Yakın bir sahil köyünde, deniz kenarında teknik olarak(!) kendinden emin, gösterişli bir şekilde kırıtarak yürüyen düzgün bedenli bir genç kızdı, yaşlı adamın karşısındaki. Beden ölçüleri; 90-60-90 gibi olmasa da eh, ona yakın denilebilirdi.

Yaşlı adamın genç kızın dikkatini çeken özelliği; bedeninin neredeyse görünen tüm yerlerinin dövmelerle kaplı oluşuydu, belki görünmeyen yerlerinin de ki bunu yaşlı adamın bilmesi imkânsızdı.

Ancak yazacağı bir öyküyü kaleme alması için dikkat çekici olan bu genç kızdan bir şeyleri öğrenmesi ve öyküsüne konu yapmasının gerektiği idi.

“Tam benlik, vazgeçmemin mümkün olamayacağı, isabet kaydetmemin gerekli olduğu, inkâr edilemeyecek bir konu benim için!” diye düşündü.

Yaşlı adamın genç kıza yengeç gibi yamuk yamuk yaklaşmasına gerek yoktu. Doğrudan doğruya dikildi karşısına;

“Affedersin…”

“Efendim babalık! Buyur amca, meraktan değil mi?”

“Eh, öyle! Hiçbir mecburiyetiniz yok! Cevaplarsanız memnun olurum, yoksa da haddimi bilir(1) uzaklaşırım!”

“Neden amca?”

“Ne, neden? Önemli değil! Kendi çapında bir şeyler karalayan bir yaşlıyım, genç yaşlarımdan beri. Eğer kabullenirseniz öyküye vereceğim ismi ve beni ya da öyküyü bulabileceğiniz adresleri tatil bitmeden önce size ulaştırmaya çalışırım, bir bakıma bu sözümü bir vaat olarak kabullenebilirsiniz!”

“Desene amca, ahret sualleri(2) ile ya da polisiye filmlerdeki gibi sorgulayacaksınız beni. O zaman sizinle beraber olacağım süreye bağlı olarak bana bira ısmarlarsanız ben de size dolgun, iri, iyi ve güzel cevaplar vermeye çalışacağım…

Tonton bir amca veya dedenin öyküsünde başkahraman, ya da artist olmakla gururlanacağım, arkadaşlarıma da anlatıp, gösterip okuyacağım.”

“Öncelikle söylemeliyim ki, yazacağım öyküde tarif etmeye çalışacağım dövmeli kişi siz olacaksınız, belki abartılı dövmelerden söz etmeksizin, ama mutlaka dövmeli ve asla uvertür(3) veya ve saire anlamında değil…”

“O halde izninizle ben, zayıf olmama rağmen gücümün yettiğince denizi taşırayım, her ihtimale karşı denizin tadına bakayım, duş alayım, eğer çekinirseniz üstüme bir şeyler alayım…”

“Ahı gitmiş, vahı kalmış(4), seksenli yaşlara merdiven dayamış, o yaşlara ulaşma çabasındaki bir dede sizden neden çekinsin ki, ya da siz ondan neden çekinesiniz ki? Akşam esintisi sizi üzmesin, ondan çekinir, üzülürüm, hayıflanırım(5), burnunuzu çekseniz bile buna sebep olduğum inancını yaşarım, o nedenle yapmayı düşündüğünüz, kurguladığınız her işinizi bitirin, üstünüze de sizi koruyacak bir şeyler almanızda bence sakınca yok!”

“Peki amca. Siz lokale gidip oturun, sabrınız varsa bir-iki saat sonra ben sizi bulurum!”

“Ömrüm yeterse hayhay! Peki, size ısmarlayacağım biralardan birinin kendi başıma hakkından gelmeme izin verir misin güzel kız?”

“Bu yaşta?”

“Ne demiş rubaisinde Ömer Hayyam; ‘Bir elde kadeh, bir elde Kur’an / Bir helâldir işimiz, bir haram. / Şu yarım yamalak dünyada, / Ne tam kâfiriz, ne de Müslüman.’ Laik(3) bir insanım, Allah’a karşı görevlerimi de, bu dünya için yaşamı da biliyorum. Hadi atla denize, hevesini yok et, vaktin olursa gel!”

Söylemeyi unutmuş gibi cümlesini tamamlama gayretini yaşadı;

“Gelemezsen de üzülme! Mazeretim olduğu için ben denize giremiyorum, yoksa arkadaşlık etmekten çekinmezdim. Sadece ara sıra bacaklarımı denize sokuyorum, biraz da temiz hava alıyorum, işte o kadar. Gelip anlatmazsan bu öykü tasavvurumda da hava almak bana zor gelmez!”

Düşüncelerinde geçen zamanın farkında değildi, yaşlı adam. Birayı yudumlarken ne kadar çabuk tükendiğinin farkında olmamıştı, azı karar, çoğu zarar şeklinde, kendini dizginleme çabasında.

“Ben geldim! Hadi ısmarla amca birayı hemen…”

“Tamam, hemen!  Önce sormam gerekeni, en sona bırakacağım. Biran gelsin, sorulara hemen başlayacağım. Ancak sorulara açıkça cevap verme. Cevaplar sen de kalsın sadece. İnternette öykü yayınlanınca, yani ben sana adreslerimi bildirince, sadece sen bil seni, ama başkası bilmesin…

Örneğin ismini sorarsam, sadece isminin baş harfini söyle. Öykü kahramanı olarak o ismi bileceğin bir şekilde oluştururum ben. Sorularımdan bildiklerine ‘Hıı!’, bilemediklerine ‘I-ıh!’ tereddüdün olanlara, bilmediklerine, cevap vermek istemediklerine, kesin kanaatin olmayanlara da uzunca bir ‘Hım!’ de! Ben gerisini öykünün gidişine göre tamamlarım…

Oldu mu?”

“Okey! Bira geldi! Hadi başlayın lütfen!”

“Adın ne güzel abla?”

“E!”

“Eh benim adım Eralp olduğuna göre, senin adın da bir harf eksiği ile Eral olsun. Unutma; öyküdeki adın Eral!”

“Tamam, Eral!”

“Nerelisin?”

“B!”

“Yani Bilecik! ‘Orası nere?’ deme, üzülürüm!”

“Bilmez miyim? Bize yakın Osmanlı Devleti kurulmuş orada. Plâkası da 11. Yani 1+1=1 gibi…”

“Bu da beni ben bene karaladığım dizelere çağırdı şöyle…

‘Bir nefes
bir nefese karışınca
Yani; 1+1 olunca nefesler
dünya;
hatta tüm dünyalar senindir,
şüpheye yer kalmadan.

Ve ölümsüzlüğe de ulaşırsın,
zaten ölüm yoktur o zaman
çünkü gerçekte 1+1=
sonuç olarak
yalnızca 1’dir.
(6)

Bak aklıma bir söz geldi bu konuda; ‘Birdirbir oynamak’ gibi. O zaman dizelerimden bir diğeri de şöyle;

‘Birdirbir oynayan, saklanan,
top oynayan çocuklar...
Bahar geldi cıvıl cıvıl!

İşte ben bu havaları seviyorum;
bahar havalarını
Bir de;
oyun havalarını...
(7)

“Espri anlayışınız da, dizeleriniz de mükemmel amca…”

“Ata yadigârı desem?...

Anladım! Yaşınız?”

“Nokta ve sonu 6!”

“Eh! Ben 76 olduğuma göre, eksi 50; demek ki 26 yaşındasın!”

“Peki, kabul!”

“Eğitim, öğretim?”

“Ü!”

“Ümmi olamaz, o halde üniversite!”

“Meslek?”

“Ö”

“Öğrenci olamayacağına göre; öğretmen, ya da öğretim görevlisi, fark etmiyor! Özel sektör de olamaz gibime geldi! Türk’sün?”

“Hıı!”

“Müslümansın?”

“Elhamdülillâh!”

“Ben ‘Hı!’ demişsin gibi kabul ettim!

“Evli misin?”

“I-ıh!”

“Arkadaşın var mı?”

“Hım!”

“Anlaşıldı! Yakın arkadaşın, sevgilin yani?”

“I-ıh!”

“İçki?”

“Hım! Artı I-ıh!”

“Anladım ara sıra, bazı bazı, eş-dost arasında, kokteyl, düğün dernek…

Ha! Bir de bir dede ısmarlarsa?”

“Yanlış! Karaciğerimi dinlendirmekle ilgili bir sorunum yok, asla uzun uzun  ‘Akşamdaaan akşama(8)!’ demem gereksiz, tarifim dediğiniz gibi, ya da ‘Bayramdan bayrama!’ der gibi desem, daha doğru! Hem zaten ne demiş uzmanı; ‘Bir iyi gider, ikincisi fazla gelir, üçten sonrası yetmez(9)!’ Yaşamımda bir buçuk bile olmadı, derdim yok ki, neşe için de ona ihtiyacım yok!”

“Sigara?”

“I-ııııhhh!”

“Kuvvetli bir sesleniş, anladım!”

“Özel merak?”

“I-ıh gibi. Ama tiyatro, müzik, resim… Yeteneksizlik örneğim…”

“Peki! İstersen cevap vermeyebilirsin. Ancak cevapladığın takdirde memnun olacağımı bil!”

“Sor bakalım amca!”

“Öykün; aşk, macera, cinayet, kaza…

Nasıl olsun istersin?”

“Aşk olsun!”

“Peki, sonu kavuşma mı, ölüm mü, intihar mı, ayrılık mı olsun?”

“Doğrusu sevgilime kavuşmak ve mutlu olmayı düşünürüm…”

“Söz vermiyorum, senin istediğin gibi olsun diye gayret edeceğim, ama satırlar ve senin gibi sıralama gayreti yaşadığım dizeler konusunda başarılı olamazsam, bu öykünün sergilenmesinin mümkün olmadığının belirtisi olacak!”

“Daha gencim, öyküde öldürmesen, yaşatsan, mutlu olsam ve öyküyü mutlaka sonlandırsan, sonlandırmak için olağanüstü bir gayret sarf etsen amca, olmaz mı?”

“Olur! Hayalinde, ya da rüyalarında yaşattığın bir sevgili tipi var mı?”

“Yok! Siz yorumlayın, ama hemen şimdi!”

“Damat adayım, yani senin özleyebileceğin kişi; uzun boylu, senden hiç olmazsa bir-iki santim uzun, güçlü, kuvvetli, esmer, çakır gözlü, kibar, centilmen…”

“Sevdiğini, ömür boyu bana katlanacağını vaat eden, gezmeyi, yani seyahati seven, denizi, güneşi, yakamozları sever olsun, üleşsin benimle. Hatta sizin gibi benim adıma öyküler değil, bana sizin gibi dizeler iletsin, şiirler yazsın…”

“Karşınıza çıkacak olan hayalinizdekindeki aradığınız vasıflardan biri; meselâ arabası olsun mu, yeni model, istediğiniz renkte, hatta isim ve soy isminizin baş harflerini simgeleyen plakalı?

“Hım?”

“Evi?”

“Hım! Hiç önemli değil!”

“Ailesi kalabalık, başta, ortada, sonda; tekne kazıntısı(10) gibi, ya da ailenin ilk, tek ve son çocuğu gibi olması konusundaki tercihin?”

“Hiç, önemli değil, geçimsiz biri değilim!

“Zengin aile, zengin çocuk!”

“I-ıh!”

“İşi?”

“Hıııııı! Mutlaka!”

“Uzun ‘Hııı!’ sesi anlattı mutlak meramını. Pardon! Böyle biri var mıdır yeryüzünde?”

“Öyküyü siz kurgulayacaksınız, benim seveceğimi yaratıp, yaşatın diyemem, yaratmak Tanrıya mahsus çünkü. O halde icat edin, böyle birini. Vesile olmuşken dinine, milletine, bağlı biri olmasını dilediğimi de unutmayın lütfen!”

“Sorduğuma pişman oldum, bu kadar teferruatlı bir öykü kahramanım olmamıştı hiç. Ama mademki öykü kahramanı sevdiği insanı şekillendirdi, istedi, arzuladı. Sipariş alınmıştır, anlaşıldı, tamam! İstediğin gibi kurgulamaya çalışacağım. Peki, sen de onu, onun seni sevdiği kadar sevip sayacak mısın, yoksa inim inim inletip peşinde koşturup, eziyet mi edeceksin?”

“Bana kendini ve sevgisini gösterirse, bunu ispat etmeye çalışması bile gereksiz, eziyet etmem, kahırlandırmam, uzatırım elimi!”

“Hemen mi?”

Kız evi, naz evi, derler, eh biraz naz eder, peşimden koştururum, ama peşim sıra süründürmem!”

“Anladım, belki öyküde hayalindekinin resmini çizdiğini varsayabilirim. Şairin dediği gibi, mutluluğun resmini yapmam(11) zor olmaz herhalde.”

“Sanırım!”

“Şimdi senaryo gereği, dövmelerinin anlamlarını anlat!”

“Zor soru!”

“Kolaylaştır, o halde…”

Birden etrafı karardı yaşlı adamın, çok zaman dinlendirdiği karaciğerine ihanet ederek yarım bardak bira ile konuşmaları kafasından uydurduğunu, hayal gördüğünü düşünmüştü!

“Hani dövmelerin anlamlarını öğrenecektim, hani öykümün adını ve bulabileceği yerlerin adreslerini verecektim. Yaşanmamış bir şey miydi yaşadığımı sandığım? Değilse de o dövmeli çocuk nasıl kaybolmuştu bir anda ortalıklardan ve birden? Hayal miydi yoksa?”

Karısı yanına geldi yaşlı adamın, sorgular gibi;

“Kim?” dedi.

“Kim? Kim?”

“Karşındaki? Biri varmış gibi söylenip davrandığın?”

“Karşımda kimse yok ki?”

“Hayal gördüm o zaman!”

“Herhalde! Kendi kendine konuşana deli, derler!”

“Kendi kendine konuşup, kurgulayıp yazana ne denir, peki!”

“Bilmem, bilemem!...”

Mademki öykünün adı “Dövme” idi, o halde aynı başlıkla gerçeği yansıtacak bir öyküyü yazmak gerekti, kurgudan farklı olarak öykünün baş artisti 76 yaşındaki bir dede olmamalıydı.

Pırıl pırıl iki genç, öyküdeki kızın adı Çağla, oğlanın adı Çağlar’dı, yaşlı adam öyküde yer almadığına göre kurguda tasvir edilen aynı kişiler olarak, aynı ve uygun fiziksel yapılarda olmalıydı. Eh, öyleyse öykü yaşanmalı…

Şimdi en güzel, iyi ve sevgili insanların yaşadıklarını yazmaya buyurayım. Herhalde “Ben anlatırken siz dinlemeye buyurun!” dememe gerek yok, diye düşünüyorum…

Gençten genç, 28 yaşlarında, 30 yaşlara ulaşma gayretinde mühendis bir iş adamıydı Çağlar (meselâ), tariflerde eksiği olmayan.

İşlerinden bunaldıkça, bu her zaman yaşadığı bir şey olsa da, bazen sabır taşının çatladığı anlar olduğunda; “Yolcudur Abbas! Sağa sola bakmaz!” tezahüratında cep telefonunu, dizüstü bilgisayarını fabrikada masasında unutur(!) “Bana doyum olmaz!” tavrında, masasına iliştirdiği bir mesajla atardı kendini bir yerlere, yaz-kış fark etmeksizin, kendisine ait o az eski model de olsa vazgeçemediği küçük arabası ile.

Tatillerinde iş yerinden ayrıldıktan sonra yer yerinden oynasa, dünya yıkılsa haberi olmazdı, gazete okumaz, televizyon seyretmez, dedikodulara kulak asmazdı.

Velev ki dış etkenlerle(!) merkezden gönderilen bir kısım, hafiye, ajan, o yörelerde mıntıka kontrolü yapar gibi adam arama görevini layıkıyla yerine getirmeye(5) hevesli kişilerle geri dönüşe zorlanmasın! Gerektiğinden değil, meraktan, ya da bilmediği negatif nedenlerden dolayı.

Bir bakıma; “Homini gırtlak(12)” başlangıcına ek olarak, lıkır lıkır doyum, tumba olmasa da gecikmeksizin yatak sefası. Yaşamda en çok hoşuna giden huyu; başını yastığa koyar koymaz uyumasıydı, bunun şimdilik bugünlere ait olduğunun farkında değildi, olacaktı o kadar.

Gün doğmadan neler doğardı(13), insan geleceğini bilemezdi asla.

Hem insan; “İç bâde(14)” şimdilik olmayanı unut, denizi doğayı sev, “varsa aklı şuurun…”

şeklinde bir yaşamı da kendine prensip edinmeliydi. Önünde yaşanacak, yaşayacağı yıllar vardı, kendince güzel olanlar dışında “güzellere” hiçbir “güzele” ayırmayacağı. Hele ki bir güzele bağlanmak aklının ucundan bile geçmiyordu Çağlar’ın.

Şimdi mevsim yazdı, özellikle yurdunun tüm denizlerine âşıktı ve bunun için çantasına bir-iki parça don-gömlek-tişört dışında neredeyse bir çuval, yani bir bavul dolusu kitap, bloknot, kalem alırdı. Hobi(25), alışkanlık, zevk her ne denirse…

Kitaplar için vakit ayırmalıydı, ayırırdı da. Çünkü yaşam “Ha! Ha! Hi! Hi!” ile boş geçirilemezdi, geçirilmemeliydi de, çünkü asla boş zaman yoktu(15)

Bu; Çağlar’ın vazgeçmesinin asla mümkün olamadığı bir yaşam biçimiydi. Bavul dolusu kitaplarından hiçbirini geri dönerken asla yanına almazdı, hepsini okuyup, bitirsin bitirmesin! Her kitabı okuyup bitirdiğinde, ya da geri dönmesi gereken zaman geldiğinde içine bir not yazıp rastladığı ilk mahalde bırakmaktı bu güzel huyu.

“Ben okudum, yararlandım, siz de okuyup birine bırakın, adınızı yazın, tarih atın, bir yere bırakın. Sayfaları kıvırmayın, cümleleri işaretlemeyin. Son sayfa arkasında iki bookmark(3) var, kullanın, teşekkür ederim!”

Enteresandır böyle kitaplarından biri, bir-iki yıl sonra, imzalar kitaptan taşmış olarak kendisine geri dönmüştü -belki de bir bilen tarafından- yaşamındaki ilk ve tek kitap olarak.

Kitabı; kendini bilip tanıyanlara gösterip; “Sizler de benim gibi yapmak için gayretli olun! Kitaplar kütüphanelerinizde tozlanmaya mahkûm olmasın!” diyerek saklıyordu.

Kütüphanesinin en mümtaz(3) tek köşesi o kitaba aitti, merak bile etmeyen, okumaya vakti olmayan ağabeylerine, şımarıklık için bol vakitleri olan babasının torunlarına bunları anlatmasına gerek yoktu.

 Gittiği mahalde yöresel bir şeyler varsa yiyecek, içecek her ne olursa olsun, gurme(3) değildi, ama damak tadına güveni nedeniyle tadına bakardı. İçecekler içine içki de dâhildi tabii, birikmiş o kadar stresten bir anda kurtulması mümkün değildi ki?

Ayırım yapmazdı, hele ki ulusal içki konusunda! Ancak öyle; “Her akşam votka, rakı ve şarap(16)” şeklinde karaciğerini zorlayacak tutum ve davranışta değil, ortam uygunsa; “Rakı, balık(17), mor soğan” eşliğinde ara sıra, bazı bazı. Çünkü genel yaklaşım olarak, “Bir” iyi idi, “İki” kâfi, ya da yeterli, “Üç(9)” fazla idi.

Gene de “Sazlar çalınırken(18)”, Türk Sanat Müziği iyi bir sesle mekâna egemen olmuşsa, kendini reddetmekten çekinmezdi, en fazla “Dört” diyerek.

Ve şişe yarım, bir bardak eksikli kalmışsa bile bitirmek umurunda olmaz, o şişe olduğu gibi alır başını giderdi, gitmesi gereken yere edebince, saygısını yitirmeksizin.

Canı doya doya sarhoş olmayı(19) istememişti o güne kadar. Buna pek de ihtimal vermiyordu Çağlar, çünkü “Azı karar, çoğu zarar” demenin ne anlama geldiğini kendinden bilmezdi. Bazı mekânlarda yalnızlığını kendi başına paylaşırken yan masalarda oluşan olaylar, çoğunun zarar olduğunun cevabı, göstergesi idi.

Stres konusunda hemen bir parantez açmak gerekirse; büyük bir fabrika sahibi babasının beklenmeyen tekne kazıntısı, üç ağabeyinin arkasından dünyaya gelen dördüncü kaza çocuğu idi kendisi. Bir bakıma günah keçisi(10), diğer bir bakıma angarya ehli(10), ya da bir bakıma şamar oğlanı(10) idi kendince…

Güven yoktu! Tekliflere kapalı, yeniliklere karşı idi karşısındakiler, “Yap, et, getir, götür!” çoktu Çağlar için! Mühendis değil, bir evlât değil, bir müstahdem gibiydi. Kısaca; masada kitaplar, karşı duvarda dart levhası(4), bu tarafta televizyon, “Bahçede bostan, yan gel yat Osman!(4) şeklinde bohem hayatı(4)

Anonim şirkette esamisi(3) yoktu. Bu kadar da değil, kendileri dört daireli bir kâşanede(3) oturan, kendisine gelince ekonomik nedenlerle kirası da maaşından kesilen ev demeye bin şahit isteyen (abartı doğal olarak) bir apartman dairesi…

Daha bitmedi, babasının her biri “canavar” hüviyetine sahip, akıllı, cesur, çalışkan, bir dediğini iki ettirmeyen, ilerisi için nasıl olacağını bilemediği güvencesi idi torunlar. Çağlar’ın hesabına göre en son gördüğünde altı idi, belki de yedi olmuştu haberi yoktu.

Maşallahları vardı gelinler doğurgan, babalar güçlü-kuvvetli, fazla mesai konusunda yetenekli(!) idiler. Ancak bebelerin bir tanesi bile kendini “amca” olarak tanımıyordu henüz ve her nedense.

Bu nedenledir ki, evlenip de bu kalabalık nüfusu “Haddi olmayarak” arttırmasına gerek yoktu. Edebiyat, şiir, musiki, öykü onundu, roman; üstesinden gelemeyeceği için düşüncesi dışındaydı.

Yaşam onundu ve yaşayacaktı, hem dolu dolu, ömrünü tüketinceye kadar. Türkçemize yerleştiği şekliyle bilmediği; “Kazın ayağının öyle olmadığı(4)  idi.

Yalnızlığa tahammülsüzlüğü, aşka ihtiyaç duyması, ama bunu kendine bile itiraf edememesi, bir bakıma sadece “arkadaşlık” kisvesi ardına saklanmayı meziyet(3) sayıyordu.

Hayalinde tek şekil, daha doğrusu gözler vardı, mavi, masmavi, denizlerden, bulutlardan öte ve o gözlerle karşılaşınca; kendisinin “Eşekten düşmüş karpuz gibi olacağına(5)inanıyordu. Yavan bir ömrü değerlendirmesi ancak bu şekilde mümkündü, “Meğerki rastgele(4*)!”

Sessiz, kimsesiz, kısaca yalnız gecelerinde bir vapur güvertesinde, bir sandalda, özellikle mehtaplı gecelerde, olmadı mı el feneri ya da madencilerin kafa lâmbası ışığı desteğinde, sahilde, plajda, iskelede kendi başına oturup ufka dalmak bir serüvendi kendisi için.

İçinden geçenleri beyaz sayfalarla üleşmek, vazgeçmesinin mümkün olmadığı bir hobi idi…

Tek eksiği bunları bloknotuna kargacık burgacık(4) döşenmiş, sağından-solundan, enine-boyuna, paralel-karmaşık dizeleri, satırları ara sıra bilgisayarına yüklemesine rağmen çok kez, bir defa olsa bile gözden geçirip temiz bir şekilde kaydetmeyi aklına getiremediği önemli bir kusuru idi.

Yanlış sayılabilir belki, buna ek olarak ikinci bir, ama bu kez fiziksel bir kusuru daha vardı; ummadığı bir tepkiyle karşılaştığında, örneğin dart oynarken babası selâmsız-sabahsız odasına geldiğinde olduğu gibi gözlerinin olağandan biraz fazla büyümesi, ilk sözlerinin anlaşılmaz bir şekilde kekeme gibi düzenlenmiş olmasıydı.

Son bir eklenti daha sadece; bu kez aynı gizli-kapaklı firarında, 3-5 gün, belki bir hafta sürecek, dünyayı unutturacak, çok kereler yaşamayı istediği halde, yaşayamadığı; “Mavi Deniz, Mavi Yat, Mavi Günler” gibi adını tam olarak hatırlayamadığı bir yat gezisine de katılacaktı, tüm kem gözlerden(4) uzak…

Bu kez boş zamanlarında olduğu gibi ne otel, sahil, lokal gibi yerlerde tavla-briç oynayanları izleyecek, ne karılarından “Sağlık sorunları nedeniyle” aldıkları izinle akşama kadar hamam suyu kıvamına gelmiş piri fani(4), asarı atika(4) dedelerin biralarına, dışarılardan cüzi bir yardımda bulunacaktı!

Ve önemlisi bu dedelerin hanımlarına, yani ninelere koz verecek davranışlarda da bulunmayacaktı. Malum, böyle gezilerin bir gizli amacı da ninelerin, çocuklarına, torunlarına uygun evsafta(!) damat ve gelin adayı yakıştırmasıydı; “Atla, gel, bir gör!” direktifiyle.

Güvertede buruna en yakın bir yere oturup, içkisini genelde bira olarak tüketirken, kitabını okuyacak, sayfaların çevrilmesinin kendini zahmete sokmaması için rüzgârın yardımını bekleyecekti.

Kafası yerinden oynamadan önce geceymiş, gündüzmüş demeden yat durunca, duraklayınca gündüzmüş, geceymiş demeksizin güverteden denize atlayacaktı, iyi bir yüzücü, güçlü, kuvvetli ve fakat hayal kurmanın zararı olmamasına rağmen, tüm hayallerin gerçekleşmesinin mümkün olamayacağının farkında değildi. Çağlar.

Hep iyi tarafları var gibi, vatanına, milletine, bayrağına saygılı bir insan olsa da yaşamındaki eksikliği hiçbir izi olmayan dindarlığıydı, ne öğretilmiş, ne elinden tutan olmuştu, yaşadığı şu ana kadar, bildiği tek şey; “Allah!” ve darda kaldığında sarılacak tek ilâh olarak; “Allah’ım yardım et!” demekti.

Bunda belki o meşhur hocanın sözlerinin de etkisi olsa gerekti;

“Türklük doğuştandır, kaderdir, Müslümanlık ise tercihtir!(20)

Dolaysıyla, her boş vaktinde, ilkokuldan kalan, belleğinde dolu dolu yer eden andı tekrarlamaktan çekinmezdi;

“Türküm, doğruyum, çalışkanım…”

Bu kadarı yeter gibi galiba Çağlar’ı tam olarak tanımak için.

Gelelim, Çağlar’ın Çağla isimli sahibine rastladığında alt üst olacağı, tüm yaşamının değişeceği, emir eri(4) gibi emrine alacak olanın bilinenler dışındaki özelliklerine.

Çağla, ciddi, kariyer(3) sahibi olmak isteyen özürlülerle ilgili bir okulda öğretim görevlisiydi. İşaret dilini, dudak hareketlerini okumayı, hatta Braille Alfabesini(4) , az buçuk da lisedeki öğrenimi destekleyen bir kursa katılarak İngilizce lisanını da kitap okuyacak kadar biliyordu.

Üstelik daima kendisinden veren, karşılığını beklemeyen, hiç kimseye karşı sahte veya içten bir ilgi göstermeyen, maddi varlığı ailesinin desteği ile kısırdan biraz çok görünümlü, kendine güvenen bir genç kızdı…

Genç kız teknik olarak(!) gerçekten kendinden emin, ilgi ve dikkat çekecek kadar güzel, mavi gözleriyle her devrin erkeğinin canını yakacak kadar endamlı(3), “Maşallah” denmesini hak edecek kadar 90-60-90 olmasa da o görünümde beden ölçülerine sahipti.

Kısaca Allah, onda fiziksel hiçbir kusur bırakmak istememişti onu yaratırken.

Genç kızın dikkat çekici özelliği; ister bikini, ister mayo, ister şort-askılı gömlek giymiş olsun sol göğsünde kalbine yakın yerdeki kadın şeklini tarif eder gibi görünen dövmeydi. Memesinin alt… yani o kadın dövmesinin alt tarafında da bir erkek şekli vardı.

Aynı anlamda görünmese de, bir iskambil destesinde altlı-üstü aynı olan görüntünün kraliçe-kral şeklinde görüntüsü olabilirdi, biri kendi, diğeri hayal ettiği, hükmetmeyi düşündüğü, ya da olmasını istediği.

Zihninde o kişiyi tasarladığı, hayalinde resmini çizdiği, rüyalarında gördüğü kişi olacağından emindi. Biraz farklılık? Olabilirdi! O kadarcık şey ise kusur değil, kadı oğlunda(!) da olabilecek bir eksiklik ya da tercihan fazlalık olabilirdi, sakıncası yoktu.

Ve bu nedenlerledir ki, ortamda bir aşk havası yaşanacağı sezinleniyordu. Ama kim, kimi nasıl görecek, birbiriyle nasıl karşılaşacaklar, nasıl bir ilk adım atılacak, ne gibi ve kim için bir öncelik yaşanacak muamma(3) gibi görünüyordu.

Genç adam Çağlar, araba kullanmaktan yorulmuş gibi olsa da, akşam serinliğini kanıksamaksızın, etrafındaki aile bireylerinin tümünden sakınarak gizli-saklı rezervasyon yaptığı otele bir an önce ulaşmak, denizi bedeninin yol kirliliği ile kirletmemek için(!) hafif bir duş aldıktan sonra, yemeyi, içmeyi aklına getirmeksizin denizle beraber olmak arzusundaydı.

Şehre girmişti, az bir mesafe kalmıştı oteline erişmek için. Tali yoldan bir bakıma aniden önüne çıkan, kendisininkine benzer, aynı renk ve fakat yeni model, hatta plâka numarasında bile tek harf farklılığı olan, arka cam üzerinde Atatürk resmi altında “İzindeyim. Çağla” yazısı dikkatini çekmişti Çağlar’ın.

Aracın tek kusuru, yolun ortasını işgal etmesi ve gezinti yapar gibi sıkılmaksızın ıngıdık-ıngıdık(4) ilerlemesi idi.

“Direksiyonda olsa olsa tonton bir dede, ya da nine olsa gerek!” diye düşünmüş, sinirlenme hakkını, birkaç kez selektör yapıp sollamak isteyip, başarısız olmasına rağmen ertelemişti. Şehirde korna çalmamak prensibi idi.

Düşünceler içinde kendiyle boğuşurken önündeki arabanın trafik ışığında durduğunu fark etmeyip usulca, incitmeksizin arka tamponuna dokunuvermişti.

Kızılca kıyamet kopacak(5) gibisine geliyordu, yepyeni araba ve dikkatsizlik, işitecekleri de cabası idi. Kapısı açılan arabanın şoför mahallinden önce sütun gibi bir çift bacak göründü. Sonra üstünde askılı bir gömlek, göbeği açık, altında oldukça cömert bir şort olan bir genç kız indi arabadan.

Tamponuna baktı, sonra gözlerini dikti, arabadan inme çabası yaşayan Çağlar’a. O gözler yaşamında rastlamak istediği tek ikramiye idi. Şaşkındı, kelimelerin nasıl şekillendiğinin ve gözlerinin büyüdüğünün farkında değildi;

“Bi-bi-bil-miyorum…”

“Affedersiniz! Bugün Dünya Sapıklar Günü mü? Kimi yüzüme eğri eğri bakar, pas ister, kimi ıslık çalar, kimi yan yana yanımda gezer, kimi de belki de dikkat çekmek için, anlamsız bir biçimde ‘Bilmiyorum!’ deme gafletiyle arabama çarpar! Ayıp değil mi, bir erkek kadar yaşam hakkı olan bir kız bu kadar taciz edilir mi?”

“Bağışlayın efendim! Sabah yola çıktım, yorgunluğumla fark edemedim. İsterseniz trafiği aksatmayalım, şöyle bir kenara çekin arabanızı ve iki medeni insan gibi konuşalım!”

“Medeni olmadığım inancını da yaşıyorsunuz, demek! Bravo! Olay yerinden ayrılırsam hiçbir hak iddia edemeyeceğimi biliyorsunuz herhalde!”

“Bulunduğunuz yerden, ben üç-beş kuruşluk tazminat, ya da tamir bedeline tenezzül edecek(5) kadar züğürt, cibilliyetsiz(3), şerefsiz ve güzel bir genç kızı yol ortasında bırakacak kadar saygısız, edepsiz biri gibi mi gözüküyorum!”

“Yanlış anladınız!”

Arabasının torpido gözüne eğildi Çağlar;

“Bakın hanımefendi, galiba adınız Atatürkçü bir kız olarak Çağla olsa gerek, bu aracımın ruhsatı, şu da ehliyetim, olayı çözümleyene kadar siz de kalsın! Sonrasında iade edersiniz. Olur mu?”

“Gerek yok, genç adam!”

“Çağlar, efendim! Gerekli hanımefendi buyurun, bir kenara arabanızı çekin, ben hemen arkanızda olacağım ve eğer izin verirseniz, hemen burada, ya da şehirde Çağlayan Ağabeye arabanızı götürün, o beni bulur, keyfe keder(4) gibi görünse de fark edilmeyecek şekilde gereğini yapar. Hatta isterseniz, tamir bedeli için size, senet, sepet, üstüne miktarını kendinizin yazacağınız çek bile verebilirim!”

Bir kenara park ettiler arka arkaya;

“Ayaküstü mü halletmek istersiniz konuyu, yoksa şaşkınlığımı önemsemeksizin şurada bir çay ısmarlasam da o zaman mı içinizden geçenleri boşaltmak istersiniz!”

“Şu ruhsat ve ehliyetiniz, geri alın lütfen, size güvendim çünkü. Peki, siz bana nasıl güvendiniz ki, açık çek verecek kadar iddialısınız!”

“Bence, sapıklık konusuna ilişmeden şöyle söyleyebilmem mümkün; Tanrı insanları yaratırken sizin gibi bazılarına iç güzelliğini yüzüne, gözlerine yansıtmak için de imkân yaratmış. ‘Ben onu gördüm!’ diyeyim!”

“Yani bu sizce sapıklık, taciz değil mi demek istiyorsunuz?”

“Bak Çağla! Belki bu sözü defalarca, milyonlarca kez duymuş olabilirsin, belki farklı farklı şekillerde. Ama bir de benden duy isterim, 3-5 dakika içinde şekillenmiş olarak. Tanrının eksikliğini göstermediği fiziksel bir yapıda güzelsiniz. İsminizden başka bir şey bilmiyorum, ama iç güzelliğinizin yüz güzelliğinize de yansıdığını iddia etmekte haklıyım, her ne kadar yollarımız yarım saat sonra ayrılacak gibi olsa da…”

“Neden? Belki çay ısmarladığınızda ‘Arkadaşım olmayı’ teklif edersiniz, ben de olayı unutup size ‘Evet!’ demeyi düşünebilirim!”

“Bak güzel kız! Erkekleri hiç tanımadığın belli! Çoğu benim gibi tecrübesiz değildir, gördüğünün hayalindeki olduğuna inanacak gibi. Bana inanmayın. Bir şiirden ufak bir parça; ‘Erkeklere kanmayın, yalandır hep sözleri…(21) Ben yaşamımda ilk kez etkilenme hakkımı sakladığım bir genç kızla tesadüfen karşılaştım…

Ehliyet ve ruhsatımı vererek güveninizi kazanmak istemiş olamaz mıyım? Yaşam yavan, kalbinize sadık kalın, mutlu olmak için önünüzde uzun bir zaman var, değerlendirin! Ha! O zaman da; ‘Çağlar Abi haklıymış!’ derseniz, kulağım çınlar, anlarım! Sözüm ona size çay ısmarlayacaktım!”

“Vakit yarım saatlik zaman dışında rötar yapmış say, çay ısmarlamanı bekliyorum, belki “Dünya Sapıklar Günü” düşüncemden vaz geçerim!”

“Sakın ha güzel kız! Çay ısmarlarım, ama sanırım bu güne kadar karşınızdaki hiç kimsede rastlayıp yaşamadınız, bundan sonra da kendinizi bilin. Size gözleriyle bakanların gönlünü, kalbinizi değil, sizi istediğinden bilgili olun. Malûm Türkçemizde kalıplaşmış bir deyim, belki sizin de kulağınıza ilişmiş olan; ‘Dişi kuyruğunu sallamazsa…’ falan şeklinde…

Biliyorum, çünkü üç ağabeyim de evli ve evlilik vakitlerinden önce çoluk-çocuklu ve mutlu görünümlü. Çünkü babam çok zengin, gelinler aşırı mutlu, benimse sadece gönlüm zengin, onlardan farklı olarak, ama bu bir hanımefendiye çay ısmarlayamayacak kadar değil…”

Bir çay içimi içine, o gözlere bakmayı kendine yasaklayarak ne gibi sözleri uç uca ekleyebilirdi(5) ki bir erkek?

Ve bir genç kız, yüreğini yerinden fırlatacak kadar hoplatmasa da ilgisini kabullendiği halde “Evet!” demeyi nasıl onuruna yedirebilirdi ki?

En iyisi vedalaşmalarıydı, başlangıçta olduğu gibi, iki yabancı olarak, birbirine ellerini uzatmaksızın. “Allahaısmarladık!” demeyi zül saymamalı(5) ve arkasına bakmaksızın defolmasını bilmeliydi Çağlar.

Genç kızın yönü belliydi, usul usul tavrında. Çağlar’ın yönü de aynı olmasına rağmen takip eder pozisyonda olmamak için ters yöne doğru olmuştu, gazete alırdı, kitap alırdı, ondan sonra kaydını yaptırırdı otele ve bu yarım saat, bir saate varmayan uzaklıkta kalma vaktini, denizde o kadar süre fazla kalarak uzatırdı.

Tesadüfler, ya da kader bilinmeyen başlangıçların habercisi olabilir miydi? Otele ulaştığında o arabayı da çarpılan yeri otel duvarına dönmüş şekilde görünce şaşırmıştı. Kendisi gibi bir otel müşterisi olmak dışında bir düşünce geçmedi aklından.

Gene de uzak köşelerden birine, haddini bilmek anlamında Çağlar da arabasının çarpık ön yüzü görünmeyecek şekilde park etti.

Yerleşti, duşunu almaktan vazgeçmeksizin hemen üstüne aldığı bir mont ve doladığı havluyla denize yöneldi. Eksiği saatiydi, zamana hükmetmesinin mümkün olamayacağı. Deniz; sağlık demekti, hayat demekti, yaşam için özdü, hele ki kimsesiz bir yaşamdan deniz gibi bir sahibinin olduğunu, kimsesizliğinin asla “Yan odadan gelen bir ses(22)” olmadığını bildiğinde.

Her şey dâhil otellerde sona kalanın “Dona kaldığının(5)” bilincindeydi, ama deniz için bedeni açsa, midesinin aç olmasının önemi yoktu, ancak o gözleri unutmasının mümkünsüzlüğü ile kendisini zehirlemekten sakınması mümkün değildi. Üstelik ona ulaşmak için hiçbir gerekçesi, olanağının olmadığını bilmek de ne kadar gayret ederse etsin, sonuca ulaştıracak bir ihtimal değildi.

Oturdu masalardan birine, beğenmedi getirilen buz ve su tepilmiş rakıyı. “Ya adam gibi sek duble rakı getir, ya da su, buz ve şişeyi getir, ben kendim servis yapayım!” dedi.

Çekinmişti görevli, belki tanıdığından, belki möhöm(!) şahsiyetlerden birinden biri olduğunu zannederek. Oysa mühim şahsiyetlerin böyle “Her şey dâhil” otellerde işleri mi olurdu ki?”

Her zamanki felsefesini(23) aşmak için kararlı gibiydi, maç sloganı gibi, “bir-ki-üç de yetmez, dört-beş-altı olsun!” der gibi.

Birinci duble mezesiz, çerez olmaksızın su gibi gitti boğazından aşağı, belki de yakarcasına, farkında olmadığı, karşısında hep o unutmak istediği, ancak unutması mümkün olmayan masmavi gözler vardı, başka hiçbir şeyi gözünde tütmeyen.

Bir el dokundu omzuna;

“Merhaba Çağlar! İnsanlar, ‘Öksüz sanırlarmış, kendilerini yalnız içerken(24)!’ Katılayım mı?”

“Elini uzattın da, ben seni ‘Hayır!’ diye tersledim mi?”

“Ben uzatmadıysam, cesaret edip sen elini uzatsaydın da tanışsaydık, iyi olmaz mıydı?”

“Haksızsın, diyemem. Bir yanlışlıkla karşılaşmamın yorgunluğu, şaşkınlığı içindeydim, akıl edemedim…”

“O halde öde şimdi!”

“Tamam, ne ısmarlayayım, çay, neskafe, sıcak, ya da soğuk bir şeyler…”

“Neden? Sana arkadaş olmam geçmiyor mu aklından?” deyip, Çağlar’ın “Hop! Dur!” demesine fırsat bırakmaksızın önünde ikincisine henüz ancak dudaklarını değdirebildiği rakıyı bir çırpıda değil, buzların boğazına takılmaması için süzer gibi sonuna kadar içti, karşısındakinin hayret dolu bakışları kendini ilgilendirmeksizin…

Hıçkırdığının, anında acayip sesler çıkarmaya başladığının farkında değildi. Bu Çağlar için iyiye işaret olmayacak bir durum gibi görünüyordu, uzaktan da, yakından da? Gecenin ilerleyen vaktinde hamallık pek iç açıcı görünmüyordu, daha şimdiden. Hele ki Çağla bir çift bardak isteyip, Çağlar’dan ikincisini de doldurmasını isterken!

“Aferin be güzel kız. Ben bile bu kadarını kaldıramam. Demek ki içkiye tahammüllüsün?”

“Yoo! Hayatımda ilk kez denedim!”

“O zaman saniyede sedyelik olursan bana güvenme, yavaş yavaş, doğru odana!”

“Beni yanında istemiyor musun?”

“Yanımda olman için henüz tanışmış olmamıza, beni tanımamana rağmen ömrümü veririm, ama bunu; şaşkınlığından, sarhoşluğundan faydalanarak dilenmem doğru mu?”

“O halde, bir bardak daha ondan ver ve sonra odama gideceğim, söz! Belki gitmeden önce içinden geçebilecek bir iki sözü de fısıldamayı esirgemezsin, bu garip kızdan!”

“Çarpmasın sonra!”

“Şeytan çarpmış gibi ağzım, burnum eğilir, dikkatini çekemem mi yoksa?”

“Maşallah bülbül gibi şakıyorsun. Hiç aklım ermiyor ama ola ki ilerilerde bir gün bir yerlerde tekrar karşılaşırsak yeniden, seni konuşturmasını…

Hop ne oluyor güzel kız?”

Çağlar ancak engelleyebildi genç kızın dört numara pozisyonundan sonra yere yapışmasını. Yapacağı tek şey vardı, omzuna aldı, elindeki onun oda kartını avcunda saklayarak;

“Yahu! Güzel kız. Bu işin mektepleri ve güzel sloganları var, ‘Git mektebinde oku(4)!’ Ya da ‘Madem yüzme bilmiyorsun, niye çıkarsın kavak ağacına?’ Bavul gibi de ağırmışsın yahu?..

Oysa çıtkırıldım(3) zannedip kuş gibi kaldırıp götürürüm diye düşünmüştüm. Şimdi böyle seni çuval gibi taşıyarak asansörle çıkartırsam, millet ağzını bırakıp bilmem nereleriyle güler, o zaman da sen kimsenin yüzüne bakamazsın, ‘Vın!’ kaçarsın, ben de seni tanıyamadan yitirmenin hüznünü yaşarım!”

Kendi kendine konuşmasının özünde sessizliğin anlamını yorumlama çabasındaydı;

“Of bu yükle merdiven tırmanmak ne kadar zormuş, hele ki alkol yüklü bir genç kızı taşımak? Kız, göğüslerinde taş mı var, yoksa taş kalplisin de o mu acıtıyor omzumu?..”

“Allah! Allah! Ne bu öğürme, ne bu sırtımdan aşağı inen sıcaklık kız? Yıktın perdeyi…

Yok! Yok! Rezil ettin, yeri, göğü, üstümü, başımı, eyledin viran(25), seni odana teslim edeyim, otel idaresine ‘temizleyin buraları hemen!’ diye talimat vereyim ve hiçbir şey umurunda değil senin, aşk olsun! Uyusun da büyüsün, ninni, ne yapayım ki?”

Söylenmek rahatlatmış gibiydi, ama sırtındaki sıcaklık, ılıklaşmaya ve soğumaya başlamıştı, leş gibi kokan sadece kendisi miydi, yoksa omzundakine de o koku sinmiş olabilir miydi?

Doğrudan doğruya banyoya yönlendirdi onu. Öncelikle kendi üstündekileri çıkarıp bir kenara koydu, sonra üst alt giyimiyle baş başa bıraktı genç kızı.

“Kokuyorsun, arınabilecek misin kendi başına?”

Genç kız midesinde kalanını boşalttı küvete, sadece içki olarak, katkısız ve sırtını dayayıp uyuklama moduna girdi, dünyadan haberi yoktu sanki. Yaşamında değil koca bir bebek, “Bir mendil bile yıkamayan” adam olarak ne yapacağının bilincinde değildi.

Sadece korumasız bir genç kızı, gücünün yettiğince kokularından arındırmak geçiyordu aklından, bir de genç kızın neden kendini yitirecek kadar bir anda sarhoş olma isteğinin nedenini anlayamıyordu…

Sonuç; otelin niteliği belirsiz şampuanlarıyla saçını, başını, tüm bedenini, uygun olmayan bölgelere sadece ılık tazyikli su sıkarak banyo ve sonra kurulama safhalarını başarıyla tamamlayarak genç kızı yatağına yatırdı, top patlasa uyanması mümkün değildi genç kızın.

Sıra kendindeydi. Mendil bile yıkamayan adamın, gecenin o vaktinde güvenlik kameralarına yakalanıp bir genç kızın yaşamını lekelemeye, karartmaya hakkının olmadığını düşünerek, önce üstünden çıkanları, sonra kısa pantolonunu yıkadı. Yaptığı belki de bile bile tek yanlış sabun göremediği için üstünü başını diş macunuyla yıkamasıydı.

Genç kızdan kalan ufak bir şampuan kalıntısı ile ancak bedenindeki yanlışlığı giderebileceği inancındaydı ve üstelik kendine göre yapacak çok işi vardı.

Muhtemelen genç kızın çantasında, çekmecelerinde kendine de yarayacak sabun, şampuan benzeri bir şeyler olabilirdi, ama namusu ve her şeyi kendine emanet edilmiş bir genç kızın her şeyini aramak, araştırmak kendisi için memnu(3) yani; yasaktı.

Önce tişört ve pantolonun astı, balkondaki askılara, rüzgârın herhangi bir yanlışlığa neden olmaması dileğiyle. Genç kızın nemli gibi görünen vücudunu yasaklar haricinde özenle tekrar kuruladı.

Bildiğinden değil, gözündeki, maviliklerin, dudaklarındaki kızıllıkların yerlerinde kaldığını görüp, bardaklardan birine ılık su koyarak gözlerini, yanaklarını, dudaklarını temizledi ayrı ayrı pamuk parçalarıyla.

Yorulmuştu, alkol miktarı onun da dinlenmesini emrediyordu, dolaptaki battaniyelerden birini halının üzerine serip anında uyudu, sabaha ulaşmak heyecanı ile.

Düşüncesi tekti; cinsellikle, aşkını kirletmek çekinikliğiydi!

Erken kalkan insanların geceyi hatırlamayarak öfkelerini kusmak için mutlaka bir neden aramaları gereksizdi, hele ki bikini gibi bir giysiyle, üstünün bir kısmında ve başında havlular sarılmış olduğunu göre göre…

Bağırmaya başladı;

“İmdat sapık var!”

Çağlar, can havliyle(84) gibi kalkıp ağzını kapattı güçlü elleriyle ve;

“Dinle güzel kız! Üç dakika, en fazla beş dakika. Sonra ister şikâyet et, ister tekmele, tırmala, tokatla, yumrukla, sabit olarak öylece duracağım karşında. Söz verebilecek misin?”

Genç kız onaylar gibi, başını eğdi;

“Beğendiğimi, seni sevmeyi istediğimi söyledim. Bu boş anında senden yararlanmak gibi bir duygu değildi, o kadar ucuz değilim ve aramızdaki birkaç saatlik zaman içinde beni tanımak gibi hiçbir çaban olmamış. Kustun, kendinde değildin, yıkadım seni, özellerin hariç!..

O vakitte güvenlik kameralarına kendimi gösterip yaşamını lekelemek istemedim. Ayrıca gece bana veya birine ihtiyacın olabileceği düşüncesiyle yanında kalmak istedim, yatağında değil! O nedenle üstümü yıkayıp, bir battaniye ile uzandım yerlere…

Tüm bunlar sapıklıksa, sık yumruğunu, giy topuklu pabuçlarını sabit bir şekilde karşında duracağım, elimi kaldırmaksızın, hıncın tükeninceye kadar vur bana!”

“Hiç de inandırıcı değilsin! Arabama çarptığında sözlerin güven vermişti bana, belki şu anda sapıklık yapmadığını takdir etmemi bekliyorsun, yanlış. Affetmiyorum seni! Şimdi defol ve bir daha da asla çıkma karşıma…”

“Ayak seslerinin artışı ile birlikte, tişört ve pantolonumu giyerek, kalabalık arasına karışacağım ve gerçek bir şekilde defolacağım. Kim bilir belki unutmak bana da, size de uygun gelebilir. Ömrün aydınlık, sağlıklı ve mükemmelliklerle dolu olsun Çağla!”

“Âmin! Daha fazla duygu sömürüsü(4) yapmadan, defol istersen. Bu son ikazım, yoksa beni bağırmaktan alıkoyamazsın, hiç kimse de alıkoyamaz!”

“Kayboldum! Hem temelli…”

“İyi olur!”

Film koptu.

Odasına giren Çağlar, ne yapması gerektiğinin şaşkınlığı içindeydi, doluya-boşa koyup sonuca ulaşamamanın tedirginliğini yaşıyordu, biraz dinlenmek iyi gelecekti kendine.

İyi de geldi, yemeden içmeden, üstelik kendi hüzün yaşarken, insanın değil uyumak, akşamın o vakitlerine kadar nasıl sızdığının bilincinde değildi.

Bloknotunu aldı, kalemlerini aldı. Resepsiyona bıraktığı avansın o gece için de yeterli olup olmadığını sordu. Oldukçanın ötesine yeterliydi. Ancak memurlar bir yat organizasyonu olduğunu, katılıp katılmayacağını sorduklarında, kaybolmak için acelesinin olmadığına karar verip kaydını yaptırıp, yanında herhangi bir belge olmadığından, en geç geziden bir gün önce ödemeyi gerçekleştireceğini vaat ederek arabasına binip uzak sahillerden birine yöneldi.

Aşktan kaçmanın mümkün olmadığını, sevenlerin, âşıkların ölüm dâhil hiçbir şekilde içlerinde yaşayanlara kıyamayacaklarına akıl erdiremeksizin. Yakın bakkallardan birinden oldukça fazla miktarda bira aldı, şişeleriyle.

Çağlar’ın sabitleşen düşüncesine göre, seveni yoktu, ailesi dâhil. Sevdiği vardı çaresizliğinde güvenmek, başını göğsüne yaslamak, ömür boyu kalbinin atış seslerini hissedip duymak istediği.

Ancak güveni, inancı yoktu kendisine, o halde ölmek yakışırdı kendine, dünyayı daha fazla kirletmeksizin, umutlarla “acaba?” der gibi boğuşmaksızın…

Artık ölmem gerek,
Ölmek bana yakışır
(26)

Kimse duymadan ölmeliyim
Hatıra kalmamalı benden bir tek
Fotoğraflarımı söküp atmalıyım albümlerden
Kitaplarımı, yazdıklarımı
Elbiselerimi, ayakkabılarımı
Her şeylerimi
En bulunmaz yerlere…

…Ve o yerler
Yokluğumun şahitleri
Kimsenin etkilenmemesinin
Açık tanıkları olmayı
Kabul ederlerdi herhalde!
(27)

İskelenin en ucuna bir kenara oturdu, üşür gibiydi akşam serinliği kendini hissettirmeye başladığında, denizin hiç de âdeti olmadığı halde! Mavi deniz, suratını biraz karartarak, somurtarak asmış gibi görünen gökyüzü, mehtap, yakamozlar, teessür ve hüzün, üstesinden gelemediğiydi.

Hemen satırlara gömülmek arzusundaydı, bira şişelerinden birini bile açmayı akıl edememişti henüz.

“Deftere yazılmış -hissediyorum- adım,
Yaklaşıyorum o sona hem adım adım,
Hiçbir şey kalmamalı gerilerde yarım,
Artık; “Ölmek Zamanı!” geç (ama) anladım.

Uzatsan da elini, uzanmaz sana el,
Çünkü ödememişsin, zamanında bedel,
Düşünürken bakarsın kapındadır ecel,
Artık; “Ölmek Zamanı!” bir ömrü sonladım.

Neler yaptın-yapmadın, önündedir hesap,
Artılara eksilere arama cevap,
Dengeyi ahirette sağlayacak Ya Rab!
Artık öldün! Doğrusu iyi zamanladın...
(28)

Bir ses yankılandı hemen çok yakınlarından;

“Hey hemşerim! Baksana sen! Ne arıyon len sen orda?”

Tipik tiner, uyuşturucu çocuklarıydı görünenler, üç-beş, bilemedin, beş-altı. Basireti bağlanmıştı(5) sanki ne ses edebildi yanına yaklaşılıncaya kadar, ne kendini korumak arzusu geçti içinden, ne de baş edebileceğine inandığı halde gardını alıp(5) hücuma geçmek.

“Ooo! Abimiz ekâbirmiş(3) arkadaşlar! Biralar torbada, hepimize yeter. Böyleleri mutlaka varlıklıdır, bir şeyler de vardır üzerinde, toparlanın. Aaa! Elinde de defter kalem. Hani kız ya da kadın olsa; ‘Halime’nin elinde kalemi, yazamaz(29)!’ diycem, ama bu eşşek kadar adam. Hah! Buldum; ‘Yağdı yağmur, çaktı şimşek…(29)’ Sen anladın onu! Hadi nazlanma! Ne varsa dökül, dövmeyelim seni, alıp ufaktan ufağa kaçalım!”

Oldum olası saati yoktu, cep telefonu yeterliydi, o da şimdi yoktu zaten. Cebindeki birkaç kuruşu çıkardı, kenara bıraktı, kâğıt paralar uçmasın niyetiyle, bozuklukları üstüne bastırarak.

Reis kükredi;

“Kafa mı buluyon bizimle len! Dökül!” deyip yakasından tutup kaldırmaya gayretlendi, başarılı olamayınca yalaka yardakçılarından biri yanına yetişti. Bu arada kalemi ve defteri denize düştü. Gene de içinden, hiç olmazsa korunmak anlamında bir şeylerin neden gelmediğinin farkında değildi.

Ceplerini yokladı kıtıpiyoslardan(3) biri, söylenerek;

“Hiç de göründüğün gibi kalıbının adamı değilmişsin!” diyerek ceplerini araştırırken arabasının anahtarını bulup çıkardı ortaya;

“Vay! Abimizin arabası da varmış. Mutlaka onu bize verecektir!”

Bir kısmını yola çıkmadan önce bilgisayarına yüklediği not defterine üzülmüştü, ancak bu kez arabasını vermemek için direnmek geçti içinden. Ama olmadı.

Pata-küte! Tekme-yumruk! Çarşamba pazarı bir yüz, bombe(98) gözler, ancak görebildiği, bir tek külotla kalmış bir bedenin denize ulaştırılması…

Nüfus tahmin ettiğinden fazla olsa gerekti ve bu işlemlerin, arabanın yerini öğrenmeleri dâhil, kaç saniye, ya da saat sürdüğünün farkında değildi.

Tükenmez kalem dibe batmıştı, bloknot su yüzündeydi. Telâşla aldı. Yazılar; Orhan Veli’nin diş fırçasını(30) sardığı kâğıttaki gibi eğri-büğrü, yarım-yırtıktı. Belki de şöyle tarif etmek daha doğru; bilgisayarın klavyesi üzerine konan sineği öldürmek isterken, başarısızlık bir yana, hard diski(4) yok etmek, canına okumak gibi bir başarıydı, kendinden olmasa da, uygarca(!) alkışladığı bir başarıdan aklında kaldığı kadarıyla!

Yükledikleriyle yetinecek, yükleyemedikleri için üzülecek, hasta olmak başarısına ulaşmak istemeksizin en kısa zamanda karakol veya bir polis otosuna ulaşmayı deneyecekti, İnancı; “Yürü ya kulum!” demese de “Allah’ın sevgili kulu olduğu” doğrultusunda idi.

Ve Allah gerçekten kendisinin sevgili kulu olduğunu ispatlamıştı ona. Yanından geçen polis arabasındaki polisler, yayan-yapıldak(4), neredeyse çırılçıplak yol tüketme gayretindeki kendisine acımışlar ve onu karakola “Buyur!” etmişlerdi!

Anlattıklarına göre de anında çözüm üretip, geldikleri resmi arabayla lâmbaları çaktırarak geri dönüp kendisini dövüp gasp edenleri(5) belki bir-iki eksiği, belki birkaç fazlasıyla bulup getirmişlerdi. Olmayan sadece bira şişeleriydi, gençler tüketim anayasasına anında uymuş olsalar gerekti ki, umurunda değildi.

“Bir musibet, bin nasihatten evlâ(31)” idi.

“Şikâyetim yok, komiserim! Para, pul, şişeler hiçbir şey umurumda değil, devlet ne ceza takdir eder, bilemem. Ancak bu gençlere bir önerim var, şikâyetimi temelli geri almam için. Şimdi giyinip arabamın bagajından kitaplar getireceğim. İçindeki notlara göre bunları en kısa zamanda okuyup birbirine devrederek, bitirecekler ve eğer sizin için sıkıntı yaratmayacaklarsa okudukları kitapları ufak bir sınav sonucu size iade edecekler…

Siz kütüphaneye mi bağışlarsınız, ya da okuyacağınız gibi, içine siz de imzanızı atıp bir masaya mı bırakırsınız, o sizin tercihiniz olacaktır. Benim kaldığım yer belli, ancak bir arabanız hastaneye kadar bana refakat ederse(5) mutlu olurum!”

Hastaneye ulaştı Çağlar. Doktor; “Gözetim gerek!” dedi, yatırdı, bir yatağa, başına hemşirelerden ve doktorlardan birini dikerek.

“Nefesinde farklılık hissettiğiniz, monitörlerde(3) değişiklik gördüğünüz anda mutlaka haberim olacak!” diye tembihlerken başını derde sokacağından şüpheli olarak fısıldamak gayretini yaşadı Çağlar;

“Doktorum! Beni tanıdınız herhalde! Tepkilerinizden anlıyorum. Ailemin hemen haberi olmazsa sevinirim. Söz veriyorum; bana ‘Defol!’ dediğiniz anda, sizin yanınızda aileme telefon edip sağlığım hakkında bilgi vereceğim!”

Doktor, açık vermeksizin, ancak şüphelendiğini de belli ederek kafasını salladı, gerçeği saklamasına gerek yoktu genç adamın, içinden seslendi kendine; “Sanki pek de umurlarındayım ya!”

Başarıyla(!) çıkmıştı hastaneden, üstelik başhekime verdiği sözü kulak arkası ederek(5), orası-burası bağlı, şurası burası bantlı, plasterli, her ihtimale karşı açılmış damar yolu aksesuarı otel sağlık memuru tarafından çıkartılmak üzere elinin sırtında öyle bırakılmıştı, mavi nazar boncuğu gibi.

Bu sağlık tehdidi içeren durumda mavi yolculuğa çıkmayı bir yıl sonrasına ertelemesinin yararlı olacağı düşüncesiyle danışma masasına uğradı;

“Gençler! Dolaşırken iyi bir dayak yedim. Bu durumda bu yolculuğu yapmayı uygun görmüyorum. Bu nedenle ‘Beni listeden silin!’ demeyi düşünüyorum!”

“Doğal olarak kabullenmemiz gerek! Ancak bir de otel doktorumuzu çağırsak da kanaatinizi desteklese iyi olmaz mı efendim?”

“Eee! Peki! Kaçıncı yattayım ben?”

“Birinci yatta! Hem doktorumuz, sağlık memurumuz, diyetisyen ve gıda mühendisimiz o yatta olacaklar!”

“Güzel de, listede kimlerin olduğu belli mi, yaş ve cinsiyet olarak, çünkü yaşamda haz etmediğim(5) en önemli şeylerden biri, yanlışlıklar nedeniyle kitap okuyamamak!”

“Öncelikle tercihler, sonra bizlerin uygun teklifleri ile yat müşterilerini oluşturmaya çalıştık!”

“Meselâ?”

“Listeye bakın! Kendiniz karar verin!”

Çağlar listeye bakıp da Çağla’nın da aynı yatta olacağını okur-okumaz, haykırırcasına;

“Doktoru beklememe falan gerek yok! Çabuk beni silin listeden ve rica edeyim, hesabımdan hemen geri dönüş uçak biletimi alın!”

Bir el dokundu omuzuna;

“Birincisi; ne oldu size böyle? İkincisi; neden vazgeçmeye karar verdiniz aniden? Öcü mü gördünüz listede yoksa korkacak? Biliyorsunuz korkunun ecele yararı yok(4)! Genç kardeşler! Şimdilik işlemleri durdurun! Çağlar, bir çay içiminde benim himayemde olacak! Dönüşünde vereceği karara hepimizin uymamızın gerektiğini düşünüyorum. Şimdi gel benimle genç adam, anlat ve sonra ne yapmak istiyorsan, yap, uygula, kaç!”

Konuşan, yolunu bekler gibi arkasına dikilen Çağla idi.

“Yani ‘Defol!’ demenin yerini ‘Kaç!’ kelimesi mi aldı şimdi?”

“Aklı başında, özgür, belki korkan ve seven bir insansın. Kendi başına ne şekilde karar verirsen karşındakilerin de ona uyacağını bilmen gerek. Ama asabi, dermansız ve şefkate ihtiyacı olan biri gibi görünüyorsun! Gel, otur ve defolduktan sonranı anlat bana ki sebep olduysam özür dilemeyi bileyim!”

“Sen? Özür dileyeceksin? Hem şefkatini benden esirgemeyeceksin, öyle mi?”

“Hele, diklenme(5), delilenme(5) otur ve ondan sonrasını anlayabileceğim bir şekilde anlat bana, tane, tane, malûm ya, ben sevgiden, aşktan, güzelliklerden, benim için yapılan fedakârlıklardan anlamayan, yalnızca özel sınırsız güzelliği olan, kafasız, şekli bozuk biriyim ya, anlayamayıp da tekrar ‘Neden?’ diye sormama hacet bırakma(5), olur mu?”

“Ben başlangıçta, sana, arabamın tamponuyla ilk dokunduğumda vuruldum, anlamadın, anlamak istemedin! Kulun, kölen, köpeğin olmamı istediğimi hissetmedin, ya da hissetmemiş gibi davrandın. Elimi uzattım, kolunu bile sakındın. Ben sana ulaşmak istedikçe sen saklandın!..

Ve sonunda kovdun beni! Yoruldum güzel kız, sensiz yaşamayı düşünmek bile geçmedi aklımdan. Sabır taşının patlayacağı noktaya gelmeyi düşündüm, cehenneme gitmek için şeytana yardımcı olmak amacıyla. Ama çocuklar beni döverek aklımı başıma getirdiler…

Sana gösteriş olsun amaçlı bir görüntü bana yakışmazdı. Bir peçeteye karaladım içimden geçenleri. Sen yoksan ben yok olmalıydım, ama bilmemeliydin. Şimdi karşıma geçmiş şefkatten bahsediyorsun. Ben beni sevmeni istedim, benim için üzülmeni, bana şefkat göstermeni, hele hele acımanı asla değil!”

“Düşüncelerinde eksiklik yok mu?”

“Ne gibi pişman olmuşum gibi mi? Sen? Benim gibi değersiz biri için karşılık veremediğine pişmansın, öyle mi? Güldürme insanı Allah’ını seversen? Ben seni bildim tanıdım. Sen hâlâ beni bilmemek, tanımamak iddiasında acıdığının bile farkında değilsin!”

“Peki! Dileğim yok! Çay bile ikram edemedim sana. Seni istiyorum, bana inanmasan da. Şu geziye katıl! Tamam, üzmeyeceğim seni! Sen ilk yatta olursan, ben son yata geçerim, görmek istersen beni, geceleri toplanınca, yanıma gelirsin, iki arkadaş gibi, sevgiden, aşktan dem vurmaksızın konuşuruz, yok istemezsen…”

“Aynı ortamda olup da, sensizliğe dayanamazken, sensiz olmaya nasıl tahammüllü olurum ki? Kal yanımda, zararı yok, ayrılmadan, yok olmadan önce seni uzaktan bile görmek yeterli olacak benim için!”

“Yapmam diyorsun, ama yine de duygu sömürüsü içindesin. Ben benim için bir tek karıncanın bile ayağımın altında kalıp ezilmesine izin vermezken, senin yokluğunu nasıl ister, nasıl katlanırım ki böyle bir züle? Ne diyeceğimi bilemiyorum artık! Git!..

Söz verdim, aklından ne geçiyorsa onu uygula ve kaydını yap ya da yapma, senin bileceğin bir şey! Ama bilesin ki, her etkiye karşılık, inkâr edilemeyecek bir tepki vardır(32). Her ne şekilde, nasıl olursa olsun, senin gibi biriyle tanışmış olmaktan memnun olduğumu aklından çıkarma, emi?”

Çağla, yanından ayrılırken Çağlar’ın kendisinin istediği gibi davranması için dua eder gibiydi, dudaklarının sekercesine hareketinden anlaşıldığı kadarıyla…

Aynı geziye Tanrının yönlendirişi ve doktorun izniyle katılmıştı Çağlar, mutluydu, saklanmasına gerek yoktu, bu gezide ya var, ya da yok olacaktı. Kendinden emindi, ama karşısındakinin açık olmayan, neredeyse lastikli cümlelerinden bıkmış gibiydi.

Gönül ferman dinlemiyordu(5), kiminin gönlü tipsiz de, gösterişsiz de olsa, imkânsız da olsa konması gereken yere konuyor ve bir daha asla konumunu değiştirmiyordu.

Gerçekti ki kendi bulundukları yatta sadece o ve kendisi ikisi gençti ve cephe kaplamalı(4) olsa da diğerlerinin gözleri üzerlerinden eksik olmayan. Evet, görevliler dolaysıyla kendi yatları hariç diğer 16 kişilik yatlardaki diğerleri; tariflere uygun, yaşını başını almış, ahları gitmiş, vahları kalmış, kendi lisanlarından başka tek bir Türkçe kelime bilmeyen “Her şey dâhil tipinde!” genelde Rus tatilcilerdi, “turist” sözü yakıştırılmayacak.

Kendi ülkelerinde bir ayda bedenlerine stoklayacaklarını, bir hafta on gün içinde sindirecekleri kesindi. Ülkelerindeki gibi açlığa tahammül ederek yaşamak bu tatil yöresi için kesinlikle aykırı bir düşünceydi.

Temiz hava, sabahın kör vakitlerinde başlayan bol gıda ve başka içkilerden anlamaksızın sadece ithalât-ihracat modunda vazgeçilmez bira ve uvertür olarak votka tüketimi gibi.

Hani Çağlar bir şey bilmese, anlamasa, biraların ne kadarının şehir suyu ile votkaların ne kadarının buz-su karışımıyla israfa zorlandığını bilmeleri mümkün değildi. Malûm tüketim ekonomisi, ne yersen ye, ne içersen iç beleş(3)!

Evet, hava, deniz, ortam ve sessizliklerini sadece kendi lisanlarını konuşurken bozan insanlarla, birbiri ile karşılaşmayı dilemeksizin yaşanan ortam (belki de) güzeldi.

Yatlar, arada sahile yakın bir yerlerde, bir araya toplanıp muhtemelen kurallara uygun olarak duraklayarak molalar veriyorlardı. Yüzmeyi bilenler atlıyor, zıplıyor, çeşitli varyasyonlar(3, çeşitli yüzme stilleri, hatta olimpiyatlarda madalya kazanma çabasındaki yüzücüler gibi su balesi yapmak gibi şarlatanlıklar sergileme gayreti yaşıyorlardı.

Etraflarına aldırmayan, cüzzamlılar gibi birbirinden uzak durmaya çalışan iki genç dışında herkes kendi yaşamını üleşiyordu, en basitinden kendisi kendisiyle, birbirinden habersiz, sebebi belirsiz, birbirinden korkar, çekinir gibi uzak duruyorlardı, Çağlar ve Çağla.

Bu arada, Rusça bilen, ya da bildiğini sanan Ruslarla fan-fin-fon(4) şeklinde anlaşan yatların personelinden bir kısmı yat ihtiyaçlarının temini için bir, bazen iki sandalla sahile yöneliyorlardı.

Genç kız yaklaşıyor, yaklaşmaya, kendini kabul ettirmeye çalışıyor gibi çaba göstermeye çalışıyor gibiydi, karşının vurdumduymaz(3) tavrına aldırmaksızın.

Denizden önce Çağlar çıkmış, duşunu almış, kitabına dalmıştı, yatın güvertesinde. Çağla denizden çıktığında kamarasına giderken, Çağlar’ın önünden geçerken saçını silkelemiş, onun kitabına ve bedenine yapışan tuzlu damlalara aldırış etmediği gibi, ayağının genç adamın ayaklarına(!) kaza ile (!) takılmasına da aldırış etmemiş gibiydi, bu takılış genç adamın da umurunda değil gibiydi.

Oysa bu bir davet, ya da üstesinden gelemeyeceği bir yıkımdı Çağlar için. Çünkü Çağla yıkılırken ayağını burkmuş, kesimi yaklaşmış bir dana gibi böğürüyordu, gerçekliği tartışılacak bir biçimde. Çünkü her şeyin asude(3) görünümünde olmasını bilen sağlıkçılar da denizi üleşiyorlardı birbiriyle.

“Beni kamarama götür lütfen, orada bir kremim var, sanırım kendi kendime ovalar, biraz da dinlenirsem, geçer!”

“Emin misin? Yapabilir misin? Yardım etmemi ister misin?”

“O kadar uzak duruyorsun ki, ne hakla böyle bir yardımını bekleyebilirim ki?”

“Evet! Arkadaş ve yakın değiliz, uzağız, ama insanız, birbirimize yardım etmekte ne gibi bir çekincemiz olabilir ki?”

“Teşekkür ederim beyefendi!”

“Bir şey değil güzel kız!”

“Güzel kız?”

“Söz gelimi! Ama değil misin?”

“Anladım! Gene de tekrar teşekkür ederim!”

“Henüz hak etmedim!”

“Hak edeceksin, inanıyorum!..”

Çağlar ayağını ovaladı genç kızın verdiği kremle, başlangıçta sakıncalı bir biçimde, inilder(5) seslerle ve sonra sesler yavaşladı, bitti;

“Geçti, sağ ol, beni ayağa kaldırırsan duş yapacağım, sen de kamarana gidebilirsin artık!”

Ayağa kaldırırken kendinden geçti Çağlar ve kendine uzanan dudakları boş çevirmedi, çevirmek aklının ucundan bile geçmedi ve anında tokatladı Çağla Çağlar’ı.

“Kalbimi acımasızca acıtıp üstünde tepinmiştin, şimdi bir de canımı acıttın güzel kız. Ben sana kul, köle olmak dışında bir şey istemedim ki ve beni istediğini sanıp öptüm…”

“Zorla! Aniden, ‘Vakit bu vakit!’ der gibi!”

“O halde neden sen de beni öptün, öpmeme cevap verdin?”

“Tatsız bir diyaloğa girmeyelim, duş yapmam gerek, her zamanki gibi defol!”

“Keşke, demeyeceğim, ama mutlu olman gerek, yanında, yakınında, karşında, gönlünde ben olmasam da!”

Kamaranın kapısını dışarıdan kapattı Çağlar, karşısındakinin sessizliğinde.

Akşam yemeği servisinde yine Çağla’nın gayretiyle aynı masaya oturmak zorunda kalmıştı Çağlar, yani iki genç, üstelik meraklı gözlerden uzak.

“Merhaba! Afiyet olsun! Her zamanki gibi içmeyi seviyorsunuz galiba?”

“Özendiyseniz ve daha önceki gibi dengenizi yitirmeyeceksiniz, hele ki ayağınızı incitip de masaj ödülü olarak tokatlamayacaksanız size de ikram edeyim!”

“Hayır! İçkiyi yanlışlıkla bir kere, karşımdakine ve kalbime güvenip bir kere denedim. Asla, bir kez daha kullanmayı, denemeyi bile istemiyorum. Bence siz de ‘Ciğerlerinize kıymayın!’ demek isterim!”

 “Bakın hanımefendi! Annem misiniz, kardeşim mi, yoksa fark etmediğim karım mı? Cesaretinize hayranım, bir ‘Merhaba!’ ile hayatıma hükmetmeniz, hükmetmek istemeniz…”

“Aklımın ucundan bile geçmedi, devamlı olarak yanlış olarak görüyorum herhalde, sadece bir insan görünümüyle ikaz edeyim istedim. Sanırım ileri gitmişim, özür dilerim. Sizi rahatsız ettim galiba, ben bir başkaya gideyim izninizle…”

“Gitmeyin, kalın! Çevremde sizin dışınızda kimsem yok iki sözü uç uca ekleyecek. İyi bir insansınız, tanışmadan, bilmeden, iyiliğimi düşünecek kadar, bir karşılaşmanın sonrasında ve çok kısa bir zaman içinde, iyi, hatta çok iyi bir zaman içinde, haddimi bilmeksizin sizi öpmek gibi bir cesareti yaşamama rağmen…

Lütfen!”

“Bu benim karakterim, yaşam biçimim, atalarımdan miras kalan, öncesi umursanmaması gereken. Ne demiş o ünlü kişi; ‘İyilik yap, denize at! Balık bilmese de Hâlik bilir!’ gibi. Kötülük yapmakla bir şey kazanılamayacağını bilen biriyim. İyilik ise bir insanı iyiye, güzele yönlendirmek demek, eğer karşınızdaki ile aynı görüşteyseniz, bilmem anlatmakta zorluğum oldu mu?”

“Sizi sözlerimle ve hareketimle kırdım değil mi, özür dilerim!”

“Kırılmadım, üzüldüm! Sorununuz varsa, makul olduğu aklımdan geçmiyor, böyle şişelerle, alkolle çözümleyemezsiniz. Zevk içinse, ‘Öncesinde kararında gitmeyi, sonra bu illetten(3) kurtulmayı deneyin!’ demek isterim, her ne kadar ana, abla, kız kardeş, eş, dost, arkadaş gibi görünmüyorsam da…

Adımı tekrarlayıp hatırlatmama gerek var mı, hani aradan az-biraz zaman geçmiş olsa da, tekrarlayıp da hatırlatma şansımı denemek için…”

“Gerek var mı Çağla! Sen içimdeki Çağla’sın, benim senin için Çağlar olmadığım gibi ve kadar. Ancak tavsiyelerine hiçbir umudum olmamasına rağmen uymak geçiyor içimden, çünkü şimdi, şu anda beynim hazırlıklı ve hazır değil...

Rica etsem; hiçbir mecburiyetiniz olmadığı halde, her gün, ancak bağırıp-çağırmak şeklinde değil, vaktiniz oldukça beynime hükmedecek şekilde yardımcı ve destek olursanız, sadece bu seyahat boyunca değil, ömür boyu iyiliğiniz, sağlığınız ve sevdiğiniz varsa mutluluğunuz için dua edeceğim!”

“Sadece ben varım, elinizi uzatırsanız tutmak isterim. Ama öncelikle kendiniz kendinize inanıp güvenmeyi denemelisiniz…”

“Psikolog(33) musunuz yoksa? İzninizle elim şimdilik bende kalsın. Eğer inanırsam uzatırım!”

“Değilim, ama önünde-sonunda elinizi uzatacağınıza inanıyorum!”

“Emin misiniz? İddialı mısınız?”

“Evet! Kazanacağım?”

“Kaybederseniz?”

“Ben kaybetmem, siz kaybedersiniz daima, her hal ve şartta, elini uzatmayan biri olarak…”

Cümleyi tamamlamasına fırsat bırakmamasının bedelinin ağırlığının olacağının farkında değil gibiydi Çağlar, çünkü Çağla cümlesinin sonuna tüm içinin özeti gibi;

“Ve beni” demeyi istemiş, cümlesini bitirememişti.

“Çok iyimsersiniz, hatta cesur…”

“Sadece Tanrının verdiği yetiyle, önümü ve ilerimi görmeye çalışıyorum!”

“Ne gibi?”

“Pişmanlığınızı, perişanlığınızı…

Üstü bende kalsın! İçki değilse de sözlerim çarptı sizi galiba?”

“Hep surat asarak, sitemli olarak sözler kullanarak yaşattığın sadizmi bir kenara bırakıp gülümsesen olmaz mı, çok mu zor senin için böyle davranmak? Sen, sana ilgimi, hatta seni sevdiğimi, sensiz olamayacağımı, ihtiyacımı, mecburiyetimi, zaaflarımı(3) biliyor ve bir kedinin can çekişen bir fare ile oynayışı gibi eziyet ve işkence ediyorsun bana.”

“Sadist değilim! Sadece uyarmaya çalışan, doktor olmam mümkün olamadığına göre, sizin için tecrübeli bir hemşire olma çabasındayım. Hadi gidin kamaranıza, sızın, ya da uyuyun! Dileğim; yarın yeni bir gün olsun sizin için. Ben de yarını yeni bir gün olarak yaşama başlamak gayretinde olacağım, elinizi uzatsanız da, uzatmasanız da, elinizi tutmam aklınızın ucundan bile geçmese de!”

“Ağır konuştuğunuzun farkında mısınız? Mahcup olacaksınız!”

“Razıyım, hadi her şeyi olduğu gibi bırakıp gidin, ben toplarım buraları!”

Çağlar, dinlemedi Çağla’yı, bitirmek istemedi geceyi, umutları tükenmiş, yasalarda hiçbir boşluğuna tesadüf edilmemiş idam mahkûmu gibi hissediyordu kendini, üstelik o kadar ağır, bilinçli tüketildiği halde anlamadığı sözlerin etkisi altında ezilmiş ve yorgun.

Şişesini aldı, yatın kaptan köşkünün önüne oturdu, kitaptaki bookmarka elleşmeksizin, muhtemelen düşünmek ötesinde düşünmek, belki de kendince yeterli olmayan alkol ihtiyacını susuz, uykusuz olarak tamamlamak için.

Genç kız onu görmüş müydü ya da farkında mıydı, bilinmez. Ancak belki uyumak için teşvik ettiğinin farkında olmaksızın, belki de kendini düşünme mecburiyetinde bıraktığı için, üstüne aldığı iki parça örtüyle yatın ön tarafına yöneldi.

Çağla, içkinin kokusundan değilse de, belki nefes alışından varlığını hissetmiş gibiydi Çağlar’ın, ışıksız, sessiz, sadece dalgaların hışırtısına rağmen, habersiz kalmasının gerektiğini düşündü. İnsanların yalnızlıklarında, özlemlerini şekillendirmeye hakları vardı çünkü.

Yatın en ucundaki direk üstünde bir süre hareketsiz durdu genç kız. Sonra, bilinçli, ya da bilinçsiz olması konusunda tereddütler yaşatacak şekilde ayağı kaymışçasına üstüyle-başıyla denize düşüp bağırmaya başladı.

“İmdat yok mu uyanık olan! Ayağıma kramp girdi, kendimi yitirmek üzereyim!”

İnsan suya düştüğü için değil, sudan çıkamadığı için boğulurdu. O halde tam olarak kendine egemen değilse de ve hele ki kendini çağıran o ise, neden şansını denememeliydi ki? Sonuç ya kurtulurlardı beraber, o takdirde belki bir öpüşle mükâfatlandırılırdı, ya da ahrete beraber yolculuklarında kendi cesur olur, onu kucaklar, öpüşleri arasına sığdıracağı “Seni canımdan(!) çok seviyorum!” cümlelerini sıralardı, ardı ardına, öldüğünün, canının olmadığının farkında olmaksızın.

Olduğu gibi ve balıklama atladı denize, gecikmişçesine, yetişememe korkusuyla. Çağla’ya yetişmek, onu kurtarmak ve yaşama iade etmek dışında hiçbir düşünce yoktu, içinde de, dışında da…

Yetişti ona Çağlar, yatın merdivenlerine kadar Çağla’nın nefes almasını sağlayacak şeklinde göğsünde taşıyarak yüzdü. Sonra ayaklarından tutarak omuzuna aldı ve merdivenleri çıkma gayreti yaşadı.

“Çıtı pıtı(4), ufak tefek(34) gibi görünüyorsun, ama amma da ağırmışsın be güzel kız!”

Açık vereceğinin farkında olmaksızın, cevap vermek zorunda hissetti kendini Çağla;

“Sitem etme, en fazla elli kilo ya varım, ya da yokum. Ha! ‘Taşıyamam!’ dersen, bırak merdivenlerin dibine kramp girmiş ayağımla sekerek de olsa merdivenleri tırmanmaya çalışayım. Baktım gücüm yetmedi, gömülürüm sulara, sen de mutlu olursun belki!”

“Bir çimento torbası yükle merdiven tırmanmak nasıl bir şeydir, biliyor musun sen? Bir de duygu sömürüsü yapıyorsun; ‘Bırak, öleyim!’ der gibi. Böyle güzel bir kızı ölüme terk edersem, Allah bana kızıp gücenmez mi?”

“İyi düşün ve karar ver, ilgilendiğini hatta sevdiğini, âşık olduğunu söylediğin şey gerçekten bir çimento torbası mı?”

“Akıl edemedim, söz gelimi, bağışla!”

“Allah’la aranızdaki ilişkiyi bilmem mümkün değil, ama Allah’ıma şükran borçluyum, ona senin gibi, senin kadar yakınım. Ancak şu gerçek ki; centilmenliğinden etkilendiğimi varsay!”

“Hele bir seni yukarıya çıkarayım, ne demek istediğini sorarım sana, ayık olmayan bu kafamla. Ama anlamayacağım için dürüstçe cevap vermezsin ki, daha ayrılalı yarım saat, bir saat bile olmadan.”

Çağlar, Çağla’yı oturduğu yerdeki muşamba üstüne yatırdı, alelacele kamarasına gidip bir battaniye ile altını, diğer bir battaniye ile üstünü destekleyerek yatırdı onu. Şişesinden bir yudum zıkkımlandı, sanki aklını başına getirecekmiş gibi.

“Ben su yuttum, kalbim çarpıntısını yitirmek üzere, ciğerlerimin oksijene ihtiyacı var ve sen bana suni teneffüs yaptırmayı aklından geçirmeksizin içkiye ihtiyaç duyuyor ve devam ediyorsun, öyle mi? Yazıklar olsun sana! Gelmezsin ya, gene de vasiyetim olsun, cenazeme gelme, sakın!”

“Dirinle baş edemedim ki, ölünle nasıl baş edeyim? Sarhoşum! Şimdi sana suni teneffüs yaptırmaya kalkışsam, kaza ile memenin altındaki resmi görsem; ‘İmdat! Sapık var! Taciz ediyor, orama burama elliyor, tecavüz ediyor!’ diye bağırsan, herkesi başımıza toplarsın, o pozisyonda ben kime anlatabilirim ki kendimi, sen de yalanlarına devam edersen. Sonuç; linç(3)! Topluca denize atılış, infaz(3) ve ölümüme şahit oluş, yatlara yaklaşmama sopalarla engellemelerle…”

Durakladı biraz ve devam etti;

“Yok! Ben bu senaryoyu beğenmedim. O halde çevredekiler sana tecavüz ettiğimi düşünüp, bilip, anlamaksızın seninle evlenmeye zorlarlar beni. Ben hemen kabullenirim, sana sevgimi, saygımı, sensiz olamayacağımı anlatmam için sebep olur bu. Ancak karşısındakinin ‘İçme!’ deyişine lâkayt kalan, aldırmayan, ancak bir görüşte, bir seslenişte, içki olmadığı halde körkütük âşık olduğu biri, beni nasıl kabullenir ki, işte buna akıl erdiremem…

Bir bakıma; ‘To be or not to be, that is the question(144)!” gibi bir şey yani. Keşke ümit var olabilsem?”

“İlk isteğim gerçekten nefese ihtiyacım var, soluklandır beni, fırsattan istifade öpmeyi de deneyebilirsin. Sonra, teklifin olursa hani, kabullenmem için içki ile aranı bozacağına dair yemin edersen, belki biraz nazlanır gibi olsam da sana nasıl ‘He!’ demem ki?..

Zenginsin, araban, evin, işin var, benim gibi züğürt, kalbi boş bir öğretmenin arayıp da bulamadığı bir şey!”

“Benim yaşamak istediğim zenginliğimin sadece sen olduğuna inan, senin için her şeyden bir çırpıda vazgeçerim, umurumda bile olmaz. Ama ‘Bulmuşken, elimden kaçırmayayım!’ şeklindeki düşünceni onaylamıyorum!”

“Senin bileceğin bir şey...

Ben seninle ilk karşılaştığım andan beri sana muhtacım, ters davranışlarımın nedeni zenginliğinin beni korkutması idi. Her ne olursa olsun ben kollarımı açıp sana Mevlâna gibi(36) ‘Gel!’ diyorum. Hele ki tüm varlığını reddedip benim gibi çalışan biri olarak aynı yuvayı paylaşmayı düşünüyorsan, mutlaka ve hemen...

Ha! Eğer sen bana ihtiyaç duymuyorsan, azat edersin beni, sen yaşarsın, ben seni yaşayamadan, seninle bir anı bile tüketemeden ölürüm, bu da sana ibret(3) olur!”

“Bu…

Bu ne demek şimdi bu?”

“Gene kekeledin! Açık değil mi? Bil…”

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Öyküyü kurgulamakla, oluşturup sonuçlandırma arasında, plânlananla, yaşananlar arasındaki egemenlik kavramının farklılığını anlatmak istedim. Öyle ki mutlu sonla bitsin istediğiniz bir öykü, alıp başını gider, belli olmayan sonuçlara ulaşır, ölüm dersin, mutluluk olur, ayrılık olur. Yahut da tersi, değişik bir boyut ve şekilde. Yani çok zaman hükmedemezsin öyküye, öykünün dediği olur! Örneğin, öyküde Çağla yerine Çağlar daha etkin gözükmedi mi?

(**) Dövme (Öyküdeki Anlamı); Vücudun derisi üzerine, iğne vb. sivri araçla çizilmek ve içine renk veren maddeler konulmak suretiyle yapılan yazı veya resim. Her dövmenin kendine özgü anlamları olduğu için öyküyü uzatmaktan başka değeri olmayan teferruata girilmemiştir. Bu konuda İslami açıdan, bir kısım bilgiçlerin farklı yorumları vardır.  Birinci grup “zinhar” demekte ve dövme yaptıranın lânetlemektedir. Ben de düşünce olarak kendimi bu gruptan ayıramıyorum. Ancak Diyanet İşlerinin İnternet resmi sitesinde dövme yaptırmanın sakıncası ve abdeste, gusle engel olmadığı ifade edilmiştir.

(1) Haddini Bilmek; Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yeteceğini bilerek onun ötesine geçmemek, ölçüsünü bilmek. Başkalarının kusur ve yanlışlarını istihzalı bir şekilde yüzüne vurmamak gerekliliği. Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî’ ye sormuşlar; “O kadar yazarsın, o kadar okursun, ne bilirsin?” diye. Şu cevabı vermiş; “Haddimi bilirim!”

Haddi Olmamak; Bir şeyi yapmaya hakkı ya da yetkisi olmamak.

(2) Ahret (Ahiret, Kabir) Sualleri; Ölen insanı kabirde Münkir-Nekir denilen Sorgu Melekleri sualleriyle sorguya çekerler, bu sorular; “Rabbin kim? Dinin ne? Kimin ümmetindensin, Kitabın ne? Kıblen neresi?” diye başlayan ve “Rabbim Allah!” cevabı verilmesi gerektiğine inanılan suallerdir. İnsanları bıktıracak kadar uzun ve devamlı olarak sorulan sualler.

Ahret (Ahiret); Dini inanışa göre, insanın öldükten sonra dirilip sonsuza dek kalacağı ve Tanrı’ya hesap vereceği yer, öbür dünya. Bu dünyadan sonra gideceğimiz ebedi âlem. Kıyametten sonra tüm varlıkların toplanacağı yer.

(3) Asude; Sakin, rahat.

Beleş; Bedava. (Argo olarak) hiç para ödenmeksizin elde edilen, karşılıksız, emeksiz.

Bombe; Kabarık, şişkin.

Bookmark; Kitapta okunan sayfayı bulmak için araya konan işaret veya herhangi bir ayırıcı.

Cibilliyetsiz; Tıynetsiz. Karaktersiz, yaradılış, huy, maya eksikliği olan.

Çıtkırıldım; Pek aşırı, ince ve çekingen. Güçlüklere dayanıksız kimse.

Ekâbir; Kendini beğenmiş. Devlet ileri gelenleri, makamca büyük kimseler.

Endamlı; Vücut, beden, boy-bos bakımından gösterişli, cazibeli.

Esami; Adlar, isimler.

Gurme; Yemekler ve içkiler konusunda uzmanlık ölçüsünde bilgisi ve gelişmiş beğenisi olan, ağzının tadını bilen, yemek zevki olan, yiyecek ve içeceklerini titizlikle seçen kişi, yiyecek, içecek uzmanı.

İbret; Acayip, çirkin, kötü, yanlış düşüncelerden sakınmayı sağlayan olgu, ya da bu gibi olgulardan, olaylardan alınması gereken ders.

İllet; Hastalık, dert, hastalık derecesinde alışkanlık, bozukluk, kızdıran, sinirlendiren şey, sebep.

İnfaz; Bir yargıyı yerine getirme. Yargılama sonucu verilen cezayı uygulama. Birine sözünü geçirme.

Kariyer; Meslek. Üniversite öğretim üyeliği mesleği.

Kâşane; Köşk. Saray gibi yapı.

Kıtıpiyos;  Değersiz, bayağı, adi (argo).

Laik; Din işleriyle, dünya işlerini ayıran, dinin dünya, özellikle de devlet işlerine karışmasını istemeyen düşünce biçimi.

Linç; Hiçbir adil yargılama olmadan insanları cezalandırma yöntemi. Sağlıklı bir yargılama olmadığı için öldürücüdür.

Memnu; Yasaklanmış olan, yasak.

Monitör; Ses dalgası iletiminde, iletimi kesmeden ve bozmadan niteliğini denetleyen düzenek. Yetiştirici.

Muamma; Anlaşılmayan, bilinmeyen bir şey. Bilmece.

Mümtaz; Seçkin. Ayrı bir yeri olan, üstün tutulan.

Uvertür; Başlangıç, açıklık. Müzikli sahne eserlerinin başındaki orkestranın çaldığı açılış, giriş, ya da başlangıç müziği olmakla birlikte Türkçede geniş anlamda söz verilen saatte sahnenin açılması için dolgu malzemesi anlamında, bir bakıma saz eseri, taksim bağlamaya yol göstermek gibi şeyler. Poker oyununda açılış.

Varyasyon; Değişim, çeşitleme.

Vurdumduymaz; Adam sendeci. Önemsememe, değer vermemek gibi davranışlar içinde olma.

Zaaf; Düşkünlük, dayanamama, istenç zayıflığı.

(4) Ahı Gitmiş, Vahı Kalmış; Güzelliği geçmiş, çirkinliği başlamış, iyice zayıflamış, iş göremez duruma gelmiş, yaşlanmış, eskimiş, kullanılışlıyı kalmamış.

Aramakla bulunmaz meğerki rastgele; Eski deyim olarak; Tesadüf yoktur, tevafuk vardır. Yaşamda oluşan olayların bir sebebinin, bir sağlayıcısının olduğunu, insanın sadece olmakla bunun gerçekleştiğini ifade eden deyim.

Asar-ı Atika; Eski yapılar, yapıtlar, insanlar, şeyler.

Bilmiyorsan… Genelde slogan gibi persenk olmuş kaba bir söz; “Bilmiyorsan bu .oku, git mektebinde oku!” şeklinde.

Bohem Hayatı; Aslında çingenelere özgü gamsız, kedersiz, tasasız, derbeder, kasavetsiz, savruk, hoş, paraya pula önem vermeden yaşama şeklini ifade eden eski, günümüzde de geçerliliğini koruyan hayat tarzıyla ilgili bir terimdir.

Braille Alfabesi; Fransız Louis BRAILLE tarafından körler için geliştirilmiş bir alfabe olup bu nedenle bu isimle anılmaktadır.

Can Havli İle (Havliyle); Ölüm korkusundan meydana gelen güçlü bir tepkiyle. Ölüm korkusu yaşayarak.

Cephe Kaplamalı Gözleme (Gözetleme); İnsanların özellikle renkli gözlüklerle, ya da gözlükler altından diğer kişileri merakla gözlemeleri anlatılmak istendi.

Çıtı Pıtı; Minyon, ince, küçük, cici, Ufak tefek ve sevimli.

Dart Levhası; İç içe renkli halkalardan ve bunları kesen üçgen dilimlerden oluşan bir levhadır. Bu hedefe ufak okların (dartların) elle atılarak saplanmasıyla suretiyle oynan sporun adı da “Dart” dır.

Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar.  Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği.

Emir Eri; Teğmen ve daha yukarı rütbeli subaylara hizmet eden er (Evde karısının hükmü geçen koca).

Fan Fin Fon; Anlaşılmayacak şekilde yabancı bir dille, özellikle Latince konuşmak.

Hard Disk (Hard Disc); Sabit disk de denilen, bilgisayarın kendisine yüklenen bilgileri sakladığı, depoladığı donanım.

Ingıdık-Ingıdık; “Yavaş-yavaş, dinlene-dinlene” gibi anlamlarda, sıralıca, can sıkıcı bir biçimde. Eskiden “ehlen ve sehlen” şeklinde kullanılan bir deyim.

Kargacık  Burgacık; Daha ziyade yazılar için kullanılan, şekilsiz, düzensiz anlamında yazı. Eğri-büğrü, okunaksız, kötü.

Kazın Ayağı Öyle Değil; “İşin aslı öyle değil, bu kadar basit değil” anlamında kullandığımız bir deyim. Aslı; “Kaziye-i anha öyle değil!” şeklinde olup, “Önerme öyle yapılmaz!” demek gibi bir anlamı söylenmekte.

Keyfe Keder; Pek üzerinde durulmayan, önem verilmeyen.

Korkunun ecele faydası yok! İnsan korksa da ölür korkmasa da! Olacak olan olur, bunun için boş yere üzüntü çekmemeli, korkuyu sürdürmek yerine gerekli tedbirleri almalı anlamında bir söz dizisi.

Piri Fani (Pirifâni); Yaşlı, ihtiyar, kocamış, pir olmuş kimse. Genç karşıtı.

Yangel Osman; Şekilci, gösteriş budalası ve tembel insanlar için kullanılan bir deyim. Aslı; “Kırk (ya da dört) dönüm bostan, Yangel Osman” şeklindedir.

Yayan Yapıldak; Yayan ve yalınayak, yalınayak yürüyerek.

 (5) Basireti Bağlanmak; Gerçeği göremez bir duruma düşmek, iyi ve yerinde düşünememek, doğru yolu görememek, alınabilinecek uygun bir önlem varsa almamak, alamamak.

Dellenmek; (Yöresel olarak) Hiddetlenmek, kızmak, delirmek, yaramazlık etmek,  delirir duruma gelmek (delilenmek).

Diklenmek; Birine karşı ters bir davranışta bulunmak, karşı gelmek, kafa tutmak.

Eşekten (Eşşekten) Düşmüş Karpuza Dönmek; Kötü bir duruma düşmek. Çok şaşırmak, donup kalmak.

Ferman Dinlememek; Genelde Gönül ferman dinlemez!” şeklinde kullanılır, padişahtan gelse bile emir, buyruk dinlememek.

Gardını Almak; Savunma durumuna geçmek. Müdafaa pozisyonu almak.

Gasp Etmek; Zorla, izinsiz almak.

Hacet Bırakmamak; Gereği olmasını beklememek.

Hayıflanmak; Acınmak, yerinmek, esef etmek, kaybedilen bir fırsat için üzülmek.

Haz Etmemek, Hazzetmemek; Hoşlanmama, tat ve zevk almama. Bir şeyden duyusal, hoşnutluk ve manevi sevinç duyamama.

İki Lâfı (İki Sözü) Uç Uca (Ard Arda) Eklemek; Uygun bir zaman dilimi içinde kişilerin zaman kısıtlaması olmaksızın düşüncelerini, duygularını, düzgün bir şekilde anlatmaları, sohbet etmeleri.

İnildemek; Acı, üzüntü belirten kesik sesler çıkararak inlemek. Gür, uğultulu, yankılı sesler çıkarmak.

Kem Gözlerden Sakınmak (Uzak Durmak); Canlı ya da cansız bir varlığın, başına kaza-belâ getirmesinden, nazarından sakınmak.

Kızılca Kıyamet Kopmak; Gürültülü karışıklık, gürültü, patırtı olması, bağırma, çağırma, ağlama, sızlama.

Kulak Arkasına Atmak (Kulak Arkası Etmek); Önem vermemek, dinlememek.

Layıkıyla Yapmak (Yerine Getirmek); Olması gerektiği gibi, gereği gibi, gereğince yapmak

Meziyet Saymak; Bir kişinin, ya da nesnenin, diğerlerinden üstün görülmesini sağlayan nitelik.

Refakat Etmek; Birlikte bulunmak, birlikte gitmek, eşlik etmek.

Sona Kalmak, Donakalmak; Yapılacak bir işi hemen yapmayıp geciktiren kişinin zarar edeceğini ifadelendiren bir söz.

Tenezzül Etmek; Kendi durumuna, düzeyine aykırı bir şeyi, bir durumu, bir işi kabul etmek.

Zül Saymamak (Addetmemek)(Bir olayı, ya da sözü); Küçültücü, alçaltıcı, ayıplanacak olarak değerlendirmemek.

(6) KARATEKİN, Erol. 2007 Yılı. “YALNIZCA BİR”

(7) KARATEKİN, Erol. 2006 Yılı. “BAHARDA”

(8) Bayramdan Bayrama; Çok seyrek olarak, uzun aralıklarla, bayramlarda, seyranlarda (Öyküde, ironi yapılmış, bir Bektaşi eylemi olan akşamdan akşama olan eylemin nadiren, ayda yılda bir yapılan eylemin ise kelime oyunuyla sık sık yapıldığı düşünülsün, istenmiştir).

(9) Bir martini iyi gider, ikincisi fazla gelir, üçten sonrası ise yetmez. James THURBER

(10) Tekne Kazıntısı (Tekne Kalıntısı);  Esas anlamından ayrı olarak, anne ve babanın ilerlemiş yaşlarında, yaşları oldukça ilerlemiş çocukları varken aileye katılan ve diğer çocuklarla aralarında en az 8-10 yaştan fazla fark olan, bu nedenle çok şımartılan, el üstünde tutulan, tüm arzuları yerine getirilen kız, oğlan fark etmeyen çocuk.

Günah Keçisi; Günümüzde herkesin, hırsını, hıncını aldığı, menfaatlerine el koyduğu, sırtından yararlandığı kişi. Belki bir bakıma “Şamar Oğlanı da denebilir. Yahudi inancına ait bir toplumsal rahatlama biçimi. Her yıl bir keçiye sembolik olarak günahlar yükleniyor ve taşlanarak çöle kovalanıyor. Böylece insanlar bir yıl boyunca işledikleri günahlardan sıyrılmış oluyor. Günahları yüklenen keçi, insanları tertemiz kılıyor (muş).

Angarya Ehli; Bir kimseye veya bir topluluğa zorla, ücret verilmeksizin yaptırılan iş konularında devamlı olarak üstüne yüklenilen kişi. Usandırıcı, bıktırıcı, ya da yapmak zorunda olmadığı bir işi istemeyerek, ya da ek emek sarf ederek yaptırılan kişi.

Şamar Oğlanı; Osmanlı Saraylarında (belki başka ülkelerin asilzade ortamlarında da)  padişahın oğluna (veliahda) ders veren öğretmen ders sırasında veliaht yanlışlık yaparsa onun yerine dayak attığı avamdan bir çocuğa verilen ad. Günümüzde ise; herkesin, hırsını, hıncını aldığı, menfaatlerine el koyduğu, sırtından yararlandığı kişi anlamındadır. Belki bir bakıma “Günah Keçisi” demekte de mahzur yok, gibime gelir.

(11) Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin? İşin kolayına kaçmadan ama... Nazım HİKMET’in Abidin DİNO’ya “SAMAN SARISI” şiirinin ilk dizelerindeki soru.

Ressama sormuşlar; “Mutluluğun resmini çizebilir misin?” diye. Ressam demiş ki; “Ben çizerim de, sen anlayabilir misin?" ANONİM

(12) Homini gırtlak… Tumba yatak… Sadece dünyalık zevkler için yaşamak anlamında bir Sezen AKSU şarkısı. Genelde; Ege-Akdeniz yörelerinde oldukça yaygın bir tekerleme şeklinde kullanılmaktadır  (Tumba; Altüst olma, altüst etme. Çocuk dilinde yatağa atlatarak girme).

(13) Gün doğmadan neler doğar (ATASÖZÜ); İnsan içinde bulunduğu durum ne kadar kötü olursa olsun hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmamalı. Yaşadığı mutluluğun devamından da güvende olmamalıdır. Yarın karşısına nelerin çıkacağını bilemez. Kötü bir durum bir gün sonra düzelebilir, iyi bir durum birden kötüleşebilir…

(14) İç bâde, güzel sev, varsa akl-ı şuûrun, dünya var imiş, ya ki yoğ olmuş, ne umurun…  şeklinde başlayan Terkibi Bent eserinin Güftesi; Ziya Paşaya ait olup eserin; Hacı Arif Bey veya Şekip Ayhan ÖZIŞIK tarafından Hicaz Makamında bestelendiği söylenmiştir (Akl-ı Şuur; Aradaki “ı” harfi “ve” anlamında olup akıl ve şuur eş anlamlıdır. Bir bakıma şuuru manevi, aklı maddi yorumlamak mümkün. Bu demektir ki; akıl şuur kapsamındadır, şuur akıl ile izah edileme).

(15) Boş zaman yoktur, boşa geçen zaman vardır… Vaktin çok önemli olduğunun, geçtiği anda, bir daha geri gelmeyeceğinin, saçma şeylerle zamanı sarf etmenin yanlışlığını anlatan söz.  Rabindranath TAGORE

Boşa geçen zamana üzülmek rüzgârı kovalamaya benzer. RUS SÖZÜ

(16) Her akşam votka, rakı ve şarap… Dario MORENO ve Tanju OKAN’ın meşhur ettiği şarkı.

(17) Rakı, Roka, Balık; Bu üçlü için yazılmış şiirlerden biri Burcu BİR’e, şarkı ise Hurşid YENİGÜN’e aittir.

(18) Sazlar çalınır Çamlıca’nın bahçelerinde… Güftesi ve Bestesi; Yesâri Asım ERSOY’a ait olan Türk Sanat Müziği eseri Hicaz Makamındadır.

(19) Canım doya doya, sarhoş olmak istiyordum… “Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul’un “ diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Turhan OĞUZBAŞ’a, Bestesi; Avni ANIL’a ait olup eser Hicazkâr Makamındadır.

(20) Ahmet YESEVİ’ye ait söz şu şekildedir; Kendisine sorarlar ve cevabını alırlar; “Müslüman mısın?” “Elhamdülillâh ama önce Türküm, sonra Müslüman.” “Hoca Türklüğü niye karıştırıyorsun?” Türklük doğuştandır, kaderdir, Müslümanlık ise tercihtir!”

(21) Genç Kızlara Öğüt; “Erkeklere kanmayın, yalandır hep sözleri, sahte ümit doludur çapkınların gözleri…”  Yakup SAĞLAM

(22) Kemalettin KAMU’nun “KİMSESİZLİK” isimli şiirinin ikinci kıtası şöyledir: “Sanıyorum saçlarımı okşuyor bir el, / Kıpırdamak istemiyor göz kapaklarım; / Yan odadan bir ince ses diyor gibi gel! / Ve hakikat bırakıyor hülyamı yarım.”

(23) Felsefe; Düşünce bilimi. Var olanların varlığı (insan, evren, doğa), kaynağı, anlamı ve nedeni üzerine düşünme ve bilginin doğru ve gerçek anlamda bilimsel olarak araştırılması. Bir bilgi alanının ya da bilimin temelini oluşturan ilkeler bütünü. İnsanların çeşitli türdeki suallere cevap vermesi gerekliliği.

(24) Yalnız bırakıp gitme bu akşam… diye başlayan; “Öksüz sanırım kendimi ben sensiz içerken…” şeklinde devam eden Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Ahmet Refik ALTINAY’, Bestesi; Mısırlı İbrahim Efendiye ait olup eser Uşşak Makamındadır.

(25) Viran, Virane; Yıkılmış ve yanmış yapılardan geriye kalan yıkıntı, yıkılmış, çok harap olmuş yapı. Bu durumda kalmış bir insanın ruh hali. (Karagöz-Hacivat Kukla oyununda, Hacivat’a ait deyiş şöyledir; “Hoş olsun külhani, yıktın perdeyi eyledin viran / Varayım sahibine haber vereyim heman…”

(26) KARATEKİN, Erol. 2011 Yılı. “ÖLMEK ZAMANI” (İlk iki dize)

(27) KARATEKİN, Erol. 1967 Yılı. “ETKİ” (Sadece gerektiği kadarı alınmıştır).

(28) KARATEKİN, Erol. 1999 Yılı. “HİSSEDİŞ”

(29) Halime’nin elinde makası; Böyle bir türkü aslında Yunan menşeili; “Katina’nın elinde makası, dikemez” şeklinde, aynı olup Tire ve Manisa bölgelerinin sahiplendiği türkünün aslı; Ben çiftliğe vardım aman duymadan / Beyim vurdu sol yanımdan kıymadan / Hekim gelsin Zahide’m de ölmeden…” şeklinde başlamaktadır.

Yağdı yağmur, çaktı şimşek, sen de mi şair oldun behey eşşoğlueşek;  Kaba bir tekerleme.

(30) Diş Fırçası Sarılı Şiir; Orhan Veli KANIK’ın “Aşk Resmigeçidi” isimli şiiri okunamamış veya tamamlanamamıştır.

(31) Bir musibet, bin nasihatten evlâdır. Bin nasihatten, bir musibet yeğdir. TÜRK ATASÖZÜ. Yanlış bir yol tutmuş insanlara verilmiş nasihatlerin, öğütlerin fayda etmediği, ancak başına gelen bir felâketin onu doğru yola getirmekte daha etkili olduğuna dair atasözü.

(32) Etki-Tepki Yasası (Newton Hareket Yasası); Bir cisme bir kuvvet etkiyorsa, cisimden de kuvvete doğru eşit büyüklükte ve zıt yönde bir tepki kuvveti oluşur. Burada dikkat edilmesi gereken bu kuvvetlerin aynı doğrultuda olduğudur. (Yasa;3) Bu yasa çok zaman şu cümle ile akıllarda kalır; “Her etkiye karşılık eşit ve zıt bir tepki vardır! Yani; İki nesnenin birbirine uyguladıkları kuvvetler eşit ve zıt yönlüdür.” “Bir cisim üzerine bir dış kuvvet etki etmedikçe o cisim durumunu korur, değiştirmez.” (Yasa;1) “Cisme etki eden kuvvet, kütle ile ivmenin sonucudur.” Yasa;2)

(33) Psikolog-Psikiyatr; Çok kişi psikolog ile psikiyatrist kelimelerini, anlamlarını ve görevlerini karıştırmaktadır. Psikiyatrist, Psikiyatr; Tıp Fakültesinden mezun, psikiyatri ihtisası yapmış, ruh sağlığı konusunda uzmanlaşmış bir doktordur. Ruh Hekimi. Ruh ve sinir hastalıklarıyla ilgili olarak kişilerde görülen önemli uyumsuzlukları önlemeye çalışan, teşhis ve tedavisi ile uğraşan uzman kişi. Psikolog ise; Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü mezunu olup Ruh bilimi ile uğraşan, ruh bilimci olup doktorluk hüviyeti yoktur. Psikolog, psikiyatrist ile beraber çalışabilir, ancak tanı yetkisine sahip değildir.

(34) Ufak Tefek; Türkçemizdeki masa-musa, sandalye-mandalye der gibi bir söz. “Ufak-tefek “diye başlayan şarkı bilindiği gibi KAYAHAN’a aittir.

(35) To be or not to be, that is the question (Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele). Romeo-Jülyet (Romeo ile Jülyet veya Romeo ve Jülyet); Orijinal adı; “The Most Excellent and lemanable Tragedy of Romeo and Julyet” isimli William SHAKESPEARE’ye ait tiyatro eseridir. Sinemaya da uyarlanmıştır. 

(36) Gel, Ne olursan Ol Gel; “Gel, gel, ne olursan ol, yine gel, / İster kâfir, ister mecusi, / İster puta tapan ol, yine gel, / Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir, yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel…/  Şu toprağa sevgiden başka tohum ekmeyiz biz / Beri gel beri! Daha da beri! Niceye şu yol vuruculuk? / Mademki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik, benlik… / Ölümümüzden sonra mezarımı yerde aramayınız / Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir…” Mevlânâ Celâleddîn-î RÛMÎ’nın büyük, incitmeyen sözleri.