Abim ve ben, aynı anne-babanın çocukları değil, sanki birimizi (ağabeyimi) leyleklerin getirdiği has evlât,  diğerini, yani beni dereden tesadüfen tuttuktan sonra evlât edindikleri bebe olsam gerekti.

Şöyle tarif etsem gerçek daha iyi anlaşılacak. Abim; Ayhan IŞIK, Anthony PERKINS tipinde meşhur bir yakışıklı adam, ben Mark TWAIN’ın “Notre Damın Kamburu (Notre Damé de Paris)” eserindeki Quasimodo, ya da Dr. Césare LOMBROSO’nun tüm kirli tariflerine uyan bir varlıktım.

İlginç olan tek şey, kayıtlar dışında ikimizin de kalplerimizin olması, karşı karşıya çarpma beklentimiz, abimin sevilme, benim seçilme beklentimdi, tek bir harf değişikliği ile tüm meramımı(1) anlatmaya çalışacağım.

Muhtemelen de bunun içindi, isimlerimizdeki tek harf veya tek çentik(1) farklılığı ile isimlerimizin neredeyse aynı olması. Abim benden önce doğması nedeniyle artı çentiği hak etmişti; Erdem’di. Bense çentiği tasarruf edilmiş; Erden.

Abimle benim, yani aramızdaki fiziksel görüntümüzü de tam olmasa da yaklaşık boyutlarımız olarak şu şekilde tarif edebilirim; Edi-Büdü, Laurel-Hardy gibi. Ancak apaçık ve aşikâr(1) bir şekilde detaylara girecek olursam; abim tombul değil, tıknaz(1), bense kikirik(1) değil, hafifçe cılızca idim.

Abim ve ben sıramızla; 1.75 metre-1.80 metre boy, 80-70 Kg ağırlık, 25-20 yaş, iri kemikli-zayıf kemiksiz (aşağı yukarı).

Abim üniversiteyi bitirmiş, mühendis olarak, askere gidinceye kadar iş-güç sahibi, dönüşte işi garanti, ben üniversite üçüncü sınıfta öğretmen adayı, baba eline bakan, ana kuzusu(2), cıbıl(1).

Abimin “var” olarak hissettirdiği, tahmin değil, görüp, şahit olup bildiğim bir şeyleri görünüyordu. Ama ben “Tuzlayayım da kokma(2)!” tipinde yüzüne bile bakanı olmayan zavallı gariban(1) biri idim.

İşte, bu son söz yalan! “Kalbimiz var!” demiştim ya, bakıyordum, görüyordum yaşımın gereği gecikmemiş olarak çevreme, etraflarıma. Ama bakıp gören mi vardı? Emin değilim, hatta gerçek olarak, bilmiyorum!

Hani derler ya; “Yol sıra gidip çay sıra gelmek(3)!” ya da tersi işte, her neyse, aşağı-yukarı abimle birlikte çıkıyorduk evden. Abim beni sağ, salim, selâmetle okuluma teslim ediyor, yoluma devam edip etmediğimi kontrol etmeksizin kendi yoluna devam ediyor, benim arkama dönüp de uzun farlarımla kendini kontrolden geçirdiğimi ummaksızın, muhtemelen aklından bile geçirmeksizin, belki de aynı yerde çalışan kız arkadaşıyla buluşuyordu.

Yerlerinde sabit duracak değillerdi ya, herhalde iş yerlerine beraber gidiyor olsalar gerekti. Konu benim bilgi alanımdan uzaklaşmak üzerine kurguluydu çünkü, okul kapısının dışına ulaşma konusunda ne imkânım, ne de yetkim yoktu.

Bu; bana bir at, dört nal hikâyesini çağrıştırdı. Affedilmeyi dileyerek, abim için parantez içinde; “At hazırdı!” diyeyim. Konu; “Dört nal” meselesi olarak görünüyordu (galiba)! Annem ev kadınıydı, babam küçük bir memurdu.

Bu nedenledir ki, abim ve ben, ailemizden ve şehirden uzak kalarak ayrı masraflarla okumak, ekonomik sıkıntıları göğüslemek yerine şehirde kalıp burs-kredi gibi imkânlarla kendi çabamızla aynı şehirde okumuştuk.

Abimin mühendisliği, benim öğretmenlik çabam sadece üniversite sınavlarındaki başarısızlık veya tercih hakkı sıralamasının yanlışlığı olsa gerekti.

Bana göre abimin “dört nal” olayı oldukça sorunlu bir çözüm olacakmış gibi görünüyordu. Gene de abim değil mi, onun için dua ediyordum, Allah büyük!

Ailelerde bazı konuların çocukların (yani benim!) yanımda konuşulması uygun değildi, “Çıtlatılma(4)” şeklinde olsa dahi!

Abim çıtlatma aşamasını başarıyla kat edip “Şöyle, şöyle de” sonrasında “Böyle, böyle” aşamasına geçmiş! Bildiğimden, öğrendiğimden değil, sonrasında yaşadığım olaylara göre o günleri tahmin ettiğimden.

Bir akşam hummalı bir faaliyetle(2) karşılaştım evde, olağan görünmeyen ve doğal olarak çocuk hükmünde olduğumdan haberim olmayan, yaş farkı olağan ötesinde göz ardı edilen(2).

“Berbere git! Kulaklarına iyice baksın berber! (O yaşlarda kulaklarım saçlarımdan daha gür saçlıydı, onu ifade etmek istemişti annem!) Banyonu yap! Çamaşırlarını değiştir! Tıraş ol! Ağabeyin gibi gömlek-kravat, takım elbise ve pırıl pırıl giyin! Banyodan önce pabuçlarını güzelce boya!”

Ek bir sürü talimatlar…

“Hayırdır! Bayram değil, seyran değil(2)…”

“Abine kız bakmaya… Yok! Yok! Kız istemeye gitcez!”

“Benim ne işim var, orada, bu suratla, bu biçimsizlikle. Abimin kısmeti bile kesilebilir, kız verecek olanlar beni görünce ‘Amanın, torunlarımız buna benzerse!’ deyip belki vazgeçerler bile! Abimin kısmetine engel olmayayım. Hem derslerim var benim!”

Annem kendine hiç yakıştıramayacağım bir şekilde hiddetlendi;

“Almayayım ayağımın altına şimdi seni. İkide bir ‘yüz fukarası(2)’ kalıbındaki saçmalıklarından bıktım. Aynı sözleri söylemekten de ben. Kuzguna yavrusu Anka gözükür(2)! Edepsizlik etme! Boşuna mı süpürge ettim saçlarımı bugüne kadar sizin için? Hani benim sevgilim, genç kuşak, küçük oğlum?”

Koynuna büzüldüm, ama edepsizliğimi erteleme niyeti göstermeksizin.

“Mostralık(1), konu mankeni(2) gibi oturmaktan sıkılırım ben anneciğim, bilmiyor musun beni? Alan almış, satan satmaya niyetli, dört nal konusu nasılsa hallolmuş. Zaten bana da söz düşmez, bağışlasanız da ben bu törene katılmasam?”

“Tek ve son söz! Çabuk pabuçlarını boya, yıkan vs. vs… Hele ki oraya gittiğimizde bir somurt(4) da göreyim seni. Sözlere nasıl karışacağını bilmesen gam yemeyeceğim(3). Eğer ki karışmazsan sonucunu düşün. Hatta hayal etmeye başla, ilk boş vaktinde!”

“Konu anlaşılmıştır, sevgili biricik annem! Emirleriniz aynen uygulanacaktır!”

“Sözlerim daha bitmedi. Gelin adayının bir kız kardeşi varmış. Senin de bize katılmanı ısrarla istememin bir sebebi de bu. Şöyle bir alıcı gözüyle bak(3) istersen, hani aday adayı gibi…”

“Sevgili annem beni azarlamak için sebep mi yaratmak istiyorsun gene? İki yıl okul, iki yıl da askerlik… Hani siz-biz hepimiz ‘He!’ desek bile arada sevgi olmaksızın hangi genç kız bir tipsizi…

Şey yani…

işi gücü olmayan bir öğrenciyi ve hani meselâ öğretmeni nasıl bekler ki? Olmayacak duaya âmin demek, ya da ölme şey ölme de, yaz gelince nınnırınınnın(1) der gibi…”

“Maskara(1) seni! Çaresizlik yüklüymüş gibi kendini savunmayı, kendini bilmeyen, bilmek istemeyen minik oğlum! Peki! Sadece düşün! Bugün anne-baba olarak bizler varız, peki yarın bizler olmayınca, yarınlarda?”

“Bak anneciğim! Konuyu saptırmakta, duygu sömürüsü(2) yapmakta üstüne yok! Hep ve her zaman söylediklerimi tekrar etmeyeceğim, kendimi bilen biri olarak. Ama sevgisiz olmaz anneciğim. Aşk demiyorum. Evet, özenirim! ‘Âşık olmayı’ özeniyorum da, ama aşk olmasa da hiç olmazsa sevgi olsun, sevgilim olsun karşımdaki! Anlaştık mı, güzel annem?”

Emir demiri keserdi. Gittik ve emirlerin tümünü uyguladık, abimle birlikte. Cicilerimizi giydik, süslendik, kokulandık. Abim çiçekleri, kutuları yüklendi, hissettiğim kadarıyla çok heyecanlıydı…

Benim de ilk defa milli olan bir sporcu gibi bir heyecan vardı yüreğimde. Çünkü ilk kez “Kız İsteme” törenine şahit, talimat üzerine de bir kıza göz ucuyla bakma hakkına sahip olacaktım.

Abim adına mutluydum, çünkü sevmek, sevilmek bir yana iki taraf için de hissettiğim kadarıyla birbirine âşıktılar.

Ulaşacağımız ev yakın olsa gerekti, okuluma giderken abimle sevdiğinin buluşma bölgesi olarak belirlenen yer aklımda kaldığı kadarıyla, yanılma payım düşüktü.

Ama yanılmıştım. Her neyse, girdik eve.

Abim adına görüp isteyeceğimiz kız da, annemin emri doğrultusunda benim alıcı gözüyle bakacağım, daha doğrusu bakmam gereken kız da ortalıklarda yoktu, âdetten(1) midir, bilmemin mümkün olmadığı bir konuydu bu. Çünkü daha önce kız isteme konusuyla ilgili olarak hiç milli olmamıştım ki!

Üstelik annem emretmiş olsa da, inancıma göre; “kalp kalbe karşı(5)olmasa da ismini bile bilemediğim, görmediğim o güzel kızdan başkasına alıcı gözüyle bakmayı, onu gönlümde saklamayı aklımdan hiç geçirmiyordum ki. Bu; yüz fukarası, yapısal bozukluğu(2) olan biri için zaten fuzuli(1) bir sunum, yanlış bir yaşam belgesinin şekli olacaktı.

Babam mikrofonu açtı, annem konuştu. Abim, herhalde tembihlenmiş olmasının gereği ağzını bıçak açmayacak şekilde büzmüştü. Ancak kafası eğik olmasına rağmen kaşlarının izin verdiği kadar zahmete girmeden yaşama ve çevresine bakma gayreti içinde gibiydi.

Oysa telâşına gerek var mıydı, bana göre konu zaten “He!” denilme kıvamında değil miydi?

Benden bahsetmeye gerek yok, “Lây Lây Lôm!” havasındaydım. Abim, annemin dileğini dikkate alıp sevdiğine cevher yumurtlar(3) gibi anlattıysa zaten o kız gizlendiği odanın kapı aralığından beni görüp, kesin kanaatini vermiş ve ablasının tasdikine bile gerek duymamış olsa gerekti.

Yani, benim şeklime, düşünce ve tavrıma göre ne annemin, ne de benim şansımız yoktu, hani sadece şehirde değil, dünyada ikimiz kalsaydık, belki bir şansım olabilirdi. Annemin ısrarı nedeniyle çekimserlik ötesinde bedbinlik de egemendi fiziksel görünümüme göre (sanıyorum).

 Çiçekler başarılı ve özenli bir şekilde paketlenmiş, şehrin en meşhur pastanesinin logosu(1) görülen kutu ortadaki etajerin üstüne konmuştu.

Amca salon kapısına doğru seslendi;

“Kızlar! Getirin artık şu kahveleri!”

Amca, yani abimin muhtemel ve müstakbel(1) kayınpederi, yani ki, “Eğer kız bebeleri başlık paraları alınarak gelin olsalardı oldukça ötesinde zengin olurdu!” demem gereken kızlara sahipti, onları daha kapıdan görür görmez edindiğim kanaat, bu.

Dalmış mıydım, düşünürken uyumuş muydum, farkında değilim. Abim kavuş muydu sevdiğine, yani biz kızı almış mıydık abime? Diğer bir söz; “Kız seni alan yaşadı! (6) modunda abim yaşamaya başlamış mıydı? Ya da ne zaman yaşamaya başlayacaktı?

Muamma(1)? Bitmezdi ki! Hem asla bilinemezdi ki!

Ben kız olaydım; böyle bir olayda salondan mutfağa bir kapıyla mı geçiliyordu, kapıyı aralık bırakır, konuşmaları dinlerdim, geleceğimle ilgili neler söyleniyorduysa, doğrusu. Hatta sevdiğimi merak ederek hareketlerini gözlemeye çalışırdım. Çünkü bir ömrü üleşecektik…

Hatta abartı gibi görünse de mutfak kapısı üzerinde cam, pencere ya da aralık varsa sırf o gün için aynalardan periskop(1) icat eder, merak bu ya, üstesinden gelememiş olarak izlerdim olayların gelişimini, gerçeği hissetmeme rağmen.

Ama bu kızlarda, yani özellikle yengem adayında genel durum olarak merak yoktu (Galiba demeyerek şüphemi zenginleştirmek geçti aklımdan!)

Kapı arkasından “Geliyoruz!” diye bir ses çınladı. Sesin abimin gelin, benim yenge adayına ait olduğunu geçirdim aklımdan.

Biz ailece dört kişi, aile de onlar hariç sadece anne-baba olarak iki kişi, toplam altı kişiydik yani, bir tepsiye de fincan tabakları ile beraber altı kahve fincanı sığardı diye düşündüm.

Ancak kızlar titiz olmalıydı. Kapı açıldı, önde dört fincanlı tepsiyle gelin-yengem adayı, arkasında…

O da ne? İki fincan yüklü tepsisiyle o diyeceğim, evin küçük kızı, annemin göz ucuyla, alıcı gözüyle aday adayı olarak bakmamı emrettiği, kâinat güzeli…

Aklım başımdan gitmişti, sanırım sahiplenmişti de aklımı ve iade etmeye de pek niyetli değil gibiydi, hüsnü kuruntu(2) tarifi bu olsa gerekti!

Annem abime, abim de yenge adayına söylememiş olsa gerekti beni. Dolaysıyla gelin adayı evinde bahsim geçmemişti galiba. Oysa abim bir fotoğrafımı göstererek iyi niyeti suiistimal etmeksizin(3) yardım etme hakkını kullanamaz mıydı benim için (Kıyak geçmek(3), ayıplı bir söz gibi geldi bana, nedense!)?

Çünkü inanılacak gibi değil, benim gibi kendini bilen fiziksel özürlü birini görüp de neden gözlerini pörtleterek(3) şaşırır ve tepsideki iki adetçik olan kahve fincanları kendi başlarına sarhoş gibi zangır zangır zıngıldarlardı(2) ki?  İkinci kez kendini bilmezcesine hüsnü kuruntu tarifi!

Olay bu kadarla sonuçlanmamıştı, bu kadarla sonuçlansaydı, iyiydi, demek yanlış! Yenge adayım, onun ismini de şu ana kadar ki zaman içinde ne duymuş, ne de öğrenebilmiştim, devlet sırrı olsa gerek kimse ya söylememiş, ya ben merak edip sormamış, ya da gamsızlığımın(1), adamsendeciliğimin(1), yahut da daha vahim(1) etkilenişimin eseri olarak duymamıştım.

Abla, “Ne oluyor?” düşüncesi ile arkasına dönünce, arkadaki öndekinin üstüne çullanmış(4), beraberce düşme haklarını hakkınca, usulünce ve gereğince yerine getirmişlerdi abla-kardeş…

“Güler misin, ağlar mısın?” şeklinde değildi olay. Her ne kadar arkadaki alıcı gözüyle bakılacak kız, olayın vahametini(1)(!) göremeyip gülmek-kıkırdamak modunda olsa da istenen kız bozulmuştu olayın yaşanan biçimine, üstelik düşerken de başını etajere çarpmıştı.

Kırılan fincanlar, kirlenen halı önemli değildi. Abim, gelin adayının ahlayıp, oflamaları hatta ağlamasıyla ilgili olarak ne yapacağının şaşkınlığı içindeydi, hepimiz donmuş gibiydik.

Nihayetinde amca dile geldi, şaşkınlığıyla;

“Bak dünür(1)! Bunda bir terslik, hata, kusur, ya da hatta hayırsızlık var!

“Dünür” dediğinin dünürlüğü kabullendiğinin farkında değil, gibiydi.

“Siz bu akşam buraya gelmediniz! Biz bu olayı yaşamadık. Siz bizden haber bekleyin, gene gelin! Şimdi için güle güle! İyi akşamlar!”

Kovulma mı, iyi temennilerle salâvatlama(4) mı? Ben anlamadım, belki de biz, hepimiz. Abim ağlamaklıydı, sadece annem, teselli modunda;

“Annesi ekmek çiğner yapıştırır kızının alnına, şişmez, sabaha bir şeyciği kalmaz!” dedi.

Abim o gece ve ertesi gün odasından hiç çıkmadı, cep telefonuyla meşguldü. Bir ara odasına girip de “Merhaba!” dediğimde sevdiğinin ve anneannesinin adının Emine, kardeşinin adının ise Âmine olduğunu söyledi sadece. Bizim isimlerimiz arasındaki bir çentik fark onların isimlerinin arasında tek harf olarak şekillenmişti!

Yani; benim yakın olmayı aklımdan geçirdiğim, daha doğrusu olmayacak duaya âmin(3) diyecek şekilde yakın olmayı düşlediğim, ancak bir halt edemeyeceğim(3) neredeyse kutsal kitabımızda yazılı olanın adını; Âmine olarak öğrenmiştim.

Yani Dünür Amcanın mine çiçeğine düşkünlüğü değil, hacı-hoca soyundan geldiğinin ispatı gibiydi göz ucuyla baktığım(3) kızın ismi.

Aldığımız habere göre Emine Abla iyi olmuş, diğerinde zaten vukuat yoktu, ya da görülmemişti.

Olacak gibi değil, ama aklımı kurcalamıştı, kız istemeye ikinci kez gidişimizde de çiçek çikolata götürecek miydik, götürmemiz gerekli miydi yeniden? Acele ve hüzünle evden ayrılırken çiçek ve çikolatayı orada bırakmıştık çünkü.

Abime sormaya çekindim; “Ya… Git işine len!” ya da “Koyun can, arkadaş mal derdinde!” derdi. Cesaret edip anneme sormak gafletinde(1) bulundum, merak bu ya? Annem her zamanki gibi, ama bu kez gerçekten burnundan soluyarak;

“Alacağım şimdi seni ayağımın altına, kaybol!” diye bağırdı.

Çirkinim ya, herkesin hıncı(1) bana!..

Ertesi gün abimin beni ekmesine fırsat bırakmaksızın önden önden gidip Emine Ablamın yanına gelip onu kucakladım, abimi kıskandıracak şekilde iki yanağından öpmek bir yana, ayaklarımızın üzerinde dikilmek gibi bir çaba göstermeksizin saçlarını da kokladım ve fısıldadım;

“Abim çok şanslı, ben de senin gibi yenge değil, ablaya kavuşacağım için çok şanslı olacağım!”

Emine Ablam eğilip kulağıma fısıldadı;

“Sadece bir ablaya sahip olarak mı, emin misin?”

“Anlamadım?”

“Anlarsın!”

Gerçekten ilgilendiğimi, ilgim olana anlatamamış, hatta hissettirememiştim ki, hem de eciş-bücüş halimle(2). Hatta kimliğim dolaysıyla böyle bir şeyi hissettirmemek için çaba gösterdiğim kanaatini bile yaşıyordum.

O halde ablamın bu lâf sokuşu(2) nedendi? Karanlıkta bile göz kırpmamıştım ki, hissetmiş olsun!

Ahlamak, oflamak, vahlamak kendi halimde, odamda, yatağımda sessizce de olsa, içimden geçirmiş olsam da eylem şeklinde gerçekleşmemişti ki, asla! O halde?

Yanılmışım. Üniversite kapısında karşıladı ben Âmine, üstelik isminin kısaca “Mine” olarak söylendiğini anlatır gibi;

“Ben Mine, merhaba!”

“Hayırdır! Devran(1) mı değişti, evren mi dönüşünü şaşırdı? Bir ilâhe(1), bir canlı varlığa tenezzül eder miydi(3)?”

“Bir şaşkın…”

“Pardon! Düzeltiyorum; bir Quasimodo’ya, yani bir çirkine…”

“Peki! Seni bana uzak tutan, yaklaştırıp, yakınlaştırmayıp, uzak tutan ‘Çirkinlik’ dediğin şey ne? Esmeralda Quasimodo’yu sevmedi mi?”

“Çok güzelsin! Quasimodo, Esmeralda’ya hakkı olmadığını belli etmedi mi? Sen de benim sana, bırak lâyık olmayacağımı, ait olamayacağımı ispat etmemi mi istiyorsun?”

“Asla! Böyle bir şey aklımın ucundan bile geçmedi!”

“O halde gerçekle, gerçeklerle tanışmaya çalış güzel kız! Sen kendine kendin gibi güzel, yakışıklı bir bahar seç(7)!”

“Beni güzel bulduğunu dilinle itiraf ettin! Gönül kimi severse güzel odur! Beni güzel bulduğuna göre, beni görür görmez sevdin, seviyorsun, inkâr etme!”

“O, senin hüsnü kuruntun desem, benim gibi tipsiz biriyle alay etmeye çalışmanın sana hiç yakışmadığını söylemek zorunda hissediyorum kendimi. Yakında akraba olacağız, seni üzmek istemiyorum. Bulunmaz Hint Kumaşı olmadığımın(2), sana yakışmadığımın, yakışmayacağımın farkında olan biriyim! Hadi güzel kız, dön kendi dünyana!”

“Bir saniye! İşte tam da dediğin gibi, abin ablama âşık! Bugün-yarın da yuvalarını kuracaklar! Yoo! Maksadım ‘Sen de bana âşık ol!’ demek değil, isteğim! Ablam ve abin aynı iş yerindeler ve her gün iş yerine beraber gidiyorlar ve bilmen gereken şu ki; ablam abinin yolunu bekliyor her sabah ve her akşam da evimize bırakıyor. Sen de beni beklesen, okula beraber gitsek, sana sığınsam, beni korusan ne olur sanki?...

Tamam! Elimden tutma, yanında da durmayayım. Ama Erdem Abi bugün yarın askere gidecek, belki sözlü, belki nikâhlı, belki evli olarak. Ablamı ‘Koru!’ diyerek kime emanet edecek? Tabii ki, sana! Onu korurken beni de koruman, sana sığınmam zor mu gelecek sana?..

Çekinme ne öcüyüm(1), ne mömücü(1), ne de yamyam falan. Sadece seninle ilgilenen, seven, hatta sana inandıramamış olsam da sana âşık olanım ben! Şunu bil ki seni asla zorlamayacağım, sevgini asla dilenmeyeceğim…

Hemen şimdi ayırıyorum yolumu. Ne zaman ki bana inanıp beni seveceksin, işte o zaman dediğin ilâhın olacağım, senin!”

“Edebiyat Öğretmenim! Daha okul bitmeden öğretmen olmuşsun sen. Öğrencilerin olacaklara şimdiden acımaya başladım senin. Onlara kök söktürecekmişsin(3) gibi bir his var içimde, yapma, etme! Sanmıyorum, ama herkesin senin gibi hissedip duygulanması mümkün değil ki!”

“Şunu bil Erden! Kadın asla şıpsevdi(1) değildir! Yaşamında yalnız bir defa sever, üstelik seçmez, seçmek hakkı yoktur! Kalbine giren kimse, o kimse için kalbi mühürlüdür o andan sonra ve o mührü açmaya o mühür sahibinden başka hiç kimse güçlü değildir...

 Ve bu çözümde bilinmesi önemli olan en değerli konu fiziksel hiçbir etkinliğin söz konusu olmamasıdır…

Benim kalbim mühürlü, bedenim kilitli, yasaklı, ölünceye kadar. Mal sahibi; ‘Ben geldim!’ derse o mührü açıp kendini görür içinde. Söyleyeceğim bu kadar. Son sözüm; ablam, abini bekleyecek, ben de seni, ellerimi uzatmak için, beni istemesen bile, ama sonumu bilmen mümkün değil, asla!”

“Benim için üzülme, demek bile geçmeyecek aklımdan, asla ne tehdit, ne öneri, ne de dilek!”

Sözlerim üzerine döndü, başka söz eklemedi, hatta “Allahaısmarladık!” bile demedi!

Seviyor muydu? İnanıyordum; evet! Seviyor muydum? İnanıyordum; evet! Peki, bu çirkinlik, aşağılık kompleksi(2)? Surat, suret mi önemliydi, duygular mı? Kalp kalbe karşı olmayı diliyorsa, fiziğin canı cehenneme(2) olmalıydı. Eğer iki kalp hissedilecek şekilde karşı karşıya atıyorsa, başka neyin önemi olabilirdi ki?

Ertesi sabah ağabeyimi evden çıkarken kaçırmamak üzere programlamıştım kendimi…

Karşılaştık onunla, hemen elini tuttum onun; “Ölünceye kadar!” dedim!

Sıkı sıkı tuttu elimi, bırakmak istemeksizin; “Ölünceye kadar!” diye tasdikledi.

Üç gün kadar sonra Emine Abla, abime, ailesinin; “Buyursunlar!” dediğini iletmiş.

Ben kendi başıma harçlıklarımla ve abimin desteğiyle, aynı yerlerden, aynı şekilde bir kutu yaptırıp çiçek aldım, annemin de dizlerinin önüne çöküp yalvardım;

“Ben de! Ben de!” diyerek.

İlk tekdir(1) annemden geldi;

“Okul hatta askerlik bitince!”

“Çok seviyorum, ölürüm!” dedim.

“Peki…” dedi kısaca ama uzun bir solukla…

Gittik. Babam yerine, başlangıçlardan sonra heyecanlı bir şekilde annem aldı bu kez mikrofonu eline;

“Büyük kızınız Emine’yi oğlum Erdem’e, küçük kızınız Âmine’yi oğlum Erden’e istiyorum!” dedi.

Dünür, yani “Amca” dediğim;

“Erdem ve Emine için ‘He!’ ama Erden ve Âmine için okullarını bitirsinler bir, hele!”

İçimden, içime, belki de ikimizin de içimize bir ses yankılandı, sessiz;

“Canımdan çok seviyorum, sabredeceğim, yoksa ölürüm!”

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Quasimodo; Notre Dame Kilisesinin Çan çalıcısı çirkin bir kahramandır. Victor HUGO’nun şahane eserlerinden biri olan Notre Dame’ın Kamburu (Orijinal isimleri; Notre Dame De PARIS, The Hunchback Of Notre Dame) çeşitli kereler filme çekilmiş; QUASIMODO ve büyüyünce âşık olduğu çingene kızı ESMERALDA rolleri çeşitli sanatkârlar tarafından canlandırılmıştır. Hatta eserin çizgi filmi bile yapılmıştır. Çok çirkin olan Quasimodo isminin Fransızcadaki anlamı; “Eksik, tamamlanmamış” demektir.

Prof. Dr. Cesare LOMBROSO; Yahudi asıllı, Askeri Hekim, “Kriminal İnsan” Kitabının sahibi İtalyan kriminolog. İnsanların doğuştan suçlu olduklarını ortaya atmıştır. Ona göre; “İnsanların, örneğin bakışları donuk, soğuk ve sabit, gözleri kanlı ise katil olacaklardır. Bakışlar hileli, hareketli ve gözler eğri ise o kişi hırsız olacaktır.” Buna benzer bir kısım daha görüş ve anlatışları vardır ki, daha çok bilgi edinmek isteyenler INTERNET varlığından bilgi edinebilirler. Lombroso’yu tasdik edenler içinde Enrico Feri ve Séghele’yi saymak mümkün. Lombroso’ya karşı fikirler olarak da Montesquieu, Rousseau, Liszt, Baer ve Locke’nin fikirlerini sayabiliriz. Lacassagne bu konuda; “Toplumların lâyık oldukları suçlulara sahip olduğu” Tarde ise, daha rijid bir düşünceyle suçlular için; “Sadece kendilerinin değil, tüm dünyanın sorumlu olduğu” iddiasındadır. Fizyonomi (Fizyognomi); Doğa Yasası. Belli vücut biçimlerine göre belli ruh hallerinin incelenmesi bilimidir ve genel olarak şüpheli kişilerin kafataslarının yapısı, kepçe kulak, alın, burun, çene, kaş, göz ve dudaklar, çılgın ve bulanık bakışlar esas alınarak kişilik özellikleri hakkında tahminler yapılabilmektedir.

Ayhan IŞIK (Ayhan IŞIYAN); 1979 yılında 50 yaşında yitirdiğimiz “Taçsız Kral” lakaplı Türk sinema oyuncusu, yapımcı, yönetmen, senarist, ses sanatçısı ve ressam.

Anthony PERKİNS;1992 yılında 60 yaşında AIDS’ten yitirilen Amerikalı artist. En önemli filmi; Alfred HITCHCOOK’un yönettiği Norman BATES karakteriyle SAPIK Filmidir.

Edi-Büdü (Türkçe Uyarlaması); Aslı; Ernie ve Bert adlı, biri zayıf uzun boylu, diğeri şişman kısa boylu iki pelüş kukla karakteri olup hayal ürünleri sergilemektedirler.

Âmine; Türkçesi Emine. Güvenli, sadık. Gönlü emin, kalbinde korku olmayan. Peygamberimizin anne ismi.

(1) Adamsendecilik; Önemsememe, vurdumduymaz davranışlar içinde olma.

Âdet; Töre. Bir topluluk içinde öteden beri uyulan ve uygulanan kural.

Aşikâr; Besbelli, ortada olan, gizli olmayan, açık, apaçık, ayan beyan.

Cıbıl; Gerçekçi bir deyişle, yöresel şive olarak; Cıbır. Orhan Veli KANIK’ın “Cep delik, cepken delik…” tarifine uygun geçim darlığı, yokluk çeken, çulsuz, yoksul, parasız, züğürt, yoksul, zayıf, cılız, işsiz, güçsüz, saçsız, terbiyesiz, şımarık. Eskiden kullanılan başka anlamları da vardır.

Çentik; Sert ve kesici bir şeyle yapılan işaret, iz, kerte.

Devran (Dewran); (Kürtçe) Felek, talih. Türkçe; Devir, felek, zaman, deveran, dünya.

Dünür; Evlenmeye karar veren eşlerin evlenip karı koca olduktan sonra baba ve annelerinin birbirlerine göre durumu. Ayrıca kız istemeye giden erkek tarafındaki kimselere de, görücü, elçi demek yanında aynı ad da verilir.

Fuzuli; Gereksiz, yersiz, boş, boşuna, haksız, boşboğaz, gereksiz işlerle uğraşan.

Gaflet; Gafil olma hali. Gafillik. Aymazlık. Dalgınlık. Dikkatsizlik. Boş bulunma. İhtiyatsızlık. Nefsin arzularına uyarak zamanı önemsiz şeylerle geçirmek.

Gamsızlık; Derdi, tasası, üzüntüsü bulunmama hali. İnsanı üzen olayları geçiştiren, hiçbir şeyi kendisine üzüntü konusu yapmama.

Gariban; Kimsesiz, zavallı, garip, yabancı, gurbette yaşayan.

Hınç; Öç alma duygusuyla yüklü öfke.

İhale; Bir işi ya da bir malı bir çok istekli arasından en uygun koşullarla yapmayı ya da almayı kabul edene verme.

Kikirik; Zayıf, ince, uzunca boylu, çıtkırıldım tarifinde bir kimse.

Logo; Bir kuruluşun, bir gazetenin vb. adının, simge özelliği bulunan özel olarak hazırlanmış biçimi.

Maskara; Eğlendirici, güldürücü davranışlar sergileyen. Soytarı.

Meram; Amaç, istek, dert.

Mostralık; Göstermelik. Sembolik.  Sözde. Kötü ve yersiz davranışlarıyla göze batma. İsmen var olma.

Mömücü; Türkçemizde böyle bir söz yoktur. Yöresel olarak kullanılan ve bir bakıma saptırılmış bir kelime olan bu söz; sinirli, asabi insanların somurtkan yüz tavırları için kullanılır. Yöresel olarak “öcü” anlamında da kullanılan söz.

Muamma; Anlaşılmayan, bilinmeyen bir şey. Bilmece.

Müstakbel; İleri bir tarihte, gelecek, bulunulacak olan.

Nınnırınınnın; Söylenmek istenmeyen, ya da söylenmesi ayıplanacak kaba bir kelimeyi saklamak için kullanılan söz.

Öcü; Ağız ya da burundan çıkan herhangi bir ifrazatın bedenin, ya da elbiselerin herhangi bir yerine yapışıp kurumuş halinin çocuk dilinde ifadesi. Ayrıca; küçük çocukları korkutmak için uydurulup kurgulanmış, hayali yaratık, umacı, mömücü (Tamamen siyahlar içinde, kara çarşaflı, karafatma görünümlü kadınlara da yakıştırılan sıfat).

Periskop; Denizaltılarda, tanklarda, siperlerde kullanılan görünmeksizin ve gözü çevirmeksizin bütün çevreyi görmeye olanak sağlayan optik alet.

Şıpsevdi; Görür görmez hemen seven, âşık olan kimse.

Tekdir; Azarlama, paylama.

Tıknaz; Kısa ve kalın yapılı, dolgunca, topluca, tombulca, hafif şişman.

Vahamet; Tehlikelilik, korkunçluk. Vahim olma durumu, vahimlik.

Vahim; Ağır, kötü kokulu, korkulu, sonu çok tehlikeli olan. (Vahit, Vehim gibi kelimelerle karıştırılmamalı).

(2) Ana Kuzusu; Sıkıntıya, güç işlere alışmamış, nazlı büyütülmüş gen, ya da pek küçük kucak çocuğu. Annesi ya da onun yerine geçen başka bir yetişkine aşırı derecede bağımlı olan kişi.

Aşağılık Kompleksi; Aşağılık Duygusu. Kendini küçük görme, hakarete, incitilmeye, hor görülmeye hazırlıklı olma. Onurunun kırılmasına, aşağılanmasına izin verme, ruhsal karmaşa içinde yaşama eğilimi.

Bayram Değil, Seyran Değil…; Sözün aslı; “Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü?”  şeklindedir. Durup dururken gösterilen bir yakınlığın, açık bir nedeni olmadığına göre gizli bir nedeninin olacağı endişesini anlatır.

Bulunmaz Hint Kumaşı; (Alay yollu) Bulunmaz kıymetli şey. (Bu konuda şu güzel sözü de söylemeden geçmek olmaz; Aşk; Karşındakini bulunmaz Hint kumaşı sɑnmɑnlɑ, sersemin teki olduğunu ɑnlɑmɑn ɑrɑsındɑ geçen zamandır. Victor HUGO)

Canı Cehenneme; Ne kadar kötü duruma düşerse düşsün, beni ilgilendirmiyor şeklinde bir deyiş.

Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar.  Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği.

Eciş Bücüş; Çarpık çurpuk. Hiçbir yeri düzgün olmayan, çok çarpık, eğri büğrü.

Hummalı Bir Faaliyet; Sürekli, sıkı, yoğun, haraketli iş temposu.

Hüsnü Kuruntu (Hüsn-ü Kuruntu); Zararsız kuruntu, güzel kuruntu anlamlarını içermekte. İhtimali bulunmadığı halde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, kendini buna inandırma. Herhangi bir durumu kendince, bencilce iyiye yorumlamak denilebilir. (Süslü Kuruntu; Avam dilindi söyleniş biçimi.)

Konu Mankeni; Yaşanmış bir olayı televizyon haberlerinde kullanılmak için, konuyu canlandırmada rol alan kimse, ya da oyuncu.

Kuzguna Yavrusu Anka (Şahin) Gözükmek (Görünmek); Herkesin kendi yarattığı şey, çirkin de olsa gözüne güzel görünürmüş anlamında olup buna benzer diğer sözleri şöyle tasnif edebiliriz; Komşunun tavuğu, komşuya kaz gibi görünür! Küçük suda büyük balık olmaz! Sabır acıdır, meyvesi tatlıdır! Sinek yavrusuna; ‘Kurban olurum o karabacaklara, beyaz duvarlarda yürüyorlar!’ dermiş. Kirpi yavrusunu; ‘Pamuğum!’ diye severmiş.”

Lâf Sokuşturma; Küfür etmeden, kibarca, nazikçe, iğneleme, yıpratma, üzme şeklinde karşıdakini rahatsız etme şekli. Bir sözü kırıcı olmak amacıyla tekrar tekrar söyleme.

Tuzlayayım da Kokma; Bilip bilmeden konuşanlar, yüksekten atanlar, düşüncesinde aldananlar için küçümseme sözü.

Yapısal Bozukluk; Zekâ özürlüğü olmaksızın bedendeki bir kısım eksikliklerin dert edildiği bozukluk.

Yüz Fukarası; Yüzüne bakılmayacak kadar çirkin, suratı Çarşamba pazarı gibi, nasırlaşmış gibi olan.

(3) Alıcı Gözüyle Bakmak; Çok dikkatle bakmak, inceden inceye gözden geçirmek.

Cevher Yumurtlamak; Cevahir yumurtlamak. Değerli sözler söylediğini sanarak, saçma sapan şeyler söyleyenler, saçmalayanlar için alay yollu kullanılan bir söz.

Çay Sıra Gidip, Yol Sıra (Gelmek); Herhangi bir işi isteksiz olarak yapmak.

Gam Yemek; Tasa etmek, kaygılanmak.

Göz Ardı Etmek (Edilmek); Gereken önemi vermemek, verilmemek.

Göz Ucuyla Bakmak (İzlemek); Sezdirmemeye çalışarak, başını çevirmeksizin yandan bakmak, izlemek, göz kuyruğuyla bakmak, süzmek.

Gözleri Börtletmek (Pörtletmek); Börtlemek, az haşlamak anlamında olan kelime, yöresel olarak gözleri börtletmek; gözleri olağandan fazla ve hayretle açmak.

Halt Etmek; Uygunsuz bir söz söylemek, uygunsuz davranmak, uygunsuz bir iş yapmak.

Kıyak Geçmek; Birine maddi ve manevi destek olmak, yardım etmek.

Kök Söktürmek; Bir işin yapılması için kişiye güçlükler, zorluklar çıkartmak, engeller koymak, uğraştırmak, sonunda zorluklarla da olsa amacına ulaşmak.

Olmayacak Duaya Âmin Demek; Sonuç vermeyecek bir işle uğraşmak, ya da buna destek vermek.

Sui İstimal Etmek; Yetkisini kötüye kullanmak, yolsuzluk yapmak.

Tenezzül Etmek; Kendi durumuna, düzeyine aykırı bir şeyi, bir durumu, bir işi kabul etmek (zorunda kalmak).

Zangır Zangır Zangırdamak; Güçlü sesler çıkararak titremek, sallanmak, zıngırdamak.

(4) Çıtlatmak; Bir kimseye bilmediği, merak ettiği bir şeyden ancak sezdirecek kadar söz etmek. Bir şeyden “Çıt” sesi çıkarmak.

Çullanmak; Alta almak için birinin üstüne atılmak, saldırmak. Birini bezdirecek, bıktıracak derecede tedirgin etmek, birini sözle üstüne gitmek, sözle saldırmak.

Salâvatlamak, Selâvatlamak, Sâlavatlamak, Selavatlamak; Yöremde kullanılan ve “Uğurlamak, güle güle demek”  Mezarına teslim etmek anlamında kullanılan bir fiil.

Somurtmak; Küskünlüğünü, bir şeye kırgınlığını, can sıkıntısını, neşesizliğini anlatacak biçimde yüzünü buruşturmak, keyifsiz ve suskun durmak, surat asmak.

(5) Kalp Kalbe Karşıdır; İnsan kalbi, diğer birinin kendine karşı sevgi mi, nefret mi beslediğini hisseder, sevgi varsa sevgi, nefret varsa soğukluk demektir.

Uyandım seninle birden… şeklinde başlayan “Kalp kalbe karşıdır, derler”   Aslı GÜNGÖR

Kalp kalbe karşıdır derler, onun için sormadım… Güftesi; Turhan TAŞAN’a, Bestesi; Coşkun  SABAH’a ait olan Türk Sanat Müziği eseri Hicaz Makamındadır.

(6) Kız Seni Alan Yaşadı; Sözlerini Hakkı YALÇIN'ın yazdığı, Mustafa SANDAL'ın besteleyip seslendirdiği “Kız sen ne güzel bakıyorsun?” diye başlayan şarkının nakarat bölümü; “Kız seni alan yaşadı, dertlerini de boşadı!” şeklindedir.

(7) Ben gamlı hazan, sense bahar… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Sıtkı ENGİNBAŞ’a, Bestesi; Melâhat PARS’a ait olup eser Hicaz Makamındadır. İkinci mısraında; “Sen kendine kendin gibi bir taze bahar seç!” denilmektedir.