Köyün en güzel ve en tek(!) kızıydı, köye gelişimin belki haftasında, belki onuncu gününde rastladığım. Türkçemizde böyle bir söz yok, ancak benim de onu tarif edebileceğim bir başka söz bulmam mümkünsüz.

 

Aslında utanmasam (kendimden bile); “Şehirden bu uçsuz-bucaksız köye gelmiş, öğretmen, genç, yakışıklı, kültürlü, bekâr ve devletten maaşlı, şehir çocuğunu” merak edip o rastlamıştı bana yahut da rastlattırmıştı kendisini bana (meselâ)!

 

Eee! Gelir-gelmez anlatmak zorundaydım kendimi Muhtara ve görmeliydim öğrencilerime ders vereceğim okulumu. Bu nedenle adımın hemen duyulması da olağandı tabii…

 

O zamanlar hem okullar beş yıllık, hem karma, hem sabahtan-akşama kadar, hem de beş sınıf bir arada idi.

 

Bir de benim gibi vekil öğretmenler vardı, benim gibi boş gezenin, boş kalfası olmasın, haytalık(1) yapmasın, vatanına-milletine askerlik görevini yapmaya başlamadan evvel yararlı olsun, “Adam olsun, adam olmaya çalışsın, hiç olmazsa adam olmayı denesin!” diye. Eğer yanlış aklımda kalmadıysa, ya da bana anlatılanlar yanlış değilse, askerlik görevini de böyle öğretmen olarak yapanlar varmış(mış).

 

Ben işte askerlik öncesi öğretmenlik denemeyi düşünen ve yetiştireceği eserleri ile övünmek isteyen o vekil öğretmenlerden biri idim.

 

“Köyün anayoldan sonra yolu yok, sadece bir keçi yolu var!” denmişti. Şehirden elle çevrilen manyetolu bir telefonla Muhtara “Köylerine tayin olduğumu ve nasıl geleceğimi” sormuştum da.

 

Muhtar önce genişçe, sevinç dolu bir heybetle “Allah!” demiş, bir ciple gelmemi söyleyip ineceğim yeri tarif ettikten sonra “Ben karşılarım!” demişti.

 

Bindiğim cipin şoförü biliyormuş ineceğim köyün kavşağını. Tam köyün kavşağına geldiğimizde; “Aha burası!” deyip indirdi beni şoför.

 

Baktım orta yaşlı biri (Bakmayın orta yaşlı dediğime. Eh! Benden en fazla üç-beş yaş büyük olsa gerekti) ağaç altında yedeğinde iki katırla beni bekliyordu;

 

“Hoş geldin Öğretmenim. Ben Muhtar Muhammet!” dedi.

 

Başlangıç olarak hayret etmiştim. Neden mi? Okuduklarıma, ya da nasihat edenlere göre bana; “Muallim Bey” ya da “Hocam” demesi gerekti. “Öğretmenim” diye temiz bir Türkçe ile karşılanmam mutlu etmişti beni. Bilmiyorum, o da beni görünce mutlu olmuş muydu? İleride görecek, anlayacaktım!

 

“Ben Erdem!” dedim, katır sırtında köye yöneldiğimizde…

 

Sözlerime başlar başlamaz; “Tek!” dedim, “En güzel!” dedim karşılaştığım güzel için. Çünkü köyün suyundan mı, toprağından mı, her neyse bir tek benim karşılaştığım o güzel kız varmış köyde kız olarak. Duymam hatalı değilse bir de muhtarın kız kardeşi varmışmış, hiç görmediğim, ya da göremediğim.

 

Sokakta oynayan çocuklar, öğrencilerimin çoğu değil, hepsi oğlan çocukları idi. Erkekler… Ve Emine onların içinde bir tane idi, okulu çoktan bitirmiş.

 

Köyün bir özelliği daha vardı. Oğlanların çoğunun ismi; Mehmet, Ahmet, Muhammet, tek-tük Ömer ve Ali, onun ve köy kadınlarının çoğunun ismi Emine, Hanife, tek-tük Ayşe ve tamamen yöresel lehçeyle Hatçe, ya da Hatça idi, Hatice değil…

 

Öğrencilerim de birbirlerine çok benziyorlardı, isimleri gibi soy isimleri de aynı olan çok öğrencim vardı. Dar bir kuytuda yıllarca beraber yaşamışlardı, doğaldı bu benzerlik. Neyse ki; ad-soy ad, anne-baba adları bile aynı olan bazı öğrencilerimi, daha doğrusu çocuklarımı desem daha iyi olacak, çok gerektiği zaman sınıflarından ve numaralarından ayırıyordum.

 

Her seferinde doğum tarihlerini ya da diğer özelliklerini kontrol etmem mümkün değildi tabii. Kolayıma giden numaraları idi…

 

Haytalık dönemlerimde; yani lisede okurken sınıfta kaldığımda fotoğrafçılığı ve melodika(2) çalmayı öğrendiğim ve onları yanımda getirdiğim için çocuklarımın da dikkatini çekmiştim. Muhtar ve köyden birkaç kişi ilçenin pazarına irat(3) götürdüklerinde benim yazıp kendilerine verdiğim notlara göre film, çocuklarım için kalem-defter-silgi gibi ihtiyaçlarımı getiriyorlardı. Çünkü okulun sadece öğretmeni değil, müdürü, müstahdemi(4) de ben olduğumdan tutmam gereken defterleri ve benzerlerini çektiğim fotoğraflarla güçlendiriyordum.

 

Tek, yanız tek bir eklenti; İstiklâl Marşımızı, Ulusal Marşımızı hepsi bir ağızdan söylüyordu, tek-tük makam hasarları ile. Melodika ile hepsi düzeltti hasarlarını. Hatta öyle ki; çaydan, bahçeden, davardan gelen tüm çiftçiler onların gür sesleri ile söyledikleri ulusal marşımızı duyar duymaz oldukları yerde kazık gibi sabit durur olmuşlardı.

 

Vesile olmuşken; başka ülkelerin Ulusal marşlarına, milletvekili olarak seçtiklerimizin o ülkenin İstiklâl Marşı diyenleri ayıplamak geçiyor içimden, ne yararı olacaksa?

 

Nasıl söylesem okula bir Ecza Dolabı almam ve içini gerekli ilk yardım gereçleri ile doldurmam fena olmamıştı. Elini kesen toprağa sürmek, tütün bastırmak, eline işemek yerine bana geliyordu, oksijen-tentürdiyot, sargı bezi, yara bandı…

 

Artık ne gerekliyse? Aslında benden önceki vekil öğretmen de oldukça az olan bir kısım eksiklerini göz ardı edersek gerçekten başarılı olmuştu süresi bitinceye kadar, örneğin Emine onun öğrencisi olmuştu.

 

Sıralar, dolaplar aldırmış, ya da yaptırmış, bayraklar almış ve bayrak direği diktirmişti. Küçük de olsa okulun önüne doğal bir taş kütlesi üzerine Atatürk’ün de büstünü oturtturmuştu. Geldiğimde okulun badanası eksik gibi gelmişti bana, bir de büst dâhil geniş kapsamlı bir temizliği.

 

Bir Cumartesi günü boya-badanayı da, temizliği de kendi başıma halletmeyi isterken Muhtar, köyden birileri ve özellikle kadınlar toplanıp gelmişler, perdeler, sıraların üstü, kara tahta dâhil, her yeri yıkayıp, temizleyip, kotarmışlardı.

 

Malzemelerini ben almıştım, ama olsun, boya-badanayı da el-elden onlar yapıvermişlerdi. Okul mis gibi kokar olmuştu. Muhtarın kardeşini ilk defa, Emine’yi de ikinci defa gördüm orada ve ikisinin fısır fısır konuşmaları ile Muhtarın aşk ve belki de arzu dolu bakışlarını fark etmiştim Emine’ye.

 

Köyde, şehre sipariş ettiklerim dışında elim pek cebime de gidiyor sayılmazdı, ilk aybaşında, şehre gidip de öğrencilerimi kendi başlarına bırakmak yerine Muhtara dilekçe vermiştim, maaşımı alması için. Müdürlük;

 

“Olmaz, kendisi gelmesi gerek, hüviyetini görmemiz gerek, imza atması lâzım, yoksa dilekçe yerine Noterden belge getirmelisiniz!” demişler. Üzüldüm ve de azıcık da sinirlendim, Sonra hak verdim memurlara; görevleriydi tabii.

 

Ulusal Bayram Törenlerini okulumuzda yapıyorduk, kendi çapımızda. Birinci dini bayramı, yani Ramazan Bayramını önemine uygun olarak orada yaptım, çocuklarımla, gençlerle, yaşlılarla, babamlara özür telefonu açarak.

 

Köyün mescitten geliştirilmiş camisi tümümüzü içeri alamadı, hocanın sol yanını benim yerim olarak belirlemişlerdi. “Hayır!” dedim “Cemaate ne zaman katıldıysam, benim yerim orasıdır!” deyip dışarıda kilim üzerinde kılmıştım Bayram Namazını. Lâf aramızda beş vakit namaz olayı yaşamadığım için dizlerim ağrımıştı bir miktar.

 

Sonra bir Kurban Bayramı arifesinde, birikmiş maaşlarımı da alarak baba evine yönelmiştim. Biriken maaşlarım babamın sermaye artırımına katkıda bulunmuş, annem de ufak da olsa şehirden aldığım ufacık bir hediye ile mutlu olmuştu.

 

Köyden ayrılırken taşıyamayacağım kadar doğal olarak yetişmiş iradın da bir kısmını geri verip, taşıyabileceğim kadarını getirmem de annemin hoşuna gitmişti.

 

“Köyde ne yedin, ne içtin?” diye sorduklarında; “Ekmek elden, su göldendi annem-babam” diye cevapladım. Gerçekten bu; inanılması gereken bir söylemdi, Türkiye’min köylerinin misafirperverliğini bilenler için.

 

Bir tek gün bile aç-susuz kalmadım. En başta tandır ekmeği, bazlama, gözleme olmak üzere, bazen bütün bir tavuk pişmiş halde bırakılırdı kapıma. Yumurtalar, sütler, tereyağları, ballar, çok zaman kaymaklar, özellikle keçi peynirleri…

 

Kimin ne gönderdiğini bilmem olanaksızdı. Bir bölümünü lojman olarak kullandığım okulun kapısı parmak uçlarıyla çalınır, dışarı çıktığımda kimseyi göremezdim, belki bir erkek çocuk silueti uzaktan o kadar.

 

Ve okulun kapısında bir tencere, bir tepsi, ya da torba.

 

Boş olarak kapının önüne koyduklarım da bana fark ettirilmeden alınırdı öğrenciler tarafından.

 

İşte öyle bir köydü orası, o güzel kızın yaşadığı, benim öğrencilerimle haşır-neşir olarak(5) yaşadığım köy.

 

Günlerden bir gün Emine karşıma dikildi okulun paydos olduğu saatlerde, anne ve babasıyla birlikte:

 

“Zapt edemedik!” dedi babası. “İlle ben de öğretmen olacağım, dedi”

 

Emine başını eğmiş, sanki bana, ya da gözlerime bakmaktan ürküyor, kabarıp-yükselen nefesi ve göğsüyle desteklenmeyi diliyor, medet umuyor(6) gibiydi.

 

“Evvelki sene bitirdi okulu, yaşı da on dört. Olur mu? Okuyabilir mi öğretmen oğlum?”

 

Kuralları bilmiyordum, sormam, soruşturmam gerekti;

 

“Kızınız yarın çocukların başında öğretmen gibi dursun, hem bu ilk adımı olmuş olur öğretmenliğe, ben de şehre bir koşu gidip durumu öğrenip geleyim. Şehirde hiç akraba ya da tanıdığınız var mı?”

 

“Yok, öğretmen oğlum!”

 

“Neyse, inşallah yarın iyi haberlerle dönerim!”

 

“İnşallah!”

 

“İnşallah!”

 

“İnşallah!”

 

Üç ağızdan, üç aynı niyetli ses çıkmıştı, içten…

 

Dönüşümde haberler pek iç açıcı değildi galiba onlar için. Emine’nin okula gitmesinde sakınca yoktu, ama bir Kız Öğrenci Yurdu değil, Öğrenci Yurdu bile yoktu şehirde. Akrabaları yoktu ve Anne-Baba-Evlât olarak şehri kaldıracaklarını, şehirle baş edeceklerini aklım hiç kesmiyordu.

 

Üzülerek verdim haberi evlerine giderek, dikkat çekeceğimi hiç düşünmeden. Küçük bir köy, bir ve güzel tek genç kız ve köyün öğretmeni. Alâkasız mıdır ki genelde? Alâkalıymış, hem de Muhtar için çok, ama pek çok alâkalıymış, sonradan öğrenecektim.

 

“Okumak istiyorum, öğretmen olmak istiyorum!” diye çığırdı Emine, hatta pencereyi açarak, dağına, çayına, ağaçlara, ağaççıklara, çalılara doğru.

 

İçim parçalanmıştı, aklıma geleni uygulamaya koymak istesem kaybım olur muydu ki? Muhtarın odasına gittim, manyetolu telefon için. Muhtar beni yalnız bırakmak düşüncesinde değilmiş gibi göründü bana, her ne kadar bedelini ödeyerek telefon ediyor idiysem de.

 

“Baba!... Hayırlı akşamlar!... İyi misiniz?... Tamam, ben de iyiyim. Burada bir cici kız okuyup öğretmen olmak istiyor. Bir bakın bakalım, Kız Öğrenci Yurdu müsait mi? Parasız yatılı imkânları, ya da burs imkânları var mı bu kızcağız için?..”

 

Muhtarın endişeli, ürkek ve fakat kin dolu bakışlarını hemen fark ettim. Mutlaka Emine için gönlünde beslediği düşünceler, beyninde oluşturduğu duygular olmalıydı ki, bahsettiğim öğretmen adayının o olduğunu hemen anlamıştı.

 

Akşam kapım çalındı her zamanki gibi, ama olağana göre biraz daha geç. Kapıyı açtım, Emine’nin annesi ve babası ellerinde bir tencere ve bir kese. Annesi konuştu bu kere alelacele;

 

“Biz Emine’yi okutmaktan vazgeçtik oğul. Bu tencerede tavuk var, ye, afiyet olsun!”

 

“Bu kese de senin oğlum!” dedi babası.

 

Merak etmiştim. Köyün en fakirlerinden birinin bana olmadık bir zamanda bir tencere ve kese getirmesine. Keseyi uzatırken şıngırdadı kese. İçinde mutlaka bir şeyler olduğunu hissettim;

 

“Bak anne! Buranın yerli ağzıyla konuşmayı öğrendim. Burada tek kız evlât sizin ve o, okumayı istiyor. Vazgeçmeyin bundan, okutun kızınızı! Ve bu emanetleri de benim kabul etmem imkânsız, lütfen ısrar etmeyin”

 

“Ah oğul, bilsen!”

 

“Neyi?”

 

Tam bu sırada Emine yetişti kapıma;

 

“Alın o getirdiklerinizi ve iade edin sahibine, kimsede gönlüm yok benim ve ben okuyacağım!”

 

Okuyacağım sözünü heceleyerek ve her hece arasında bir nefes alımı durarak söylemişti “o-ku-ya-ca-ğım” şeklinde. Ve bana döndü;

 

“Öğretmenim, kurtar beni Muhtardan ve hepsinin ellerinden. Okuyacağım! Beni kimse engelleyemez. Tabii elimden tutmayı düşünmezsen, kör bir kuyuya hapsederim kendimi, kendim, kendime bile yâr olmam. Böyle olsun ister misin?”

 

“Böyle düşüneceğimi nasıl geçirirsin ki aklından? Babama telefon ettim. Kız Yurdunda yer ve imkânlar bulursa bizim şehirde okursun, tabii ailen rıza gösterirse ki buna onların hakları var, hem medeni olarak, hem de yaşın itibariyle. Bu nedenle biraz sabret, derim.”

 

Başını umutla önüne eğdi Emine ve döndüler evlerine hep beraber, tencerelerini ve keselerini alarak.

 

Ertesi gün Muhtar dikildi kapıma, okulun açılmasına çeyrek kala, kemerindeki silâhı özellikle gösterircesine;

 

“Yanlış yapma Öğretmen Arkadaşım!” dedi. Anlamazlığa geldim.

 

“Ne gibi?”

 

“Emine bu köyün malı ve bu köyün malı olarak kalacak. Siz şehir çocukları, sakın çelmeyin kızlarımızın akıllarını…”

 

“Herkes hayatını ve gönüllerinden geçeni yaşamalı bence!”

 

Muhtar okul çocuklarının yaklaştığını görünce geri dönmeden önce silâhının kabzasını okşadı, göstere göstere.

 

Çocuklara o günkü derslerini söyleyip, serbest çalışma verdim ve bir koşu evine gittim Emine’nin. Bir telâşla açtılar kapıyı;

 

“Bak Emine evvelden vacipti(7), şimdi farz(7) oldu! Gerçekten arzulu musun okumaya ve öğretmen olmaya?”

 

“Tabii, tüm gönlümle!”

 

“O zaman yarın anne ve babamla telefonla tekrar görüşeyim. Ya annen-baban götürsün seni şehre, bıraksınlar anne ve babamın evine, Kız Öğrenci Yurduna, ya da annem-babam gelip götürsünler seni oraya. Ve merak etme, Allah’a şükür, babam yoksul değil senin ihtiyaçlarını tamamen karşılar. Belki de burs alırsın ileride, kimseye muhtaç olmazsın. Ve de ileride öğretmen olunca anneni-babanı da alırsın yanına, dar-kıt imkânlardan kurtarırsın onları. Var mısın?”

 

“Varım!..”

 

Annesi babası rıza göstermelerine rağmen, götüremediler Emine’yi şehre, ama annem-babam her türlü güçlüğe göğüs gererek ve anne-babasına “Bir münasip zamanda şehirde görüşmek üzere” diye sözleşerek Emine’yi götürmeğe geldiler, onun ufacık bohçasıyla.

 

Ve götürdüler.

 

Doğal olarak anne-baba ağladı, doğal olarak ben sevindim. Neden mi? Bunun tek sebebi öğretmen olmaya arzulu bir genç kıza yardım etmek, sadece bir meslektaş kazanmak dileği olmasa gerekti! Her halde!

 

O gece Muhtar geldi kapıma. Hiçbir şey söylemedi, ağzında bir şeyler geveledi, tam anlamıyla duyamadığım ve belinden çıkararak ateşledi silâhını yalnızca bir el. Dizimin altından bacağımdan vurmuştu, iyi bir atıcı olmalıydı ki mermi ne atardamara, ne de kemiğe gelmişti.

 

Acı çekmiştim, ama hissettirmemeğe çalıştıysam da o telâşlandı ve hemen bağlattı ayağımı annesine-babasına-kardeşine.

 

İlk seferde dikkatimi o kadar çekmemişti, ama muhtarın kız kardeşi de güzeldi bence ve bu yaşa kadar neden evlenmediğini, ya da evlenemediğini anlayamamıştım. Herhalde emsalini bulamamış olsa gerekti.

 

Belki de “Gönlünün Sultanını(8)” bekliyordu ki herhalde bu; ben olamazdım asla…

 

Sekerek yürüyordum her şeye rağmen ve öğrencilerimi başsız bırakmamak için.

 

“Bir hastaneye, ya da bir eczaneye görünsem fena olmaz!” diye düşündüm. Öğrencilerimin okuma istekleri engelledi düşüncemi beynimde.

 

Kaç gün geçti aradan, bilmiyorum. Ağrılarım, sızılarım artmıştı. Buna rağmen evimden aldığım haberler mutlu ediyordu beni. Artık telefonla görüşmüyordum, Muhtar devamlı olarak dinlediği için. Bu nedenle Muhtarın Bürosuna gitmek züldü(9) benim için.

 

Mektup yazıyor, şehre gidenlere attırıyordum. Ama şehirden gelen babamın mektuplarının zarfları hep ve daima açıktı. Sebebini biliyordum ama üstünde durmuyordum. Çünkü benim kimseden gizlim-saklım yoktu.

 

Sonraları ağrılarım daha da arttı, tahammül edemez oldum. Ana-Baba şehrinin haberi yoktu durumumdan. Muhtar ağabeylik yaptı(!) şehre kadar götürdü beni.

 

Doktor; “Geciktiğimizi, bacağımın kesilmesi gerektiğini, aksi takdirde öleceğimi, bu işlemi burada yapmalarına imkân olmadığını, büyük şehre gitmem gerektiğini” söyleyince Muhtar telâşlandı.

 

Babamın evine kadar götürüp teslim etti beni. Ne birini, ne bir şeyi sormuş, soruşturmuş, hemen dönmüştü köyüne ve benden söz almıştı: “Kaza olmuştu!” O; masumdu. “Peki!” demiştim, sırtını sıvazlayarak. O da iddiasından vazgeçmişçesine omzumu sıkmıştı avucuyla hafifçe.

 

Telâşlarını anlatmam abes babamın-annemin. O gün yetişemedik hastaneye, ama randevu aldık hastaneden. Ertesi gün temizlenmiş, paklanmış olarak bekleyeceklerdi beni. Ve Kız Yurduna yerleştirmektense, evin bir odasını Emine’ye ayıran babam, Emine’nin eve gelişinde varlığımı hissettirmemeğe çalışmıştı. Gerçek ne kadar saklanabilirdi ki?

 

Emine okuldan eve geldiğinde normalin dışındaki bir havayı sezmişti. Nasıl sezmesindi ki, annede-babada suratlar bir karış asık ve sessizlik…

 

Odaları araştırdığını hissediyordum, hislerine egemen olmayarak. Ondan gizlenmek için saklandığım odama girdiğinde, hayretten açılmış olan gözleriyle şişmiş, sarılmış bacağıma baktı önce, sonra da üstüme kapandı;

 

“Ah Öğretmenim, öğretmenim!” diyerek ağlamaya başladı…

 

Her şey göz açıp kapayıncaya kadar değil, çok uzun bir sürede oluştu. Kesilmişti bacağım, diz kapağımdan aşağısı.

 

Öğrencilerim bir süre başsız kalıp eğitimlerinden yoksun olmuşlardı. Muhtar okula gidip bir şeyler yapmağa, anlatmağa çalışmış ama başarılı olamamıştı, söylemeğe gerek var mı?

 

Okullar tatil olsa da arada yok olan boşluğu doldurmak için Muhtara telefon ettim;

 

“Öğrenciler dağılmasın, eksiklerini tamamlamak için geliyorum!”

 

Okullar tatil olunca Emine;

 

“Beni de götür, öğrendiğim kadarıyla yardımcı olayım sana, yükünü hafifleteyim, hem okulum tatil oldu, köyüme dönmeyi, annemi-babamı görmeyi isterim.”

 

Daha çok birinci dileği gerçekleşsin istiyor gibi geldi bana. Ne kadar mağrur bir insan olmuştum değil mi, hele bacağımı kestirdikten sonra duygu sömürüsü(10) moduna girmiş olduğum kesindi?

 

Beraber döndük köye Emine’yle. Emine şehir havası almış, eski Emine olmaktan kurtulmuştu (bence). Ve kollarımızı sıvayıp hemen yöneldik çocuklarıma. Ben, dört ve beşinci sınıfları bilgi olarak doyurmağa çalışırken, Emine bir-iki ve üçüncü sınıfların haklarından gelmeğe çalışıyor, ufak bir testle günün sonunu getiriyorduk.

 

Bu vesileyle hemen aktarmalıyım ki; özellikle Emine’nin öğretmen olmak çabasını dikkate alarak hepsine okumayı özendirmeye çalışıyorduk;

 

“Neden içinizden öğretmen, mühendis, doktor çıkmasın ki. Toprağınız nimet dolu, suyunuz bereketli, zekânız kusursuz. Köyünüzün yolunu yapmak istemez misiniz? Şehir ayaklarınız dibinde olsun, dilemez misiniz?”

 

“Okuyacağız!” diyenler oldu çokça, sesini çıkarmayanlar da. Sebep; bilinendi çünkü. Onlar karnelerini aldılar, hepsi “Pekiyi” dolu olan karneler.

 

Ama Muhtar galiba çok zayıftı, sınıfta kalmıştı. Ben de “Aferin!” ile gönül dünyamda sınıf geçmiştim (Galiba, “Aç tavuk kendini darı ambarında görürmüş” darbı meseli(11) var ya, onun gibi hani!)

 

Bundan sonrası…

 

Rutin(12) bir yaşam düzeni desem. Ben öğrencilerimle köyde baş başa, Muhtar; mahcup, çekingen ve fakat her konuda özverili(13), Emine şehirde bizim evimizde, ortaokulu bitirme çabasında, öğretmen olmak için.

 

Annem babam, her şeyi görmezden gelircesine, dikkatsizce; “Evlendirelim seni!” diyorlardı, yazıyorlardı, artık açılarak gelmeyen mektuplarında. Şunun, ya da bunun kızlarının fotoğraflarını göndererek; “Güzel, temiz, tertipli, duygulu, iyi aile kızı, okumuş, evi var, varlıklı, huyu huyumuza, suyu suyumuza uygun” gibi ek bilgileri de her seferinde arka arkaya sıralıyorlardı.

 

Hiç akıllarına mı gelmiyordu, yoksa yakıştıramıyorlar mıydı benim olmasını istediğim birini bana? Ben hep “Hayır!” diyordum, hem yıllarca da “Hayır!” dedim, “Artık evde kaldın!” demelerine karşılık.

 

Gülüşü değil, Emine’nin ufacık bir tebessümü, benim tüm dünyamdı. Ya bunu hissetmiyorlardı, ya da belki nedensiz olarak hissetmek istemiyorlardı, gösterdikleri, önerdikleri iyi aile kızlarının, ya da Emine ile aramızdaki belirgin yaş farkının etkisi de vardı herhalde bunda.

 

Ne kadar geçti aradan dersiniz? Askere almadılar beni ayağım eksik olarak ve ben aynı köyde gönüllü olarak, ufacık maaş artışlarıyla vekil öğretmenlikten asil öğretmenliğe geçerek yıllarca öğretmenlik yaptım.

 

Köy dışa açıldı, çok zeki çocuklara önderlik yaptım, sınavlara girip parasız yatılı okulları kazandılar. Bunların içinde milletvekili çıkacak birinin olacağını bilemedim o günlerde.

 

Ve oldu o çocuğum, daha ilkokuldayken “Milletvekili olacağım” diyordu çünkü.

 

Hemen söyleyeyim ki köye ulaşan yol yapıldı, devletin dozerleri, greyderleri, hatta asfalt makineleri getirilerek. Ve belki inanmakta zorlanacaksınız ama köyün suyu, toprağı mı değişmişti ki köyde kız çocukları da doğmaya başlamıştı.

 

Muhtar da, kız kardeşi de özenmeyi ertelemiş, evlenmişlerdi, eş-dost, akraba vasıtasıyla şehirden birileri ile.

 

Ve belki inanamayacağınız bir olgu daha, her ikisinin de ilk çocukları kız idi, Tanrı’nın bağışı.

 

Ve birkaç yıl daha geçti aradan, bana yıllar kadar uzun gelen, umut bile edemediğim, edemeyeceğim, tek bacaklı bir İlkokul Öğretmeni olarak.

 

Ve mezun oldu Emine Kız Öğretmen Okulundan. Çok ilgilenememiştim onunla okurken, inkisarım(14) nedeniyle. Yazdan yaza ben evime dönüyordum, o köyüne. On beş dakika, haydi abarttım diyelim, on beş gün görüşmek dışında.

 

Ama o öyle bir bakıyordu ki bana, bakışlarında eriyordum ve hissetmesin diye, başım önümde uğurluyor, karşılıyor, bakamıyordum gözlerine, ama ufacık bir an bile. O büyümüştü, öğretmen olmuştu ve hem de bir afeti devran(15) idi artık. Tıpkı şarkıdaki gibi; “O bir şahindi, ben garip serçe(16).” Ya da ne bileyim ben çölde bir kaktüs, o gül dalında bir gonca.

 

Nasıl ulaşırdım ki ona, nasıl “Benim ol!” diyebilirdim ki? Önüm ve ömrüm karanlıktı, göremiyordum.

 

Atandı Emine bir Kız Okuluna. “Sen de gel!” dedi, “Köy olgun, bulurlar bir öğretmen daha.”

 

“Neden, niçin, nasıl?”

 

“Benim seni istediğim kadar, istemiyor musun beni?”

 

Özellikle; “Benim seni sevdiğim kadar sevmiyor musun beni?” yerine kurmuştu cümlesini. Ne de olsa benden ileri derecede üniversite mezunu bir öğretmendi o. Bense, lise mezunu vekil öğretmenlikten öğretmenliğe ithal, tek bacaklı biri…

 

Neyse uzatmayayım;

 

Emine allem etti, kellem etti(17), beni yâr etti kendine ve evlendik.

 

“Evet!” derken sağlam ayağıma basmaktan çekinmedi.

 

Yine “İnanamayacaksınız” diye tamamlamağa çalışacağım satırlarımı;

 

Önce üç kızımız oldu, sonra bir oğlumuz… İsimleri mi? Hiç önemli değil.

 

Köyün geleneği hep oğlan yerine muhtar ve kardeşinden sonra sayemizde bir kere daha aksamıştı, o kadar!...

 

 

 

 

 

 

 

YAZANIN NOTLARI:

 

(*) Bu öykü kısmen de olsa 1969-1970 yılları arasında yaşanmıştır. O ilçeyi ve o köyün adını yazmamak şanımdandır.

 

(1) Haytalık; Külhanbeylik, kabadayılık, serserilik.

 

(2) Melodika; Üflemeli ve tuşlu bir müzik enstrümanıdır. Ağızla üflenir ve tuşlara basılarak ses çıkarılır. Flüte benzer ama tek bir tuşa basınca o nota çıkar. Başlangıç noktası fa ve bitiş noktası do’dur.

 

(3) İrat; Gelir. Öyküdeki anlamı, yöresel olarak sebze, meyve toplanıp eve, pazara getirilip götürülmesi.

 

(4) Müstahdem; Bir iş yerinde hizmette, ayak işlerinde kullanılan kişi.

 

(5) Haşır Neşir Olmak; Bir arada olmak, kaynaşmak.

 

(6) Medet Ummak; Yardım beklemek.

 

(7) Vacip; İslamiyet’te farz kadar kesin olmamakla birlikte kuvvetli bir kanıt ile yapılması gereken şey.

 

Farz; Tanrı emri olarak mutlaka yapılması gereken şeyler.

 

(8) Gönlümün Sultanı; Kişinin gönlünde yaşattığı, hayal, rüya ve düşüncelerinde oluşturduğu, eşi olmasını istediği bir biçimin adlandırılışı.

 

(9) Zül; Ayıplanacak şey, utanç verici, küçültücü davranış. Düşkünlük, alçalma küçülme.

 

(10) Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar.  Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak.

 

(11) Darbımesel; Uzun deneme ve gözlemlere dayanılarak söylenmiş, halka mal olmuş, öğüt verici nitelikte söz.

 

(12) Rutin; Her zaman yapılan, her zamanki gibi. Alışılagelen, alışkanlık haline gelmiş, alışılagelen, sıradan, çeşitlilik göstermeyen. Alışkanlıkla elde edilen beceri.

 

(13) Özveri; Fedakârlık. Esirgemezlik. Bir ülkü, bir amaç uğruna, ya da gerçekleştirilmesi istenen herhangi bir şey için kendi yararlarından vazgeçme.

 

(14) İnkisâr; Aslında inkisar şeklinde yazılmalıdır. Kırılma, gücenme, incinme anlamında kullanılan bu kelimenin diğer bir anlamı ilenme, ilenç’tir.

 

(15) Âfeti Devran; Döneminin en güzel kadını.

 

(16) Bağdat Yolu;  “Bir bakış baktın, kalbimi yaktın…” diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Cevat ÜLTANIR’a ait olup eser Rast Makamındadır.

 

(17) Allem-Kellâm Etmek (Allem Etmek, Kullem Etmek); Bir işi istediği duruma getirmek için her türlü kurnazca ve hileli çarelere başvurmak.