Lise son sınıfa kadar beraber okuduğumuz bir genç kızdı Burçin. İtiraf etmeliyim ki yakınlaşmak, etkilemek istediğim güzel bir kızdı. Beni yanıtsız bırakmamıştı, bu nedenle de ayrılmamız güç ve hüzünlü olmuştu. Sevgi birlikteliğimiz, aşkı bilmeyenlerin felsefesi(1) idi.
Neden ayrılmıştık? Güç bir izah! Ben Allah’ın sevdiği, sevgili kulu olarak üniversite sınavını ailece oturduğumuz yerde yani Ankara’da ve istediğim fakülte olarak kazanmıştım.
O ise, tilkinin bilmem ne ettiği yer olarak tarif etmekte sıkıntı çeksem de uzak bir yerlerde, mevcudu en fazla 50 öğrenciyi geçmeyen, politika nedeniyle açılmış bir üniversitenin fakültesini kazanmıştı.
Sorunumuz yoktu, babalarımızın alıp verdikleri cep telefonları ile haberleşmekte, sömestre tatillerinde, dini bayramlarda Burçin’in evine geliş ve dönüşleriyle el ele tutuşarak, kucaklaşarak, örf(1) nedeniyle iki tarafımızın anne ve babalarımızdan sakınarak gizli-saklı, masumca öpüşüyorduk da.
“Masumca” dedim, öyle yiyormuş gibi, sülük gibi birbirimizin kanını emer, içer gibi değil. Üstelik sakınılan göze çöp batacağından, gün doğmadan neler doğacağından habersiz, Tanrının kader(1) dediğinin olacağından bilgisiz, şairin “Tanrının neylerse güzel eylediğini(2)” yaşamaksızın, aklımızın ucundan bile geçirmeksizin biz, bizi yaşadığımız inancındaydık.
Oysa Tanrı her ne ad ile söylenirse söylensin, insanların alınlarına başlangıçlarında bir şeyler çiziyordu; şans, kısmet, gelecek, çok insanın kader diye yorumladığı, kutsal kitabımıza göre ne erken ne de gecikeceği bilinmeyen şeyler(3)…
Devlet değil hükümet, bu sefer Salı gününe rastlayan Kurban Bayramını, Pazartesi günkü yarım günü de hangi akla hizmet etmeyi düşündüyse “İdari İzin(4)” diyerek Bayram Tatilini 9 güne çıkarmıştı.
“Özledim, gün sayıyorum Burak, bu sadece sevgi değil, sana karşı hissettiğim, aşk bilesin, sensiz bir ömür aklımın ucundan bile geçmiyor!” demişti, son heyecanında Burçin.
Üniversite son sınıfta olduğumuzu, yapmam, yerine getirmem gereklilikler olduğunu, dolaysıyla “Hazır olmadığımı” nasıl söylerdim ki ona?
“Ben de seni çok-çok-çok özledim. Canım seni kucaklamak, korkusuzca öpmek ve beni ailene, seni aileme anlatarak; ‘Bizi artık el saymayın! Bizi evlât olarak bağırlarınıza basın!’ demek şekilleniyor, öylesi duygular geçiyor içimden. Mabudum olmaya, kulluğumu şimdilerden kabullenmeye hazır mısın, var mısın?”
“Varım! Özlemle kavuşmayı, ailelerimizin huzurlarına çıkmayı, zaman ne zaman olursa olsun, seninle bir ömrü üleşmeyi istiyorum!”
“Bunun ne anlama geldiğini biliyorsun, değil mi?”
“Kısaca; ‘Seni seviyorum!’ demek, hem ömrümün sonuna kadar…”
“Ben de seni canımdan çok seviyorum! Keşke yarın hak tecelli edecekmiş(5) gibi, korkmaksızın, ‘Ömrümün sonuna kadar!’ diyecek kadar cesur olabilseydim!”
“Neden? Seni sonsuz sevgimle yorup, boğup hemen öldüreceğimi mi düşünüyorsun yoksa?”
“Senin sevginle ölmek bile mutluluk benim için…”
“Öldürmem seni, yaşatırım sevgimle, tabiidir ki Allah izin verirse!”
“O zaman söyle, seni karşılayayım, hangi otobüs, saat kaçta, hareket ve olası varış saatin?”
“Sürpriz olsun!”
“Sabah ezanıyla birlikte seni karşılamaya başlarım, sen bilirsin!”
“Kıyamam sana! İbibikler öter ötmez(6) ordayım inşallah! İbibiklerin ne zaman öttüklerini biliyor musun?”
“Sabahın er vakitlerinde. Ben akşamdan orda, terminalde olacağım, seni kucaklamak için!”
“Ne hasta bekler sabahı(7), demiş şair...”
Beklemekle gelmiyordu beklenen(8), hele ki zamanından önce.
Sabah olmuş, beklenen otobüs gelmemişti. Sorularım yanıtsız kaldı yazıhaneden, uzun, çok uzun bir süre. Öğlene doğru korkunç son; açıklanmak zorunda kalınmıştı.
Sac yüklü bir kamyonun kasasından herhangi bir nedenle dışarı taşan saclar, otobüsün sol tarafında oturan tüm yolcuların kimini boğazından, kimini kafasından ayırarak katletmişti!
Ve bu yolcuların içinde Burçin’in cansız bedeni de vardı.
Öğrenmek mahvetmişti beni. Bir şey, hem hiçbir şey bilmiyordum. Burçin’in her ihtimale karşı bana verdiği cep telefonundan ulaştım ailesine. Sanırım hiç haberleri yoktu, muhtemelen geleceğini bir tek bana haber vermiş olsa gerekti Burçin.
Gazetelerden, ajanslardan, ölüm ilânlarından, üçüncü sayfa haberlerinden, belki de başka kızları, oğlanları olduğu, haberlere lâkayt kaldıkları(5) için Burçin’den haberleri olmasa gerekti. Haber verdim, bana göre önemsiz görünen yalancı höykürüşlerine sabırla tahammül ederek;
“Bugün cenazeler kalkacak Kocatepe Camiinden. Doğdukları yerlere gönderilecek cenazeler hep birlikte, ayrı ayrı cenaze arabalarıyla…”
Aile; “Kimsiniz, niye, neden?” gibi sorularla bunaltmayı herhalde akıl edememiş olsalar gerekti, hiç sanmıyorum ama acı içinde olduklarından dolayı herhalde. Netice itibariyle otobüs firmasının gereksiz bir çalışanı da olabilirdim, yüreği de, gözleri de kan çanağına(4) dönmüş olarak…
Olayı öğrendikten sonra eve gittim. Üstümü başımı değiştirip abdest aldım ve yanlışlığım vardı, yanıma ne para, ne cüzdan, ne de hüviyet almadığımın farkında değildim.
Üstelik cenazeye yetişmek için aldığım ağabeyime ait arabanın anahtarı dışında hiçbir belge olup olmadığının da farkında ve bilgisinde değildim.
Kocatepe Camii altındaki parka arabamı park edip de anahtarı cebime koyduğumda, ancak fark etmiştim, tüm ceplerimin boş olduğunu ve park bedelini nasıl ödeyeceğim garabetini yaşar gibiydim, cenazelerin namazlarına yetişme çabasını yaşarken.
Cenaze Namazına yetiştim. 20-25 tane kadar tabut, dünya kadar sıralanmış cenaze ve vatandaş arabası vardı caddelere sığmayan. Ve alelacele musalla(1) ölçüsünde seki ve sehpalar vardı, belki standart ölü sayısı tahmin edilemediğinden olsa gerek!
Sıraya geçtim; öncelikle o günkü şehitlerden birinin cenaze namazı kılındı, tek başına. Sonra belki de kanıksanacak bir davranış sıraya dizilmiş cenazelerin namazları topluca; “Er kişi niyetine” ya da “Hatun kişi niyetine” denerek, belki de çok kişinin yaşlılar nedeniyle mecburen toplanmaları nedeniyle umursanmaz “Allahüekber!” nidalarıyla…
Dönüşümde, Burçin’in acısını yüreğime gömerek, ailesinin beni bilip de kabullenmeyeceğine inanarak, ağabeyimin arabasını rehin bıraktığım otoparktan çıkarmak için bir çözüm üretmek, bir yerlerden para bulmak zorundaydım.
Cemaatten, cenaze namazı kılanlardan bir tanıdık yüz çarpmamıştı gözlerime. Çaresizlikten ne yapacağımı bilmez bir şekilde somurturken(5), kenarlarda merdivenler üstünde oturan bir genç kız ilişti gözlerime. Yanına yaklaştım;
“Başınız sağ olsun! Yardımcı olmamı ister misiniz?”
“Hayır! Teşekkür ederim!”
“Peki! Siz bana yardımcı olmayı düşünür müsünüz?”
“Ne gibi?”
“Arkadaşımın cenazesi için alelacele elbiselerimi değiştirip ağabeyimin arabası ile camiye gelip arabayı park etim ve cebimde park bedelini ödeyeceğim beş kuruşum bile yok! Park parasını öderseniz, ben de sizi sadakatle(1) istediğiniz yere kadar götürürüm, hem arka koltuğa oturtturarak. Tüm yanlışlıklardan uzak kaldığınızı bilmeniz amacıyla…”
“Sahi mi?”
“Park bedelini ödeyecek kadar paranız varsa neden yanlış bir şey olsun ki? Neden gerçek olmasın ki?”
“Mezarlığa götürmek?”
“Olur! Ama kimin cenazesine geldiniz ve neden böyle uzaktasınız ki?”
“Uzun öykü!”
“O halde sizi mezarlığa götürürken içinizden geçiyorsa anlatırsanız, öğrenirim. ‘Yok!’ derseniz de ısrar etmem. Ancak şimdi cenaze konvoyuna katılınca bir şeyler olacağını sanmıyorum, ama tesadüf cıbıl(1) durumdayım ya, ehliyetim de yanımda değil! Eve uğrayabilir miyim?”
“Mümkünse hayır! Önce mezarlık! Ehliyetim var, gerekirse dönüşte ben kullanırım!”
“Oldu! Kabul ettim!”
Mezarlığa girerken sordum;
“Söz vermediniz, ama anlatacaktınız!”
“Ah! Evet! Burhan Ağabey amcamın oğlu idi. Arabasıyla ve sürati nedeniyle bir TIR altına girmiş. Gazete haberine göre tanınmayacak bir haldeymiş. Amcam babamdan küçük…
İki kardeş herhangi bir nedenle ters düşmüşler. Öyle ki amcam, annemin cenazesine bile gelmedi. Öylesine bir kin yüklü yani…
Oysa Burhan ve Burçak’la bizler kardeş gibiydik. Ama amcamdan çekincem dolayı cenazeden uzak durumda kaldım. Olay; kısaca böyle işte!”
“Anladım! Şimdi size bir önerim var. Burhan kardeşin bedeni tanınmayacak durumda ise, kefeni kanlıdır, görürseniz üzülürsünüz, ben ada, parsel ve mezar numarasını öğrenirim. İsterseniz görmeyin, size söz vermek istesem de veremiyorum, isterseniz vermek isterim, isterseniz cep telefon numaranızı verin, ya da benim cep telefon numaramı kaydedin bir yerlere...
İsterseniz sizi, istediğiniz zamanda Burhan kardeşin mezarına getiririm. İsmimin de Burak olduğunu söylemem izin verin lütfen!”
“Ucuz bir yakınlaşma isteğinde olduğunuzun farkındasınız, değil mi, hem de ben bir acıyı yaşarken?”
“Hem de aynı acıyı belki değişik anlamlarda yaşarken demeniz gerek! Sözünüze karşı savunmam ise, iki gözüm önüme aksın(4) ki, böyle bir şey geçmedi aklımdan. Tamam, telefon numaranızı verme konusunu unutun. Yaptığınız fedakârlığı önemsemem gerek. Torpido gözünde takvim var. İstediğiniz tarih, yer ve saati işaretleyin, size oradan ulaşayım, her türlü koruma, korunma tedbirlerinizle…
Ha! Benden hoşlanmadıysanız, haz etmediyseniz(5), ağabeyiniz ya da babanız size destek olabilir!”
“Sevdiğinizi yitirmişsiniz, beni buralara getirmek yanında, onun mezarını da ziyaret etmek amacınız var, diye düşünüyorum. Hem söyler misiniz, en ufak bir tenkit, ya da istihzada küsmeniz olağan mı?”
“Affedersiniz! Siz, bir yaşamı üleşmeyi düşündüğünüze tam kavuşmak üzereyken onu hiç yitirdiniz mi? Ya da bir başka söylemle sevdiğiniz biri varsa; aniden yitirdiğiniz takdirde ne yapardınız?”
“Bugüne kadar ne ilgi duyduğum, ne etkilendiğim, ne de sevdiğim biri olmadı. Sizin yaşadığınızı da umursamadığımı düşünmenizi istemem. Seni kırdım arkadaşım, özür dilerim, takvime bakacağım…”
Torpido gözünü açan genç kız gördüğü ile şaşkına dönmüş gibiydi;
“Param yok, dedin ama burada para var!”
“Nasıl olur?”
“Para yanında Trafik Ceza Makbuzu da olduğuna göre, demek ki haberiniz olmayan bir para! Hadi, bir kez daha ‘İki gözüm önüme aksın ki!’ diye yemin et! Bu, sözün gerçeğe ulaşırsa, gözlerin olmazsa beni tekrar nasıl görebilirsin ki?”
“Bağışlarsın, ben de minnettar(1) olarak istediğin gün ve yerde olurum!”
“Yani cep telefonum gereksiz!”
“Yakana sarılamam ki! Üstelik sen bir kardeş acısı, ben sevdiğimin acısını yaşarken böyle bir isteğimin olması, manasız, gereksiz ve önemsiz…”
“Anladım! Yarın çok erken, bir hafta sonra bugün, saat 10-11 sıraları beni bırakacağın yerde seni bekliyor olacağım…”
“Sen zaman yitirme güzel hanımefendi, ben zamanından önce orada olurum.”
“Neden?”
“Özet olarak bir sürü sıfat yakıştırılsa da hıyarın teki görünen bir adam, sevgi ve değer verilmesi gerekeni bekletmemeyi düşünmeli diye aklımdan geçiririm. O nedenle…”
“Sağ ol! Bu jesti unutmayacağım!”
“Ben her zaman böyle değilim efendim. Acısı olan bir insana destek ya da yardım olarak düşünün hareketimi lütfen!”
“Aynı söz benim için de geçerli, değil mi?”
“Haklısınız!”
“Galiba gerçekten haklıyım, adım Burcu!”
“Beynime not ettim!”
Genç kızı istediği yere bıraktım, adını öğrenmemin beni mutlu ettiğini itiraf etmem gerek;
“Haftaya ben burada olacağım. Sadece mezarları ziyaret etmek için değil, isteyerek sevdiği birini yitirene destek olmak için ve yine sevdiği birini yitirdiği için karşısındakinin tesellisini bekleyerek ve hakkım olmasa da, hak etmiş olmasam da ellerimi uzatarak…
Herhalde bu kadar kısa zaman içinde yaşadığımız özlem olamaz!”
“Kim bilir belki! Hem neden olmasın! Ben kardeş gibi sevdiğimi yitirdim, yalnızım, boşluktayım. Sen yaşamadın, bilmiyorsun, boşluktasın. Boşlukların doldurulması için neler gerekli onları da bilmiyorum. Belki el elden öğreniriz, sanırım bu hem sana iyi gelir Burak, hem de bana.”
“Kelin merhemi olsa kendi başına sürer(4) be güzel kız!”
“Sen, benim de kel olduğumun farkında değilsin, galiba?”
“Anladım! Hadi Allah rahatlık versin, akşam oluyor, yarın değilse de gelecek hafta yeni bir dünyada yaşamaya başlayacakmışım inancı dolu içimde…”
“Tesadüf benim de. O zaman cep telefonuma gerek yok! Bir hafta öne aldım, bir hafta sonrasını. Yarın burada ol!”
Beni vakitsiz yokluğa mahkûm edenin sözleri çınladı kulaklarımda, tekrar ettim;
“İbibiklerin ötmesini, sütlerin kaymak tutmasını beklemeksizin burada olacağım kara gözlü kız!”
Yarınlar yarın olmakta gecikiyorlardı bazen, haksızlık modunda. Oysa sabah ezanlarının bu kadar geç okunduğunun farkında değildim.
Evet! Erkekler hem ayran(4), hem de sarkak gönüllü(4) idiler. Ona sadece sevgi verilmesi gerektiğini söyleyebilmiştim. Yitirilenin yerine aşk istediğim düşünülmemeliydi. Sevmek, aşkın gereği değil, ama aşk sevmenin zorunluluğu idi.
Ve ben bunu bana yasaklama hakkına sahip değildim. Dünya döner ve dönen dünyada herkes yerini bulurdu. Yaşamın kuralıydı bu, hiçbir varlık karşı karşıya kalıp da bunu inkâr edemezdi.
Babamın ve annemin, hatta ağabeyimin de merak, ya da hayret dolu bakışlarını yalan olarak yanıtlamıştım; “Askere giden bir arkadaşımı uğurlayacaktım!”
Acele etmemin nedeni bu idi!
Asker arkadaşım Burcu idi! Hilafsız(1) o da arkadaşlarından bir başkasını, yani beni askere uğurlamak için sabah ezanının hemen ertelerinde gelmişti beklenen yere…
Ne ben, ne de o sabredemedik, kırk yıllık özlemle gibi sarıldık birbirimize, sadece gözlerimizle mutluluğu paylaşır gibi.
Ve sabahın o vaktinde ıslaklıklarını muhafaza edip toprak kokan tümseklere ulaştık. Önemlilik; gerek benim, gerekse Burcu’nun Burçin’in toprağını okşarken söylediğimiz sözlerdi;
“Bağışla! Seni toprağa sakladık, biz öncelikle karşılıklı olarak tanışacağız, el ele tutuşumuzu perçinleyip yaşadığımızın senin yaşadığın gibi aşk olduğuna inandığımızda toprağımıza ulaşıncaya kadar yaşamımızı üleşmeyi konuşacağız…”
El ele olduk, sözleşmiş gibi, aşk ne engel tanırdı, ne de yasak, yeter ki kalpler karşı karşıya(9) çarptıklarının farkında olsunlardı.
Farkındaydık, ama bizi engelleyen bir güç var gibiydi ve mutlaka üstesinden gelecektik(5), inancımızdı bu nedenini bilemesek de.
Bizi engellemeye çalışan güç bizi engelleyemeyecekti, hem asla!...
YAZANIN NOTLARI:
(*) Burhan; Kanıt, belgit, delil, ispat.
Burçin; Dişi geyik.
Burçak; Bir bitki.
Burak; Kişinin ruh durumu. Burak; Peygamberimiz Hazreti Muhammet’in Miraç Gecesinde üstüne bindiği söylenen efsanevi at,
Burcu; Güzel koku, ıtır. Ağaç tomurcuğu.
(1)
Hilafsız; Hiç kuşku duyulmayacak bir şekilde doğru, yalansız, dolansız, kesinlikle aykırılık, karşıtlık, terslik, zıt olmayan. İnanılması güç gibi görünse de gerçek olan.
Cıbıl; Gerçekçi bir deyişle, yöresel şive olarak; Cıbır. Orhan Veli KANIK’ın “Cep delik, cepken delik…” tarifine uygun geçim darlığı, yokluk çeken, züğürt, yoksul, zayıf, cılız, işsiz, güçsüz, terbiyesiz, şımarık. Eskiden kullanılan başka anlamları da vardır.
Sadakatle; İçten bağlılıkla, sağlam ve güçlü dostlukla.
Musalla; Genelde Musalla Taşı şeklinde kullanılır. Cami avlularında tabutun konulduğu kıble duvarına yakın masa şeklindeki taş seki. Namaz kılmak için ayrılmış yer, namazgâh. Halk dilinde daha çok cenaze namazının kılındığı yer olarak bilinir.
Felsefe; Düşünce bilimi. Var olanların varlığı (insan, evren, doğa), kaynağı, anlamı ve nedeni üzerine düşünme ve bilginin doğru ve gerçek anlamda bilimsel olarak araştırılması. Bir bilgi alanının ya da bilimin temelini oluşturan ilkeler bütünü. İnsanların çeşitli türdeki suallere cevap vermesi gerekliliği.
Örf; Yasalarla belirlenmemiş, halkın kendiliğinden uydurduğu gelenek.
Kader; Alınyazısı, yazgı. Kaçınılması mümkün olmayan talih.
(2) Hakk, şerleri hayır eyler/ Zannetme ki gayr eyler/ Mevlâ’m görelim neyler/ Neylerse güzel eyler. Erzurumlu İbrahim HAKKI
(3) Ne bir saniye önce, ne bir saniye sonra; Yaşar Nuri ÖZTÜRK’ün Kur’an Araf Suresi 34. Ayet tefsiri; “Her ümmet için belirlenmiş bir süre vardır. Süreleri dolunca ne bir saat geri kalırlar, ne de öne geçerler.”
(4)
Kelin Merhemi (İlâcı) Olsa Başına Sürer; Kendi derdine çare bulamayan kişiden aynı durumda olan bir başkası yardım beklememelidir.
Sarkak Gönüllü; Ayran Gönüllü farklı şeylerdir. Sarkak gönüllü her şeyi özenen, çok şeyi isteyip arzulayan anlamında yöresel olarak kullandığımız bir sözdür ki, öyküde bu anlamda kullanılmıştır. Ayran gönüllü ise bir bakıma aynı içerikte gözükse de (ki öyküde bu anlamda sergilenmiştir) her şeye heves edip sıkılan, maymun iştahlı kişiler için kullanılan bir deyimdir. Bazen şıpsevdi, karşısındaki karşı cinse, cinsiyeti dolaysıyla (kadın-erkek fark etmeyen) ilgi duyan anlamına da gelmektedir.
İki Gözüm Önüme Aksın ki; Sağlıklı bir insanın söylediğinin ispatı için kullandığı yemin sözü.
Kan Çanağı Gibi Gözler; Gözlerin uykusuzluk, ağlama, kızgınlık ya da göze bir şeyin kaçması sebebiyle çok kızarmış olması.
İdari İzin; İdari tatil. Kanuna tabi devlet memurlarını kapsayan, özel sektörü kapsamayan, kişinin kurumu ya da devlet tarafından kararname ile verilen izin.
(5)
Üstesinden Gelmek; Üzerine aldığı işi başarmak, istenildiği gibi yapmak.
Minnettar Kalmak; Bir kimseden gördüğü iyiliğe karşı minnet duymak. Kendini gönül borçlusu, teşekkür borçlusu hissetmek.
Haz Etmemek, Hazzetmemek; Hoşlanmama, tat ve zevk almama. Bir şeyden duyusal, hoşnutluk ve manevi sevinç duyamama.
Somurtmak; Küskünlüğünü, bir şeye kırgınlığını, can sıkıntısını, neşesizliğini anlatacak biçimde yüzünü buruşturmak, keyifsiz ve suskun durmak, surat asmak.
Lâkayt Kalmak; Aldırışsız, ilgisiz, umursamaz olmak.
Tecelli Etmek; Kendini göstermek, ortaya çıkmak, görünmek, belirmek.
(6) Karagözlüm efkârlanma gül gayri, ibibikler öter ötmez ordayım! Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım. Tüfekleri çatar çatmaz ordayım… Bekir Sıtkı ERDOĞAN’ın “KIŞLADA BAHAR” isimli şiirinden bölümler olup eser, Münir Nurettin SELÇUK, Gültekin ÇEKİ, Erol SAYAN, Yusuf NALKESEN tarafından Nihavent, Rast ve Kürdilihicazkâr Makamların Türk Sanat Müziği eseri olarak bestelenmiştir.
(7) Ne hasta bekler sabahı, / Ne taze ölüyü mezar. / Ne de şeytan bir günahı, / Seni beklediğim kadar. / Geçti istemem gelmeni, / Yokluğunda buldum seni, / Bırak vehmimde gölgeni, / Gelme, artık neye yarar?” “BEKLENEN” Necip Fazıl KISAKÜREK
(8) Beklemekle gelmiyordu beklenen… Özdemir ASAF’ın “Bekle!” deseydin, gelmeyeceğini bilsem bile beklerdim sözü geçti hatırımdan.
(9) Kalp Kalbe Karşıdır; İnsan kalbi, diğer birinin kendine karşı sevgi mi, nefret mi beslediğini hisseder, sevgi varsa sevgi, nefret varsa soğukluk demektir
Kalp kalbe karşıdır derler, onun için sormadım… Güftesi; Turhan TAŞAN’a, Bestesi; Coşkun SABAH’a ait olan Türk Sanat Müziği eseri Hicaz Makamındadır.
Uyandım seninle birden… şeklinde başlayan “Kalp kalbe karşıdır, derler” Aslı GÜNGÖR