“Döverölmez!” derlerdi, tüm aile, komşular, sokaktakiler, hatta mahalleli, herkesler…
Adını, anne babası, aile dışında mahalle muhtarı dâhil kimse bilmezdi, belki yaşıyorsa ebesi, küçük yaştan beri beraber olan arkadaşları…
Onların da hepsi değil, belki çok azı…
Kısaca; ailesi de dâhil olmak üzere Hami adını bilenlerin sayısı ayak parmaklarını da katarak saymak bir tarafa ancak iki elin parmakları kadardı!
Adını muzırlıkları(1), haşarılıkları, yöresel arsızlığı(2) ile perçinlemenin(3) gururunu yaşardı, ödül gibi her daim. Eee! Ödül kazanan da ödülle ceremesini ödemeliydi değil mi? En basitinden sıfır ile yüz numaralar arasında bir değerlendirme yapılırsa; kulak çekme şiddeti ölçüsü minimum elliden başlayıp yüze kadar çıkabilirdi.
O kadar mı? Yoo! Eğer muzırlık sonrası kaçma eylemine kalkışmışsa, kulak çekmekten feragat edilerek(3) en yakın zamanda terlik atılarak işlem tamamlanmaya çalışırdı. Iska geçmek(3) kurtuluş değildi, mutlaka kıkırdar, kapılardan birinin arkasına gizlenir, bazen kapıyı kilitler, “Dövmeyeceğim!” yalanına kanarak ortaya çıkıp kendini gösterirdi.
Bu; aslında yalan söylemek değildi, dövülmezdi, ama kulağının maksimum oranda çekilmesini kim engelleyebilirdi ki? Bu nedenledir ki kulakları kepçe şeklindeydi ve arkadaşları tahammülünü denemek için ona kısaca “Yelkenli!” derlerdi, anlamı üstünde yüklü bir şekilde.
Olay dışarıda gerçekleşmiş, hele ki şikâyet için kapıya gelinmişse yakında ise en kısa zaman dilimi içinde pabuç, paspas, çekecek, hatta saksılarla ödülü eksik edilmemeye çalışılırdı, gün bitip kös kös eve döndüğünde(3) akşam mesaisinden feragat edileceğini beklemeksizin kapıdan girer girmez, duygu sömürüsü(2) yaparak poposunu dönerdi.
Büyüklerin iyi taraflarına rastlarsa poposuna hafifçe dokunulur, muzırlığın derecesine göre bu dokunuş en sonrasında yarı yarıya ancak hissedilebilecek tekme halinde şekillenirdi. Bu nedenle haşarılıkları derece-derece idi ve ailesi bunun için geniş kapsamlı bir diyet(1)…
Pardon; Ceza Listesi hazırlamıştı; şu olay; bir kulak çekimi, şu vaka; tek ayak üstünde durma, şu suç; şu kadar şiddette vurma, bu hak ediş; bu kadar oranda karanlık oda cezası gibi…
Döverölmez’in en zıddına giden şey; özellikle kız çocuklarının (özellikle de neden olduğunu bilemeyip hınçlandığı(3) Hanife’nin) saçlarını şu ya da bu nedenle çekmesinin karşılığı olarak ailesi tarafından şikâyet edilip de eve geldiğinde, hazır kuvveti karşısında, oklavayı duvara dayalı gördüğünde yatıp, ayaklarını uzatıp, ilgililer tarafından tabanlarının hatırının sorulmasıydı!
Ancak bu cezalandırma falaka(1) biçiminde değil, dozajı(1) belli bir muzırlık oranına göreydi!
Asla ve kata(1) yanağa tokat atma cezalar içine dâhil değildi. Tekmelemek de dokunmak veyahut da ancak dokunmanın bir ileri adımında idi. Ne de olsa oğlan çocuğu idi! Sanki kız çocuğu olsa farklı bir yöntem mi uygulanırdı ki? Kaldı ki bir kız çocuğu Döverölmez kadar muzırlık gerçekleştirmede başarılı olabilir miydi?
Kısaca Döverölmez; çoktan çok ve de çok yaramaz bir çocuktu bir işe yaramaz olmak gibi değil, sadece muzırlık tipinde yaramazlık konusunda. Muzırlık, haşarılık dışındaki karakteri için bir benzetme yapmak gerekirse, tam anlamında pire gibi(2) bir çocuktu; “Git!” denir, giderdi! “Yap!” denir, yapardı! Bakkal, çakkal, market, fırın…
Haylazlık(1) değildi yaptıkları. Eline çabuk, yardımseverdi, koşardı! Ne kimsenin tavuğuna “kışt!” der, ne kimsenin hakkını yer, ne haklarından feragat eder, ne de haksızlığa tahammül ederdi.
Bu nedenle de hem sevilir, hem de sevilmezdi, doğruya doğru! “İllâllah!” diyen(3) de vardı, “Aferin!” diyen de…
Tüm bilinenlere, göründükleri gibi görünenlere, edinilen resmi ve gayri resmi bilgilere karşın anne-baba, ağabey, ablaların ikisi de yani hiç biri asla sadist değildi.
Bir de şunu eklemek mecburiyet gibiydi; Döverölmez’e uygulanan tüm işlemler sadece tek porsiyon, tek tadımlık halinde idi; yani tek kulak çekimi, tek terlik veya ayakkabı atımı gibi…
Tek ayrıcalık oklavalı işlem idi ki bu; işlem gören(!) kız sayısına, saçların çekilme adedine ve şiddetine, elde sayılacak kadar saç teli birikintisi miktarına bağlı idi, derece-derece yani!
Ailenin düşüncesi; ileride onlardan birinin gelinleri olması ihtimali idi. Daha şimdiden, ölmez sağ kalırlarsa, o günlere ulaşırlarsa ve de torunları olursa ya da gelişen olaylar çağrışım yaparsa kendilerine o tatlı hatıraları anlatmak üzerine idi.
Döverölmez’in en kötü huyu yapılanları abartarak reklâm malzemesi gibi kullanıp kamuoyunu(!) aydınlatma çabasıydı(2);
“Şunun yüzünden bir ton sopa yedim yahu! Bunun yüzünden çekilen kulağım neredeyse yerinden kopuyordu yav! Falanca yüzünden falakaya yatırıldım, iki gündür doğru-dürüst yürüyemiyorum yavu! İki gün görünmedim, biliyor musunuz; aç-susuz-uykusuz karanlık oda hapsi yahu! Popoma iliştirilen tekmeler yüzünden oturamıyorum yav! Bilseniz neler çektim! Aha! Hep onlar yüzünden yavu!”
Fark edilmiştir; cümle sonları nokta şeklinde noktalama işareti yerine, “Yahu! Yav! Yavu!” kelimeleri ile bitiyordu, ünlemlerin belirtilmiş olmasa da adetlerinin ayrıcalığı vardı ki, o da olsundu o kadar!
Özet halinde yaşadıkları sıralanmaya kalkışılsa herhalde ciltlere sığmayacak bir kitap olurdu(4)! En iyisi satırbaşlarıyla başarılarını anonim olaylar olarak belirtmeyi denemekte yarar var;
Caddeye kaçan bir top peşinden koşarken, arabanın ona değil, onun arabaya çarpması, tıpkı bir köpeğin adamı değil, adamın köpeği ısırması gibi iftiraya uğramayacak bir haberdi!
Araba demişken kamyon kasasına asılıp düşme olayını pas geçmemek gerekti. Tekerlekler nedense kıyamamıştı kendine ve “Ne şehittir, ne gazi(5)?!” denilmekten “Niyazi’likten” kurtulmuştu!
Hangi akla hizmetse, caddedeki motosikletin önüne geçip “Dur!” işareti yapmış, duramayan motosiklet, onu bir miktar öldüremeyecek şekilde sürüklemişti! Neyse ki babası değil, motosiklet sürücüsü şikâyetçi olmamıştı, ayağındaki yara-bereler ve ufak bir kulak ve iç çekmesi ile alnının akıyla tertemiz aklanıp paklanmıştı!
Bir keresinde, sebebini hatırlamadığı bir nedenle koşup camiye saklanmış, vakti gelen ezan saati yakalanmasına eden olmuştu, başarısızlığının daniskası görünümlerden en feci olanı idi bu, kızların saçlarını çekmekteki gibi cezalandırılmaya razı olmak mecburiyetinde kalmıştı!
Aslında feci denilecek bir diğer yaşadığı olay, evde hiçbir yerde su yokmuş gibi, şişede gördüğü sıvıyı su niyetine, farkında olmaksızın içmesiydi ki, şişeyi yarım olarak gören annesi şüphelenmiş, içilen gazyağı olduğu için sorusunun cevabını “Ben” olarak alınca, atadan kalma kocakarı usulüyle(2) tepe üstü dikilip sarımsaklı yoğurt ile midesi yıkanmıştı bir bakıma, ölümden dönmüş olabilir miydi? Belki! Kaza idi sonuçta, ceza gerekmemişti!
Önemli olgulardan biri, bir pikniğe gittiklerinde dereden çıkan yengecin yampiri yürüyüşünü(2) onun sarhoş olduğu zannıyla kovalaması ve dereye düşüp bir bakıma boğulmaktan kendi kendine başarıyla kurtulması idi!
Bir bakıma, bir miktar fabrika artığı karışık su yutmuştu, ama olsundu, nazar çatlatmıştı(3), şifa olmuştu, hem zararı olmaz, acı patlıcanı kırağı çalmazdı(6)!
İşte bu sırada mikrop kapmıştı Döverölmez’in kolundaki o ufacık yara. Büyümüş, kocaman bir çıban olmuştu, hem baldırı kadardı kolu. Babası usta bir operatör olarak, bağırıp çağırmasına aldırmaksızın, bir iki fasıla ile kolundaki yarım sürahi kadar birikmiş o gri renkli irini boşaltıp kolunu eski haline getirmişti.
O sırada mahalleye gelen macır(1) kökenli Muzaffer Abisi; “Toplanın kopiller(1), bi fotoğrafınızı aliiim!” deyince sarılı kolunu sırtına doğru saklamıştı ustaca. Gerçek bir hatıraydı o.
İnşaat için yığılan kum üzerine duvardan atlayıp ayağının dizinden çıkmasına neden olmak olağandı. Ancak kovalamaca oynarken duvardaki kazığın alnında yara açması ve kısmi de olsa görme sorunu yaşamaya başlaması kendince affedebileceği bir sorun değildi.
Gene de işini, işlerini derslerini kendi başına yapıyor, yapabiliyordu, üstelik kısmi körlüğünü kimseye hissettirmeden!
En zoruna giden şey, saçlarını çektiği için çok kereler falaka mükâfatı kazandığı(!) Hanife adlı kızın, şımarıkça, sadistçe; “Merhaba! Hadisene, gelsene korkuyon mu yoksa?” sözüne tahammül edemeyip diğer bir mükâfatı hak edip(!), ondan sonraki zamanlar için sırf onunla karşılaşmamak için yolunu değiştirmek, saklanmak zorunda kalışı idi.
İlerde? “Kim bilir?” demek aczin ifadesiydi. Asla kim bilir modunda olması mümkün değildi! “Büyük lokma yut, büyük söz söyleme!” başkaları için kullanılmış bir söz olsa gerekti!
Zaman ilerliyor, Döverölmez büyüyor, günler ilerledikçe masumiyet(1) kazanıyor, olmadık şeylere bakış açısı değişiklik kazanmasına rağmen öfkesini yatıştırmakta zorluk çekiyordu. En çok zıttına giden şeylerden biri sokak aralarında hoparlörle, kornalarla “Hasta var mı, bebek var mı?” aldırmaksızın “Patatis, Sovancıların” höykürüşleri(1), hurdacıların boğuk, ürpertici sesleri, süt kamyonetlerinin acayip kornaları idi.
Eğer yollarda rastlarsa yollarda, okul önlerinde, sokak aralarında rastlarsa sokak ortalarında konuşuyor, rica ya da tehdit, olmadı kavga ediyordu. Çok zaman karşı koymakta, sopa atmakta, araçlarını tekmelemekte başarılı oluyorduysa da, bazı bazen pehlivan yapılı azmanlarla(1) baş etmesi mümkün olamıyor, kendi darbeleniyordu…
Geçen süre içinde büyümüş, büyümüşlerdi yahut; Döverölmez ve Hanife! Aynı liseye gidiyorlardı. Hınçlıydı küçük yaşlardan ikisi de birbirine karşı, unutulması mümkün olmayacak bir şekilde, daha çok ilk zamanlardaki gibi yolunu değiştiren, görmezden gelen, içinde titreşimler olmasına karşın kendini saklayan hep Döverölmez’di.
Bilmediği ise “Kadının fendinin” daima erkeğe üstün gelmesi idi.
Hanife okul yolunda reddedemeyeceği bir şekilde yaklaştı ona çekinmeksizin;
“Bu kadar yıl sonra aynı okula gidiyoruz, görmezden geliyor, saklanıyorsun. Zarar gören ben, zarar veren sensin ve buna karşın hâlâ küs müsün bana? Arkadaşın olmamdan, beni sevmekten, bana âşık olmaktan mı çekiniyorsun yoksa?”
“Kim? Ben mi?”
“Şu anda sokak ortasında ikimizden başka kimse olmadığına göre kimden bahsediyor olabilirim ki?”
“Gençlik heyecanı işte! Senden neden çekineyim ki? Tuzlayayım da kokma!”
“Bak! Samimi olabiliyor muşsun demek ki, tuzlamana gerek yok, uzat elini, kucaklamana, öpmene de gerek yok, ben düşüncelerine duygularına saygı duyarım, içinden ne geçerse geçsin!”
“Yoksa sen benim yalnızlığıma acıdığını mı ima etmek istiyorsun? Etme-bulma, arz-talep, etki-tepki işte! Çocukluğumda muzırlıklarla yediğim hurmalar, işte bu yaşlarda beni tırmalar! Yetmiyormuş gibi eskilerden kendini unutmayıp yanına gelen güzel bir kız eskinin hıncını şimdilerde almaya başlar, hak etmeyene yaklaşarak işte böyle!”
“Ne dedin sen? Gerçekten güzel mi buluyorsun beni?”
“Küçükken de güzeldin, şimdi de? Yalan mı söyleyeyim yani?”
“O zaman küçüklüğümüzden beri ilgisiz değilsin, itiraf et, hadi!”
“Git işine be kızım! Eceline mi susadın? Alay edecek başka birini bul, ya da şarkıdaki gibi; ‘Sen kendine kendin gibi bir bahar seç(7)!’ diyorum!”
“Bir defa kızın değilim! Arkadaşınım! Üstelik ben yakın arkadaşın olmak dileğindeyim, çünkü seni saçımı çektiğin, tokatladığın, kızıp tekmelediğin zamanlardan beri hatırlıyorum. Unutmadım! Unutmam da mümkün değil! Haydi, yalvartma beni, uzat elini…”
Durmak istedi Hami, duramadı, duraklayamadı bile, kaldırımdaki bir çıkıntı tökezlemesine(3) neden oldu, uzattığı eli havada kaldı, kapaklandı(3)! Ayağa kalkmakta sıkıntı çekiyordu, uzanan elin yardımına rağmen!
Bayılmış mıydı, kendinden mi geçmişti? Ne kadar çabuk akşam olmuştu? O kadar zaman geçmiş miydi aradan, neden aynı yerdeydiler, neden Hanife’nin kendisini tam olarak değil de, flu(1) olarak görüyordu ve tutmak istediği halde neden tutamıyordu ellerini onun?”
Hanife ilk defa bilinen adından ayrılarak ismiyle andı onu;
“Hami! Hami! Uzattım elimi, neden tutmuyorsun?”
“Nerde elin?”
“Görmüyor musun? Hayır! Olamaz Allah’ım!”
“Hanife biz nerdeyiz şimdi? Neden her yer karanlık? Bugün ayın kaçı? Saat kaç şimdi? Neden karanlığa kadar buralarda kaldık?”
“Gerçek misin Hami? Kafanı mı vurdun yoksa kaldırıma? Cidden göremiyor musun?”
“Acındırmama gerek var mı? Demek ki beddua ettin, Allah da senin yüzünden cezalandırdı beni! Kör oldum galiba temelli? Hadi git! Zil takıp oyna! Sana ettim, sen de buldurdun! Beni bırak böylesine? Ben çözüm üretirim kendim kendime?”
“Seni bu durumda bırakacağıma nasıl inanırsın ki? Şimdi bana mecbursun, seni sevdiğime…”
“Acıdığıma, demek istedin galiba?”
“Yol boyu söylediklerimden hiç biri mi kalmadı aklında? Bundan sonra ben senin gözlerinim, sana başlangıcımdan aklımı başıma devşirip bugünlere ulaşmama sebep olan sevgimle her şeyin olma gayreti yaşayacağım!”
“Bak Hanife, itiraf ediyorum, ben de seni unutmadım, hep saygıyla…
Yani bitip tükenmeyen bir özlemle, sevgiyle andım içimden. Ama şimdi acıman, benimle meşgul olmaya kendini zorunlu hissetmen yıkar beni! Ne senin yaşamını körleştirmeye, ne de bana ömür boyu desteğini istemeye hakkım var!...
Tek bir rica, beni görme engelli biri olarak evime teslim et ve kokunu bile esirge benden!”
“Yapamam!”
“Sevdiğini söyledin! Sevdiğime inanman da dileğim, o halde bu karşılıklı sevginin inancını kabullenmen ve yaşamından çıkmam için bana destek ol! Lütfen! Yalvarmam gerekiyorsa, yalvarırım!...”
Teslim-tesellüm bağırış, çığırış, talihe, kadere inanış şeklinde gerçekleşmişti, yalnızdı artık Hami ve artık Döverölmez de değildi, bedeni değilse de ruhu ölmüştü…
Üstelik her şeye rağmen yanında olmasını dilediği halde, kendini yasakladığının da kendini uzaklardan izlediğini, elinden bir şey gelememesi dolayısıyla üzüntüden bir deri-bir kemik haline geldiğini bilmesi mümkün değildi.
Sormuyor, sormaya üşenmiyor, ama korkuyordu, engelli olmadan bir seveni görmez olarak engelli olmaya mecbur eder gibi.
Braille Alfabesi(2) ile bilmesi gerekenleri kısa zaman içinde öğrenmiş olsa da, çaresizliği düşünmüyor, yeniden görmek için çare arıyordu, ilerleyen zamanda. Aynı okuldan mezun olup da tıp fakültesine devam eden bir arkadaşı vardı Hami’nin.
Sırf kendi gibi olan özürlülere yardımcı olmak için ilerleyen zamanda “Göz Doktoru” olmayı seçeceğini belli eden arkadaşı Hamdi, öğretmenlerinden, profesörlerden her gün değilse de çok zaman iyi olmasını dilediği haberleri ulaştırmaya çalışıyordu ona.
Bir gün mutlaka eski haline dönecek, görecekti, hem yaşamda en çok görmeyi istediğini yeniden görecekti!
Arkadaşı bir gün arabasına bindirip profesörlerden birine göstermek için hastaneye götürdü onu.
Kafasını sallamadı Profesör; “Umarım!” diye başlangıcı oldu sözlerinin. Mutluydu Hami, hatta Döverölmez olmayı bile kurgulamaya başlamıştı zihninde. Arkadaşını beklemedi, neredeyse hoplayarak, zıplayarak, sekerek çıktı hastaneden caddeye, farkında olmaksızın bastonunu eline almaksızın, gözlüğünü takmaksızın…
Acı bir fren ve acımasız bir korna sesi ile “Kör müsün be adam?” şeklinde sesleniş…
“Burası bir hastane beyefendi! Her zaman hazırlıklı olmalı ve yavaş gitmelisiniz, üstelik korna çalınmayacağını bu yaşa gelmişsiniz, ama hâlâ öğrenememişsiniz. Beyefendi demek mecburiyetinde kaldığım için kendime kızıyorum, siz adam olmayı bile öğrenememişsiniz!”
Aracın kapısını açan genç adam, trafiği engellemesine, yanındaki genç kızın; “Abi dur, yapma!” demesine aldırmaksızın yumruklayıp iteklemişti Hami’yi. Bulanık görmeye alışmış birinin daha bulanık görme gibi bir şansı olabilir miydi?
Yere düşen ve ağzı kanayan Hami, üstünü başını silkelemeye ve kör oluşunun ispatı gibi katlanır bastonunu cebinden çıkarmaya çalışırken, gözlüklerini gözlerine taktı ve son sözlerini esirgemedi;
“Görünüşünüzü hissedemiyorum bile, ama gerçekten adam değilmişsiniz! Yanılmamışım!”
Aracını hastane valesine(1) teslim eden genç adam kız kardeşiyle birlikte koluna girmeye çalışırken yalvarır gibiydi;
“Bağışlayın lütfen! Ben adam değilim gerçekten, bilemedim!”
Bu sırada Hami’nin tıpta okuyan arkadaşı hastanenin kapısından çıkarken onlarla karşılaştı;
“Hayırdır Hami? Ne oldu?”
“Kaldırıma takıldım, tedbirsizlik işte, bu genç arkadaş elimden tuttu, aslında bir şeyim yok, sadece gönlüm yaralı, her zamanki gibi. Hadi genç arkadaşa teşekkür et, beni eve bırak ve yol boyu profesörün neler dediğini söyle bana, umut var mı?”
Teşekkür etme gerekliliği ile göremediklerinin tarafına döndüğü inancıyla;
“Gençler! Teşekkür ederim, sizlere iyi günler, lütfen dikkat etmeniz gereken yerlerde dikkatli olup, kurallara uyun lütfen!”
Sözü nereye getirdiğini anlamıştı, sessizliklerindeki gençler. Genç adam sadece aracın plâka numarasını ve Hami’nin adını tuttu aklında; yeterli olup olamayacağını bilmeksizin...
Sonra aniden karar verdi, aracı park etmeye çalışan valenin eline para sıkıştırıp, kardeşini yanına oturtturduktan sonra, her türlü riski göze alıp önündeki arabaya yetişti ve uzaktan uzağa arkasından takip etmeye başladı.
Ne kendisi, ne de yanındaki kendisine “Abi!” diyen, ne yapmak istediklerinin farkında değillerdi…
Ağabey-kardeş Hamdi’nin arabasının arkasına arabalarını park ettiklerinde, Tanrının; “Bir uzvu zayıflatıp diğer bir uzvu güçlendirirmiş!” kuralı gereği hassaslaşmış bir kulak yapısına sahip olmasına rağmen ne Hami, ne de Tıbbiyeli Hamdi arkalarında duran arabanın ve ağabeyine “Yerinde kalmasını” rica ederek kapıyı açıp araçtan inen genç kızın farkında olamamışlardı.
Hami ve Hamdi’nin dalgınlığında Nusret ve Nesteren kardeşler de ayrı ayrı aynı dalgınlığın esareti altında, ne diyeceklerini, nasıl davranacaklarını bilmiyorlardı.
Gerçeği saklayarak ucuz da olsa bir yalan bulmalıydı, özellikle ağabeyinin savunucusu olarak ayakta dikilen, ağabeyinin davranışı nedeniyle bir kısım yaşananları çözümlemekte sıkıntı çeken Nesteren için bu, gereklilik ötesinde zorunluluktu.
Bildikleri Hami’yi ismen, tıbbiyeliyi isimsiz, şekil olarak ve tıbbiyelinin belki de o yaşlarda kendisine değil de, babasına, ya da ağabeyine ait olması muhtemel arabasının plâkasıyla tanımalarıydı.
Ancak Sokrat gibi ya da onun kadar olmasa da; “Bildiklerinin hiçbir şey bilmedikleri olduğunun(8)” farkındaydılar, denebilir!
Ağabeyinin yaşattıklarını sorun olarak görmekle birlikte Nesteren, kendinde aniden etkilenme şeklinde oluşan değişikliklerin farkında olmamak için kendisi, kendisine karşı direniyordu.
Hami’yi yerine teslim edip arabasına döneceğini umduğu, ismini bilmese de tıbbiyeli olduğu kanaatini yaşadığını bekliyordu genç kız, hemen hemen o genç adamın arabasına yakın kıyı-köşe gibi bir yerde.
Ve Hami’yi sessiz, karanlık ve yalnızlığa mahkûm olduğu yerine iade ederek kapıdan çıkan Hamdi arabasına dönüyordu.
Ki…
Şaşkınlık dolu bakışlarını engelleyemedi. Onu hastane kapısında, Hami’ye yardım etme çabası yaşarken görmüş, ulaşılamayacak bir melek olarak şekillendirmişti genç kızı, haddini bilmesinin(9) gerekliliği ile konumunu, yaşamını, okumasını düşünüp, zihninde tartarak. Şimdi karşısındaydı o!
Ne alâka?
Ayrı dünyalarda aynı anı yaşayan iki kalbin desibeli(1) kurgulanamayacak gümbürtüsü gökyüzüne doğru yükselir gibiydi, bakışlardaki yakınlık öylesine belirgindi ki, bilir-bilmez, anlaşılır-anlaşılmaz, birbirine ait oldukları halde birbirlerini bilememişler konumda…
Ferhat ile Şirin? Evet! Gerçeğin ta kendisi idi bu, inkâr edilmesi mümkün olmayacak bir boyutta.
Bu konumu özellikle Şirin, pardon yani Nesteren için kendine bile açıklamak mümkün değildi, kendine gelmeliydi, toparlamalıydı kendini, düzeltilmesi gereken bir hata, dilenmesi, içten bir özür ve hemen anında denilebilecek bir şekilde ifade edilmesi gereken bir yalan vardı. Ama ne?
Nesteren yüreğine taş basması, bağlaması(3), heyecanını fark ettirmemesi, kalbinin sesini susturması gereğinin farkındaydı, ama bilinçsiz, güçsüz, yardım dilercesine gibi.
“Şey!” dedi yutkundu, geri dönmesinin mümkün olamayacağı bir yola girdiğinin farkında olmasına rağmen, hazırladığına inandığı yalanı söylemesi gerektiğine, kendisi inanıyor olmasa da, karşı tarafı inandırma gayreti ve mecburiyeti içinde hissediyordu kendini.
Duraklamasının ötesinde, ister-istemez, içinden gelmesini engellemeye çalışsa da hafif bir tebessümle aynı kelimeyle sözüne devam etme mecburiyeti yaşadı;
“Şey! Arkadaşınız Hami’nin kör olmadan önceki çok yakın kız arkadaşıydım ben ve…”
“Şaka yapmıyorsunuz, eminsiniz değil mi?”
“Daha sözümü bile bitirmemiştim, bu, nasıl bir soru, sanki yalan söylüyor muşum gibi?”
“Sizce?”
“Haddinizi aştığınızın(3) ve beni nasıl suçladığınızın farkında mısınız?”
“Bakın… İsminizi ne demiştiniz?”
“Söylemedim ki…”
“O zaman şöyle söylemeye çalışayım, ismini öğrenemediğim hanımefendi efendim! Ben Hamdi, Hami ile doğma-büyüme aynı sokağın yan yana komşu, birbirinden ayrı olmayan iki ailenin, birbirinden hiç ayrılmamış iki çocuklarıyız, canciğer-kuzu sarması(2) denecek bir şekilde, sadece içtikleri su ayrı giden, birbirinin içini-dışını, her şeyini bilen! Anlatabiliyor muyum efendim? Lütfen söz olarak araya girmeyin, girmeye çalışmayın! Anlaşmış olalım mı?”
“Buyurun! Devam edin! Sonucuna katlanmam gerek galiba?”
“Sizin Hami’nin yakın kız arkadaşı olmanız mümkün değil efendim! Çünkü onun, ölecek olsa bile vazgeçemeyeceği, yaşadığı bu konumda bile vazgeçmesinin mümkün olamayacağı aynı sokakta yıllar yılı birlikteliği olan bir sevgilisi, sevdalısı, hatta hayatını üleşmeyi düşündüğü bir sevgilisi var, o; Hanife!..
Ben bir şeyler biliyorum ki; her ne kadar Hami’nin gözlerinde arıza oluşup da reddetmeye çalışma imkânlarını zorlaması olsa da Hanife’nin ondan vazgeçmesi mümkün değil ve onun fiziksel olarak eksikliğini umursamaksızın noksanı olmayan çocuklar doğurma arzusu var…
Biliyorum, hatta kesinlikle. Bundan eminim, buna ‘Kör kadı efendinin bile şahit olacağını’ söyleyip iddialaşabilirim! Süre; önemli değil! Ha bugün, yarın, ha da yarından da yakın, ama mutlaka! Hatta ‘Bir gün, mutlaka diyorum!’ Devam edeyim mi?”
“Evet! Mutlaka! Yavan olmayan bir ‘Love Story’ yani; ‘Aşk Hikâyesi’ galiba?”
“Tavrınızı anlıyorum! Gücenmem mümkün değil, çünkü içimdekileri daha sonralarda anlatmak dileğindeyim! Bilin ki hanımefendi, et tırnaktan ayrılmaz, her ne kadar ana-evlât için söylenmiş olsa da, bunun geçerliliği ‘Hami ve Hanife’ için de gerçek!..
İddia etmiyorum, bilin istiyorum, siz asla ‘O’ olamazsınız! “O” olmayı arzulayıp dileseniz bile gönlünüz elvermez, araya girmez, giremezsiniz, çünkü sizin gönlünüzde olanı biliyorum gibi, bir iddiam var!..
Ancak bunu şimdi ve hemen ayaküstü söyleyecek kadar cesur değilim. İzin verin, daha sonra anlatmaya çalışayım, istediğiniz bir gün, arzuladığınız bir saat ve istediğiniz bir yerde, içimdekilerle ve tüm içtenliğimle, doğal olarak eğer kabullenirseniz?”
“Hayır! Hemen şimdi! Bilir bilmez bu kadar saçmalık ve sözlerden sonra buyurun! Söz hakkı sizin beyefendi!”
“Öncelikle utanarak söylemeye çalışacağım, ama yalanınızı yüzünüze vurmama izin verin! Öncelikle Hanife varken, üstelik gözleri görmezken, sadece sesinizle etkilediğinizi sandığınız kişi, kör olsa bile iki sevdalı olarak birbirinden başkasını görmeyen Hami ile Hanife’nin birbiri için yaratıldığını kabullenin lütfen!..
Ve neden yalan söylemek mecburiyetinde kaldığınızı biliyorum, ama bilmemek hakkımı kullanarak gün gelecek mutlaka öğreneceğim!”
“Sizi bu kadar cesur olmaya yönlendiren fikir ne?”
“O kadar güzelsiniz ki, meğerki sizi daha önce hani meselâ arkadaşım Hami’nin yanında görmüş olsaydım, asla unutmazdım. Ama ‘Arkadaşınız yoksa arkadaşım olun!’ diyecek kadar da cesur olamam, çünkü üniversiteye henüz başladım, nelerin, ne zaman niçin gerektiğini, yasaklarımı biliyorum. Bu nedenledir ki; sözlerimi, şaşkınlığımı, çarpılmışlığımı unutun gitsin!”
“Sahi, sanki sizi çarpan bir şeytan mıyım, ağzınızı, burnunuzu eğip çarpıtacak?”
“Eziyet etme çabanızı ayıpladım, bu kadarı size yetsin lütfen!”
“Peki! Beni Hami kardeşle tanıştırın, görüştürün ve sonra çarpık dünyanıza dön…”
“Hamdi, efendim!”
“Peki, Hamdi Bey!”
“Öğrenci olduğumu söyledim. Ne bey, ne de etkileyip karşımdakine kul-köle olacak kadar büyümedim efendim. Beni tanıdınız, ben; Hamdi! Peki, sizi Hami’ye ‘Kim?’ diye tanıtacağım?”
“Nesteren Kardeş, dersiniz!”
“Peki, ama sadece Nesteren! Hakkım olmasa da, hak etmesem de ömür boyu olacak, ömür boyu süreceğine inandığım hayallerim, rüyalarım isminle süslenecek!”
“Şair; ‘İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar(10)!’ demiş, onun sözüne karşılık bir düşünür de; ‘Hayallerinin esiri olma(10)!’ demiş. Karar sizin! Bir umut gibi gözlemlemeyin lütfen, ama bir deyişle; ‘Gün doğmadan, neler doğar(11)!’ Çok uzun oldu, ağabeyim bir şey var, sanacak, ‘Bacak kadar kız(2), n’apıyo, öyle!’ diyecek, her zaman olduğu gibi, kısaca!”
“Size değil, bana kızması da, aramızda şu kısa zaman içinde bir şeyler var, sanması da umurumda değil, netice itibariyle hoşgörüleri(1) sınırsız ağabey-kardeşsiniz; sözleriniz de, davranışlarınız birbirinizi incitmez! Dışarda kalanın, hele ki bu konumuna aldırmayan bir sığır çobanı niteliğinde bir öğrenci içinse canı çıksın, önemsiz. Affedersiniz…”
“Estağfurullah, özür dilerim, çıkmasın canınız. Siz de bir ananın kuzususunuz. Ama biraz daha, böyle ‘Çan-çan! Dedim ki, dedim ki!’ diye devam edersek ağabeyim yanımıza gelir ve öylesine sözler eder ki; ikimiz de ‘Eşşekten düşmüş karpuza döneriz!’ alimallah(3)!”
“Peki, hemen!”
Hami’nin evinin Hamdi’nin teklifsizce girip çıkması için yedek bir anahtarı vardı, sırası olmasa da aynı anahtardan bir örnek de Hanife’nin cebinde saklı idi. Giriş kapısını açan Hamdi;
“Merdivenler dik, düşmeyesin!” diyerek öne geçip elini arkasına doğru uzattı Hamdi. Nesteren o eli tuttuğunda gökten tüm heybetiyle bir meteor düştü sanki gümbür gümbür…
Şaşkınlaştı Hamdi, engelleyemediği bir şekilde elinde olmaksızın, merdiveni bir basamak inip engellemesine fırsat bırakmadan kulağını Nesteren’in sol göğsüne dayadı. Yöresel olarak, muhtemelen çok kullanılan bir deyim olsa gerek;
“Breh! Breh! Bu ne çarpıntı, güzel kız!” dediğinde cevap kolaylıkla döküldü genç kızın dudaklarından;
“Adım Nesteren! Bunu eğer bir başkasına söylersen ve söz kulağıma ulaşırsa, öldürmem, ama süründürürüm seni!”
“Çok korktum, kıyma bana, diyeceğimi, sanma! Ama söz veriyorum, yaşamımda ikimizden başka kimsenin, kalbinin benim için çarptığından haberi olmayacak. Ama ‘Unut!’ dersen, bak bunun için kesinlikle söz veremem, eğer ismini söylememe içtenlikle izin verirsen!”
Sustu Nesteren! Sükût ikrardan gelirdi, yani susmak; doğrulamak demekti!
“Nesteren!” dedi Hamdi, sıktı, sıkı sıkı tuttu elini onun. Başını eğdi genç kız, açık vermiş, kendini belli etmiş, utanmıştı. Peşi sıra çıktı merdivenleri.
Hamdi mutluydu, o güne kadar yasaklara boyun eğip, çevresinde gözlerini gezdirmemişti bile, ne yerde, ne de göklerde aramıştı, şimdi unutamayıp ikinci kez, Tanrı’nın lütfuyla karşılaştığını. Tanrı bir olmadık zamanda, bir olmadık yerde, bir nimet gibi pattadak(1) çıkartmıştı “Geleceğim” dediğini karşısına. Kavuşmak bir sanat, sevmek ve hele anında âşık olmak; ibadetti!
Kapıyı açan Hamdi, içeri girmedi, kapı önünden yana çekildi, Nesteren’in içeri girmesi için ve sonra rahat konuşmalarını dilercesine kapıyı dışarıdan kapatmadan önce seslendi;
“Hami! Bak, sana birini getirdim! Adı Nesteren! Seninle konuşacakları varmış, siz konuşadurun, ben de arabaya ineyim, orada bu kızın ağabeyi var, belki o da gelmek seninle konuşmak isteyebilir. Ya da bana anlatır, uygun bir zamanda ben aktarırım sana, bilip anlayamadığın yerler, kelimeler olursa tercüme ederek…”
Hami, sözlere karşılık içinden bir şeyler geçirdi mi, bilinmez, ama içeri giren Nesteren, izin isteyip dizlerinin önüne çöküp Hami’den özür diledi uzun boylu! Ve sonra;
“Bir isteğiniz olursa, lütfen beni arayın bir kardeş olarak, çünkü sizi ve kime ait olduğunuzu görmemiş olsam da biliyorum. Ben ve ağabeyim, hatta tüm ailem ömrümüz boyu size yardımcı olmaya çalışacağız” diyerek telefon numarasını işledi cep telefonuna. “N” harfinin hemen en başına, öncelikli olarak kayıtlıydı. Hami arar aramaz hemen karşısında olacaktı.
Nesteren’e göre, Hamdi ile ilgili olarak; “Bir nal devreye girmişti!” Üç nal ile bir at için uzunca bir okul süresi vardı önünde, meğerki yeter ki karşısındaki tıbbiyeli nasıl ve ne zaman adım atacağını bilsin, kendinden beklemesindi, bazı şeyleri…
Oysaki karşısındaki buram buram yanıyordu(3), ateş bacayı bile sarmıştı(3), karşılıklı olarak iyi dileklerini birbirlerine iletirken yüreği yerinden fırlayacakmış gibi atan Nesteren’in burnuna yanık kokusu ulaşmıyor muydu acaba?
İkisi de sabırsızdı, günler değil, bir tam gün bile geçmemişti birbirinden ayrılalı, özlem doluydular. Sanki ciddi anlamda birbirlerine telefon numaralarını, İkametgâhlarını, Nüfus Kâğıdı ve Nüfus Kayıt örneklerini vermişler gibi heyecan içindeydiler.
Her ikisine de gelen her mesaj, çalan her telefon heyecanlarını doruklara ulaştırıyordu.
Böyle, bu şekil durumları dış mihraklar(!)(2) oldukça yakından takip ediyorlar olsa gerekti! Banka, market reklâmları, spor, magazin, seçim, geçim…
haberleri mesajlarla ulaşıyor, siliniyor, telefondaki sözler ise, teşekkür edilerek sonuçlandırılıyordu.
Sessizlik vardı ortamda, bir kalem üzerinde durulmadan geçilmesi gereken, belki ilerilerde sebep-gelişme-sonuç ilişkisi ile dillendirilebilirdi.
Sessizlikle birlikte görüntüsüzlüğü de yaşayan bir can vardı dünyada, ülkede, şehirde, sokakta, gündüzleri herkesin boşalttığı yalnızlık yüklü bomboş evde.
Hami için günler, geceler, aylar, mevsimler geçti(12) aradan tıpkı şarkıdaki gibi. Munis(1) bir ev kedisi gibi çakılı durmadı odalarda, sadece sesini duyabildiği televizyon karşısında, pencereler önlerinde kuş-çocuk seslerini duyduğu, yandaki fırından ulaşan ekmek kokusunu soluduğu.
Gelen geçenlerin tanıdık selâmları, özellikle marketteki delikanlının pencerede göründüğü saatlerde; “Bir şey lâzım mı ağabey?” şeklinde seslenişi mutlu ediyordu kendini…
Yaşamının bu bölümünde, hoşuna gittiği, mutlu olduğu halde, bir başka yaşamı karartmamak için Hanife’den uzak duruyor, durmaya çalışıyor, uzak kalmak için inatlaşıyordu.
Hanife öylesine egemendi ki kendisine, kapıda dönen anahtar sesinden, ayak seslerinden en önemlisi kendisine ulaşan teninin kokusundan onun, o olduğunu anlayarak, hiddetle, şiddetle, bağırarak, çığırarak; “Kendisine acımamasını, sevmekten, sevmeye çalışmaktan uzak durmasını” istiyordu.
Buna; “Emretmek” de denebilir(di), parantez içinde.
Bir keresinde, görür-görmez(!) bir hamlesi oldu Hami’nin, Hanife’nin elindeki anahtarları almak için. Başaramadığı gibi, Hanife’nin elini acıtması, kafasını çarparak kafasını incitmesi üzmüştü, hem her ikisini de.
“İsteseydin verirdim!” dedi Hanife kahırla.
Anahtar onda kaldı; “İstemem, ama yan cebime koy!” manzarası oluşmuştu. Hami’nin yaşadığı serden ve yârden vazgeçmemek(3) gibi bir şeydi!
Günlerden bir gün pencere kenarında öylesine oturup, ekmek kokularını sindirmeye çalışırken onun kendine baktığını hissetti Hami. O; o idi, hak etmediği, hak etmesinin mümkün olmadığı, hatırından çıkmayan, ama hatırından çıkarması gereken;
“Bakma öyle sevecen! Zaten zayıfım, düşürme beni elden, ayaktan da!” demesine rağmen merdivenleri paldır küldür inip(3), nefesini daha içine sindirerek hissetmek için sadece araladı cümle kapısını. Dillendi(3) Hanife;
“Gel inat etme! Zalim olma! Gönül gözün hep açık, beni görmek, duymak, koklamak, öpmek, kucaklamak için! Ekmek, sokak kokuları içinde bile kokumu, göremesen bile beni ayırt ediyor, edebiliyorsun. Tekrarlıyorum. Vazgeç inadından. Senin olmamı istemesen, kabullenmesen bile yanında, hiç olmazsa yakınında, yakınlarında olmama izin ver!”
“Defol!” sesi apartmanın tüm merdivenlerinde, karelerinde, kapılarında yankılanmış ve sözün kısası; defolmak zorunda kalmıştı Hanife. Ama hemen uzaklaşmamış, uzaklaşamamıştı oralardan uzunca bir süre.
Uzaklaşması da mümkün değildi. Çocuk gönlünde, başlangıçtan, saçını ilk kez, sonralarında defalarca çekişinden ve kendi yüzünden defalarca falakaya yatırıldığından beri içinde, yaşamında idi o, vazgeçemezdi, toprak olsa bile…
Hüzünlü yaşamına geri döndü kös kös Hami.
“Boş değil, boşa geçen zaman vardı(13)”, söz etkilemişti kendini. İçinden geçti sözler teker teker, çünkü başlangıçta o büyük ozanın; “Kör olmak iyi bir şeydir, ne güzeldir sevmek karanlığı(14)” sözü etkilemişti kendini.
Sonra hepsi değil, ama birkaç tanesi daha, daha taşınmıştı beyninin en ücra köşelerine kadar.
“Körler görmese de yıldızlar vardır!(14)
Kimse görmek istemeyenler kadar kör değildir (14)
Görmek istemeyenlerden daha kör kişi olur mu(14)?”
Ve aynı şaire ait birbirini takip eden iki yumuşak, akıl dolu söz;
“Kapalı gözler, ruhu seyretmenin en güzel şeklidir(14)!”
ve kendini doyuran en mükemmel söz;
“Bizde eksik olan bizi çeker, hiç kimse kör kadar sevemez!(14)”
Her ne kadar kendine güvenip beyaz kâğıtlar üzerinde gezinen siyahlıklara, parmaklarıyla okuduğu noktalara egemense de gereğini, gerçeğini inkâr edemezdi bir öğretmene ihtiyacı vardı. Hem hemen, mutlaka, hissetmiş gibi, diler, arzular, ister gibi. Ağabeyine, ablalarına rica etti;
“Bana öğretmen bulun, öğretsin bana, bileyim öğrenmem gereken her şeyi!” dedi.
Öğretmen aradılar, konu ile ilgili olarak yardımcı olması için. Bilmese de, öğrenmek ve yanında, yakınında olmak için Hanife talip oldu bu göreve. Allandı, pullandı(3), kokular süründü hissedilmemek için. Gene de, cisminin her zerresinin algıladığı kokusunu hissetti Hami;
“Sen öğretmen! Sen, bana yardımcı olacak öğretmenim değilsin, Hanife’sin! İstemediğimi bildiğin halde, bu yolu mu denemek istedin?”
“Evet! Bıktım artık sensizlikten! Bir şişe kezzap(1) aldım, uzat elini, yokla şişeyi. Eğer yine sözlerini tekrarlayıp, tekleyip reddedersen, hemen burada şişeyi gözlerime döküp senin gibi kör olup öyle uzaklaşacağım senden, hem de aranmayacak, bulunmayacak bir şekilde, temelli…
Mademki beni görmeyecek, benimle konuşup söyleşmeyecek, kokumu, sıcaklığımı hissetmeyeceksin, beni istemiyor, hatta arzulamıyorsan, o halde neden yaşamında kalmak için iddialaşayım ki!”
“Dur! Gitme! Deli olma! Dök, ya da at o şişeyi! Sana inandım!”
“Nasıl yani, göğsüne mi yaslanayım, sıcaklığını, sevgi dolu olmasını arzuladığım sözlerine mi kulak vereyim? Gözlerin, kulakların, ellerin, ayakların…”
Duygulandı Hami, elinde değildi, kayıtsız olmak, güçsüzdü zaten;
“Dur! Nefes al, lütfen! Kısaca; ‘Her şeyim ol!’ inanarak!”
“Böyle bir teklif dünyada hiçbir genç kıza nasip olmamıştır. Mademki çok ısrar ettin(!), yalvardın, yakardın, sana nasıl ‘Hayır!’ derim ki, dileğini nasıl kabullenmem ki! Ben de senin olmayı düşledim hep, bugün şu andan itibaren, ömür boyu seninim! Yardım edeyim mi, yardımcı olayım mı, hadi öp beni ilk kez, devamı gelecek gibi!”
Dünya aydınlandı…
Öğretmenler geldi ve destek oldu Hanife de Hami’ye.
Braille Alfabesini öğrendi eni konu(1), sular seller(3) gibi hatmederek(3), çatır çatır! Bilgisayar kullanmayı öğrendi yaşamdaki tek desteğinin ve küçük ablasının katkıları, Hanife’nin destek ve yardımları, yazdıklarındaki harf, kelime, ayrım, gramer, noktalama işaretleri ile düzeltmeleri kabullenerek.
Öncelerden, yani gözleri görürken kullanmayı bildiği cep telefonunu ilkokula yeni başlamış bebeler gibi yeniden öğrendi, başlangıçlarda özellikle mesaj yazarken; “şey” yazmak yerine “sex” yazmak gibi yanlışları olsa da.
Önce bir, sonra şekillendirip ikinci bir öykü aldı kaleme. İlk öyküsü; “Kör, Gülpembe ve Güldehen(15)” idi. Köyden şehire inen Gülpembe, onlara destek olan Güldehen, bir futbol maçında kafasına yediği tekme ile kör olan Mehmet’in kısa aşk öyküsü.
İkincisi; metroda birbiri ile hiçbir ilintisi olmaksızın karşılaşan henüz doktor olmuş, intörn(1) veya asistan bir doktor hanımla, bir ressam ve grafiker(1) olanın yanlış bir ortamda ucuz denilecek bir söylemde “Sapıklık” bilmecesi sonucunda evlenmeye kadar ulaşan “Bakarkör -ya da- Sapık(16)” öyküsü.
Öncelikle kendi alfabesinde, sonra bilgisayarda alelusul kaleme aldığı öykülerdi bunlar, öncelikle küçük ablasının flash bellek(2) sonrasında Hanife’nin yardımıyla kendine getirdiği paragraflarla.
Gizleniyor, belki ekonomik koşullar, belki devletin katı kuralları nedeniyle yayınlamak istemiyordu.
Varsın kendine kalsındı, belki…
belki günün birinde…
belki de öldükten sonra…
belki bir normal olmayan zamanda, tesadüfen birinin, birilerinin ilgisini çekerse ne âlâ, çekmezse çok değerli insanların kaybolan değerli eserleri gibi değersiz gibi görünseler de tarihin çöplüğünde başarıyla yer alırlardı!
O kadar!
Bir sanatkârın sözlerinden etkilenerek(17) hemen o anda dizeleri sıralayıverdi.
“Öldüğümde;
bir bohça yapın şiirlerimi
(ve hatta öykülerimi de)
koyun benimle kabrime
(ölmeyecek aşkım,
duygu ve düşüncelerimin aksine
ben ölünce
şiirlerim de ölmüş olacaklar zira)
düşünülenin aksine
ayak ucuma değil
başucuma...
Çünkü benim için
onların yeri orası idi
(daima)… (18)”
Şimdilik kaydıyla bir kenara koydu şiirini Hami.
Hiç umudu var gibi görünmese de bir kurgu film gibi kendini çizmeye çalışacaktı hayali, hani meselâ geleceğini kaleme alacaktı; “Kör, Değersiz Yalnızlık ve Evrende Tek(19)” olarak.
Karasızdı! Muhteşem Âşık Veysel gibi; “Turnaları, urbaları, kurnaları, karıncaları” kıskançlığı yorumlayacak gibi, gözleri görürken şimdi tamamen görmez oluşu gibi mi, yoksa Eşref Armağan gibi doğuştan kör olmayı mı işleyecekti öyküsünde?
Kararsızdı! Üstelik öykü, hadi ilerlemiş durumda roman diye düşünsün; dram(20), mizah(20), komedi(20), melodram(20), opera(20), operet(20), bale(20), pandomima(20), skeç(20), revü(20), vodvil(20) veya en basit olasılıkla birinin anlatışında söyleşi şeklinde(20) mi olmalıydı? Fikrini soru işaretleriyle donatılmış olarak satırbaşlarıyla bir kenara ayırdı.
Şiirlere başladı, önce uyaklı olarak, başlangıç dizesinden sonra diğer uyakları arayarak, uyakları tutturmakta zorluk çekse de. Şiir merakı, kendisini iyice kör, karanlık ve sessiz eve hapsetmişti. Yazdıklarını, beğenmedi, beğenmediklerinin yerleri ise kâğıt sepetiydi. Şunlar;
“Dün, dünden yakın, bugünü bugünde bana bırak,
Gönlümün ıssızlığında gözyaşlarımla ıslak,
Beni bana sakla, seni bende gizle, bana bak!
Gözlerim kör olsa da bil, sende görürüm seni.(21)”
“Şu bilinmelidir ki; ‘Yaşam olamaz adil!’
Sınav gibi yaşamda hiçbir şey değil acil,
Günde birkaç dakika sessizce yaşanmalı
Kör ve sağır olmalı, hem konuşmamalı dil. (22)”
Kanatlanır kuşlar, başlayınca ayrılık,
Kördür masamda çerçevesiz ayna, kırık
Boğazımda düğümlenince bir hıçkırık
Sitemle bunalıp, utançla yol almazdım. (23)”
Sonra yumuşak bir geçiş yaptı serbest bırakarak kendini;
“Güneş nasıl aydınlatırsa aydınlatsın günü
Ay nasıl ışırsa ışısın geceye
Körsen eğer
göremezsin
Çünkü bilmezsin
aydınlığı, ışığı...
İşte gözleri açık olup da
Göremeyenlerin durumu...
Ve daha hazini;
kör kalmakta ısrar eder
bu zavallılar…(24)”
“Körsem;
bu Tanrının eziyeti değil,
kendi kusurum; görmemek,
görememek
gerçeği... (25)”
“Kapatınca Tanrı bir kapıyı
diğerini açarmış
hem ardına kadar
belki kör oldum
göremiyorum
belki de hissedemiyorum…(26)”
En sonunda kendi için, bugün şu an için bir dörtlük şekillendirdi, başlangıcı şöyleydi, devamı gelsin umuduyla;
“Gördüm(!) ya, işte! Hiç de zor değilmiş kör olmak,
Yaşama küsmekle eşdeğermiş nankör olmak,
Beteri de var, göz açıkken bakar kör olmak
O halde, kör olsa da görebilmeli insan! (27)”
Devamını getiremedi, küstü kendine, yakıştırdığı dizeleri buruşturup aynı çöp sepetine atarken, uyaklar becerili, konular anlaşılır gibi olmasına rağmen beğenmedi, hevesini…
Bir diğeri, daha sonra, uyaklı, uyaksız dizeler serbest düzende yerlerini alma çabalarında pek başarılı görünmeseler de, başarılı olduğuna inanamasa da, son dizeleri, kâğıt sepetine buruşturarak atmak yerine, incinmelerini istemezcesine kâğıt sepetinin yanına yerleştirmeye gayret etti.
Oysa hiç de gerekli değildi kendi kanısına göre, o dizelerin tümünün doğrudan doğruyu kâğıt sepetini ilgili boyutta sevdalandırmalarının kendi bile farkında değildi (Belki de)!
Dizelerindeki karamsarlığa(1) karşın yaşama küsmemişti, yaşam ve Hanife engellemişti küsmesini. En çok özendiği, özlediği, gizli-saklı değil, aşikâr olan; devamlı görüp(!) koklayacağının hep yanında, yakınında kalmasıydı.
Göremese de gören gözler destek oldular kendisine, hem bir günlüğüne, üç-beş haftalığına değil, ömür boyu, sadece küçük abla da diğerleri de evlenip başlarından ayrılınca kendi kendilerine.
Desteği olunca, karnı, gönlü doyunca, öğrendikleri yeterli olunca edebiyata devam etti Hami. Dünyasına, beynine Hanife’nin desteği ile kelimeler, dizeler, sözler, uyaklar egemendi. Kendince kendi alfabesine yazıyor, sonra Hanife’nin desteği ile bilgisayara aktarıyordu yazdıklarını.
İlerilerde?
Sorun değildi. Kahırlı değil, sevdalı, yeşil, pembe, beyaz sayfalarda aynı desende olacaktı yazıp, çizip, dizeler haline getirecekleri...
Bundan sonrası için “Onlar erdiler muratlarına” demeye gerek yok!
Ya ötekiler?
Öykü icabı onlar da mutluluğu hak etmişlerdi!
Ve onların da kerevetlerine çıkmak(3) gerekliydi ve ben onların kerevetlerine çıktım.
Ve öyküden de tabii!..
YAZANIN NOTLARI:
(*) Döverölmez; Türkçemizde yer aldığını sanmadığım gerçek bir yöresel deyim. Çok dayanıklı, vefakâr, cefakâr, yılmayan, yılgınlık yaşamayan, meselâ çıplaksa ayağına bir şey batsa “uf!” bile demeksizin oyununa, gecenin kör vaktinde ranzadan düşse, umursamaksızın uykusuna devam eden çocuk tipi.
İsimlerini kullandığım Döverölmez yaşamış, anlatılanların çoğunu gerçek hayatında yaşamış ve kanserden genç yaşında vefat etmiştir. Fotoğrafçı Muhacir Muzaffer Ağabey de yaşamıştır ve çektiği fotoğraf albümde hâlâ muhafaza altındadır. Diğer isimler öykünün adabına uygun gelecek şekilde kurgulanmıştır.
Hami; Destek olan, gözeten, kollayan, koruyan, koruyucu. Kayıran, kayırıcı.
Nesteren; Genelde bir bayan ismi olarak kullanılan Farsça kökenli “Nastaran” olan Türkçemizde Nesteren olarak kullanılan bu isim “Ağustos ayında açan beyaz gül, Ağustos Gülü, Yaban Gülü” demektir.
(1) Azman; Aşırı gelişmiş. Kerestelik tomruk.
Desibel (dB); Ses şiddetini gösteren birimin onda biri.
Diyet; Sağlığı korumak, düzeltmek amacıyla yapılan perhiz, rejim.
Dozaj; Dozu ayarlama. Bir organizmaya uygulanan madde miktarının zamanla birlikte ifadesi. Tür, yaş ve sağlık durumuna göre ilâçların dozu, uygulama biçimi.
Enikonu; İyiden iyiye, etraflıca, akıllıca, adamakıllı.
Falaka; Ceza olarak ayak tabanlarına vurmakta kullanılan, ayakları uygun bir durumda sıkıştırıp tutan kalınca bir sopa ile bunun iki ucuna bağlı bir ipi olan cezalandırma aracı.
Flu; Tam olarak belli olmayan, fotoğrafta net olmayan görüntü, bulanık.
Grafiker; Grafik tasarımcısı. Güzel Sanatlar meslek grubu içinde Müzisyen, Besteci, yazar, ressam gibi sanatçılar. Fikir ve sanat eserleri kanuna göre Grafik Tasarım Eseri Sahibi.
Haylazlık; Hoşa gitmeyen davranışlarda bulunma, yaramazlık yapma, tembellik.
Hoşgörü (Müsamaha); Tolerans. Kolaylık göstermek, iyi karşılamak, ayıplamamak, hatayı görmezden gelmek, göz yummak. Kırıcı ve aşağılayıcı olmamak, affedici olmak, kendi görüşlerimize aykırı olan görüşleri sabırla karşılamak. Kendine, düşüncelerine ters gelse bile başkalarının düşünce, fikir ve davranışlarına karşı anlayışlı davranma, rahatsız olmama, tepki göstermeme.
Höykürüş; Höykürme eylemi. Yakarış. Tanrıya yalvarma, dinsel istek
Intern; Bu şekilde yazılan “İntörn” diye okunan bir kelime olup altıncı sınıf öğrencilerinin kendi aralarında “Asistanların kölesiyiz!” anlamında konuştukları bir sözdür ki, bu hastaların da diline dolanmıştır!
Karamsarlık; Bedbinleşmek, kötümserlik yaşamak.
Kata (Kat’a); Asla, hiçbir zaman. Hiçbir şekilde.
Kezzap; Nitrik asit. Son derece tehlikeli bir yapısı olup insan vücuduna temas ettiğinde büyük acı ve hasarlar bırakan bir asit türü.
Kopil; Romence “Çocuk” demektir. Babası belli olmayan (Nesebi gayri sahih, Piç) çocuk. Arsız sokak çocuğu. Yaramazlık yapan, serseri erkek çocuk. Küçük Romen veya çingene çocuğu.
Macır; Muhacir. Göçmen. Göçe zorlanmış.
Masumiyet; Masumluk, kabahati olmamak, suçsuzluk, saflık, temizlik, iyi yüreklilik.
Munis; Cana yakın, uysal, sevimli, uygun. Alışılmış, alışılan, yabancı olmayan.
Muzırlık (Muzurluk); Yaramazlık.
Pattadak; Pattadanak. Birdenbire, ansızın.
Vale; Türkçe karşılığı uşak. Otopark görevlilerine verilen isim. Otoparkta gelen araçları park ederek zaman kaybını önleyen kişi. İskambil kâğıtlarında üzerinde genç erkek resmi bulunan kart, oğlan.
(2) Bacak Kadar Çocuk; Çok küçük, ufacık ya da öyle görünen çocuk.
Braille Alfabesi; Fransız Louis BRAILLE tarafından körler için geliştirilmiş bir alfabe olup bu nedenle bu isimle anılmaktadır.
Canciğer, Kuzu Sarması: İçlidışlı, candan, pek içten.
Dış Mihraklar; “Ülkemizi, ülkeleri ülke dışından provoke eden, yanlışlara sürükleyen, her türlü yanlış etkiye neden olan güçler” olsa gerek (TDK sözlüğünde yer almamakta)!
Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar. Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği.
Flash Bellek; Kaynak gücü kesildiğinde bile sakladığı veriyi tutabilen, elektronik olarak içeriği silinip yeniden programlanabilen bellek türü.
Kamuoyu Oluşturmak (Yaratmak); Öyküdeki “Kamuoyunu aydınlatma çabası” anlamı uygun zemin, konuşma ortamı hazırlamak. Bir düşünceyi yaygınlaştırmak ve halkın dikkatini o düşünce etrafında toplamak, yoğunlaştırmak
Kocakarı Usulü; Yaşlı kadın usulü. Tıpta fototerapi denilen bitkisel ilaçlarla yapılan tedavi usulü.
Pire Gibi (Olmak); Yerinde duramayacak denli hareketli, çok çevik (olmak).
Yampiri-Yampiri (Yampiri-Yumpiri) Yürüyüş; Eğri-büğrü, yan yan, çarpık gitme, yürüme.
Yöresel Arsızlık; [Arsız çocuk oyulmadık gabağa gire(r)]; Çok yaramaz olduğu söylenen, hiperaktif, çok hareketli çocuk eylemi (Arsızlık; Arsız olma durumu. Arsız birine yakışacak davranış, yılışıklık, sırnaşıklık içinde olmak).
(3) Allanmak, Pullanmak, Allanıp Pullanmak; Çok süslü olmak, göze batacak denli süslenmek, süslenip püslenmek.
Ateş Bacayı Sarmak; Bir gönül işinin oldukça ilerlemiş olması. Tehlikeli bir durum, önüne geçilemez, önlenemez bir biçim almak.
Buram Buram (Cayır Cayır) Yanmak; Şiddetli acı çekmek, yanar gibi halde olmak. Çok şiddetli ve alevli yanmak.
Dillenmek; Konuşmaya başlamak. Dile gelmek, getirmek.
Eşekten (Eşşekten) Düşmüş Karpuza Dönmek (Alimallah); Kötü bir duruma düşmekten bahsediyorum, inan ki doğru. Çok şaşırmak, hayrete düşmek, donup kalmak gibi bir durum söz konusudur (Âlimallah (Alimallah); Bir konuda söylenen bir sözün doğruluğuna karşıdaki kişiyi inandırmak için kullanılan Arapça; “Bilici olan Tanrıdır!” anlamına gelen, “Doğru söylüyorum, inan ki doğru!” anlamında söz).
Feragat Edilmek; Hakkı olan şeylerden zorla vazgeçirilmek.
Hakkını, Haddini, Hukukunu Bilmemek, Haddini Aşmak, Haddi Ve Hakkı Olmamak; İnsanların haddini bilmeksizin aşıp etrafa gösteri yaparak zarar vermelerinin bir ifadesi. Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yetebileceğini bilmeksizin onun ötesine geçmek çabası yaşamak, ölçüsünü bilmemek.
Hatim Etmek (Hatmetmek), Hatim İndirmek, Hatim ; Mühürlemek, sona erdirmek, bitirmek. Asıl anlamı; Kur’an-ı Kerimi “Başından sonuna kadar okuyup, bitirmek” anlamlarına gelmektedir. Türkçemizde bazen ezberlemek (hatta hafızlamanın, ineklemenin benzeri gibi ders çalışmak) anlamında da kullanılmaktadır.
Hınç (Hıncını) Almak, Hınçlanmak; Öç almayı güden aşırı öfke, kin duymak, beslemek (Hınç; Öç alma duygusuyla yüklü öfke).
Iska Geçmek; Amaca, isteğe ulaşamamak. Hedefi kaçırmak, vuramamak, tutturamamak, boşa atmak, boşa vuruş yapmak.
İllâllah Demek; Çok bezmiş olmak, sıkılmak, bıkmak, yeter artık demek!
Kapaklanmak; Herhangi bir nedenle ayağı yakılarak, kayarak, yüzüstü (veya sırtüstü) düşmek.
Kerevetine Çıkmak (Onlar erecekler (ermiş)muratlarına, biz çıkalım kerevetlerine!) Sonu iyi biten masalların bitiş cümlesi Başkasının evlenmesiyle ilgili onların sevinçleriyle sevinmek, mutluluk dileme anlamında bir söz.
Kös Kös Dönmek (Dinlemek); Başı önde, sağa-sola bakmadan, yorgun, üzgün, düşünceli bir durumda geriye dönmek, dinlemek.
Nazar Çatlatmak; Kem Gözlerden Sakınma eylemi. Canlı ya da cansız bir varlığın, başına kaza-belâ getirmesinden, nazarından sakınmak. Uğursuzluğuna, kötülüğü dokunacağına inanılan birinin kıskançlık ya da hayranlıkla bakması sonucu kötü bir duruma düşmekten kurtulma eylemi.
Ne Yârden, Ne Serden Vazgeçmek; İstediği şey fedakârlık gerektirdiği halde fedakârlığa yanaşmayan ama istediğinden de vazgeçmeyen.
Paldır Küldür İnmek; Büyük ve düzensiz kaba gürültü çıkararak (örneğin merdivenlerden) inmek. Ansızın ve yol yordam ve yöntemlere uygun olmaksızın inmek.
Perçinlemek; Sağlamlaştırmak, güçlendirmek. Bir bağıntıyı, iki veya daha çok parçayı perçinle, karşılıklı bölümlerini birbiri üzerinde ezerek birleştirmek.
Sular Seller Gibi Öğrenmek; Bir metni, bir söz dizisini, bir konuyu, bir dersi yanlışsız, doğru öğrenmek.
Tökezlemek; Yürürken ayağı bir yere çarpıp sendelemek, düşecek gibi olmak, güçlük ve engellerle karşılaşmak. Sahnede sözleri tam olarak söyleyememek, ya da yanlış şeyler söylemek, duraksamak.
Yüreğine Taş Basmak (Bağrına Taş Basmak); Uğradığı bir zarara, felâkete sesini çıkarmadan katlanmak.
(4) Söylemek istesem gönüldekini, dilime dolanan ıstırap olur… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Vecdi BİNGÖL’e, Bestesi; Selahattin PINAR’a ait olup eser Rast Makamındadır. Eserde bir bölümü; “Yazsaydım derdimin ben bir tekini, ciltlere sığmayan bir kitap olur” şeklindedir.
(5) Ne şehittir, ne gazi, .ok yoluna gitti Niyazi; Sebepsiz yere hayatını kaybedenler ve ya zarar görenler için söylenen söz dizisi.
Niyazi’lik Durum; Sözün aslı; Ne şehittir, ne gazi, pisi pisine gitti(… yoluna gitti) Niyazi!” şeklinde olup öldürülme sebebi karanlıkta kalmış, koruması tarafından öldürülmüş bir subaya ve ayrıca kanalizasyona düşmüş Kel Niyazi adlı biri için söylenmiş bir söz olup sebepsiz yere hayatını kaybeden veya zarar gören kimseler için söylenir.
(6) Acı Patlıcanı Kırağı Çalmaz; Hayatta birçok problemlerle karşılaşıp bunlardan başarı ile çıkmış olanlar, bundan sonra karşılaşacakları zorlukları da atlatıp başarı ile çıkarlar anlamında bir söz. Herhangi bir duruma alışkın olan kimseyi benzer kötü durumlar etkilemez. Kötü durumda olan bir kimseyi, yeni kötü durumlar etkilemez anlamına gelen atasözü.
(7) Ben gamlı hazan, sense bahar… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Sıtkı ANGINBAŞ’a, Bestesi; Melâhat PARS’a ait olup eser Hicaz Makamındadır. İkinci mısraında; “Sen kendine kendin gibi bir taze bahar seç!” denilmektedir.
(8) Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir. Bildiğim bilmediğimin içinde. Ve “Ben bilmediğimi bildiğim için diğer insanlardan akıllıyım. SOKRATES
(9) Haddini Bilmek; Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yetebileceğini bilerek onun ötesine geçmemek, ölçüsünü bilmek.
Haddini Bilmemek (Haddi Aşmak); Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yetebileceğini bilmeksizin onun ötesine geçmek çabası yaşamak, ölçüsünü bilmemek.
Mevlânâ Celâleddîn-î RÛMÎ’ya sormuşlar; “O kadar yazarsın, o kadar okursun, ne bilirsin?” diye şu cevabı vermiş; “Haddimi bilirim!”
(10) İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar… “DENİZİN TÜRKÜSÜ” Yahya Kemal BEYATLI (Şiirin en anlamlı en son dizesi).
Hayallerinin Esiri Olmamak; Rudyard KIPLING “EĞER (IF)” isimli şiirinde, (If you keep your head when all about you… şeklinde başlayan) “Çevrende herkes şaşırırsa, bunu da senden bilse, sen aklı başında kalabilirsen eğer… Eğer hayal edebilir ve hayallerinin esiri olmazsan” denilmekte. Rahmetli Bülent ECEVİT bu şiiri “ADAM OLMAK” olarak tercüme etmiş ve bu dizeyi; “Düşlere kapılmadan, düş kurabilir(sen)” şeklinde belirtmiştir. Bu konuda Mallarme, Baudalaire, Rimbaud, Varlaine, Valery ve Poe’nun sayılamayacak çok güzel sözleri vardır.
(11) Gün doğmadan neler doğar (ATASÖZÜ); İnsan içinde bulunduğu durum ne kadar kötü olursa olsun hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmamalı. Yaşadığı mutluluğun devamından da güvende olmamalıdır. Yarın karşısına nelerin çıkacağını bilemez. Kötü bir durum bir gün sonra düzelebilir, iyi bir durum birden kötüleşebilir…
(12) Geçsin günler, haftalar, / Aylar, mevsimler, yıllar… / Zaman sanki bir rüzgâr / ve bir su gibi aksın / Sen gözlerimde bir renk , / Kulaklarımda bir ses / ve içimde bir nefes / Olarak kalacaksın… Birçoğumuzun Zeki MÜREN’e ait olduğunu sandığı HATIRA isimli Rast Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Enis Behiç KORYÜREK’e, Bestesi; Erol SAYAN’a aittir.
(13) Boş zaman yoktur, boşa geçen zaman vardır… Rabindranath TAGORE Vaktin çok önemli olduğunun, geçtiği anda, bir daha geri gelmeyeceğinin, saçma şeylerle zamanı sarf etmenin yanlışlığını anlatan söz.
(14) Kör olmak iyi bir şeydir, ne güzeldir sevmek karanlığı… Nazım Hikmet RAN
Körler görmese de yıldızlar vardır! Mevlânâ Celâleddîn-î RÛMÎ
Kimse görmek istemeyenler kadar kör değildir! Jonathan SWIFT
Görmek istemeyenlerden daha kör kişi olur mu? Mahatma GANDHI
Kapalı gözler, ruhu seyretmenin en güzel şeklidir! Victor HUGO
Bizde eksik olan bizi çeker, hiç kimse kör kadar sevemez! Victor HUGO
(15) KARATEKİN, Erol. “KÖR, GÜLPEMBE, GÜLDEHEN…” Bir öykü, merak eden; This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it. adresinden okuyabilir.
(16) KARATEKİN, Erol. “BAKARKÖR -ya da- SAPIK” Bir öykü, merak eden; This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it. adresinden okuyabilir.
(17) Bir sona geldiğin için ağlama, onu yaşadığın için gülümse! Gabriel Garcia MARQUEZ
(18) KARATEKİN, Erol. 2007 Yılı. “ŞİİRLERİN YERİ”
(19) KARATEKİN, Erol. “KÖR, DEĞERSİZ YALNIZLIK ve EVRENDE TEK” kurguladığım “Bilimkurgu” şeklinde bir öykü, ancak henüz başlayamadığım, ama “bir gün mutlaka” diyerek tamamlayacağımı umduğum bir öykü.
(20) Tiyatro Türleri;
Bale; Aslında bugün bağımsız bir sanat eseri olarak algılansa da tiyatronun bir türüdür. Söz içermez ve sadece beden hareketleri bardır.
Dram; Acıklı olay. Sahnede oynanmak için yazılmış, konuşma ve hareketlerle gelişen, karşıt oluşların çatışmasıyla sonuçlanan oyun.
Komedi; Güldürü. Gülmeye yol açan olay ya da durumlar.
Melodram; Çok fazla ızdırap içeren, acı içeren müzikli tiyatrodur. Trajedilerde yer alan şarkılı, karşılıklı konuşma. Oyuncuların müzik eşliğinde sahneye girip çıktıkları oyun türü.
Mizah; Gülmece. Hayatın güldürücü yönünü ortaya çıkaran sanat türü. İnsanı gülmeye sevk eden resim, karikatür, konuşma ve yazı sanatı.
Opera; Opera, müzikal tiyatrolara denir. Elit bir kitleye seslenir. Dram ve trajedinin bestelenmiş şeklidir.
Operet; Eğlence unsuru barındıran, bestesiz konuşmalar olan sahne sanatlarıdır.
Pandomima (Pantomim); Sessiz sinema diyebiliriz. Konuşmadan, jest ve mimiklerin yardımıyla yapılan tiyatrodur.
Revü; Gündelik olaylara alaycı bir bakış sunan tiyatrodur.
Skeç; Bugün kısa, güldürü tiyatrolarına skeç diyoruz. Genellikle kadrosu az, şaka içeriği olan güldürülü tiyatrolardır.
Söyleşi; Muhabbet. Karşılıklı olarak yakınlıkla, arkadaşça dostça bir arada bulunup konuşmak, neşeyle sohbet etmek, hoşça vakit geçirmek. Herhangi bir bilim ya da sanat konusunu ele alıp onu bir sonuca bağlayıncaya deyin sürdürme yerine konuyu karşılıklı konuşmayı andırır bir şekilde işleyen düz yazı türü.
Vodvil; Bir tür entrika, olay komedisidir.
(21) KARATEKİN, Erol. 1986 Yılı. “SEVİNCE” Birkaç dize, satır.
(22) KARATEKİN, Erol. 2001 Yılı. “UFAK ŞEYLERİ DERT ETMEYİN!” Birkaç dize, satır.
(23) KARATEKİN, Erol. 2002 Yılı. “AĞLAMA DUVARI”” Birkaç dize, satır.
(24) KARATEKİN, Erol. 2005 Yılı. “GABİ(LER)” Birkaç dize, satır.
(25) KARATEKİN, Erol. 2007 Yılı. “GİZLENEN DİZELER” Birkaç dize, satır.
(26) KARATEKİN, Erol. 2009 Yılı. “AÇ TANRIM AÇ!” Birkaç dize, satır.
(27) KARATEKİN, Erol. 2019 Yılı. “SESLENİŞLER, SERZENİŞLER II” Birkaç dize, satır.