Ayın on dördünde, ay tostoparlakken, bir bahar sabahı doğmuşum. O zamanlar ultrason yok, ancak ebe müjde verdiğinde belli oluyor cinsiyet. Dolaysıyla babaların-annelerin isim hazırlığı da yok, “Oğlan olursa şu, kız olursa bu” diye, genelde, anne-babanın anne-babalarının, yani nine ve dedelerin isimleri revaçta(1) gelecek bebek, yani (onlara göre) torun için nine ve dedeler yaşıyorlarsa da-ölmüşlerse de…
Böyle bir atmosferde doğduğum için şaşkınlıkla unutulmuş hazırlanıp belirlenmiş ismim. Annem günün mana ve ehemmiyeti belli olsun diye mehtap, ayın on dördünü çağrıştıracak, üstelik neslin devamı olacak bir erkek ismi düşünmüş, benim için.
Tüm isimler kız isimlerini çağrıştırdığı için Aydın ismini düşünmüş önce.
Ancak bu isimde bir akrabamız olduğu ve aydın olmak bir tarafa…
Kısaca ısınamadığı bir isim olarak kabullenememiş, babam girmiş devreye; aydan dolayı “Ay”, Erkek ve neslin devamı olarak da “Er” ismi “Ayer” olsun demiş.
Başlangıçta muhalif(1) gibi görünse de annem, babamın özellikle “Dediğim dedik!” havasında Nüfus Kâğıdımı çıkartması nedeniyle ismime rıza göstermiş!
İsmimin hikâyesi böyle bir şey işte…
Neredeyse kapı bir komşumuz, Emine Teyzem de, ismimi çok beğenmiş, “Ahretliğim(1)!” demiş, “Benim de oğlum olursa, ben de aynı ismi koyacağım! Kardeş kardeş büyürler, senin ki ‘Büyük Ayer’ olur, benimki ‘Küçük Ayer’, ya da başına sonuna dedesinin adını da ekleriz!”
“He!” demişler karşılıklı.
Konu “Ahretlik” başlığıyla anneler için söylenmiş olsa da, babaların da uzak olmaları mümkün değildi, bugünün deyimi ile “Kanka” gibi görünümleri olmasa da.
Belki de akrabaydık, sormak, soruşturmak hiç geçmemişti aklımdan, yakından, uzaktan hem gerekli de değildi, akrabadan ileri yakındık birbirimize Ayser ve ben…
Emine teyzenin bir kızı olacakmış, beklentisi oğlanmış, doğal olarak. Zaman geçmiş gelmemekte direnmiş bebek.
Bir gün, anneme müjde vermiş; “Benim Ayer de geliyor!” diyerek. O sıralarda “Üf!” ki “Üf!” ben ilkokula başlamak üzereydim, bizim zamanımızda ilkokullar beş yıldı, sonra ortaokul üç yıl, lise üç yıl ve sonra üniversite eğitimi geliyordu daha o yıllarda üniversiteye gitmeyi kafama koymuştum.
Sonraki yıllarda, kimya derslerine özel ilgim nedeniyle Kimya Öğretmeni olmayı geçirmiştim aklımdan, olmazsa Kimyager, Laborant, Kimya Mühendisi olmak geçmişti zihnimden, ama ille de, mutlaka “Kimya” işte.
Sonuçta olamamış, içimde ukde(1) olarak kalmış olsa da.
Emine Teyzem “Ayer” değil, “Ayser” doğurmuştu, yani ikinci bebesi de, hatta üçüncü bebesi de kız olmuştu, Tanrı hakkı üç olarak. Dördüncü de oğlanla güldürmüştü Allah Emine Teyzemin yüzünü.
İsmine gelince; Emine teyzem, beğendiği isimden vazgeçmeyi istememişti. Ancak pürüz vardı, kendine göre. Evet, bir kış Salı gününde, ayın on dördü mehtapta, üstelik sancıları erken gelince prematüre(1) değil, sezaryenle(1) doğmuştu Ayser.
Teyzem iddiasından vazgeçmemiş, birkaç gün erken doğması nedeniyle, Mehtap, Ayperi, Aydoğan gibi isimlerin hiçbirine iltifat etmeyip kızına Mehtap dolaysıyla “Ay” Salı günü doğması nedeniyle “S” harfi ve erken doğumunu dikkate alarak da “Er” ismini takarak kızına “Ayser” adını vermişti, tıpkı bana benzettiği isim olarak.
Breh! Breh! Daha o yaşta can yakacağı belli bir kız çocuğu idi, güzel mi güzel, beyaz mı, beyaz, buğulu, zekâ fışkıran gözleri ile gülücükler saçan, hatta iddialı bir söz gibi görünse de “Ağlamayı, sızlamayı bilmeyen” dileklerini sadece genzinden bir “Hıı! Hığk!” gibi bir sesle çevresindekilere belirten.
O seslenişlerin anlamını sadece annesi bilirdi, o zaman bugünkü gibi hazır bezler yoktu, ayrıca hazır fenni mamalar da.
Doğal olarak insanlar doğduktan sonra büyümek zorundaydılar. Üstelik güzel kızların zekâlarındaki üstünlük nedeniyle zeki ve altıncı hisleri irsiyet olarak eklenerek büyümeleri gerekli bir zorunluluktu!
Zamanın durmaması sonucu o bebek olarak, ben “Koca Bebek” olarak büyüyorduk, büyüdük de…
Ben daha ilkokulu bitirmeden, benim konumumda, muhtemelen annesi-babası ve ablası sayesinde okuma yazmayı, dört işlem matematiği öğrenmişti. Genelde nereden esinlendiysek bilmem o bana abi değil “Abicik” diyordu ben de ona aynı yaklaşımla Ayser demek yerine “Abacık” der olmuştum.
Üstelik ben onu görmekten, “Abacık” demekten, o güzel çocuğa güzel bakmaktan bıkmıyordum(2).
O mu? Onun adına o yaşta öylesine güzel düşüncelere sahip olmam mümkün değildi ki, “Abicik” olarak?
Bir nefes alıp gerçeğe biraz daha dokunmak gerekirse, belki de ismimi unutmuş, hatta hiç bilmemiş, öğrenmemiş, arzu etmemiş de olabilirdi Abacık, aramızdaki yaş farkı nedeniyle ilgilenmemiş olarak!
“Abicik” idim ben, “Ağabey” ya da “Ağabeycik” yerine. Öyle ki tüm sokak, mahalle, çevre…
Hatta azıcık da olsa(!) tüm ülke “Abicik” diye bir ses duyduğumda kimin kime seslendiğini açık-seçik olarak anlıyordum, bu şekilde anlamaları da doğaldı, herkesçiklerin.
Abacık bana emanet edilip de, onu gezmeye götürdüğümde, gezdirdiğimde hep öğrenme arzusu ile sorardı, elinden o Harita Metot Defterini, kurşun kalemini ve silgisini hiç eksik etmezdi öğrenmek için.
Ben bacaksız bir öğretmen tavrında bildiklerimi aktarırken bilmediğimizi adım gibi bilip inandığım bugün için mutluluk diyeceğim kavramı yaşardık, ağabey-kardeş olarak gibi.
Hadi o çocuktu, peki, ben? Dilini eşek arısının sokması, diline o Arnavut biberlerinin en acısının sürülmesi gereken, içi boş, daha doğrusu içinde ne olduğu belirsiz bir sapık tarifinde olsam gerekti (muhtemelen değil, gerçekten).
Evet, daha yaşı gelmeden, ilkokula başlamadan evvel benim okul çantamdaki defter-kitaplara özenerek bakmasından dolayı öğrenme merakında olduğunu o anlarda öğrenmiştim. Çünkü dilinin bile henüz dönemediği günlerde ben “Örtmen Abicik!” idim. Her konuda emre amade, hazırlıksız, bedelsiz…
Evet! Daha beş yaşındaydı, neredeyse “Benim kadar çok şeyi biliyordu!” desem, abartmış olmam, mümkün değildi. Ondaki cevheri(1) gören anne-baba-abla ve belki de destek veya akıl veren yakın bir öğretmen onun zamanından önce gibi görünse de zaman kaybetmeksizin okula başlamasını önermişti.
Ancak karşılarına mevzuat(1) çıkmıştı, o yaşta değil, ikinci-üçüncü sınıfa başlayacak kadar zeki, akıllı ve bilgi sahibi, okur-yazar, matematik bilgini olmasını, birinci sınıfa kaydı için bile zorluk çıkarmışlardı, köyde değil, koca şehirdeydiler aslında.
Ve zorluk çıkartılmasında en büyük neden de emsalleri ve dürüst okul müdürlerinin ve daha sonra Milli Eğitim Müdürlüğünün tezahürat şeklinde tavrı idi.
Evet, uzak yakın olmasına aldırmaksızın çevredeki birkaç okula da başvurmuşlar ve hep aynı menfi-kaba tavırla karşılaşmışlardı.
Bir akrabaları, belki de başvurdukları okullardan birinde bir müdür, bir öğretmen akıl vermişti, Abacık’taki zekâyı ve pırıltıyı. “Yaşını büyüttürün!” Ablasından önce doğmuş kadar yaşını büyütmek sorun değildi, doğmadan önce doğmuş gibi.
Nihayeti hastanede doğmuş olsa da yakın bir ebeden Doğum Belgesi almak o kadar zor görünmüyordu.
Ancak…
Dürüst bir devlet memuru olan babası Mehmet, böyle bir yaklaşıma, kendisi kadar uzaktı. Yapmadı, yapmamakta da direndi. Ama sonra kızının mahzunluğuna, öğrenme, okula gitme heves ve heyecanına mağlup olup, “Pes ederek!” ne istendiyse kızı için fedakârlık ve şike denilecek danışıklı çabaların hepsini çekinmeksizin gerçekleştirdi.
Abacık için kaydolduğu üçüncü sınıf yeni bir çığır olmuş, yeni bir devrin açılmasının sebebi olmuştu. Dili çoktan çok düzgündü, gayretliydi, çalışkandı, öncesinde de söylediğim gibi zeki, akıllı, araştırmacı, sesi de, hitabeti de güzel ve lider hüviyetinde idi, sınıftaki tüm emsal(!) arkadaşlarının önündeydi.
Öyle ki o zamanlar Cumartesi günleri okul yarım gündü, andımız okutulurdu her sabah, Cumartesi öğlenleri ve Pazartesi sabahları İstiklâl Marşı, yani Ulusal Marşımız okunurdu ve maestro(1) hüviyeti hep Abacık’ta idi.
Keza edebi yarışmalarda, özellikle şiir yarışmalarında da o hep öndeydi. Şehre bir büyük mü gelirdi, boyuna-bosuna bakmaksızın onu çıkarırdı okulun müdürü, ya da öğretmeni. Medeni cesaret(3) yüklüydü. Çatır-çatır söz söyler, şiirler okurdu.
En çok sevdiği şiir de; Orhan Veli KANIK’ın “Helene İçin” şiiri idi, nereden, niçin, nasıl etkilendiyse?
Ve ilerleyen tahsil yıllarında da farklı tüm yarışmalarda ezberinde yer alan bu şiirle hep birincilikler almıştı
Daha sonralara doğru ilerlemeden önce biraz gerilerden tekrar bahsetmem gerekiyor, aramızdaki yaş farkı normalde yedi iken, yapılan işlemle üçüncü sınıfa başladığından ben ilkokulu bitirdiğimde aramızdaki yaş farkı o başladığı, ben bitirdiğim için beş yaşa inmişti, çocuk yaşlarımıza rağmen onun yaşamadıklarını tamamlama gayreti, eksiklerini tamamlamak benim için gerçekten mutluluktu, büyürken.
Evet, biraz kaba kaçacak gibi görünse de ben; eşşek kadar olma cüssesi yaşarken, o civciv gibi paytak bir bünyeyle eli hep avucumda idi. Sadece bazen anlattıklarımı dinlerken iki eli yumruk halinde bazen çenesinde, bazen şakaklarında, yanaklarında olurdu.
Bazen taşımaktan yorulmadığı o Harita Metot Defterine not alırken azat olurdu elleri ellerimden.
Ayser’in en enteresan, muhteşem özelliği yazarken, çizerken, kullanması gerektiğinde her iki elini de başarıyla kullanabilmesi, olup da yaşadığı takdirde can sıkıntısını her iki eliyle de takla attırdığı kalemleriyle belli etmesi idi.
Oysa ben solak olarak sol elimi çatal tutmak, sağ ayağımı da sadece yürümek için kullanırdım.
Dilimin ucuna kadar gelen bir deyim, ama onun için kullanmak asla aklımın ucundan geçmez. Söylediği şuydu bacak kadar vele…
pardon bebe…
tekrar pardon Abacık’ın, nerden öğrendiyse daha o yaşında;
“Nazar etme n’olur Abicik, çalış, gayret et senin de olur!” demesiydi.
“Senin annen de iki elini kullanabiliyor, irsiyet var, genler var, ne bileyim DNA falan var işte, benim senin gibi olmam için bir fırın ekmek yemem gerekir!” demem geçmiyor olsa gerekti aklının ucundan bile (sanırım).
Öncelerimizde bir gün havuzlu bir parka gittiğimizde, bunalmış olsa gerekti yahut da serinlemek;
“Abicik!” dedi ve söz etmek yerine işaret ve orta parmağı ile yürüme işaretiyle anlatmak istedi havuza doğru yönelişini.
Hissi kabl el vuku(3), selamın kavlen min rabbi rahîm(3), ya da şeytan dürtmesi(3) artık ne denirse o his beni peşi sıra sürükledi, sonuçta onun geleceği için bir ilkenin gerçekleşeceğini bilmeksizin.
Havuzun yanına gelmek üzereyken parkeye ayağı takıldı herhalde, sarsılırken elindeki kalem havuza düştü, kendi de aynı akıbeti yaşamak üzereyken, sırtından elbisesinden ancak tutabildim. Sarıldı, sağıma yasladı kulağını başıyla.
Şaşkınlık işte, dilim feleğine yön verme çabası yaşadı, galiba;
“Kalbim o tarafta değil Abacık! ‘Düşeceksin!’ diye korkumu, endişemi, telâşımı hissetmekse maksadın, kalbim sol tarafta…”
Hemen konumunu değiştirdi. Zırvalamak bir bedel karşılığı olsaydı, herhalde zengin olurdum;
“Sen büyüyünce en iyisi Ablacık olarak Kalp Doktoru ol, bakarsın kalbimde arıza falan olur, umut ederim ki benim ölmeme rızan olmaz, beni iyi edersin!”
“Sana bir şey olmasın, dua ederim, ama seni çok sevdim Abicik, Kalp Doktoru olacağım, yönümü çevirdim!”
O tarihlerde ilkokula bile başlamamış bir kız çocuğunun düşüncesinden oldukça etkilenmiştim, ama ne anlamda? En iyisi ve kısaca tekrar edeyim; “Sapıkça…”
Buna şu an, benim için yalı kazığı(3) tipinde duran bir hanzo(1) demem mümkündü. Gereksizlik formatında kendimi o unvan dışında nasıl bir sıfatla takdir ederdim ki?
Günler geçti, o bana yetişme çabası yaşadı, ben adımlarımı açıp hızlandım. Yollarımız ayrıldı. Ortaokul, lise, üniversite sınavı, üniversite, askerlik; uzakta, uzaklarda bir yerlerde, tilkinin bilmem ne ettiği yerlerde de öğretmenlik…
Onun yetenek, bilgi birikimi, IQ(4) ile belirlenemeyecek üstün zekâsının keşfedilip burslu olarak yurtdışında eğitim aldığını, anne-babasının şehri terk edip köylerine döndüğünü bir vesile ile annem anlatmıştı.
Bilmediğim, ama öğretmen olarak yaşamam gereken bu kentte bekârlık gerçekten rezillikti
Babamı yitirdim.
“Anne başımda dur!” demem yetersiz kalmıştı. Annemin önce “Evim de evim! Hatıralarım! Babanın mezarı!” demesi sonra “Köyüm de köyüm!” şeklindeki spekülatif(1) hezeyanları(1) onu köye taşıyıp da özellikle evi satma aşamasında Ayser’le görüşmemiz doğal olarak asla mümkün olamamıştı.
Oysa büyümeye çalıştığımız zamanlardan onun ülkeyi terk ettiği ana kadar olan devrede çeşitli vesilelerle ne kadar çok, istek, dilek, neşe ve arzuyla görüşmüştük ki sessizce ve hatta birbirimizden saklanarak.
Kalıcı izleri vardı, ama hiç iz bırakmadan kaybolmayı tercih etmişti bana göre.
Onu bilemem ama benim de tarifim gerçekten; saklanmak olsa gerekti. Bu nedenle uzaklaşmak bende o mecburiyeti hissettirmiş ve onu yitirme hakkımı kullanmıştım.
İndimde küçücük bir Abacıktı o, hem hâlâ…
İstemesem de yahut da ister istemez bir duygu sömürüsü(3) geçti dilimin ucundan;
“Demek ki yaşamamış olsam da yaşamadığım, bir babanın eşi olan annem için aşk, evlât başında durmaktan, evlâttan daha değerliymiş!”
“Şey” dediğim duyguyu anlatmaktan aciz kalmayı öğrenmiştim, ne işe yarayacaktıysa.
Oysa ne demişlerdi; “Ana başa taç imiş, her derde ilâç imiş, bir evlât pîr olsa da, anaya muhtaç imiş(5).”
Doğruya doğru, ne demeliydi ki?
Neredeyse kaşarlanmak üzere öğretmenliğe devam ederken, çıtı-pıtı bir öğretmen geldi görevli olduğum liseye, dikkatimi çekeceğini aklımın ucundan bile geçirmiyordum. Geçmesi de mümkün değildi zaten bu mazbut(1), muhafazakâr(1), mevcudu kısır, sınırlı öğrencisi olan küçük şehrin lisesinde…
Mesude, ellerini saklamasını da, duygularını esirgemesini de, hatta öpüşmesini bile bilmiyordu. Üstelik “Hazır değilim!” demesine rağmen, çevre, hatta tahminen edindiğimi sandığım aile baskısına karşı koyamaksızın, muhtemelen ve belki de biraz ekonomik sorunlar nedeniyle kâğıt üstünde benimle evlenmeye razı olmuştu. Kurallara uygun olarak nikâhlandık sadece.
Her şeyimiz müşterekti, sadece odalarımız ayrıydı, mahremiyetimize(1) uygun olarak. Kendini hazır hissettiğinde evlenip karı-koca olacaktık, gerekli olmasa da sofu arkadaşların ısrarıyla imam nikâhını da tamamlamış olmamızın sadece şekli önemliydi.
Mihri muaccel(6); 50 kilo altın, Mihri müeccel(6); ne dediğim hatırımda kalmamış, aklımda kalmış olsa; “Sadece ben!” demiş olabilir miydim diye aklımdan geçirmiş olabilirdim. Ama şimdi; “I-ıh!”
Ama şunu itiraf gibi kaydetmekte yarar olacak; “İkimiz de birbirimize” âşıktık, ya da yaşadığımız aşktı, oysa o “tesadüf”, bense “seçilmiş” idik, itirafta zorlansak da.
Hani “meselâ” demem gerek, çünkü Mesude ismine uygun yaşama amacıyla mesut olmak için hazır olma gayretindeydi, ama gönlü direniyor olsa gerekti kendine. Öyle ki bakkal-çakkal gibi, haddini-hukukunu bilmeyen yerli-yabancıların “Hemşerimizden haber yok mu? Kız hiç bi değişikliğini göremiyoruz!” ya da benzeri suallere ya cevap vermiyor, ya da yalapşap(1) geçiştiriyordu.
Bense ilerlememek için direndiği halde başarılı olamayan yaşımın hükümlerine göre, kaba görünse de cevap vermek istemiyor, cevap vermiyordum.
Ve yıllar sonrasına erişmiş olsam da ne Abacık’a ne de Mesude’ye içimden geçenlerin aşk olmadığı hükmünü yaşıyordum. Aşkı hak etmemiştim, aşka ihtiyacım bile yoktu…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Abacık-Abicik; Sevgi yüceleştirme anlamında küçültme şeklinde “abla-ağabey.”
Mesut (Erkekler için), Mesude (Kadınlar için); Saadete ermiş, mutlu. Sevinçli.
(1) Ahretlik (ya da Ahret Kardeşi); Birbirine kardeş gözüyle bakacaklarına ve ahrette birbirlerine şahadet edeceklerine söz vermiş iki kadından her biri, aralarında sözleşmiş karı-koca.
Cevher; Gevher de denilir; İyi yetenek, bir şeyin esası, özü, mayası, değerli süs taşı, mücevher.
Hanzo; Kaba-saba, görgüsüz, iri yarı kimse.
Hezeyan; Abuk-sabuk, saçma-sapan konuşma, hareketler yapma, sayıklama, ya da saçmalama.
Maestro; Orkestracı, Orkestra Şefi.
Mahremiyet; Gizli olma durumu, kişisel gizlilik. Kişinin sadece kendisine ait olan, aynı zamanda sınırları Allah tarafından belirlenmiş alan.
Mazbut; Derli toplu, düzgün, düzenli, beğenilen, sağlam. Doğa olaylarından etkilenmeyecek bir biçimde yapılmış, korunmuş. Ele geçirilmiş, zapt edilmiş, bir deftere kaydedilmiş, korunmuş, muhafaza edilmiş, unutulmamış, hatırda kalmış.
Mevzuat; Bir ülkede yürürlükte bulunan yasa, tüzük, yönetmelik, kararname vb. tümü. Belirli bir konuda yürürlükte bulunan yasal düzenleme.
Muhafazakâr; Tutucu, koruyucu. Mevcut toplumsal düzeni düşünceleri ve kurumları değiştirmeden olduğu gibi korumak isteyen kimse.
Muhalif; Bir görüşe, bir eyleme, bir tutuma karşı olan. Muhalefet eden, ya da muhalefet partisinden olan.
Prematüre; Gebelik süresi tamamlanmadan dünyaya gelen, zamanından önce doğmuş bebek.
Revaç; Geçerli ve değerli olma, herkesçe istenme.
Sezaryen; Doğumun doğal bir biçimde gerçeklemediği durumlarda, anne ya da bebeğin hayatlarının tehlikeye girdiği durumlarda ya da istendiğinde karnın ve döl yatağının ameliyatla açılarak bebeğin alınması şeklinde doğum yöntemi (Doğum Ameliyatı).
Spekülâtif; Kurgusal. Saptırıcı. Vurguncu. İstifçi.
Ukde; İçine dert olmak, bir konunun kapalı kalmasından dolayı duyulan acı.
Yalapşap; Yalap şalap. Yalap çalap. Baştan savma, üstün körü, yarım ağızla, yarım yamalak.
(2) Güzel Bakmak Sevap; Asıldır. “Güzele bakmak sevap!” yanlış, değiştirilmiş halidir. Bu durumda hani hatırlatılmak istenirse güzele çirkin bakmanın da günah olacağını varsaymak mümkündür, eğer, denilen gerçek ise.
(3) Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar. Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği.
Hiss-i Kabl-El-Vuku; Hissikablelvuku olarak da yazılabilir. Altıncı his, önsezi, içine doğmak gibi anlamları taşır. Bir olay olmadan önce o olayı hissetmek de denebilir.
Medeni Cesaret; Girişken olmak, haksızlıkların karşısında dik durmak.
Selamün kavlen min-rabbir-rahim; Kur’an’da Yasin Suresinin 58. Ayetin olup sözün sabırla ilgisi yoktur, kısaca “Ona merhametli Rabbin (Allah’ın) söylediği selâmı vardır” mealindedir.
Şeytan Dürtmesi; Durup dururken uygunsuz, kötü bir davranışta bulunma.
Yalı Kazığı Gibi; Uzun boylu, iri kemikli, eğilip bükülmesi olmayan, sabit fakat dengesiz kimse.
(4) IQ; (Intelligence Quotient) ya da EQ (Emotional Quotient) olarak belirlenen zekâ testi.
(5) Anne Üzerine Söylenmiş Sözler; Hepsini bir araya toplamak mümkün değil bence, ancak bir, kaç örnek vermem gerekirse şunları sıralayabilirim;
“Ana başa taç imiş, her derde ilâç imiş, bir evlât pîr olsa da, anaya muhtaç imiş.
Ana kucağı insanın her yaşta aradığı yerdir.
Anamın ekmeğine kuru, ayranına duru demem.
Anasının bastığı yavru incinmez.
Ana kucağı, cennet bucağı.
Ana hakkı ödenmez.
Anneler, bedenlerinin bir parçası gibi gördükleri evlatları için her türlü fedakârlığı yapmaktan kaçınmazlar. Anne karnında başlayan bu fedakârlıklar göz önüne alındığında, hiçbir insan annesinin kendisi için yaptıklarının karşılığını, kolay kolay ödeyemez…
(6) Mihri (ya da Mehri) Muaccel; Acele verilmesi gereken mehir demek olup, nikâhta ve zifaftan önce verilmesi gereken mehirdir.
Mihri (ya da Mehri) Müeccel; Nikâhtan sonra ecelle ölme halinde verilmesi gereken mehirdir. (Mihrin; başlık parası ile hiç ilgisi olmadığı gibi, şeriatta başlık parası haramdır!)