuran annem! Sipariş üzerine gibi yuva kurulur muydu? Oysa ben…

Evet! Sevgi olmasa da, yakınlık, hoşlanma, göz süzme(2) gibi eylemlerle evrak alıp verirken eline dokunduğumda heyecanlandığım Aysel’e ilgi duyuyordum. Hislerim beni yanıltmıyorsa o da benim gibi içinde gerçekleştirdiğine inanmadığım bir sevgi yumağı(6) olmaksızın bana yakınlığını hissettiriyor, ilgi gösteriyor “muş gibi çaba içinde(6)” idi.

Eksik olan konu muhafazakâr bir aileden geldiği için gizli-saklı olmaksızın, aşikâr bir adımı benim atmamın gerektiği kanısında olsa gerekti. İçini bilmediğim bir dünyaya bırak kendimi, mutlu olamayacağını haddim olmayarak(2) da olsa bildiğim bir genç kızı atma teşebbüsünde nasıl bulunabilirdim ki? Hakkım var(2) mıydı?

Bu genç kızı da, annemin sıraladığı kızcağızları da “Sırf annem, istiyor, diliyor!” diyerek “hizmetçi gibi” nasıl eşim olarak kabullenirdim ki? Veremeyeceğim bir şeyler için, ilerlerimizde sevgi dağarcığımızın(6) yüklenebileceği varsayımıyla nasıl karşılık bekleyebilirdim ki?

Atalarımız; “Olmaz, olmaz!” demişler. Ama olurmuş,  hem de bal gibi.

Bir münasip gün ertesinde bir genç kız ve annesiyle karşılaştım mesai dönüşünde, evimizde, akrabamızmış! Kim tarafından? Önemsiz! Uzaktan! Akşam yemeğine kaldılar, ordan-burdan-şurdan belki ben gelmeden önce başladıkları vasıfsız sözleri bitirmek gibi bir amaçla.

Sonrasında ummadığım bir tezahüratla ve fakat akşamın o vakti olmasına rağmen kendilerine refakat etmemi istemeksizin ayrıldılar evimizden.

“Tezahürat” dedim, evet doğrusunu başka türlü ifade edemezdim. Gökyüzünün mavisinden bile berrak ve güzel gözleri olan genç kız, kırk yıllık olmasa da, kırk yıllık bir içtenlikle “Tekin” deyip gözlerinin içinde kayboluşuma aldırmaksızın kucakladı beni.

Annesinin tutumu onunkinden pek farklı sayılmazdı, “Oğlum!” deyip kucakladı.

Yanlışlığım o kısa süre içinde gözleri dışında ne alıp vermem gerektiği konusunda bilgim olmayan genç kızın adının ne olduğunu öğrenemememdi. O gözlere sahip olan bir genç kız, Allah’ın evinden fırsatını bulup kaçarak yeryüzüne inmiş bir melek olabilirdi, o halde ismi herhalde “Melek” olsa gerekti.

Allah var, yalan söylemem mümkün değil, öpmediler beni, sadece kucaklamaları sonrasında (ve galiba her ihtimale karşı) elimi sıktı anne-kız!

Onlar gider-gitmez, reklâm faslından sonra istihbarat(3) şeklinde bir soruşturmaya başladı annem, öyle parça parça değil, hevenk hevenk(6).

Üstelik “Analık hakkımı, sütümü helâl etmem! Ahir ömrümde(6)!” şeklinde ek ısrar ve düzenlemelerle, önceden de belirttiğim gibi Türk Sinema sanatkârlarını özendirip, üzecek gibi şekilde, ne kadar makyaj yapması, gözleri için ağlar pozisyonunu gösterircesine ne kadar soğan doğraması gerekiyorsa, o kadar…

Annem! Güzel annem! Bir evlâdı doğurmak, doyurup büyütmek ona hükmetmek hakkı mı verir bir anneye? “Beni doğur, bana hükmet!” mi dedim ki sana? Doğmasaydım (hani meselâ), “Niye doğmadım?” diye şikâyetim mi olacaktı, hem kime, hem neden, hem nasıl?

Gene de cennet ayaklarının altında, başa taç, her derde ilâçsın ya! Adını bile bilmediğim, doğal olarak sevgiden bahsedemeyeceğim bir genç kızın, hayallerini yıkmak pahasına ilerilerde sevebilirim belki, ama incitici tavrın için hüzünle; “Peki!” demek istesem de, demek gayreti yaşasam da diyemiyorum, anneciğim.

Annemin son konuşma telkin ve ısrarında başımı eğdim, düşünceme sadık kalarak “Peki!” dedim.

Ve anlam vermekte sıkıntı çektiğim tezahüratına şaşırdım. İçten pazarlıklı olamazdı, ama çalışmayan, çalışmamakta direnen, çalışmak istemeyen beynim nedeniyle anlayışım da bitti, tükendi.

Annem ancak ertesi günün öğlenine kadar sabırlı olabildi. İşyerime telefon etti; aynı emir sedasıyla;

“İzin al, çabuk gel!”

Eve ulaştığımda muhtemelen pencereden takip edip görmüş olsa gerek ki, kapıdan içeriye girer girmez kısa, kesin bir tavır ve emirle;

“Güzelcene giyin! Yürü! Gidiyoruz!” dedi.

Henüz tanıştığımıza bile içimden inanamadığım uzaktan akrabamızın, evini, adresini, huyunu-suyunu annemin bu kadar kısa zamanda öğrenmiş olmasına hayret etmedim değil. Akıl erdiremeyişim beynimin küçülmesinden olsa gerekti, kuş beyni(6) kadar kalmış olduğu konusunda iddialıyım, kuş beyinli, balık hafızalı(6) biri olarak.

Anlayamadığım en gülünç konu, kafatasımın büyüklüğü aynı kaldığı halde, kuş beynimin langır-lungur etmemesinin hikmetini de anlamamıştım. Allah büyük, ama kuş beynine göre kafatasının da aynı oranda küçülmesini akıl edememiş olsa gerekti, dolaysıyla hafıza konusunda bir soru işareti yadsınmamalıydı!

Ama Tanrıya karşı haksızlık etmiş olmayayım, onun büyüklüğüne, kimse akıl-sır erdiremediğine göre, beyin-kafatası-hafıza oranını kendine göre uygun gördüğü biçimde şekillendirmiş olabilirdi Tanrı.

Ayarsız tezahürat, “Kim o? Hoş geldiniz! Hoş buldum!” denmeden kapı açılır açılmaz anneme hiç yakıştıramadığım bir yalanla başladı söze annem;

“Benimki unutamadı seninkini, sıcağı-sıcağına gelelim, dedik!”

“Sorma! Benimki de aynı!”

Zaten sormaya gerek yoktu. Son zamanlarda moda olan deyimle “İstikşafı Etüt(6), plân, proje, taslak çoktan yapılmıştı ve hazırdı. Şu anda fol da, piliç de, kümes de yoktu. Üstelik “ü-ürü-üüü!” diyecek olandan gereğine uygun uyarı yönelmemişti, meselâ sabah olmasına rağmen ciddi olarak.

Ufacık bir nokta, tüm hazırlık ve gelişmeler istikşafı etüde göre uygun şekilde yapılmış olmasına rağmen “Unutamadı!” diye anılan yumurtlayacak piliç ortalıklarda yoktu. Hesap verme yükümlülüğü olmayan kendi başına bağımsızlığı ilke edinmiş bir kız olsa gerekti piliç!

Ve sonra ucube(3) bir mini etek, dekolte(3) bir kıyafetle yumurtlama hüviyeti verilecek hanım kızımız kapıyı anahtarı ile açıp eve teşrif ettiğinde yüzü hayret cümleleri(!) ile yüklü gibiydi.

Ya annesi haber vermemiş, unutmuş, ya da bu kadar erken bir davranışta bulunulmayacağı düşüncesiyle umursamamış olsa gerekti genç kız.

Yüzünde aşırı makyaj, özellikle dudakları ciğer yalamış gibi kızarıktı. Yarım ağızla “Hoş geldiniz!” dedikten sonra muhtemelen odası olan bölümden bir bohça ile birlikte banyoya yöneldi.

Beş-on dakika sonra çıktığında üstünü başını değiştirmiş, yüzünü yıkayıp, saçlarını taradığı, kendini parfümle sıvadığı halde kokusu giderilmemiş, değişmemiş bir şekilde gelip annemin yanına oturmuştu, efendice, düzenli, tertipli olarak.

Ne de olsa annem kaynana adayıydı. Bir mimik, dudağından azat edilecek tek kelime her şeye hatta bir evliliğin ömrüne mal olabilirdi.

Sonuç olarak;

Hafta sonunda el ele gezmemiz, muhallebi saltanatı(6) sona erdiği için pastaneye, sinemaya, lunaparka gitmemize izin verildi. Pastanede yüzüme baygın baygın bakmasına, ayağını kaza ile(!) ayağıma çarpmasına, dudağımın kenarındaki hayali pasta parçasına peçeteyle müdahalesine ses çıkarmadım.

Sinemada elimi tutup sıktı, korku sahnesinde değil, filmin kenarlarda, köşelerde, göz göze, dudak dudağa bir bakıma muhabbet sahnelerinde.

Lunaparkta uçan salıncaklarda salıncağımı tekmeledi, aynalarda, güldü, gülümsedi, şakıdı(2), kahkahalar attı. En önemlisi çekilen fotoğrafı, üstelik çekinmeksizin bedelini ödeyip “Benim” deyip düzenli bir şekilde, özenle çantasına yerleştirdi.

Bu ikinci 6-7 saat içine sığan zaman içinde “Galiba” sözü hariç, bu kızın beni sevdiğine inandım, “Keşke” diyesim bile geçmedi aklımdan.

Akşam karanlığı inerken; “Dönelim mi?” diye sordu, eki olan söz, bilgiççe ve enteresandı;

“Şüphelenmesinler!”

Apartmana yönelip merdivenlerde sensorlar devreye girdiğinde elimi tutup yüzünü döndürüp gözlerime baktı. Gerçekten bir genç kızın en can alıcı haznesi gözleriydi. Adını çok sonralardan öğrendiğim Mevhibe’nin gözleri gerçekten ilk çarpıldığım andaki gökyüzünün ve engin denizlerin mavisinden de güzelse, insan elinde olsa bile o gözlerde kaybolmamayı başaramıyorsa şeytana uyuyordu.

“Ne zaman itiraf edeceksin?” dedi, basamaklardan evin kapısına yakın olanlardan birinde durarak.

Hazırlıklı değildim;

“Neyi?” diye sorunca, vaktimiz çok daralmış gibi dudaklarımı buldu, esir aldı bir anda.

“Bunu!” dedi kısaca.

Yaşamımda hiç kimseyi, demek istediğim şu sevgilim olmamıştı ki hiçbir kimseyi öpmüş olaydım. Üstelik ne öpmeyi, ne de öpüşmeyi biliyordum, şu an öğrenene kadar. Yani ilk kez öpülmüştüm, üstelik ders verilir gibi. Yeni öğrendiğimi belirtmemeli, bunun için de zaman kazanmalıydım.

“O kadar güzelsin ki, seni önce hak ettiğime inanmalıyım.” Hareketimin garantisi gibi dudaklarına dokunmak istedim. Elimi beline doladı, ikinci kez dolu dolu olacağını tahmin ettiğim bir Mehtaplı Türk Film Sahnesi gerçekleşmek üzereyken, hareket eden asansörün yarattığı mekanik ses kapıyı açmamızı gerektirdi.

“Bizi Allah korudu(9)!” deyip dememek konusunda bir hayli tereddüt yaşadığımı itiraf etmeliyim

Bizi karşılayanlar; “ Geciktiniz! Nerde kaldınız? Merak ettik!” şeklinde şüphelenecek hiçbir söz söylemediler. Annem;

Ziyaretin kısası makbul(10), dediğinde annemin bu sözü, aklında kaldığı anlamda söylediği geçti aklımdan. Yoksa bilinmesi gereken anlamda söylediyse gerçekten o yarım gün içinde yaşadıklarım için gerçekten öpülmek gibi hazır ve hazırlıklı değildim.

Annem, adını bile bilip öğrenemediğim, uzak iken yakın olduğu inancını yaşadığını sandığım akrabamıza gerçekten kaynana ad ve niyetiyle bakar gibiydi, netice istemesem de, inatlaşsam da akraba olacağımız inancında gibiydi.

Yola çıktık, annem (sanki varmış gibi) Türk Hukukuna uygun olarak içten pazarlıklı bir savcı gibi tek kelime yöneltti, tüm anlamları kapsayacak şekilde;

“Nasıl?”

Buna yerinde görülmese de; “Ben masumum anne!” demem gerekirdi. Malûm bugünler için “mış gibi görünen(2)” geçerliliği var sayılan hukuka göre; suçu ispat edilene kadar herkes masumdu(11).

Geciktirdiğim cevap beynimde oluşmuştu;

“Çeyizim hazırsa, ‘hem ağlarım, hem giderim!(12)anneciğim!”

“Koskoca, baba olacak yaşta, kazık kadar adamsın yahu. Doğru-dürüst bir şey desene!”

“Baba olacak yaşta” sözü ile maksat, sonuç ve sipariş bir anda anlaşılmıştı. 9-10 ay bile beklemeye gerek yoktu, ya leyleklere hemen sipariş vermek, ya da genç kızla dere kenarına gidip gelecek bebeklerden birini kapıvermeliydik, kız-oğlan fark etmezdi, yeter ki annem düşüncesine göre torun sahibi olmakla mutlu olsundu!

Bilinmeyen, her şeyin göründüğü gibi(13) ve kolay olmadığı, gerçekleşmediği idi. Ancak bir evlât da gerçekler için annesine karşı boynunu eğmesinin gerektiğini bilmeliydi. Ben de bildim, bundan sonrası için hiçbir bilgim olmamasına rağmen.

Evimize ulaşmıştık zaten!

“Sen bilirsin anneciğim!”

Odasına gitti ki babamı yitirdiğimizden beri hiçbir sebeple odasına girmemiştim, belki de tavrından öyle hissetmiş olsam gerek. O odadan ahşap süslemeli, orta boy çekmece ayarında bir kutuyla döndü.

Akıllı kadındı annem. Kutunun içinde sürüsüne bereket(6) altın, bir miktar yabancı para ve iftiharla söylediğine(2) inandığım;

“Henüz çarşıya çıkıp da altın alamadığım için buraya koyduğum üç aylık dul maaşım!” diye gösterdiği Türk parası, maaş için bankamatik kartı ve banka defteri vardı.

Banka kartını ve defteri aldıktan sonra çekmeceyi önüme doğru itekledi masa üstünde.

“Hepsi senin! Bir ara evin tapusunu da senin üzerine aktarayım!” dedikten sonra emirlerini sıralama gayreti yaşadı.

“Gerekenler ne ise cebine koy! Mevhibe’yi al çarşıya çıkar! Onun da babası yok, özendiği, edinemediği şeyler olabilir, giyim-kuşam, takı falan...

Eksikli bırakma kızı. Sonra yemeğe çıkar. Öyle ucuz, ekmek arası, içerisi kebap, yağ-is-pis kokan bir yerlere değil, şöyle akıllı-uslu, müzikli bir yerlere götür. Akıl vermek haddime değil, yakınlaş, yakınlığını hissettir, dans et…

Ha! Öncesinde tektaş bir yüzük alıp cebine koy! Ortama göre yakınlaşma, yumuşama hissedersen, senin içini görmesini sağla! ‘Acele!’ diye düşünme!..

Aman! Neler anlatıyorum ki ben eski kafalı olarak, bugünün gençlerinden birine? Siz zaten biliyorsunuzdur, neyin ne olduğunu, dürtükleyip iteklemeye gerek yok sizleri…”

Gereği önce düşünüldü, sonra uygulandı, her zaman dediğim gibi; “Emir demiri keser!” modunda, “Analık hakkını helâl etmemek” ve “Seni doğurdum, dediğim gerçekleşecek, mutlaka!” modunda ve davranışında.

Kazasız belâsız denilecek bir serüven yaşamıştık, ama devamlı olarak benim giderleri karşılamam dolayısıyla, belki de yanlış duygularla onun da sıkılıp üstesinden gelemediği ruh haliyle Mevhibe’nin evine dönme vaktimiz erken oluşmuştu.

Bu durumda anneme makul ve mantıklı, unutamayacağım bir yalan söylemek mecburiyetinde kalacaktım ki bu, çözümü imkânsız sorunlar yaratabilirdi benim için anında veya ilerleyen zamanda. Param kalmamıştı cebimde. Bu nedenle bir bankamatiğe rastlamak için kendimi caddelere, vitrinlere doğru yönlendirdim.

“Pardon! Bakar mısınız?”

Rastladığım Bankamatiğe para çekmek için yönelmişken arkamdan ulaşan İngilizce söz nedeniyle irkildim(2) önce.

Ve sonra sözün devamı geldi;

“İngilizce biliyor musunuz?”

“Eh! Biraz…

Nasıl yardım edebilirim?” (Yoksa “Yardımcı olabilirim?” mi demiştim, tam olarak hatırlamıyorum.)

“İçinde telefonum ve bir kısım eşyalarımla not defterim olan çantamı arkamdan sinsice gelen iki motosikletli hırsıza çaldırdım. Beni misafir kaldığım eve götürecek bir taksi tutar mısınız lütfen, ya da beni eve götürecek kadar para vermeniz mümkün mü?”

“Tabii, neden olmasın?”

Ne de olsa Türkiye’mde misafir idi, “Gerekli olabilir!” düşüncesiyle bankamatikten limiti kadar para çekip kendisine uzattım;

“Yeterli mi?”

“Çok fazla!” deyip bir taksi parası olabilecek kadar miktarı aldıktan sonra kalanını avcuma zorla istifledi(2), diyebilirim.

Ve sözün devamını getirdi, sanırım sıkıntıyla;

“Sormayacak mısınız?”

“Türkiye’mde misafirimizsiniz! Hayır!”

“Nasıl iade ederim?”

“Gerekli değil! Aslında yetersiz bir miktar, ama daha sonra isterseniz arkadaşınıza hediye bir şey alır, ya da bir hayır kurumuna veya muhtaç olduğuna inandığınız birine verirsiniz, içinizden teşekkür edersiniz ve unutursunuz!”

Etkilenmiştim(2), peki ben o ender(2), lâcivert, Mariana Çukurunda(14) saklanmış gözleri unutur, unutabilir miydim? Bu nedenle ismini bilmediğim gibi içimde anında biriken soruları sormaksızın sırtımı döndüm.

Peşimden geldi, yoksa ben mi onun peşinden yürüdüm, taksi durağına kadar?

Anlattı;

“Cep telefonumla, not defterim önemli sadece. Önemli olan pasaportum ve diğerleri arkadaşımın evinde…

Üç-beş lira Türk parası, biraz Euro hiç önemli değil. Cep telefonsuz, adres deftersiz kalmak çok kötü olsa gerek…”

Sözleri bu kadar mıydı, bu kadarını mı anlayabilmiştim acaba? Türkiye’min çakal(3) ve bitirim(3) hırsızları bize değil, yabancı bir misafire yapmışlardı yapacaklarını, bunun altında kalmam zordu, çözüm düşünmeye hemen başlamalıydım, niçin, neden ve nasıl?

Yabancı olduğunu hisseden ülkemin ve durağın açıkgöz, zeki, sadık ve misafirperver taksi şoförlerinden biri hemen koşup taksilerden birinin arka kapısını açtı ve “Come on please(3)!” dedi. Yeterli görmeyip ekledi; “After you(3)!”

Şu an itibariyle Şoför Beyin yabancı dil bilgisinin benimkinden daha iyi olduğunu itiraf etmeliyim.

Taksiye parmağıyla “Bir” işareti yapıp sanki onu uğurlamak mecburiyetim varsayımıyla(3) yalı kazığı gibi(6) ayakta dikildiğim için yanağımdan öperek; “Tekrar teşekkür ederim!” dedikten sonra otururken;

“Aaa! Tanrıma şükür! Cep telefonum arka cebimdeymiş!” deyip araçtan inip elindeki parayı bana geri vermek istedi;

“Paraya ihtiyaç yok, artık, arkadaşıma telefon ederim, çıkar öder!” dedi ısrarla.

İddialaşmama gerek yoktu. Şoföre;

“Taksi bedelini, telefon numaramı da bırakarak Kâhyanıza teslim edeceğim! Hanımefendiyi adresine bırakın, para almayın ve eksiğim varsa lütfen beni arayın!” dedim.

“Telefon Numarası” ile “Telefon Number” kelimelerinin çakışacağını ve karşımdakinin IQ(3) derecesinin umduğumdan üstün olacağını kestirememiş(2) olsam gerekti.

Genç bayan, sadece ufkumdan değil, dünyamdan da alelacele çekilip gitti ya da ben öyle sandım. Zannetmek zorunda mıydım acaba? Beynim kendine hükmetmemi emrediyordu. İtiraz etmedim beynimin gri loblarına(6).

Türk ya da yabancı filmlerinden birinden, okuduğum bir romandan, ya da bir anlatıdan (ç)alıntı ile destekledim beynimi.

Hırsızlar; “Çaldıklarından işlerine yarayanları aldıktan sonra kalanları ya bir bahçe duvarından bahçeye yahut çöp konteynerlerine atıyorlardı.

Mantıksızlığımı(3) sorguladım kendim kendime, genç kıza sormam gerekirken sormadığıma hayıflanarak(2). Çantasını nerelerde, ne zaman ve nasıl çaldırmıştı? Ne merak etmesini bilmeyen adamdım yahu, üstelik etkilendiğim varsayımımla?

Demokrasilerde de, boş gezenin boş kalfası hüviyetinde olan bende de çare tükenmezdi, tükenmemeliydi de.

İlk “Bakar mısınız?” heyecanını yaşadığım mıntıkadan geriye doğru; “Lâm bir, lâm iki!(15)” der gibi başladım çözüm tavrıma. Yani bir ayağımın topuğu, diğer ayağımın burnuna değecek şekilde adımlarla sol şeritten alık alık bakınma(2) nitelemesinden ötede, şüphe ile fırça-dayak-sopa yeme olasılıklarını göz ardı ederek dikkatli bir şekilde bahçe duvarlarının ve çöp konteynerlerinin içlerine bakarak yürüdüm.

Sol şeritte başarısızdım. Sağ şeritte de sol şeritten farklı değildi görünümüm. Hırsızların muhtemel yörüngelerini tahmin etmem, hele ki bir umutla tüm sokağı, mahalleyi bir uçtan-diğer uca kolaçan etmem(2), gözlemlemem, kontrolden geçirmem asla mümkün değildi, hele ki umutsuz bir şekilde…

Bu avucumu yıkayıp temiz bir şekilde yalamamın(2) gerekçesiydi.

Alık alık demiştim. Gerçekten alıklığın da bazen değerinin olduğuna şahit oldum, küskünce eve yöneldiğimde. Bir bahçe içine atılmak istenen bir çanta, bahçe demirine takılıp asılı kalmış, muhtemelen de ben geçinceye kadar kimsenin dikkatini çekmemiş olsa gerekti.

Umutla elime alıp içine baktım, tam anlamıyla “Bingo(3)” denecek durumdu. Defter, rujlar, kalem vb. duruyor, doğal olarak paralar ve belki de paraların olduğu çanta yoktu. Defterin başında kocaman harflerle “Minus” yazılıydı. İsmi mi idi acaba?

Minus; İngilizcede “Eksi, negatif” demekti. Kendim kendime seslendim acayipçe;

“İngilizcede böyle isim mi olurdu yav?”

“Acaba?” diye sorguladım kendimi, bir harf hatası olup da “Minas” yerine yazılmış olabilir miydi? Yaptığım araştırmaya göre Minas; Ermeni lisanında “Balık” anlamında bir kelime, Avrupa tarafından bir yabancı için nasıl ve ne şekilde ilgi kurduysam?

Acaba üç-dört kız çocuğundan sonra, gelen kız çocuğu olarak Türkçemizdeki; “İmdat, Yeter, Yetiş, Sonol, Sonnur, Sonay” gibi “Yeter artık!” anlamında bir isim olabilir miydi?

Olacak şey değil, ama zehir gibi çalıştığına inancım olan beynime göre, genç kız, ya da o yazıyı oraya koyan, sesli harflerde takdim-tehir yapıp(2); “Munis, Yani; sevimli, uysal, cana yakın, yumuşak” demek istemiş olabilir miydi ki? Ne alâka(6)?

Yine en son düşünülecek unutulduğu varsayılacak bir harf eklentisiyle Nimbus (Karabulut) yahut da sesli harfleri yok sayıp, diğer harflerin de yerlerini değiştirerek olacak şey değil, ama msn (Microsoft Network) kısaltması olarak da düşünebilir miydim?

Taksi şoförünün ona mükemmel İngilizce sözlük Türkçesiyle;

 “Your name what?” diye adını sorduğunu, onun da cümleyi “What is your name?” şeklinde düzelterek öğrettiğini bilmem mümkün değildi.

Bir vesileyle genç kız arabaya binerken taksinin plâka numarasını, şoförün Abdürrezzak olan ismini dili dönmediği için söyleyemediğinden yazarak not aldığından, durağa ait bir kartı resmen edindiğinden haberim olması imkânsızdı.

Genç kızın hareketlerini aynen benim de tekrarladığımı söylemem gerek, ancak şu gerçek ki genç kız benden daha akıllı idi, ancak yaptığının bana âşık olmak için gerçekleştirildiği gibi yaşamak da aklımdan geçemezdi, doğal olarak, hani meselâ varsayımı ya da deyimiyle!

Ben ona yakışacak en güzel isimlerden biri olarak “Mary Angel” ismini verdim. Oysa…

Taksi şoförü gelmiş, başka görevler için gitmişti, onun lehine ufak birkaç kuruşluk pürüz kalmış(2), ancak o da üstünde durmamıştı. Ben o çantayı iade etmeliydim, ancak o genç kızın sevincini görme eğiliminde olmak, bana yakışmazdı.

Şoför gelince, çantayı ona verdim; “Bulduğumu, teşekkür etmesine gerek olmadığını, şüphesi varsa polise gitmesini, çantasını getirdiğiniz için taksi parasını o genç kız ödemezse, ödeyeceğimi belirttim, cep telefon numaramı teyit için tekrar ederek.

Sanırım çantasına ulaşmış olsa gerekti, muhtemelen “Nasıl?” sorusuyla yüklü şüpheler şeklinde?

Hafta sonuydu ve annem tarafından yeni bir emir servise konulmuştu;

“Yeni bir kebapçı açılmışmış, komşular diyor, sadece İskender yapıyormuş, hafta sonu kalabalık olur, ama sen internetten her ne deniyorsa ondan yaptır ve Mevhibe ile gidin. Sonra biraz dolaşın. Artık biraz açılın, birbirinize demeniz gerekenleri deyin, bir araya gelmeyi isteyin, biz de iki dul kadın olarak, ne yapcaz, ne etcez, bilelim artıkın yahu!”

Mutlu olmak değil, hatta düşünmek bile değil, battı balık modunda kabullenmem gerekiyordu annemin dileğini. Ama bir eksiklik vardı, ya da yaşadığım anda farkına varamadığım, bilgimin, bilmemin dışında yanlışlık, hatta yanlışlıklar…

Hissediyordum. Ama evet! Evet! Bilmiyor, bilemiyordum.

Sözleştik Mevhibe ile rezervasyon nedeniyle ayrılan masamıza yetişmek kararıyla ve Mevhibe beni yanılttı. Ama göründüğü düzenin dışına çıkmış olarak frapan kısa etek dizaynlı bir elbise ile ve bomboş, sadece koluma girip etrafa “Bu adam benim! Sahibiyim!” ya da “Bu adam benim sahibim!” der gibi.

Tam lokantaya girerken bir toplulukla karşılaştık şaşkınca.

“Mevhibe?”

“Nazmi!”

Kalp kalbe karşı atışın gerekçesi gibi bilinen bir gerçek gibiydi, farkında olmaksızın karşılıklı. Ve biz;

“Tekin?”

“Naz!”

Ve diğeri genç kızda anlamsız bir sessizlik, Tekin’in taksi parasını ödediği.

Kim? Nedir? Ne değildir? Tekin’in zihninden geçirmekte zorlanmadığı.

Mevhibe ve Naz’ın ağabeyi Nazmi yıllardır bilinen kişilerdi, anında fark edip hissettiği, dudaklarındaki morlukların daha önceki sebebi, vazgeçemediği, ancak Tekin’i de “Eldeki bir gelecek ikiden hayırlıdır!” diye düşündüğü, kesinlikle. Belki de yaşamına boynuzlamak, yaşamına sevgi bağında devam etmek umudu yaşadığı.

Naz, evvelinde karşılık beklediği cevabını alamadığı bilmem kaçıncı, ama gerçekten sevip ihtiyaç duyduğu, ancak karşılığını beklemesine rağmen alamadığı sevgilisiydi Tekin’in, zorla güzellik olmadığı gibi, zorla güzellik olmadığının belirtisi, belgesi gibi.

Garibim, ismi bile bilinmeyen, sadece anlamsız bir söz olan Minus ise masumdu, te nerelerden yabancı bir yerlerden geldiği bilinmeyen, Naz’ın herhangi bir şekilde arkadaşı olup da tesadüfen Tekin’e rastlayan.

Biri yanındayken yanında olmayıp sahiplenemediği, bir karşısında olup da, sahiplenme konusunda üç paralık bile değerinin olmadığı, öteki henüz başlangıcı bile olmayan üç kadın vardı biri yanında ve diğerleri karşısında yaşamında asla önemi olmayan.

Ayazda kalmıştı Tekin, artık önüne bakması gerekliydi…

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Ayazda Kalmak; Boş yere beklemek, bekleyip bir şey elde edememek, umduğunu yakalayamamak. Soğukta kalmak.

Abdürrezzak; Bütün mahlûkların rızkını veren Allah’ın kulu.

Mevhibe; Bağış, vergi, ihsan, sevgi.

(1) Türk, Öğün, Çalış, Güven (Mustafa Kemal ATATÜRK); Öğün kelimesinin “Övün” kelimesi ile ilgisi yok. Öz Türkçe “Öğ” (Akıl, us anlamında) kelimesinden üretilen “Öğün” ise; “Akıllan, aklını kullan!” anlamında.

Övündüğüm Lise; Ankara Atatürk Lisesi.

Yazılı Yoklama yapan Beden Eğitimi Öğretmenim; 1960 Roma Olimpiyat Oyunlarında Güreş Kafilesi Yöneticisi; Fethi GÜRSOYTRAK idi.

(2) Ağırlık Olmak; Sıkıntı vermek. Birine yük olmak, kendi masrafını başkasına çektirmek.

Aklının Ucundan (Kenarından, Köşesinden) Bile Geçmemek (Geçirmemek); Bir konuyu hiç düşünmemiş olmak.

Alık Alık Bakınmak; Aptalca, şaşkın şaşkın etrafına bakınmak.

Avuç (Avucunu) Yalamak; Beklenenin, umulanın olmaması, umduğunu bulamamak, elde edememek, umulanın ele geçirilememesi, umduğunu, istediğini ele geçirememek. Sükûtu hayale uğramak. Umulan, beklenilen bir şey ele geçirilemediğinde kullanılan bir deyim.

Etkilenmek; Etkilemek eyleminin kendisine yapılması. Etkiye uğramak (Etki; Tesir. Bir kimsenin ya da bir nesnenin başka bir kimse ya da nesne üzerindeki düşünce, yön, eğilim vb. değiştirmeye yol açan gücü.  Bir etken, ya da nedeninin sonucu).

Göz Süzmek; Göz kapaklarını birbirine yaklaştırarak nazlı nazlı, anlamlı anlamlı, baygın baygın bakmak.

Göze Batmak; Başkalarının çekemeyeceği bir düzeye erişmek, kıskançlığa yol açmak. Görünüşü herkesi rahatsız etmek.  Bakanları tedirgin edecek gibi aykırı, uygunsuz ya da yakışıksız görünmek. Çekememezliğe yol açmak.

Haddi Olmamak; Bir şeyi yapmaya hakkı ya da yetkisi olmamak.

Hakkını, Haddini, Hukukunu Bilmemek, Haddini Aşmak, Haddi Ve Hakkı Olmamak; İnsanların haddini bilmeksizin aşıp etrafa gösteri yaparak zarar vermelerinin bir ifadesi.  Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yetebileceğini bilmeksizin onun ötesine geçmek çabası yaşamak, ölçüsünü bilmemek.

Hayıflanmak; Acınmak, yerinmek, esef etmek, kaybedilen bir fırsat için üzülmek.

İftiharla Söylemek; Kıvanarak, kıvanç duyarak, övünerek konu üzerine eğilerek söylemek, belirtmek.

İrkilmek; Ürküp korkarak geri çekilir gibi olmak, ya da korkup şaşırarak duraksamak. Birikmek, toplanmak, yığılmak.

İstiflemek (İstif Etmek); Genellikle aynı türden malları üst üste, düzgün bir biçimde yığmak. Dizmek, sıralamak. Stok etmek. Stoklamak.

Kestirememek; Ne yapacağını bilememek, şaşırmak.

Kolaçan Etmek; Çevrede olan biteni anlamak amacıyla dolaşmak.

Mekik Dokumak; İki yer arasında hiç durmadan gidip gelmek.

Mış Gibi Görünmek; Göründüğü gibi olmamak, görünmüş gibi halini şekillendirmeye çalışmak ki olumsuz bir tavırdır.

Pürüz Kalmak; Bir işte, bir konuda ortaya engel, güçlük çıkmak. Bir şeyin düzgünlüğünü bozacak kabarcık, çıkıntı, gedik ya da kusur, sakınca kalmak.

Sap Gibi Dikilmek (Dikili Kalmak) Sap Gibi Ortada Kalmak; Birdenbire yalnız kalmak, terk edilmek. Desteksiz ve destekçisiz kalmak.

Şakımak; Şarkı, şiir olarak söylemek. Neşeli, tatlı bir biçimde bir şeyleri söylemeye çalışmak. Güzel hoşa gidecek bir şekilde ötmek (ötücü kuşlar için).

Takdim Tehir Yapmak; Bir sözün iki öğesi arasındaki yer değiştirmek.

(3) Bingo; Tam isabet. Bu isimle oynanan tombala gibi oyun. Ayrıca askeri uçaklar için kullanılan bir sözdür.

Bitirim; Uyuşturucu alım satımı, kumar, dolandırıcılık gibi işlerde deneyimli (kimse).  alımlı, çekici, hoş (kimse, yer).

Burjuvazi; Kentsoyluluk. Üretim araçlarını ellerinde bulunduranla çıkarları bunlarla birleşenlerin oluşturdukları toplumsal sınıf.

Çakal; Etoburlardan sürü halinde yaşayan kurttan küçük genellikle leşle beslenen bir yaban hayvanı olmakla beraber açıkgöz, kurnaz, yalancı, düzenci, aşağılık kimse anlamlarında kullanmaktayız. (Çakal: Kelime Oyunu; Çak al! Hoş çakal!)

Dekolte; Kadın kıyafetlerinde kısmen açıkta bırakan giyim. Boyun, omuz, göğüs ve sırtın bir bölümünü açıkta bırakan kadın giysisi. Açık-seçik, açık, örtüsüz, çıplak.

Diyet; Sağlığı korumak, düzeltmek amacıyla yapılan perhiz, rejim.

Ender; Nadir. Az bulunan, sık rastlanmayan, seyrek.

Gâvurca; İslâm’a göre peygamberi olmayan, Müslüman olmayan kimselerin kullandığı dil.

Hanzo; Kaba-saba, görgüsüz, iri yarı kimse.

IQ; (Intelligence Quotient) ya da EQ (Emotional Quotient)  olarak belirlenen zekâ testi.

İstihbarat; Haber alma. Yeni öğrenilen haberler, bilgiler.

Manidar; Anlamlı, anlamı olan, manalı.

Mantıksızlık; Mantıksız olma, doğru düşünmeme durumu (Mantık; Doğru düşünme sanatı, bilimi, yolu ve yöntemi. Gerçeği aramaya yönelik işlemler ve bunlarla ilgili tasarım, çıkarım ve kanıt gösterme).

Mundar; Murdar. Şeriata uygun olarak kesilmemiş hayvan. Kirli, pis.

Teenage (İngilizce); Genç, ergen.

Ucube; Şaşılacak derecede çirkin olan, çok acayip şey. Yapısı, kendi türünden canlılara benzemeyen canlı, şey.

Varsayım; Deneyle henüz kanıtlanmamış, doğrulanmamış olmakla birlikte, kanıtlanmadan, geçici ya da kalıcı olan,  kanıtlanabileceği umulan, mantıksal bir sonuç çıkarmaya dayanak olarak öne sürülen benimsenen kuramsal düşünce, önerme. Bir olayı açıklamada yararlanılan bilimsel ilke, hipotez.

(4) Sora sora Bağdat bulunur; İnsan sora sora, yılmaksızın, çok uzak ve bulunması çok güç yerleri bile bulabilir.

(5) Şıp Diye Eliyle Koymuş Gibi Bulmak; Ansızın, beklenmeyen bir anda, yerini biliyormuş gibi olanı biteni fark edip bulmak.

(6) After you! (İngilizce); Sizden sonra (Buyurun!).

Ahir Ömür; Türkçemizde böyle bir deyim, ya da söz dizisi yok. Aslı; Ahir-i ömür olup son ömür, ömrün son demleri anlamındadır.

Balık Hafızalı; Aslında deyim yanlıştır, tüm hayvanların olduğu gibi balıklarında hafızaları kendileri için yeterlidir. Ancak Türkçemizde, zayıf hafızalı(söylenen bir şeyi kısa bir zaman içinde unutan) insanlara “Balık Hafızalı” ya da “Balık Kafalı” denir, buna sebep varsayılan balıkların hafızalarının 4-5 saniye ile sınırlı olması, sonra her şeyi unutmaları gibi bir yanlışlıktır. Evinizdeki akvaryuma kısa bir süre yönelin, gerçeği fark etmek o kadar kolay, ancak deyimi de yok etmek mümkün değil...

Come on please! (İngilizce); Lütfen buyurun!

Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar.  Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği.

Gri Loblar (Hücreler)); Yazdığı cinayet romanlarıyla tanınan ünlü İngiliz yazar Agatha Mary Clarissa Miller Christie MOLLOWAN’ın yarattığı Belçikalı Hercule POIROT karakterindeki dedektifin zekâsı, espri yeteneği, gözlemciliği ile “Küçük gri hücreler” dediği beynini kullanarak olayları çözmesinin ifadesi gibidir.

Hevenk Hevenk; İplere, çubuklara geçirilmiş, dizilmiş veya birbirine bağlanmış yaş meyve ve sebze bağlarının çokluğu. Sıra sıra, dizi dizi.

İstikşafı Etüt (Ön Etüt, İstikşaf, PreliminarySurvey); Başlangıç ve sonu tespit edilen iki nokta arasında göreceği hizmet (yerleşim, sosyal ve ekonomik) bakımından uzunluk, toprak işleri, drenaj, jeolojik ve topoğrafik yapı ile trafik ve gelişme faktörleri gibi hususlar göz önünde tutularak, karayolu geometrik standartları ile trafik güvenliğini teknik ve ekonomik olarak karşılayacak yol güzergâhının veya güzergâhlarının haritalar üzerinde veya arazide araştırılması (Öyküde mecazi anlamda ön araştırma yapılması kastedilmiştir).

Kendini Beğenmiş; Kendini başkalarından üstün gören, ekâbir. Hodgam.

Kıpırtının Kıpırtısı; Hafifçe ve sürekli ama çok yavaş kımıldama. Kımıltı.

Kuş Beyinli (Karga Beyinli, Yarım Beyinli); Kafası çalışmaz, yeteneksiz kişi.

Mış Gibi Çaba İçinde; Göründüğü gibi olmamak, görünürmüş gibi çaba göstermek. Çabasını şekillendirmeye çalışmak.

Muhallebi Saltanatı; Muhallebi, süt kullanılarak yapılan ve soğuk servis edilen bir tatlı çeşidi olup ilk arkadaşlıklarda karşılıklı olarak daha iyi tanışmanın gerekliliği için eskiden kız-oğlan beraberce gidilen sohbet edilen yer. (Orhan Veli KANIK, SÖZ isimli şiirinde şunları der; “İnadına gel, / Piyasa vakti, / Muhallebiciye.”

Ne alâka; Alâkası yok, önemsiz.

Nur Topu Gibi; (Küçük çocuklar için) Sağlıklı, tombul ve çok güzel.

Pişmiş Kelle (Gibi Sırıtmak); Yersiz şekilde tüm dişlerini göstererek aptallık, şaşkınlık, kurnazlık veya alay belirtir şekilde, anlamsız bir biçimde gülmek. Kuzu kellesi pişirilip, fırınlandıktan sonra aldığı şekilden (gözlerin pörtlemesi, ağzın açık kalması, dişlerin görülmesi gibi) esinlenerek düzenlenmiş Türkçe bir terim.

Sevgi Dağarcığı; Sevginin biriktirildiği kabul edilen yer.  Karşılıklı olarak sevmenin, sevilmenin muhafazasının eylem olarak heyecanlı tarifi.

Sevgi Yumağı; Sevgi Pıtırcığı. Sevgi Kelebeği. Karşılıklı olarak çok sevmenin, sevilmenin eylem olarak heyecanlı tarifi.

Sürüsüne Bereket; Sürü denecek kadar çok, pek bol, pek çok.

What is your name? (İngilizce); Adınız nedir?

Yalı Kazığı Gibi; Uzun boylu, iri kemikli, eğilip bükülmesi olmayan, sabit fakat dengesiz kimse.

(7) Küçümseme kimseyi, nokta küçüktür, ama cümleyi bitirir. La EDRI

Kendini nokta kadar değersiz hissettiğinde dönüp arkana bak; belki önemli bir cümlenin sonundasındır. Jean-Christophe GRANGE

(8) İtin duası kabul olsaydı, gökten kemik yağardı; Aşağılık bir kimsenin değerli bir şey istemesi mümkün değildir. Böyle birinin duası kabul olsaydı, dünya çekilmez olurdu.

(9) Allah Korudu; Biri, ya da bir şey için; “Tanrı seni korudu, sabrına gereklilik oldu!” anlamında dua anlamında söz.

(10) Ziyaretin Kısası Makbuldür; Aslında buradaki “kısa” olarak söylenen kelime sıfat değil; “Kısas” anlamında söylenmesi gereken bir sözdür. Yani; “Ziyaretin karşılıklı olması makbuldür” Türkçemize yanlış olarak oturmuş ve öyle kullanılan bir deyimdir.

(11) Evrensel İnsan Hakları Bildirisi; Mevzuat, İçtihat, AİHM Kararları yanında özellikle Evrensel İnsan Hakları Bildirisi’nin 12. Maddesi “Hiç kimse… şeref ve şöhretine karşı saldırılara maruz bırakılamaz. Herkesin bu karışma ve saldırılara karşı kanun ile korunmaya hakkı vardır”, Kişisel ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesinin 17. Maddesi “Hiç kimsenin… adına ve şerefine yasadışı saldırıda bulunulamaz.” Yani; “Hiç kimsenin cürmü ispatlanıncaya kadar suçlu olmadığını” bildirmektedir. Keşke uygulansa, uygulanabilse, gerçekten…

(12) Hem ağlarım, hem giderim; İnsanın çok istediği bir şey olurken ortaya çıkan sıkıntıları görmezden geldiği (özellikle gelin olurken ağlanması) içten içe mutluluğun belirtildiği anlar için kullanılan bir deyim.

(13) Hiçbir şey göründüğü gibi değildir; Bu konuda İnternette de görüleceği üzere birkaç öykü vardır. “Bir köyde yaşlı bilge bir adam; öküzünü yitirip ata kavuşan, oğlunun ayağı kırıldığı için kendisine yardım edemediği için yakınan, kırık ayaklı olduğu için askere alınmayan oğlu için bilge adamla her sohbete gittiğinde, kötü-iyi olmasına aldırmaksızın; aynı sözü söylemiş yaşlı bilge adam. Lao TZU Bazı yerlerde; “Olabilir de, olmayabilir de!” şeklinde yazılmıştır.

Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Bugün hayat veren su, yarın sizi boğabilir! Mevlânâ Celâleddîn-î RÛMÎ

(14) Everest-Marianna; Everest; Dünyanın en yüksek dağı. Çin-Nepal sınırı üzerindedir. Everest’in zirvesi yaklaşık 8848 metre,  Abis genelde 10.000 metre üstündeki su derinliği, Marianna denilen Abis Çukuru ise 11.030 metredir.

(15) Lâm Bir, Lûm İki (Oyunu); Ayakkabıların uzunlukları dikkate alınarak, ard arda gelecek şekilde sayılarak oynanan oyunda, her ayakkabının uç uca getirilişinde söylenen sözler.