“İncecikten bir kar yağar / Tozar elif elif diye / Deli gönül abdal olmuş / Gezer elif elif diye.(1)”
“Elif okuduk ötürü / Pazar eyledik götürü / Yaratılmışı hoş gördük / Yaratan’dan ötürü. (2)”
Sanatkâr, aşk için; “Böyle bir aşk görülmemiş dünyada, ne geçmişte, ne de bundan sonra da, arasalar bulamazlar rüyada…(3)” demiş eserinde.
Benim kurgum, daha doğrusu görüntü olarak yaşadığım ise şarkıdakiyle aynı ve fakat biraz daha farklı ve cüsseli(4) idi. Şöyle ki; ne dünyada, ne ahrette, ne yaşamda, ne ölümde, ne hülyada, ne de rüyada yaşanacak bir şeydi yaşadığımı zannettiğim.
Şarkı; Elif üstüneydi, ama söyleyenin arkasındaki görüntü kalbime hemen, hatta anında yerleşivermişti. Aşk denirse, âşık olmuştum desem, hiç de kaygılanacak(5) bir söz olmayacağı düşüncesindeydim.
Üstelik görüntüye ne sinemada, tiyatroda, televizyonda, ne de yol üstünde, yol kenarında, yol altında rastlamıştım.
İnternette…
Ve tesadüfen…
Şöyleydi şarkının ilk bölümünün bir kısmının sözleri aklımda kalan, sonrasındaki dizelerde şaşırdığım;
“Umutsun, harama, günaha muhalif,
Sevap mı desem? İşlemişsin muhtelif,
Fark et karşında olmuşum ben lâmelif,
İzin lütfet, kalbine dolayım Elif!
Bir mabut gibi birden çıktın karşıma,
Allah’a inanırken döndüm şaşkına,
Gir ve çıkma gönlümden Allah aşkına
Ömründe sadece ben olayım Elif!
Seni bana anlatmaya var mı hacet?
Kal gönlümde, yaşamasın gönlüm hasret,
Sessizsem, sensizlikte yaşarım haset
Sakla gönlüne, sonsuz kalayım Elif! (6)”
Akantekir grubunun solisti Eroğul, Yunus Emre ile ilgisi olmayan şarkıyı söylüyor arkasında biri sarışın, diğeri esmer iki genç kız onun devamı olan nakarat bölümlerine eşlik ediyorlardı, aklımda oldukça yer eden o esmer olandı.
Öylesine etkilenmiştim ki esmer olandan ikinci, üçüncü şarkıları da aynı zevk ve hazla(5) dinledim, ama farklı olarak. Çünkü ilkinden farklı olan diğer ikinci şarkıda iki eski şarkıdan, bir de şiirden alıntılar değil, sanki doğrudan çalıntılar var gibiydi, söylemekte sakınca gördüğüm.
Çölün suya, kutbun güneşe özlemi gibi yaşadığım karmaşaya; sözler haricinde yalnızca güzellik ve ses olarak Stendhal Sendromu(7) desem çok mu abartmış olurdum acaba?
Çünkü ben her ne kadar yeni mezun, yeni göreve başlamış çiçeği burnunda(8) bir edebiyat öğretmeni isem de hobi değil, gerçek anlamda musikinin her türlüsüne âşık bir insandım. Annemin zamanında keman çalmasının, çok zaman işi-gücü arasında televizyon ve radyolardaki müzik programlarına düşkünlüğü ve içten içe, içtenlikle katılımı, katkısı yanında, babamın ıslık bile çalmayı bilmemesinin müziğe coşkuyla bağlılığımda etkisinin olduğunu söylemem gerek.
Annemin isim vermekte sıkıntı çektiğim makam bilgisi, güfte, beste sahipleri ve solistler hakkında engin birikimi olmasına rağmen babamın da o kadar kısırlığı vardı. Her ne kadar mübalâğa(4) gibi görünse de, başlangıçlarda “Sol Anahtarı(8)” denildiğinde bir eylemin kapısının açıldığını zannetmiş, öğretmeninin, yani annemin başarısını alkışlamıştım, bir sohbet sonucunda öğrendiğimde.
Allah rahmet etsin, bilmese de öğrenmeye de niyetli değildi babam, nasıl geldiyse, öyle göçmüş, çekilmişti dünyadan.
Bilgi eksikliğim; annemin göbeği çatlayacak(5) şekilde babamı eğitmeye çalışmasında gerçekten sapmamak şeklinde dürüstçe söylemem gerekirse bir gül goncası ile bir kaktüsün yaşamlarını nasıl üleştikleri idi. Bu birliktelikte benim de yaşama odun olarak katılmam iyimser bir düşünüşle galiba mucize idi.
Neyse ki, şu anda o da rahmetli olan annem yaşarken benim gibi bir odunu önce kereste, tahta haline, sonra şekillendirerek bir mobilya haline getirmişti (Övünmek gibi olmasın, bana göre)! Annem öldüğünde evlât olarak hüzünlüydüm, ama yontulmuş bir ben olarak mutluydum…
Eserlerin uygulamasında Eroğul’a destek olan o iki genç kızdan esmer olanın musikiye katkısı etkilemişti beni. Aralarda başını sallayarak, duruşunu bozmaksızın, nakaratlarda vokal olarak içtenlikle hissediyormuşçasına kendini vererek, hatta etkilenmişçesine gözlerini kapatarak eşlik etmekteydi soliste. Ben solistin değil, sadece onun seslendirdiğini düşünüyordum şarkıyı.
Ancak tepkimi çeken diğer konu; kanunu çalanın da ona sanki benim gibi, benim gözlerimle bakar gibi oluşuydu ve o bakışın hemen ilerisinde ve hemen bir şairin bir dizesi geçti dilimin ucundan; “Sana benim gözümle bakan gözler kör olsun! (9)”
Yaşam garipliklerle dolu, hani o kanun çalanla bir kere daha, bir yerlerde karşılaşsak onu mutlaka kör olarak göreceğimden, bedduamın tutacağından öylesine emindim yani. Bu arada antrparantez olarak söylemem gerekli ki; kanun çalanın o genç esmer olanla aynı soyadı taşıyan amcasının oğlu olduğunu öğrenecektim, kıskanmamam gerekliliği ile bir münasip şekilde!
Peki, kendini yitirircesine gözlerini kapatarak notalara hükmetme gayretinde olan ismi dâhil hakkında en ufak bir bilgim bile olmayan o esmer güzeline bir yerlerde rastlamak ne hale getirirdi beni? Şeytan çarpmış gibi olur muydum ki, tarif etmeme gerek kalmaksızın?
Her ne kadar şair; “İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar(10)!” demişse de karşısındaki “Hop! Ağır ol da ‘Molla’ desinler(11)!” anlamında; “Hayallerinin esiri olma(12)!” dememiş miydi?
Kendi kendine konuşana “Deli” demek âdettendi(4), ama benim gibi kendi kendine düşünenleri de aynı unvanla çağırmanın sakıncası olmamalıydı…
Annemin vefatı sonrasında, ikinci bir darbe olarak atamam yapılmıştı bu şehre, insan olarak da, şehir olarak da yalnız, yapayalnızdım! Sadece öğrencilerim, edebiyat ve annemden miras kalan müzik vardı içimde de dışımda da.
Ve kendime acıyarak da olsa itiraf etmeliyim ki, farkında olmadan izleyip de beni etkisi altına alan o görüntüden sonra, özellikle televizyon bir şey veremez olmuştu bana. İnternette yeniden dolaşmaktan ise çekiniyor, korkuyordum (sanki).
Özlemim bir şeyler öğrenmekti, boş zamanlarımı değerlendirmek için. Çekindiğim, hatta korktuğum ve yeniden izleme teşebbüsünde bulunmadığım halde o görüntü/ler gözlerimin önünden değil, zihnimden uzaklaşmıyordu.
Önce Musiki Cemiyetine kaydımı yaptırdım, başlangıç olarak musikiden başka ilgilendiğim bir şey yoktu, okul ve öğrencilerim dışında. Çevrem bomboştu ve boş zamanlarım tükenmek bilmiyordu, kendiliğinden.
Mademki o görüntüdeki kanun çalana kahırlanmıştım…
Yoksa kanun çalmayı öğrenme arzusuyla “Kıskanıp özenmiştim!” mi demeliydim? Şehirde gittim, araştırdım, taraştırdım(5), kanunî olmasa da bana kanunu öğretecek biriyle tanışıp deyim yerine tam oturursa “Deli gibi” kanun öğrenmeye ve sadece çalmak değil, inceliklerini öğrenme konusunda da ilerlemeye çalıştım.
Sonuçta; kanunî, usta, virtüöz(4) olamasam da uzmanlık konusuna yaklaşmıştım gibime geliyor ve buna neredeyse inanıyordum.
Ancak boş geçen zamanlarım tükenmiyordu, hele ki televizyon, internet, sinema, tiyatro gibi etkinliklerden kendimi sakınırcasına uzak tutma gayreti yaşarken. Bilgin; “Boş geçen zaman yoktur, boşa geçen zaman vardır(13)!” demiş, benim “Boş zaman” dememe inat gibi!
Öğrencilerimi sık sık kompozisyon konuları ile donatıp ödev verip, devamlı olarak sözlü, yazılı yoklamalar yaparak bunaltmak istemiyordum. Benim onaylanacak bir yaşamım yoksa da, onların yaşama haklarına saygılı olmam, onları sıkboğaz etmemem(5) gerektiği inancını yaşıyordum.
Evet, kalbimde kimsesizliğin dolduramadığı, koruk olma durumunu muhafaza eden bir üzüme(5) ulaşamamak imkânsızlığını yaşıyordum. Bir şeyler yapmalıydım, ama ne?
Bir okul dönüşü tesadüf yardımcı olmuştu bana. Eve bir şeyler almak için her zaman kullandığım yolumu değiştirmek zorunda kalmıştım.
Vaktim uygundu. Karşımda kocaman reklâm panosu olan bir spor salonu vardı. İçeri girdim. Geniş bir salondu; hoplayan, zıplayan, ip atlayan, güreş, boks, uzak doğu sporları yapan…
Hiçbiri bana uygun spor dalları değildi. Ancak; “Kendimi korumayı öğrensem fena olmayacak!” diye düşündüm.
Hani meselâ kahramanlık yapardım, her zaman yaşlıların, güçsüzlerin, hasta ya da sakat olanların yanında olmak yanında sapıklığa, tacize, kapkaça, sarkıntılığa uğrayanların koruyucu meleği olarak!
Meselâ diye başladım ya söze, melek olmam gereksiz aslında, bakardım ki şu ya da bu nedenle bir genç kızın ihtiyacı olurdu bana. Ben onun, o benim, birbirimizin olurduk, birbirimizin gönlünün sultanı olurduk, internetteki beni etkilediğini sanan o kara kız da çıkardı kerevetimize(8), bu söz her ne demekse anlayamadığım.
Adını bilip öğrenmemde hiçbir yararı olmayan spora başladım, ciddi olarak. Uzunca bir süre değişik hocalarla korunma üzerine çalıştık. Başarısızlığım hocaların sabrı ve gayretleri ile başarıya dönüştü, Allah’a şükür!
Dayanıklılıkta başarılı olmam mümkün değildi; burnum operasyon(4), revizyon(4) gerektirmeyecek bir şekilde darbelenmiş, kanamış, ağzım yamulup dudaklarım patlamış, yanaklarım yerine gelmeleri zaman alacak gibi çökmüş, yumruklarım ve dirseklerim gereken görevlerini yapamamalarının mahcubiyetini yaşamışlardı, ama öğrenmiştim!
Rastlayacağımı umduğum gönül sultanıma kahramanlık yapmak dışında bir gün gerekebileceği aklımın ucundan bile geçmese de sınıfımı geçtiğim(!) için bu kez oldukça zevkle ders aldığım adı kolaylıkla telâffuz ediliyor olsa da ne olursa olsun “Savaş” bölümüne geçmiştim.
Sözle tehdit, gözle korkutma, aldatma, yumruk, sille-tokat, özellikle özel bölgelere tekme savurma, karşıdakinin cüsse ve elindeki silâh çeşidine göre korunma, aldatma, elinde bir şey varsa fırlatma, hatta tükürükle ya da herhangi bir şeyle karşısındakinin dikkatini dağıtma…
“Bu kadarı da fazla ama…” dememin mümkün olamayacağı konusunda iddialı bir çalışma içindeydim, her gün, her zaman değil, ama ara sıra ötesinde çok zaman hocaların izin verdiği, hoşgörülerinden(4) yararlandığım ders, nöbet, tatil gibi unsurları dikkate alarak belirli bir program dâhilinde çalışıp bu sınıfı da başarıyla tamamlayıp sınıfımı geçmiştim!..
Gel zaman, git zaman…
Okulda nöbetim esnasında ikisi elebaşı iki ayrı gruptaki çocuklar arasında kavga çıkmıştı, gençlik heyecanı, daha bir görüntü dışında benim bile yaşamadığımı şimdiden yaşama çabasındaki elebaşı niteliğinde iki genç arasındaydı yaşanan olay.
Çocuklar gençti, doğal olarak öğrencilerimdi. Kanları çağıl çağıl çağlıyordu(5), bu yaşa gelmiş benim gibi birinin boş yüreği gibi değildi yürekleri, belki düşünceleri bu yaşlardan, erkenden sahiplenmekti, sahiplenmek istediğini.
Bilmedikleri; hadi kırk rakamını telâffuz etmeyeyim, sınırlamayayım, bir kızı “çok” kişi isterdi, onun gönlünde tek kişi olurdu, o da onun nasibi olurdu.
Konu kısaca; bir kız artı iki oğlandı, anlatmak istediğim.
Ve konuyu usulünce halletmiştim.
Ancak sürenin uzunluğu, alışveriş etme mecburiyetim eve yönelmemde gecikmeme neden olmuştu. Ama ne gecikme, kararan akşamda tek başıma, iki kişiye karşı vurdulu kırdılı(5) tıpkı bir Türk filmi gibi kapışma(5) şeklinde?
Edi-Büdü(14) tipi biri şişman, kısa, yuvarlak, diğeri zayıf, kikirik(4) iki kişi yanmayan bir sokak lâmbası altında (sanki) beni bekliyorlardı. Onlara 3-5 adımım kalmıştı yaklaşmak için. Çok uzaklardanmış gibi böğürürcesine(5) seslendi şişman, toparlak gibi olan, sözü sonunda şişmanlığı nedeniyle ıhlaması(5) o mesafeden bile ulaşmıştı bana;
“Hey! Delikanlı! Genç adam!
“Evet? Buyur?”
“Nedir o elinde?”
“Laptop ve ders notlarım!”
“Sen şimdi o çantayı bize vercen, sevildiğini bil, ders notlarını alcan ve dayak yemeden defolup gitcen!”
“Vermezsem?”
“Sevabına dayak yiycen, sona vercen!”
Mevlâna gibi suskundum(15). Herhangi bir nedenle bilgisayarımın hasar görüp, bilgilerin heba olmasına(5) göz yumamaz(5), o riske katlanamazdım. Yandaki çöp konteynırının kapağı üzerine koydum laptopumu ve;
“Buyrun! Gelin! Alın!”
Benim gibi kilosu özürlü, zayıf birinden tepki geleceğini bilmediklerinden adım gibi emindim. Tombul olanın yaklaşıp laptopa uzanması ile birlikte çevremde tek ayağım üzerinde tam bir tur atarak karın bölgesi yerine, uygun gördüğü yere tam isabetle bir tekme attım.
Deli danaların(8) nasıl böğürdüklerini bilemem, ikinci böğürüş birincinin desibel(4) olarak kat kat üstündeydi. Muhtemelen bu deyimi kullanan herhalde bir şeyler biliyordu ki, bu deyimi Türkçemize yerleştirmişti! Ben de kullanmakta tereddüt etmedim, tekrar ediyorum;
“Pehlivan, deli danalar gibi böğürüyordu!” yerinde sekerek, ara sıra Harmandalı(4) oynar gibi çökme taklitleriyle.
Pehlivan tombul debelenirken, kaçma eyleminde tehir yaptığının farkında olmayan kikirik pehlivana ise bir dirsek darbem yetmişti, kuluçkaya yatmış gurk tavuk gibi çöküvermişti olduğu yere.
Cep telefonumla ilgili yeri aradım. Birincisi böğürmeye devam ederken, ikincisi civcivlerinin doğmasını bekleyen doğum sancısı çeken gurk tavuk, henüz kendine gelme eğilimi bile yaşamıyordu.
Ancak birincinin debelenmesi yavaşlar gibi olunca, boynuna elimi kesme hareketi şeklinde iliştirince, biraz kaba kaçacak ama; “2.80 uzanmıştı kaldırıma!” o da arkadaşı gibi, ancak farklı olarak sevgilisiyle halvetleşir(5) gibi!”
Mıntıkaya gelen polis arabasındaki görevli memur bir bana, bir de onlara bakmış, muhtemelen şaşkınlığını gizleyememiş;
“Ooo! Yine bizimkiler; Cevat-Vedat ikilisi…
Bu sefer sağlam kayaya toslamışlar!” deyip bizi karakola teslim ettikten sonra devriye görevlerine geri dönmüşlerdi, hissettiğim kadarıyla.
Karakola geldiklerinde görevlilerin onları taşımaya hiç niyetleri yok gibi görünüyordu. Su serptiler, kolonya koklattılar, kendilerine geldiklerinde sanki dişleri ağrıyormuş gibi yanaklarını tutuyor, belki de yüzlerini saklama gayreti yaşıyor gibiydiler.
Oysa benim dışımda herkes onların meşhur birileri olduklarını biliyormuş(!), sanırım bir hayli kabarık olan dosyalarından ve GBT verilerine bakmaksızın.
Hemen eklemem gerekli ki karakol içine girdiklerinde lehlerine yapılan tezahürat ilk sefere göre birkaç desibel daha yürekli idi;
“Ooo! Bizim kadrolu Lorel-Hardi(14) misafirlerimiz tekrar teşrif ettiler!”
“Eee! Anlat bakalım, nasıl gerçekleşti olay?”
“Bilgisayarımı istediler, ‘Vermem!’ dedim, ısrar ettiler, sonra da bu hale geldiler kısaca!”
“Dövüşçü, sporcu ya da mesleğinle ilgisi var mı?”
“Yok! Edebiyat öğretmeniyim, eh biraz da, ya da yeteri kadar müzik ve spor eğitimim var, o kadar!”
“Bunlara yetmiş! Anlaşıldı!”
Memurlar, daha doğrusu memure hanım dinledi, yazdı, çizdi, anlattı, hepimize imzalattı. İlgili kişiler(!) nezarethaneye doğru ilerlerken ben dikkatimi çeken görevli memure hanıma polis olması dolaysıyla değil, bir vatandaş olarak ve gibi sorma gayretini hissettim;
“Affedersiniz efendim! Görevdesiniz, ama size bir hanımefendi olarak bir soru sormak istiyorum, izniniz olursa. Cevaplarsanız memnun olurum, ‘Hayır!’ derseniz de saygı duyarım, ısrar etmem!”
“Öğretmensiniz! Okumuşsunuz biliyorsunuz ve elimdeki yüzüğü de fark etmemiş olamazsınız. Evliyim, eşim de burada etkili bir mevkide, bunu bilmeniz yeterli gibime geliyor. Ancak merak ettim neymiş sorunuz, özel değilse cevaplarım tabii doğal olarak…”
Genç kadının ne demek istediğini görgüsüz, bilgisiz birinin, hatta Lorel-Hardi’nin bile anlaması mümkündü, benim için önemsizliğini tartışmama gerek olmayan.
“Bir internet gezimde yaş farkınızı göz ardı edebilirsem(5), neredeyse ikiziniz diyebileceğim size çok benzeyen bir genç kızın şarkı söylediğini gördüm. Yalan söylemem gereksiz, ekrandan da olsa onun ‘Elif’ isimli bir şarkıyı seslendirişinden hoşlandım…
Şu an için ‘Etkilendim!’ demem yararsız ve çok erken. Onun ne adını, ne de sanını biliyorum, orkestranın adı, solistin adından başka bir şey yok beynimde. Size çok benzediğini fark edince; ‘Acaba mı?’ diye sormak geçti içimden, bağışlamanız dileğiyle...
Doğal olarak cevap vermeniz şart değil, efendim! Ancak bir kere için de olsa aynı şeyi izlemenizi istesem, düşüncemi çok mu abartmış olurum efendim!”
“Peki, izleyeyim genç adam!”
İzlerken tavrında herhangi bir değişiklik olmadı, bu mesleğinin gereklerinden biri olsa gerekti ve cevaplamak gereğini hissetti;
“Eee! Ne alâkası var genç adam?”
“O zaman affınıza sığınıyorum efendim! Yasalar bu iki gaspçı(4) için neyi, ne kadar uygun görüyorsa, o konuda şikâyetçi olarak yasaların emrinde olacağım!”
Gün bitti, sonrasında durgun geçen birkaç gün daha. Bir acayip söz çınladı kulağımda, Tanrıya inancımı sarsacak gibi; “İnsanlar çift yaratılırlarmış!”
Söylenen cinsiyet farklılığı anlamında değil. Aynı cinsten yeryüzünde iki tane olarak!
Hikmetinden sual olunmaz(8); DNA Testi(8) için bile farklılık yaratan yüce Tanrı neden benzerlik için uğraşsındı ki? İkizler, üçüzler, dördüzler arasında bile sadece annelerinin ayırt edebildiği, babaların gabi olduğu fiziksel ayrılıklar yok muydu?
Babalar neleri bilirdi, meselâ? Cinsiyet farklılığı, o da elbiselerinden, sağak(4)-solak, yazarken-çizerken, saçları ayırış; sağdan-soldan, kısa, alabros(8), uzun vb. özel eşya ve değişik renk terlik, pabuç vb. Ancak sayılabilecek kadar işte…
Galiba Tanrının işi yoktu o sıralar. Aynı çamuru eline almış, o topağı bilmemin mümkün olmadığı bir şekilde birkaç parçaya bölüp, aynı tip, aynı model, aynı boy-bos, muhtemelen farklı yaş ve cinsiyetlerde, karakoldaki memure hanıma benzer gibi gençler yaratmıştı, şaşırmam, şaşkınlaşmam, bir bakıma küçük dilimi bile yuttuğumu(5) sandığım şekilde. Tövbe(4)! Tövbe!
Ve böyle bir şeyin olacağını bana biri söylese kesinlikle inanmayacağım bir karşılaşma…
“Siz!”
Karşımdakiler, dördü bir arada sarışın ve karaşın kızlar, solist genç adam ve kanunu çalan o genç adam, aynı cins, aynı model, aynı görünüm…
Genç solist sorarcasına cevapladı beni;
“Tanışıyor muyuz?”
“Yok, genç adam, adınız Eroğul’du yanlış aklımda kalmadıysa. Benim adım Eyüp. Sanırım yanılmıyorum, grubunuzu “Elif” adlı bir şarkıdan ve devamı olan bana yanlış görünen diğer iki şarkıdan dolayı tanıyorum. Beni etkileyen, hayret etmeme neden olan dördünüzün de birbirinize nasıl bu kadar benzediğiniz?”
“Kardeş, akraba birlikteliği…
“Elif” de kardeşimin adıyla amatörce hazırladığımız önemsiz bir klip. Genelde yetişebildiğimiz bazı yerlerde ordövr tabağı(8) öncesi ya da sırası ya da uvertür(4) olarak çalıp söyleyerek hem harçlığımızı çıkartıyor, hem de okulumuza devam ediyoruz…
Yoksa sizin için sakıncası mı var?”
Kızlardan hangisi kardeşiydi, üstelik diğer kız kimdi, kanun çalan kimdi, üstelik sözcüymüş gibi konuşandan başka niçin hepsi sessizliğe bürünmüştü ve inancım o ki; sanki hepsi beni tanımak istercesine kaş altlarından beni süzüyor, gözlüyor, izliyorlardı.
Oysa ben sadece karaşın, esmer olanın gözlerinde yaşamayı dilerdim, şu anda, tüm evrene boş vererek. Oysa ismini bile bilmiyordum; “Elif” o mu olsa gerekti?
“Estağfurullah(16) genç arkadaşım, yani Eroğul Bey! Merak etme hakkımdan siteminiz dolaysıyla vaz geçiyorum, ama öncelikle ve özellikle ‘Elif’ isimli eserinizi beğeni hakkımı saklı tutmak istiyorum!”
“Teşekkür ederiz!”
“Ancak bir öğretmen, müzik kulağı olan bir öğretmen olarak, eğer ‘Elif’ altındaki diğer iki şarkıyı plâk, ya da CD olarak piyasaya sürmeyi düşünüyorsanız, benim gibi amatörce iğreti bir kulağa sahip birinin fark ettiği yanlışları göz ardı etmemelisiniz! Dikkatli uzmanların daha iyi anlayacağını ve bunun da sizlere bir kısım sıkıntıları yaşatacağını söylemem gerek!”
“Ya! Neymiş onlar?”
“Nasıl ki kuzguna yavrusu Anka görünüyorsa(17) size de eserleriniz bir evlât gibi görünüyordur, bunun bilincindeyim. ‘Elif’ çok değerli bir eser, tek kelimesine bile söz edilmeyecek. Ancak diğerleri için bana göre yanlışlıkları böyle ayaküstü(4) anlatacağımı düşünmüyorsunuz, değil mi? Okulum şurası…
Okul telefon numarası da şu…
İsmimi söylemiştim, edebiyat öğretmeniyim…”
Reklâmlara devam etmeme gerek yoktu, kısa kesmeliydim, kestim de;
“Ne zaman isterseniz, ister yalnız, ister grup halinde gelin, ama arkanızda kanun çalan arkadaş mutlaka yanımızda olsun, notalarıyla birlikte. Mümkünse öncesinde o notalara ben de sahip olmak isterim, yanlışı yaşamamam bakımdan? Sanırım demek istediklerimi anlayacaksınız. Karşılaştığımıza sevindim. Sizlere iyi günler dilerim, öğrencilerime yetişmeliyim, sizlere de iyi dinlenmeler dilerim!”
“Neden?”
“Uygun zamanda inşallah!”
Anlamsız gibi görünse de ismini bilip öğrenemediğim esmer güzeli ile benim anladığımı düşündüğüm, hatta inandığım iki küçük söz, iki ufak cümlecikti bunlar, belki de hüsnü kuruntum(8)!
Akıl edemediğim, belki araştırıp bulma imkânım var gibi görünüyorduysa da böyle bir tesadüfün nasıl oluştuğuydu? İnandığım Tanrım etkilenişimi bilip de duygularımı şekillendirmem için dolambaçlı yollardan da olsa bana bir fırsat tanımak, etkilenişimi karşımdakinin fark etmesini sağlamak istemiş olabilir miydi?
Öncemde de söylemeye çalıştığım gibi Tanrı ile aram iyiydi, inanıyordum, her ne kadar namazla, niyazla teferruatlı bir ilişkim olmasa da…
Bir not bırakılmıştı, dersteyken bir telefon numarasıyla; “Elif” adıyla.
Dünya bir tarafa Elif içimde fırtına gibi bir tarafaydı. Tek sakınca ben esmerden etkilenmiştim, karşımdaki de Elif olarak esmer olan mıydı? Benim etkilendiğimin kim olduğunu Tanrım biliyordu, o da bilseydi, ya da görmesem de anlayabilseydim.
“Durumunuz müsait olursa, Cumartesi günü öğleden sonra saat 13 civarında tüm grupla ziyaretinize gelsek uygun mu?”
Müdire Hanımdan izin aldım; “Sakıncası yoktu?” Cevaplamak için dokundum telefon tuşlarına.
“Ben Eyüp! Yalnız birinin karşısına bir grupla sorgular gibi çıkmak insafsızlık değil mi? Hiç olmazsa bir çay içiminde elinizi uzatsanız da cesaretlendirseniz…”
“Korkuyor musunuz yoksa?”
“Korkmak değil, çekinmek…
Hatta hiçbir şey dememem gerek. Müzik bilginizi değil tartışmak, kelime hece bile eklemem mümkün değil, hele ki konservatuar öğrencisi iseniz.
Benimkisi kendi çapımda bir şeyler üretmek, üretebilmek. Ancak şunu içtenlikle belirtmeliyim ki; sizin olduğunuz, olacağınız her mekânda, bildiğim konuda korkusuzca ayakta dururum!”
“Sitem mi, iltifat mı anlayamadım!”
“Öncelikle istediğiniz zamanda, istediğiniz gibi gelin, izin aldım, görevliye de talimat verdim, keşke önce gelip bana bir-iki dakika bağışlayabilseniz. Çaylarınızı ikram etmekten çekinmeyeceğimi bilin. Kimse yokken, telefonda da olsa bilmenizi istediğim…”
“Bir yanlışlık arifesinde gibi, yanlışlık içinde olacağınızı sezer gibiyim, daha başlangıçta, hem de ilk görüşte, ilk karşılaşmada…”
“Sizin benimle karşılaşmanız Tanrının bir lütfuydu, ama benim için ilk değildi. Sanki…
Her neyse, internette gezinirken rastladım ve gözlerinizi kapatıp, kendinizi vererek ‘Elif’i söylerken mutluluk duydum, sizi izlerken. Sanırım telefonda konuşan sen o’sun. Yüzün de, sesin de güzel, umarım gönlün de, yüreğin de benim ulaşacağım kadar güzeldir!”
“Beni tanımıyorsun bile, neredeyse bir şeyler itiraf etme çabasındasınız gibi!”
“Bak Elif! Bir düşünür; bakışlar vardır, unutulmayan(18) demiş. Bir de kişinin doğuşunda içine yerleşip de tesadüflerin desteğiyle yaşanan…
Ve iddiam o ki ben doğduğumdan beri yaşamıyordum. Seninle iki-üç gün öncesinde karşılaştığımda yaşamaya başladım. Yaşıyorum da…
İddiam değil, gerçeğim bu, inanmasan, inanmak istemesen de. Kalanını da eğer elini uzatır, bana vakit ayırırsan yüzüne karşı söylemek isterim…”
“Bir söyle, bin işit! Ne söylediğinizin, ne istediğinizin farkında mısınız siz?”
“Seni, bedenini, sesini, güzelliğini değil, yüreğini ve seni sevdiğimi kabullenmeni istiyorum. Uzakta olsan da, yüreğin benim olmasa da, sevgimi kabullenmesen de ben…”
“Yeter Eyüp! Daha fazlasını duymak, dinlemek istemiyorum. Sapık mısın, nesin, daha bir kere karşılaştık, ilk gördüğünde seni bu kadar cesur yapan ne? Tövbe, tövbe! Özür dilerim, kapatmam gerek, belki gelmeyebilirim, bunu bilsen iyi olur!”
“Kapatma lütfen! Hemen suçluymuşum, sevmek seni bir suçmuş(19) gibi cezalandırıp idama mahkûm etme beni. Şu an sen senin hayatını yaşıyorsun, senin hayatına ne müdahale etmeye, ne katkıda bulunmaya, ne de seni istemeye hakkım olmadığını biliyorum. Tavrın da, sözlerin de bunu anlatıyor zaten…
Ancak, gel şarkıları düzeltme gayretinde kardeşlerinle beraber ol. Yanımda olman şart değil. Bitince çalışmamız sen de beni bitirmiş olmanın huzuruyla mutlu ol! Ek bir söyleyeceğin yoksa telefonu kapatabilirsin!”
Telefon kapandı, anlamını bilemeyecek kadar şaşkın, gabi ve hüzünlüydüm…
Ve gün geldi, kapıda onları karşılarken, o söylediği gibi inatlaşıp gelmemişti yoktu, kaybolmak istemişti belki ve de başarılı olmuştu.
Hemen başlamaktan başka çarem yoktu, sabırsızca kanunu dizlerimin üzerine aldım sözlerimi sakınmaksızın;
“Unuturum diyorsun, unutursun elbet,
Ancak zaman uygun görünse de az sabret,
Sevgimle yokluğum olmalı sana ibret
Bekleme yaşlanmayı içinden tez def et! (20)”
“Sanki bir şey sipariş verilmiş de teslimatı bekleniyormuş gibi hazırdan uyaklar, şarkı çabuk bitsin ister gibi hızlı bir tempo…
Uygun mu? Belki ağır ve yanlış bir tenkit gibi olacak, ama smaç yapmak için süratini artırmış bir pivot(4), ya da altılı ganyanda(8) birincilik ipini göğüslemek için yarış atını çatlatacak şekilde koşturan jokeyden farklı mı görünüyor sunumunuz?
Ayrıca hece sayısı zorunluluğu son dize de ‘Hemen’ demek yerine ‘Tez’ şeklinde ifade edilmiş ki, bana yanlış gibi geldi…
Bilgi dağarcığımın yüklü olmasına ve gücüne güvenerek, böyle bir şeyi söyleyerek karşımdakileri aşağılama, azarlama şeklinde konuşmak, onların emeklerine saygısızlık, tüm çaba ve gayretlerine karşılık haksızlık olmaz mıydı?”
Söyler miydim hiç? Hayır!
Ve ikinci kıta;
“Artık gerçek gereksiz! Gün yüzüne çıkmam!
Beden için yaşayıp, susayıp, acıkmam,
Mümkün mü aşkın kalesini birden yıkmam
Sen; ‘Bekle!’ de! Beklemekten asla bıkmam! (20)”
“İlk dize anlam olarak herhalde; ‘Gerçek; artık gereksiz…’ ya da ‘Gerçek; gereksiz artık!’ şeklinde düzenlense fena mı olurdu acaba? Ya da hecenin artması umursanmadan ‘Gerçekten gereksiz artık…’ ya da; ‘Aşk için gereksiz artık…’ şeklinde.
Bu fikri aslında tutmadım, çünkü aşkı; yiyip-içme şeklinde basitleştirmeye, yavanlaştırmaya asla hakkım olamazdı. Peki, böyle bir şeyi değil söylemek, düşünmek bile…
Hataydı!
Ve ben açmadım, ağzımı bile.
“Önce siz başlayın, enstrümantal(4) olarak, katkısız, baştan sona kadar bir defa.
Ve sonra siz tekrar ederken tereddüdüm olan notalara gelince ben araya gireceğim, beste size aitse karar sizlerin olacak.”
Ve kanunu canlandırdı genç arkadaş sonra ben ve tekrar o tek başına çalarken beklediğim yerlere gelince aynı notalar döküldü parmaklarımızda, bu bölümün kimin ve kime ait olduğunu söyledim.
İkinci bölüm aynı şekilde devam etti, bu kez nakarat bölümündeki benzerliğe dikkati çektim. Sözler bölümünde ise, elimdeki şiir kitabındaki dizeleri gösterdim, parmağımla işaret ederek, karmakarışık. Ve ikaz ettim;
“Başlangıç kanaatimi değiştiriyorum; mutlaka alıntı, çalıntı yok, içinizden geldiği gibi, kendinize has bir müzik ve söz dizisi…
Ancak ifade etmekte zorlansam da, olası bir fark edilme durumunda eser sahiplerini, ya da mirasçılarını kendi notalarınız, kendi duygularınız, kendi sözleriniz olsa da telif(89) konusunda inandırmakta zorluk çekersiniz…
Ben sadece bu konuda dikkatinizi çekmek istedim. Nota, makam konusunda değilse de şiir ya da sözler konusunda hiçbir beklentim olmaksızın yardımcı olmak isterim, ismim anılmaksızın, saklanarak…”
Eroğul’un cevap vermesine ramak kala(90), dershanenin kapısı çalınıp görevlimiz tarafından hafifçe aralandı da;
“İki misafirimizin daha olduğunu” söyledi, belki de müjde gibi. Birinin kim olduğu umudumdu, ama ikincisi şüphemdi, kocası olabilir miydi?
Bencilliğimle bunu hiç aklımdan geçirmemiştim, kısa bir an içine sığdırmaya çalışsam da kendimden utandım. Eğer düşüncem doğru ise evli-barklı bir kadının telefondaki dolu dolu içimi anlatma gayreti yaşadığım sözlerimden sonra yüzüne nasıl bakardım ki?
Yanılmışım, yaşadığım karşının itirafı gibi bir şeydi. Çünkü gelen tüm benliğime egemen olan Elif ve karakoldaki interneti izlediğinde renk vermeyen teyzesi idi.
Demek ki hiçbir şey tesadüf değil, geniş kapsamlı, belki ailece olabilir mi bilmem, belki de sülâlece alınan bir karar üzerine belirlenmiş bir kurguydu.
“Geciktiniz, biz çalışmamızı bitirmiştik. Kardeşler de gitmek üzere toparlanıyorlardı. Görevli kardeşim sizlere yol gösterir, unutmanız gereken ne varsa, özellikle ben dâhil, unutun! Sizlere, hepinize iyi günler gençler!”
Müzik Odasından Öğretmen Odasına yöneldim, yıkılmıştım, yıkıktım. Beğenilme olmasa da pazara sunulmuş, seçime tabi bir hıyar, yanlışlıklar için kullanılmış olmak gibi bir düşünce mahvetmişti beni. Yok olmalıydım…
Sevgi, aşk üzerine değil, beğenilme için tezgâha konulmuş gibi yaşadığım zilletten(4) ancak böyle kurtulabilirdim, ardımdaki ayak seslerini umursamak içimden geçmedi.
“Telefonda söylediklerini, yüzüme karşı söyleyecektin?”
Şarkıdaki gibi “Yırt bütün resimlerimi(21)” yerine “Unut bütün sözlerimi(21)” mi deseydim? Der miydim? Asla! Hayır!
“O sözler sen saklanmadan, ben belki de bir kasa hıyar içinden bir hıyar olarak seçilmemden önceydi. Sahi! Sen, seni söylediğim, söylemekten çekinmediğim, sakınmadığım görüntüsüne ve sesine âşık olduğum, canımdan çok sevdiğim biri olduğunu mu düşünüyorsun hâlâ?..
Önemsizim ben, unut beni gitsin!”
Her hayalin sonlanması gerektiği düşüncesindeydim, devam ettim;
“Ben küçükken, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte ‘Dile benden, ne dilersen!’ diyen Araplara, sihirli sözlerle açılan kapılara, bir yılanın bir fili yuttuğuna, hatta sinemada, tiyatroda perdedeki insanların her seyredişimde aynı hataları yaptıklarına, aynı aşkı yaşadıklarına, radyoların içinde küçük insanların olduğuna bile inanırdım…
Ama bu yaşlarda inancımın sarsılacağı hiçbir yaşantı şeklim olmamıştı. Bunu sen başardın, bravo! Kendimi, sevgi konusunda nasipsiz, görücüye çıkmış(5) değersiz bir meta, bir suret gibi görüyorum.”
“Şey… Bana da konuşmak için izin verecek misin?”
“Hayır! Sana gölgende gönül vermiştim, geri almam mümkün değil, sende kalsın. Şimdi yokluğunda nasıl yaşayacağımı, ya da hemen ölmem mi gerektiğini düşüneceğim. Gizlendin. Bu kadar mı küçülecektim ben? Mutlu etmeyi, beraber bir ömrü kölen olarak yaşamayı düşünürken, bu kadar mı aşağılayacaktın beni? Elif olan ismin gibi doğru olmak o kadar mı zordu? Üzgünüm, hadi git!”
“Peki, sana beni yasaklamayacağım. İstediğin zaman, istediğin kadar ve özlemle izleyebilirsin beni bilgisayarında, ama nasıl, doğal olarak bilemem tabii!”
“Zannet!”
“Bu sözün anlamını biliyorum. Katil damgası yiyemem. Sonunu öğrenirsem, cehennemde ebedi olarak yanacağımı bilsem de yanına gelirim, beraber yanarız!”
“Aklından zorun var!”
“Evet! Tesadüfü ben hazırladım. Beni görmeden, bilmeden, tanımadan bu kadar yakınlık gösteren, hiçbir iletişim olmadığı halde bu kadar seven birini görmek, bilmek, tanımak istedim...
Ve anında aklımı aldın! İade etmediğin gibi bir de tehdit ediyorsun beni! İstediğin gibi gidiyorum, hem bil ki senden önce yok olmak üzere…”
“Git…”
Ne yapıyordum ben? Severken, sevilirken, yok olmasına izin vermek, ona kıymak gibi, sözümü tamamladım;
“…me! Gitme, ne olur?”(22)
“Ben dünden razıyım zaten. Menfaatperestim(4) çünkü. Bana sevgi dolu güfteleri hangi şair yazacaktı ki?”
“Şair değilim, hem şair olduğumu kim söyledi ki?”
“Seven, şairliği de hak edermiş. Karşımda böyle put gibi duracak mısın? Hadi telefonda söylemek istediklerini dobra dobra(8) yüzüme karşı söyle, karşılığını aynen alacakmışsın gibi, alacağına inanarak, ama eklentisiyle, şaşırmadan, gözlerime bakmayı unutmaksızın…”
“Sen ekranda göründün, seni canımı verecek kadar sevdiğime inandım, görücüye çıkmışım, umurumda değil, seni seviyorum!”
Ellerini boynuma doladım, kollarımı beline sardım. Yaklaştım, bekliyordu.
Kapı tıklatılmadan açıldı;
“Hadi, gidiyoruz Elif!..
Affedersiniz…
Elif burada sanmıştık da!”
Elif kollarını sıkılaştırdı belimde, sonra tekrar kilitledi ellerini ensemde…
Gereği gerçekleştikten sonra ellerini çözüp utanırcasına;
“Hadi gidelim!” dedi,
“Ailem, aramızda bir şey var zannedecek!”
Daha neler…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Elif; Arap alfabesinin ilk harfi. Ebcet hesabında değeri; bir. İnce, uzun boylu kız. Alışmış, alışkın. Musikide “Lâ” notasını ifade için kullanılır. Ülfet eden, dost, tanıdık. Elif Allah’ı, doğruluğu, dürüstlüğü, sevgilinin açtığı yarayı da temsil eder. Kaynaşmak, sevmek, cana yakınlık, ara bulmak anlamlarını da kapsar.
Akantekir; Soy ismimin harflerinin yerlerini değiştirerek, Eroğul ise, yine ismim bazında uydurduğum bir isim.
(1) İncecikten bir kar yağar… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Karcaoğlan’a, Bestesi; Sadettin Kaynak’a ait olup eser Segâh Makamındadır.
(2) Elif okuduk ötürü / Pazar eyledik götürü / Yaratılmışı hoş gördük / Yaratan’dan ötürü. Yunus EMRE dizeleri.
(3) Küçücük dünyamda görünmez kalemle onu kalbime yazdığım… “Böyle bir aşk görülmemiş dünyada…” şeklinde başlayan “Seni yazdım kalbime” olarak ünlenen şarkının bir bölümü.
(4) Âdet; Töre. Bir topluluk içinde öteden beri uyulan ve uygulanan kural. Alışkı; Bir kimsenin yapmaya alıştığı, bir kural gibi uyduğu şey.
Ayaküstü; Ayakta durarak, oturmaksızın, hemen o anda, kısa bir sürede.
Cüsseli; Gösterişli, iri yapılı insan gövdesi olan.
Desibel (dB); Ses şiddetini gösteren birimin onda biri.
Enstrümantal (Müzik); Ses için değil, yalnızca çalgılarla çalınmak için yazılmış müzik…
Gaspçı; Zorla, izinsizce, yapan, eden, zorlayan, alma, çalma şeklinde eylemi gerçekleştiren.
Harmandalı; Ege yöresine ait bir zeybek oyunu.
Hoşgörü (Müsamaha); Tolerans. Kolaylık göstermek, iyi karşılamak, ayıplamamak, hatayı görmezden gelmek, göz yummak. Kırıcı ve aşağılayıcı olmamak, affedici olmak, kendi görüşlerimize aykırı olan görüşleri sabırla karşılamak. Kendine, düşüncelerine ters gelse bile başkalarının düşünce, fikir ve davranışlarına karşı anlayışlı davranma, rahatsız olmama, tepki göstermeme.
Kikirik; Zayıf, ince, uzunca boylu, çıtkırıldım tarifinde bir kimse.
Menfaatperest; Çıkarcı, çıkar sever, çıkarlarına düşkün, yalnız kendi çıkarını düşünen, menfaat düşkünü…
Mübalağa; Abartma. Herhangi bir şeyi tasvir veya tarif ederken sözün etkisini güçlendirmek için olduğundan fazla veya eksik gösterme.
Operasyon; İşlem. Elde edilecek sonuç için alınan önlem ve yürütülen işlerin tümü. Ameliyat.
Pivot; Basketbolda beş numara. Pota altında oynayan oyuncu. Uzun boylu, ribaunt alma ve sayı konusunda yetenekli oyuncu.
Revizyon; Gözden geçirme, yeniden inceleme, yeniden biçimlendirme. Bir öğretiyi asıl doğrultusundan saptırma, yönünü değiştirme.
Sağak (Sağlak, Salak); Genellikle işlerini sağ el ya da sağ ayağıyla yapanlar (Solak; Sol-ak olduğuna göre kelimenin sağ-ak olması gerekir).
Tövbe (Tevbe); İşlediği bir günahtan ya da suçtan pişmanlık duyarak bir daha yapmamaya karar verme. “Bir daha yapmam, olmaz, yeter” anlamında.
Uvertür; Başlangıç, açıklık. Müzikli sahne eserlerinin başındaki orkestranın çaldığı açılış, giriş, ya da başlangıç müziği olmakla birlikte Türkçede geniş anlamda söz verilen saatte sahnenin açılması için dolgu malzemesi anlamında, bir bakıma saz eseri, taksim bağlamaya yol göstermek gibi şeyler. Poker oyununda açılış.
Virtüöz; Herhangi bir müzik aracını çok ustalıkla çalabilen, ya da bir müzik eserini ustalıkla söyleyebilen sanatçı, usta, büyük usta yorumcu.
Zillet; Hor görülme, alçaltılma.
(5) Araştırıp-Taraştırmak; Birini veya bir şeyi gözden geçirmek.
Böğürmek; (İnsanlar için hakaret anlamında) Yüksek sesle, anlaşılmaz bir biçimde, ağlarcasına ya da korkunç bir öfkeyle bağırmak (Öyküde hakaret anlamı içermemektedir). Büyükbaş hayvanların bağırma şekli.
Göbeği Çatlamak; Birçok güçlüğü yenmek için çok uğraşmak, çaba sarf etmek, başarılı oluncaya kadar güçlüklere katlanmak, sabretmek.
Görücüye Çıkmak; Evlenmesi söz konusu olan kızın görücülerin oturdukları odaya gelip onlara görünmesi.
Göz Ardı Etmek (Edilmek); Gereken önemi vermemek, verilmemek.
Göz Yummak; Kusurları görmezden gelmek, görmemiş gibi davranmak, hoş görmek.
Halvetleşmek; Türkçemize yerleşmiş böyle bir eylem yok. Halvet; Baş başa kalma, gerdek sonrasında beraberlik, kapalı yer, zifaf anlamlarındadır. Öyküde; hırsızın yerdeki pozisyonu abartılarak anlatılmak istenmiştir.
Haz Almak; Hoşnutluk duymak, hoşlanmak, tat almak, haz duymak.
Heba Olmak (Etmek), Heder Olmak (Etmek); Boşa, boşuna gitmek. Yok olmak. Ziyan olmak.
Ihlamak; Hastalık, ağır hareket ya da yorgunluk nedeniyle “Ih! Ih!” şeklinde ses çıkarmak.
Kanları Çağıl Çağıl Çağlamak; Türkçemizde böyle bir deyim olduğunu sanmıyorum. Abartılı olarak gençlerin yüreklerindeki coşku çağıl çağıl akmak, çağlamak, kesinti olmaksızın duygulu olmak şeklinde anlatılmak istenmiştir.
Kaygılanmak; Kötü bir sonuç doğacak diye üzülmek, tasalanmak.
Küçük Dilini Yutmak; Çok şaşmak, hayrete düşmek, donakalmak, hiçbir şey söyleyemez hale gelmek.
Ramak Kalmak; Bir şeyin olmasına az kalmak. Hemen hemen, az daha olacak, kıl payı kurtulmak.
Sıkboğaz Etmemek; Bir şeyi yaptırmak için birini zorlamamak, baskı altına almamak.
Uzanılamayan Üzüme Koruk Demek; Genelde; “Tilki uzanamadığı üzüme…” şeklinde bir deyiş olup, kişinin başaramadığı bir şey için mazeret bulması anlamındadır. (Benzeri deyim; Kedi erişemediği ciğere mundar dermiş)
Vurdulu Kırdılı Kapışmak; Sille, tokat, yumruk, silâh olan karşılıklı döğüş yapmak.
(6) KARATEKİN, Erol. 2019 Yılı. “ELİF”
Hacet Bırakmamak (Kalmamak); Gereği olmasını beklememek.
Haset; Çekememezlik, kıskançlık. Bir kimsenin sahip olduğu mevki, şan, şöhret, sıhhat gibi manevi, mal-mülk gibi maddi nimetlerini çekememek, bunlardan rahatsız olmak, sahip olanın bunlara malik olmamasını arzulamak, dilemek, istemek.
Lâmelif; Eğri büğrü, çarpık, dolambaçlı.
Mabut; Kendisine tapılan varlık, tapacak, Tanrı, ilâh, ilâhe.
Muhalif; Bir görüşe, bir eyleme, bir tutuma karşı olan. Muhalefet eden, ya da muhalefet partisinden olan.
(7) Stendhal Sendromu; Sanat eserlerinin güzelliği, ihtişamı, şaşkınlığı karşısında kalp atışlarının hızlanması.
(8) Alabros Tıraş; Fırça gibi dik, sert, sık ve kısa kesilmiş saç.
Altılı Ganyan; At yarışlarında sıralı olarak koşudaki atların altısının sıralı olarak tahmin edildiği bahis.
Çiçeği Burnunda; Çok taze, çok yeni. Henüz, çok az vakit geçtikten sonra.
Deli Dana Gibi; Ne yapacağını, edeceğini bilmeden şaşkınca davranma.
DNA Testi; Ana-baba-evlât varlığının tespiti için gereken bir test olup nerede, nasıl ve kaç liraya yapıldığını öğrenmek isteyenler İnternet’e başvurabilir. Minimum sürenin bir haftadan az olmadığı, bazen uzadığı belirtilmektedir.
Dobra Dobra; (Yöresel olarak) Açık açık, aleni.
Hikmetinden Sual Olunmaz; Nedeni sorulamaz.
Hüsnü Kuruntu (Hüsn-ü Kuruntu); Zararsız kuruntu, güzel kuruntu anlamlarını içermekte. İhtimali bulunmadığı halde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, kendini buna inandırma. Herhangi bir durumu kendince, bencilce iyiye yorumlamak denilebilir. (Süslü Kuruntu; Avam dilindi söyleniş biçimi.)
Onlar erecekler muratlarına, biz çıkalım kerevetlerine! Evlenmeyle ilgili mutluluk dileme anlamında bir söz.
Ordövr Tabağı; Yemekten önce masaya gelen soğuk yiyecekler, meze, çerezin konulduğu yemekaltlığı tabak.
Sol Anahtarı; Müzikte kullanılan anahtarlardan biri olup notaların okunmasını sağlayan temel anahtardır.
(9) Kıskanç; Faruk Nafiz ÇAMLIBEL’in “Sakın bir söz söyleme… Yüzüme bakma sakın!” şeklindeki şiirinin bir yerinde; “Sana benim gözümle bakan gözler kör olsun!” İntizar adıyla ünlenen şiir Suat SAYIN tarafından Muhayyerkürdî Makamında bestelenmiştir.
(10) İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar… “DENİZİN TÜRKÜSÜ” Yahya Kemal BEYATLI (Şiirin en anlamlı en son dizesi).
(11) Ağır Ol da ‘Molla’ Desinler; Ağırbaşlı olur, herkesin işine karışmazsan, saygı görürsün, başkalarına saygı gösteren insanların aynı saygıyı görmesi tutum ve davranışlarına bağlıdır, anlamında bir deyiş.
(12) Hayallerinin Esiri Olmamak; Rudyard KIPLING “EĞER (IF)” isimli şiirinde, (If you keep your head when all about you… şeklinde başlayan) “Çevrende herkes şaşırırsa, bunu da senden bilse, sen aklı başında kalabilirsen eğer… Eğer hayal edebilir ve hayallerinin esiri olmazsan” denilmekte.
(13) Boş zaman yoktur, boşa geçen zaman vardır… Rabindranath TAGORE Vaktin çok önemli olduğunun, geçtiği anda, bir daha geri gelmeyeceğinin, saçma şeylerle zamanı sarf etmenin yanlışlığını anlatan söz.
(14) Edi-Büdü (Türkçe Uyarlaması); Aslı; Ernie ve Bert adlı, biri zayıf uzun boylu, diğeri şişman kısa boylu iki pelüş kukla karakteri olup hayal ürünleri sergilemektedirler.
Stan Laurel – Oliver Hardy; Biri zayıf diğeri şişman Amerikalı şovmenler.
(15) Suskunluğum asaletimdendir. Her lâfa verilecek bir cevabım var. Lâkin bir lâfa bakarım, lâf mı diye. Bir de söyleyene bakarım, adam mı diye… Mevlânâ Celâleddîn-î RÛMÎ
(16) Estağfurullah; Asıl anlamı; Arapça; “Tanrıdan bağışlama dilerim” şeklindedir. Ancak Türkçemizde kendisine olumsuzluk bir nitelik yakıştıran kimseye “Hiç de öyle değil!” anlamında nezaket, bazen de alay sözü. Bunun tersi övülen veya teşekkür edilen kimsenin söylediği incelik ve alçakgönüllülük sözü. Ayrıca karşısındakinin kendinden beklediği işi, kendisi için yük saymayan kimse tarafından söylenen “Teşekküre değmez! Bir şey değil! Rica ederim!” şeklinde nezaket sözü.
(17) Kuzguna Yavrusu Anka (Şahin) Gözükmek (Görünmek); Herkesin kendi yarattığı şey, çirkin de olsa gözüne güzel görünürmüş anlamında olup buna benzer diğer sözleri şöyle tasnif edebiliriz;-“Kuzguna yavrusu şahin görünür!” “Komşunun tavuğu, komşuya kaz gibi görünür!” “Küçük suda büyük balık olmaz!” “ Sabır acıdır, meyvesi tatlıdır! “Sinek yavrusuna; ‘Kurban olurum o karabacaklara, beyaz duvarlarda yürüyorlar!’ dermiş”. “Kirpi yavrusunu; ‘Pamuğum!’ diye severmiş.”
(18) Duygular vardır, anlatılmayan, sevgiler vardır, kelimelere sığmayan, bakışlar vardır insanı ağlatan, insanlar vardır ki asla unutulmayan. İşte sen onlardansın! Victor HUGO
(19) Sevmek seni bir suç ise… diye başlayan Türk Sanat Müziği eseri Rast Makamında olup Güfte ve Bestesi; Neveser KÖKDEŞ’e aittir.
(20) Bu öykü kaleme alındığında kendiliğinden oluşmuş saçma, tenkide, inkâra ve ussal görüşlere açık kıta.
(21) Yırt At Resimleri; Bir Nükhet Duru Şarkısı.
Yak bütün fotoğraflarımı, gülümse kaderine; Tarkan Şarkısı.
(22) Git! Git… me… Bir Sezen AKSU şarkısından (ç)alıntı.