“Bekârlık sultanlıkmış(1)!”

“Hadi canım sen de!” dedi adı Ayhan olan genç adam. Ve devam etti;

“Belki dünlerde, ben benimle, annem başımda ve o ayaklarının üzerindeyken doğruluğunu tartışmamın asla imkânı ve gereği olmayacak bir kavram…”

Babasını yitirdikten sonra iki göz gecekondusunda, çalıştığı devlet dairesinden aldığı maaş ve annesinin babasından kalarak aldığı dul maaşı(2) yetiyordu kendilerine, tek istisna(3) ile. Annesi, babasından kalan üç ayda bir aldığı dul maaşından zırnık koklatmıyordu(4) kendisine, dense yeri.

Evin tüm parasal yükü genç adamın üstündeydi. Çünkü annesi; “Ölümlük-Dirimlik(2)  deyip adını “Belagate Sandığı(2)” koyduğu turşu kavanozuna istifliyordu paralarını (yani paracıklarını).

Ancak itiraf etmeli ki; oğluna sonsuz güveni olan akıllı bir kadındı anne. Her maaşını aldığında kavanoza nakit değil, altın stokluyordu, tam, yarım, çeyrek altın olarak parasının yettiği kadar.

Bir miktarını da “Hini hacette lâzım olur!(4)” diyerek, para olarak muhafaza ediyordu.

Bu miktar parayı; oğluna “Gerekirse” anlamında koyduğunu Allah ve kendisi biliyordu sadece, çünkü Ayhan o güne kadar bir kere bile; “Sıkıştım, destekle!” gibi bir söz sarf etmemişti annesine karşı.

“Öteki üç aylık maaşımı alıncaya kadar ihtiyacın olursa kullanabilirsin!” gibi annesinden bir söz kaybı ya da kaydı? Ne mümkündü? Hangi dağda kurt ölmüştü ki(5)? Nerede idi ki o teklif?

“Hini hacette” gerçekleşmezse, bir sonraki aybaşı ve altın seferi için stoklanan miktar alınıyor, paraların tedavülden kalkma(4) olasılığı dikkate alınarak gereği yapılıyor, yerine yeni maaşından bir miktar tekrar yerine iade ediliyordu.

Annesinin eli-ayağı tutarken, ev işlerini tek başına görüp komşuculuk bile oynarken(4) pek sorunu yoktu Ayhan’ın. Ama ne zaman ki;

“Yağmur yağacak galiba, romatizmalarım(3) azdı, yine!” deyip kendisini bağımsız bir şekilde yatağına bağlamış, Ayhan da ufaktan ufağa yaşaması gereken yanlışlıklarla becelleşmeye(4), bir kısım sorunları yaşamaya başlamış, bir bakıma benliğini yitirme kaygısı yaşamaya başlamıştı iki göz, yani iki odası olan gereklilikler için kendilerine yeten gecekonduda.

Bir-iki-üç derken annesinin ayakları tutmamaya başlamıştı. Özellikle televizyondaki sağlık haberlerinden edindiği bilgilere göre, anlatılanların tümü kendisinde mevcuttu, kendisinin inanıp, oğlunun inancına hiç güvenmediği rahatsızlıklardı yaşadığı.

Sol kolu, hep de sol köprü kemiğinden itibaren ağrıyordu! “Kalp Krizi(6)” anlamına getirdiği bu sözleri ise Ayhan ya anlamıyor, ya da annesinin “Hastalık Hastası(5)” anlamında sözlerini anlamak istemiyordu. Özellikle bu rahatsızlıklarının hep Ayhan evdeyken veya işyerinden dönüşlerine rastlaması garipti, ama annesi evlâdının ilgilenmesini istiyor, Ayhan da ilgisini eksik etmiyordu.

“Gel anne, doktora götüreyim seni!”

“Yok oğlum! Geçer! Sen bir ayran yap da…”

Bazen bu dilek, ya da angarya ıhlamur, limonata, papatya, nane, ada çayı ya da kuşburnu gibi diğer ot ya da çiçeklerden dilek ötesi rica şeklinde gerçekleşirdi.

Ayhan’ın annesi için canı fedaydı(5), bu nedenle onu doktora götürmez, doktoru evine çağırırdı; “Müsait(3) olduğunda” ya da “Münasip(3) bir zamanda” tezahüratlarıyla.

Doktor her gelişinde annesine neyi olduğunu sorduğunda, “Bir söyle, ya da sor, bin ‘Ah!’ işit örneği(7)” neyi olmazdı ki yaşlı kadının?

Doğadaki tüm yanlış etkinlikleri, arazları, hastalıkları tek başına yüklenmişti yaşlı kadın kendine göre. Gene de Ayhan için evde bir nefesti. Bu nedenle de Ayhan mesaisi biter bitmez, daireden çıkar çıkmaz hiçbir yere uğramaksızın evine koşup koşuşturuyordu(4).

“Ecel geldi cihane, baş ağrısı bahane(2)!” derlerdi. Ayhan’ın bir iş dönüşü annesinin durgunluğu hoşuna gitmemişti. Yaşamında babasının vefatından sonra ilk kez “Nasılsın Anne?” deyişine “İyiyim oğlum!” diye kekeleyerek cevap vermişti galiba.

Ayhan bunun iyiye alâmet(2) olmadığını anlayamamıştı. “Ölüm İyiliği(2)” ve “Sekerât Hali(2)” konularından bihaberdi(3). Hoş, haberi olsa, anlasa ne olurdu, anlamasa ne olurdu?

Doktor getirmiş olsa bile, vakit saat gelmiş de Tanrı buyruğu; “Her canlı ölümü tadacaktır!(2)ayeti gerçekleşecektiyse yapacak hiçbir şey yoktu.

O günün sabahında yaşamdaki tek desteği olan annesi yoktu Ayhan’ın! Kâbus(3) gibi, bir deri-bir kemik haline gelmesi mukadder(3) tükeneceği, tüketeceği, tüketmesi gereken günler başlamıştı yalnızlığında, üstelik evinde, elinden hiçbir şey gelmeksizin.

Hazıra konmaya(4) o kadar alışmıştı ki, diğer bir deyişle annesi kendisini hazıra o kadar alıştırmıştı ki, bir yumurta haşlamasını, bir çay demlemesini bile bilmiyordu, nadiren sıcak su kaynatıp hazır neskafe içmek dışında…

Yemek-içmek sorun değildi, iki adım ötede, tam karşıdaki lokanta emrine amade(4) idi akşam yemekleri için. Bu nedenledir ki, ilerleyen zamanda evdeki çanak-çömleklerin, tavaların-tasların, tabakların-bardakların ve özellikle dokunmadığı, annesinin “Mezara götürecek değilim ya!” sözünü sarf ettiği “Belagate Sandığının” örümceklenmesini, ya da örümcek ağlarıyla donanmasını, ağlarla donatılmasını dert etmiyordu kendisine.

Sabah kahvaltıları; işyerinde çay-simit, çay-poğaça ya da çay ve eklentisi kek, kurabiye, bisküvi şeklinde idi. Canı değişiklik isterse bir pastanede krallara olmasa da, kendine lâyık bir ziyafeti engelleyen bir şey ya da birileri yoktu.

Öğlenleri ise bedeliyle olsa da tabldot nesine yetmiyordu ki Ayhan’ın.

Çamaşır yıkama, ütü? Çaresini bulmuştu, yan komşu kuru temizlemeci, yaş(!) temizleme, ütü de yapıyordu! Tabiidir ki “Allah razı olsun!” dileklerine ek olarak parasal bir katkı ile…

Annesi göçeli beri evinin perdelerini açmamıştı, her yerler kapalı olmasına rağmen nereden eriştiğini bilip anlayamadığı tozlar her yerlere egemendi, eklentisi küf-sası(5) şeklinde kokularla.

Evde olduğunda her ne kadar kendine zahmet olduğunun farkında ise de(!) pencereleri açıyor ve televizyonun sadece ekranını siliyordu, ara sıra hazırdan ıslak havlu kâğıtlarıyla takviyeli olarak.

Eve mutlaka kendi cinsi dışında bir elin değmesi gerekliydi, ama nasıl? Sırf ev düzgün olsun diye birinin evlenmek şeklinde yaşamını karartmak gibi bir eylem, hatta düşünce bile yakışmazdı kendine.

El âlem karısını, kızını nasıl gönderirdi ki bekâr bir adamın evine, hem her ne suretle olursa olsun?

Belki de annesinin yaşadığı zamanlardan komşular indinde kendi hakkında iyi intibalar(3) kalmış olsa da, gerçekleşmesi umulacak bir şans olamazdı bu, hem asla!

En çok sıkıldığı şeylerden biri yatağını düzeltmekti. Bu; annesinin yaşadığı zamandan kalan alışkanlıkla Cumartesi-Pazarları kendi başına geçirmekteki mecburiyeti ve sıkıntısı idi. Televizyon karşısında hiçbir şey yapmadan oturmak yeterli olmuyordu kendisi için.

Kötü alışkanlıkları da yoktu ki, teselli gibi sarılsın onlara? Televizyon ve internetten gerekenleri öğreniyordu, bu nedenle gazete almaya ihtiyaç hissetmiyordu, yani evden çıkıp gazete alırken hava almak gibi bir düşünceyi bile kabullenmiyordu beyni.

Kitap? Oku, oku…

Kur’an’ın ilk emri(2) olsa da, nereye kadar?

Ve üstelik sosyal yönünün zayıflığı konusuna ilk defa şahit oluyordu sanki? Kahve, sinema, tiyatro, maç gibi bir heyecanı yoktu, ya da olmamış, olamamıştı.

En büyük hobisi, ya da zevk aldığı şey; annesinin sağlığı yerindeyken, yıllık iznini kullanması, öncesinde rezervasyonunu yaptırarak ucuza getirdiği deniz kıyısındaki her şey dâhil, özel ve güzel, pahalılığını, masrafını umursamadığı otellerde tatil yapmaktı.

Doymaksızın yüzüyor, yüzüyordu Ayhan. Annesi kumlara ayaklarını sokardı, ancak. “Örtünmek gerek! Günah!(2)” deyip güneşten yararlanmayı bilmeksizin şemsiye altında, pinekleyerek(4) ve kendini hiçbir şeyden kıskanmaksızın!

Galiba, tahminen ve olasıdır ki, oğlunun hep kendisinin olmasını, kendisinde kalması dileğini yaşıyor olsa gerekti!

Bir Pazar günüydü, televizyon karşısında uyuklama modunda iken, mayışmış(4) bir şekilde televizyonu uzaktan kumandayla kapatmış, öncesinde yaşadığı bir olayın önce hayaline, sonra da rüyasına dalmıştı Ayhan yüzmek konusunda.

Her yıl olduğu gibi plânlanan bir tatildeydiler, doyasıya yüzecek, annesini kumlarıyla baş başa bırakırken, göz banyosu yapma(8) hakkını saklı tutarak, annesinin de çoklukla ısrarcı olduğu gönlünün sultanını bulma çabasını yaşayacaktı!

Evet, bir gün tıpkı şu anda yaşadığı gibi bir yalnızlığı o günlerden tahmin etmeye başlamıştı. Ucuz tarifeden olmasa da her şey dâhil sloganıyla(3) geldiği bu lüks otelde kendine uygun biriyle karşılaşmayı hayal etmesi bile zordu, hele ki birbirinin benzeri iki mayoyla gelip de!

Ve umut etme hakkını bile ertelemişti, ister istemez.

Yüzüyor, dalıyor, çıkıyor, güneşleniyor, tatilinin bir saniyesini bile boşa geçirmemek konusunda titiz ve dikkatli davranıyordu. Bir masal, bir bilimkurgu(3) şeklinde olsa da Jaws(9) bile umurunda değildi.

Ayhan kendisini, inanmakta güçlüğü var görünse de yakışıklı farz ederdi, poposu, göbeği yoktu, beyazları olmayan saçları yerlerindeydi. Favorileri uzun değildi, bıyığı yoktu. Kendinde gördüğü tek kusur; pazularının, heykelliğine hiç yakışmayan göğsündeki kılların ve tatilden tatile yaptığı yüzmeler nedeniyle, yağda pişmiş yumurtalar iriliğindeki memeleriydi, neredeyse en küçük numara sutyen takacak gibi ve kadar…

En çok hoşlandığı şey, ellerini başının altına yastık gibi koyarak dalgaların kendini açıklara sürüklemesine izin vermek ve sonrasında kendisine yol gösterme çabasındaki martıların heveslerini kırmamak için tehir yapmaksızın, yavaş kulaçlarla geriye dönmekti.

Martıların hevesleri kursaklarında kalır(4) mıydı? Pek de umurunda olmazdı!

Rüyasında şekillendirdikleri böyle bir şerit içindeydi, sinema gibi, ya da nasıl, ne şekilde denirse işte öyle bir şey(10)! Bıkmaksızın devam etme arzusunda idi rüyası, ya da hayali her neyse?

“İmdat!” şeklinde bir kadın sesi ulaşmıştı kulağına, hani mil hesabı yapılsa, yarım deniz mili(5) ya da bir kilometreye yakın ötesinde çırpınan kolları fark edip var gücüyle o kollara ulaşma gayretini yaşadı, umutsuz gibi olsa da.

Oraya kadar kendisini vaktinde sürüklemesi imkânsız gibi görünüyordu kendisine, kadıncağızın, ya da kızcağızın ayaklarına kramp girmiş(4) olsa gerekti.

Kendi konumuna göre güvenlikçilerin, ya da cankurtaranların o kadına yüzerek ulaşmaları mümkün değildi, kulaçlarının sıklığında düşünme imkânı bulmuşken. Eğer kadıncağızın sesi kıyıya ulaşmışsa belki ancak süratli bir tekne yaşamı için umut olabilirdi.

Bunlar; o andaki düşünceleri miydi, yoksa daha sonraları kendi kendine yaptığı durum muhakemesi(5), ya da yorumlama gayreti miydi, bilemiyordu.

Yanına ulaştığında onun bir genç kız olduğunu gördü Ayhan. O kız, can havliyle(5) Ayhan’ın nefes almasını engelleyecek bir şekilde kollarını boynuna, bacaklarını da vücuduna sarmıştı; sanki “Beraber ölelim!” dercesine.

Ve Ayhan ciğerlerine yüklediği denizi çıkarma gayretindeydi!

Çaresizlik içinde gülümsememek için zorladı kendini, çünkü şu andaki durumu kaba anlamda tam Niyazi’likti(11)!

Silkindi Ayhan, ancak kurtaramadı kendini. Daha gençti, özellikle kendisinin ölmesinde sakınca yoktu, ama o genç kızın yaşamasının gerektiği kanısındaydı.

Bir tokat attı genç kızın suratına, kendini kendisine bırakıp, kurtarıp sahile beraberce yönlenmek için. Genç kız bayılmak için hazırda bekliyor olsa gerekti, gevşedi kolları, bacakları. Onun bedenini göğsüne alıp sahile kadar yüzdü Ayhan, başarmış olmanın mutluluğu ile…

Nefes almasını dinler, kalbinin tıkırdamasını hissetmek ister gibi başını göğsüne dayadı ve sahile gelir gelmez cankurtarana işaret etmeyi düşündü, meraklı bir toplulukla birkaç cankurtaran daha onları sahilde beklemekteydi.  Ayhan, yorgunluğu nedeniyle onların hiçbirini fark etmemişti.

Ve şezlonglardan havlu olan birine uzattı genç kızın bedenini, diğer havluyu ise topalak(3) yaparak o topalağı genç kızın başının altına yerleştirme gayreti yaşadı kendiliğinden.

Cankurtaranlar, cankurtaranlar olarak, bir canı kurtarmaları için neler yapmaları gerektiğini çok iyi biliyorlardı, biri önce genç kızın dilini düzeltti, göğsünü pompalarken diğeri suni teneffüsle(6) genç kızı yaşama döndürme çabası yaşadı ve başarılı oldular…

Bu sırada ne cankurtaranlar, ne de Ayhan genç kızın bikinisinin bir bölümünün açıkta kaldığının, ancak sansürlenecek ya da buzlandırılacak(4) kadar açık olmadığının farkında değil gibiydiler.

Bu açıklığa belki de ta başlangıçlarda genç kızın yaşayıp yaşamadığını kontrol etmek için kalbinin atıp atmadığını dinlerken Ayhan sebep olmuş olabilirdi.

Kendine gelen genç kızın yaptığı ilk şey, bir eliyle çıplaklığını gizlemeye çalışırken, diğer eliyle göğsünün açılmasına sebep olarak gördüğü Ayhan’ı sille-tokat-yumruk(5) karışımı bir şekilde “Terbiyesiz!” diyerek tokatlamasıydı.

Oysa Ayhan bir canın dünyada kalmasının şükrü için Tanrıya dua etmekle meşguldü.

Ayhan hissedememiş, anlayamamıştı önce. Bu; öncesinde genç kızın baskısından kurtulmak ve sağlıklı bir şekilde sahile ulaşma gayreti nedeniyle kızcağızı tokatlamasının iadesi mi olsa gerekti?

Ya da “Terbiyesiz!” sözünde onun gizlemeye çalıştığı suni teneffüs ve kalbinin desteklenmesinin Ayhan tarafından yapıldığının şüphesi mi?

Her neyse! Ayhan boş bulunmuş, tokadı yediğinde yorgunluğu, şaşkınlığı ve dalgınlığı ile sırtüstü uzanıvermişti kumlar üzerine.

Cankurtaranlar bir şeyler koklatıp(6) kollarından tutarak ayağa kaldırmışlardı onu, pazulu kollarıyla. Genç kızın eli oldukça ağır olmalıydı(5), çünkü Ayhan o balyoz gibi hissettiği karışımla kendini değilse de bilincini yitirmiş gibiydi.

Üstelik yanağındaki kızarıklık, dudağındaki patlak, ringde birkaç raunt süreceği sanılan boks maçının ilk raundunun, ilk saniyesinin, ilk yumruğunda nakavt olma izini taşıyordu sanki!

Duş yerine gidip üstündeki kumları silkeledikten sonra, duşunu alıp annesinin uzattığı havluya sarınarak odalarına gittiğinde fark etmişti suratındaki nasıl olduğuna anlam veremediği şeytan çarpmışa dönüklüğü(4).

Dünya döner gibiydi etrafında, ancak farklı olarak; siyah ve beyaz(12), gece ile gündüz, aydınlık ile karanlık, ateş ve su(12), hüzünle mutluluk, acıyla saadet, gül ve diken(12), kış ve yaz, ağlama ile gülümsemek, gülmek gibi birbirinden farklı, zıt boyutlardaydı yaşadığı. Bu nedenledir ki Ayhan, neyi hak edip mükâfatlandırılma yerine cezalandırıldığının anlamını çözmekte zorlanıyordu.

Gün geçmiş, bitmiş, kendine gelememiş, morali bozulmak(5) modunda olağanüstü yükselmiş, her ne olursa olsun otelden ayrılmayı ve döndüğünde öyle bir tokadı hak etmek(13) tekrarında(!)  mutlaka suni teneffüsü, kalp masajı yapmayı(6), yaşam kurtarmayı öğrenmeyi kendisine şart koşmuş, emretmişti âdeta.

Aslında bu sözü; “Öyle bir tokadı tekrar hak etmemek(13)” şeklinde dizse daha mı iyi ve doğru olurdu ki?

Morali, hak etmediği için bozuk bir şekilde annesine;

“Biraz dinleneceğim, uyumaya çalışacağım, sükûnete(3), sessizliğe ihtiyacım var. Belki televizyon seyredip beynimdekileri yok etmekte, dağıtmakta başarılı olabilirim. Benim için tatil bitti. İstersen dönelim, yatırdığımız para yanacaksa yansın, umurumda bile değil!” dedi.

“Yol-iz bilmeyen(4), anlamadan, dinlemeden, belki de hayatını kurtardığın bir kız için kendini kapıp koyuvermene(4), üzülmene gerek yok oğlum. Zengin babalarının, zamane zengini çocukları olsalar gerek, paranın her şeylere hükmettiğine inanacak kadar saf!” deyip kumlarına koşmuştu annesi yeniden. Yaşadığı o zamanlarda kumların sağlıklı olduğuna inanırdı, yaşlı kadın.

Ve tuhaftı, günlerce bakınıp da tam; “Gönlümün Sultanı” demeden ayrılmalarına çeyrek kala bir anda kader karşısına birini, o genç kızı çıkarmıştı. Tesadüflerden bir şey ummamak gerektiğinin bilincindeydi ve edineceği ya da edinmek istediği bilgiler de gerekli değildi, ama insanın başına ne gelirse meraktan geldiğini de unutmuş gibiydi.

Sadece şeklini ve varlığının tüm boyutlarını zihnine çizdiği, bir aralar kendisini izlediğini kendinden saklamadığı, beynine resmettiği o kız kimdi, neyin nesiydi, gerçekten uzak durmasını gerektirecek kadar zengin mi, varlıklı mıydı? Adı gibi bildiği gerçekten sakınmak istemesi doğaldı.

Ve kendisi için önemli olan zamane kızı olmasına karşın, acaba yanlışını öğrenip de özür dileyecek miydi?

Dalgınlığında kapının tıklatıldığını hisseder gibi olmuştu, inanmakta zorluk çeker gibi olsa da. Annesi kumlardaydı ve yanında kapının giriş aydınlatma kartı vardı, kendisi de “Rahatsız etmeyin!” levhasını kapı koluna asmıştı.

O halde bu neyin nesiydi ki? Kim ya da kimlerdi kapısını böylesine usulca tıklatan? Rahatsız etmekten çekinmeyen biri, muhtemelen kendisini bilen, tanıyan ki, bu; mümkün değildi, ya da bilip tanımak isteyen, hırlısı hırsızı, uğurlusu uğursuzu olacak biri değildi ya, bu lüks otelin korumalarını, güvenlik kameralarını atlatıp, meselâ kendini bilip de kapısını çalacak?

“Kim o?” demeden açtı kapıyı, tüm düşündüklerine tezat(3) halinde.

Yediği tokada rağmen, karşısındakinin giyinik olarak kim olduğunu anlayamamıştı. Demek ki bakmamıştı bile yüzüne, ya da o tokatla silinmiş olsa gerekti yüzü zihninden, ya da belki de unutmak, unutulmak daha kolay gibi görünmüştü kendisine.

“Buyurun! Bir şey mi istemiştiniz?”

“İçeriye davet etmeyecek misiniz? Ben birkaç gün evvelki yaşamını sağladığınız saygısız kişi. Canımı kurtarana yaptığım yanlışlık için özür dilemek isteyen!”

“Gerek yok, efendim. Başlangıçta kendinize gelmeniz için de olsa sizi ben tokatlamıştım, sonunda da siz iade ettiniz, borç-alacak yok, konu bu kadar basit, özür dilemeyin, asla yeri yok!”

“Ben dilemek istiyorum, lütfen odanıza alın beni!”

“Peki, yanlış anlaşılmaktan çekinmezseniz buyurun, malûm müşteri memnuniyeti için otelin tüm birimlerinde güvenlik kameraları var, odalardaki mahremiyet(2) hariç, bu da benim gibi birinden uzak durmanızın gereği…”

“Hissettiğim kadarıyla siz bir centilmensiniz ve başkalarının da yanlış anlaması umurumda değil!” dedi, açık kapıdan içeriye doğru yönelirken.

Oturmadı, ayakta durdu genç kız;

“Saygısızlığımı nasıl örtbas edeceğimi(4), nasıl özür dileyeceğimi bilemiyorum, İzin ver kucaklayıp, öpmeme. Yaklaşmayı, yakınlaşmayı istemem, hatta sizin beni kucaklamanızı, öpmenizi istesem…

Tüm bunların fuzuli dilekler olacağını biliyorum. Yeter ki kırgınlık olmasın. İki yabancı olsak da birbirimizde hasar bırakmayalım, lütfen yardımcı olsanız? Özür dilemem için yapmam gereken konusunda destekleseniz beni? ”

“Güzel ötesinde çok güzel bir kızsınız efendim! Varlıklı oluşunuz da giyiminizden, kuşamınızdan(5) her gün değişik mayolarla gösterilerinizden, özel masanızda sizin gibi özel insanlarla beraber olmanızdan belli. Ama yakınlık, yakınlaşmak için insanın içindeki durakta sevgi, ilerisinde aşk, kul-köle olmalı gerektiği düşüncesindeyim…

Hiçbir duygusal erişim olmaksızın iki ayrı cinsin birbirini kucaklamasının, hatta öpüşmelerinin anlamı yok, kapalı kapılar arkasında…

Devam edeyim mi efendim?”

“Efendim sözü hariç, lütfen!”

“Size sarılsam, hatta affettiğim anlamında gibi sizi öpsem de siz bu odadan çıktığınızda beni nasıl olsa unutacaksınız. Bu benim mizacım, yaşamım için ters ve yanlış, yalnızlığıma rağmen. Hele ki tahminimin üstünde varlıklıysanız, size asla yakıştıramayacağım sıfatlarla beni, belki isim vererek, belki elinizle olmasa da, kaşlarınızla işaret ederek, hatta cismimi aşağılayarak şekillendirip bir yaz macerası(5) gibi aynı masadaki çevrenizdekilere anlatmanız, hayal olarak bile beni rencide edecek(4)

Belki gülümseyerek, gülerek, belki de kahkahalar attıracaksınız. Beni bu kadar ezmenize sizin hakkınız, benim de rızam yok efendim!”

Zihnini toparlamak istercesine suskunlaştı, sözlerine devam etmek istedi, söylemek istediklerini bitirmek arzusuyla. Oysa derin bir açık verdiğinin farkında değildi; her gün değişik mayolar, elbiseler giyip, özel bir masada oturduğunu nasıl biliyordu ki? Bu; karşısındakini göz hapsinde tutmasının(8) delili değil miydi?

Genç kız bunun farkındaydı, bir şeyler söylemek için hareketlendi, ancak Ayhan onun toparlanmasına(4) izin vermeksizin devam etti;

“Odama gelip özür dilemek için sunumunuz medeni cesaret(5) örneği, bedelini asla tartışmayacağım bir ikram, üstelik yaşamımda ilk kez alkışlanmak istediğim, arzuladığım bir şey, ama özür dilerim sizi reddetmek isteğinde ve zorundayım…

Yanağımdaki ve dudağımdaki acı bana vurmanızdan dolayı değil, sizi belki boğulmaktan kurtardığım için de değil. Sizi gerçekten isteyerek kucaklayıp öpmek isterdim.

Oysa siz belki cankurtaranların, belki çevrenizdekilerin dilek, temenni ve önerilerine göre dostlar alışverişte görsünler(5) kabilinden sanki zorunluluk hissederek özür dilemek için kapıma gelmişsiniz gibi bir his var içimde…”

“Bir saniye! Dürüstçe cevap verin lütfen, siz beni mi takip ettiniz hep?”

“Evet! Saklanmayacağım, saklamayacağım, sakınmayacağım. Başlangıç olarak, sizi bilmeden evvel, ilk görüşte etkilemiştiniz, sevebileceğim biri gibi görünmüştünüz bana ve bu sakıncalı bir durum değildi…

Ama sizi öğrendim, sizi asla hak etmeyeceğim kanaatine vardım, ben bir karınca ve siz ise dev bir kartal örneğiydiniz. Şahin-serçe benzetmesi(14), hacca giden karınca örneği olmam bile imkânsızdı(15). Beni görmemeniz, bilmemeniz için sırtımı dönmem gerekliydi, içim elvermese de…

 Ama Tanrı sanki sizi boğulmaktan kurtarmam için beni seçip özenle görevlendirmişti, içime sindiremediğim(4) bir şekilde hüsnü kuruntu(5) gibi görünse de…”

“Özür dilemem konusunda zorunluluk hissettiğimi düşünmenize hak vermem mi gerek, bilemiyorum. Ama bu konunun içimden geldiğine sizi inandırmam zor. Ancak özür dileme görevimi yaptığıma inanıyorum…

Evet! Ailem varlıklı. Fakat ben ‘Bir yaz macerası’ diyerek ha-ha, hi-hilerle güldürecek bir şekilde gösteri yapacak gibi çevreme anlatmayı aklımın ucundan bile geçirmezdim(4), geçirmem de. Belki bu aramızda gülümsemelerle kucaklaşan tatlı bir hatıra olabilirdi…

Ama komplekse girip(4) başlamadınız, başlamamı, başarmamı da engellediniz. Size seveceğiniz, kucaklaşıp öpüşlerinize içtenlikle cevap alacağınız bir sevgili ve mutluluklar dilerim. Allahaısmarladık!”

Cevap beklemeksizin, ek olacak bir hareketi adımlamaksızın ya da gerek görmeksizin dışarıya yönelmişti genç kız, izin beklemeksizin, izini, ismini bile bırakmadan.

Öykü, Ayhan için bitmişti. Güzel kızdı gerçekten, ismini bile bilmediği. Ancak güzel olmak; sevmek, âşık olmak için yeterli değildi ki! Ha, tekrar gönlünün sultanı diyeceği biri için aynı rüyayı yaşamak?

Olabilirdi belki, bunun için genç kızı kurtardıktan ve Osmanlı Tokadı(5) hüviyetindeki tokadı yedikten sonra yaşanan görsel hareketleri ve Sürücü Kursunda İlk Yardım olarak öğrenip öğrettiklerini pekiştirmesi(4) gerekliydi…

Aradan geçen süre?

İki ya da üç yıl, belki daha fazla, belki daha az, içine sindiremediği, yaşayıp da geçen o süre içinde yaşarken de unutamadığı. Düşünceleri kendini kopartıp koyuvermiyordu. Umurunda değilmiş gibi görünmek istese de, unutmakta zorlandığı o hayal, gözlerinin önünden gitmiyordu(8), kendi kendine itiraf etmekte, yalan söylemekte zorlansa da.

Annesinin ölümünü takip eden günlerde evi sarayları gibi istila eden örümcekler faaliyetlerini biraz olsun eksiltmedikleri gibi, karaböcekler, kırkayaklar, tahtakuruları, sinek familyasından bazıları da odaların münasip yerlerine mal sahipleri gibi yerleşip karargâhlarını kurmuşlardı.

Ancak; gün boyu kapı-pencere kapalı, evin içi havasız kalmış olsa da, akşamları evine ulaştığında açtığı kapı-pencereden içeriye doluşan temiz hava söylediklerinin üreme ve üretim faaliyetlerini sınırlıyor olsa gerekti!

Daha sonra akıl edip her sabah evden ayrılırken şuraya buraya koyduğu ilâçlarla galiba ilk yerleşenler dışında, doğum kontrolü(!) gibi tedbirler nedeniyle sülâle şeklinde bir yaşam tarzına da ulaşamıyorlardı. Bir bakıma ev, ilk günkü gibi, eski hamam, eski tas(5) şeklindeydi.

Eve bir kadın eli değmesi(5) gerekliydi. De…

Dışarılardan birileri gelmeyeceğine göre, eve kadın eli değsin diye evlenmek için de evlenilmezdi ki! Tozlar, örümcekler, böcekler, sinekler, belki uzman bir şekilde kendilerini gizlemekte başarılı olan fareler için evlenmeyi düşünen aptal bir salağa, insanların ne gibi sıfatlar yükleyeceği aklının ucundan bile geçmiyordu Ayhan’ın.

Üstelik gönlünün sultanının kendini beklediğine dair % 100 inancı da salaklığının karesi olsa gerekti!

Ayhan; “Varsın!” dedi, “İşgal edenlerin payitahtı olmaya devam etsindi evi!” Kişinin bir ömrü tek başına tüketmesi alnında yazılıysa o halde, beklediğini düşündüğünü beklemeksizin yaşamına şu veya bu şekilde devam edecekti.

Ya da Tanrı o alın yazısını yazmayı gerekli görmeyip sabrını denemeyi düşünmüşse, özleminin gerçekleşmesini beklemeye değerdi.

Yalnızlıkta, yalnızlıkla, yalnızlıktan canı sıkılıyordu Ayhan’ın. Hafta sonları, bayram, seyran tatilleri canını acıtıyordu, özellikle gurk tavuk gibi oturduğu yerde, hiçbir iş yapmaksızın, hiçbir girişimde bulunmaksızın, çaba göstermeksizin gönlünün sultanının kendisine gelip ulaşacağını umarcasına beklerken.

Yalnızlığıyla kendisi kendisini üleşirken sokaktan kulaklarına ulaşan şamata çekti dikkatini. Toz kümesinin kadrine uğramak(4) pahasına perdeyi araladı, sünnet çocuklarının zorunlu neşeli çığlıklarıydı kulağına ulaşan…

Ve bir şey daha fark etti Ayhan, yıllardır görmemişçesine, sanki haberi olmamışçasına. Evinin karşısındaki parkta bulunan yürüyüş parkuruna(5) ve uygun adımlarla yürüyüşüne şahit olduğu, kendisini gözlediğini sandığı amcaya ilk kez şahit oluyordu sanki…

İnsanların çeşitli giyim ve konumda yürürken sohbet edeni, kulaklarındaki müziğin veya her neyse bir şeylerin ritmine uyarak özellikle o amca gibi yürüyeni, koşanı vardı.

“Ben bunu bugüne kadar niye görmedim ve bazı şeyleri niye şu ana kadar akıl edemedim?” diye dövündü(81), âdeta sitemde bulundu kendine.

Bundan böyle hiçbir tatil günü sorun yaratmayacaktı kendine kendinde, belki yaşlı bir teyzenin, belki de dikkatini çeken o Amcanın önerilerine, anlattıklarına kulak verecek, belki bir sporcu ile sohbet edecek, belki, belki de…

“Kim bilir? Ama vallahi de, billâhi de, tallahi(2) de, örümcekler için değil düşüncem. Sevmek, gerektiğinde uğrunda kul-köle olmayı düşüneceğim, umudumu ayakta tutacağım birine rastlamak, arzum.

Her ne kadar unutmakta zorluk çekeceğim heyecanları beynimin en ücra(3) köşelerine defetmek(4) mecburiyetim olsa da denemem gerek. Çünkü gerçeğimi saklamak, beynimin bile hakkı değil! Yeni bir arayış için de zaman sorun değil, yeter ki bir gün mutlaka…” dedi kendi kendine.

Ayhan’ın ilk günleri de daha sonraki bir kısım günleri de hep boş geçti, dense yeri.

Eee…

Yeni yeni görünüyordu hafta sonlarında, neredeyse gün boyu, mesai günlerinde ise yaz-kış kavramı olmaksızın, ileri-geri saat uygulamalarına uymaksızın diyebileceği bir şekilde sabah ezanlarından sonra mutlaka yürüyordu. Koşmak; ham bir vücut için pek akıl kârı değildi…

Banyosu tertemizdi ve kirin barınacak bölgesi yoktu bedeninde, “Temizlik imandan gelir(2)!” söyleminde. Sıcak su her daim(5) hazırdı banyosunda. Tembellik etmediği zamanlarda elinden gelebilen ihtiyacı olacak bir şeyleri de yıkamakta yorulmuyordu, ama ne kadar? Eşofmanları, çorapları yağır(3) gibiydi.

İç çamaşırları ise banyo sepetinde yığılıydı, elden geçirebildikleri dışında 25-30 takım kadar, yıkamakta başarılı olamamak, yenisini almaya yönlendiriyordu kendini zira. Bu nedenle banyo sepeti, leğen kavramları çamaşır birikimi için zayıf kalırdı, herhalde uygun düşse “Kirlilerin doluştuğu varili” demek daha uygun bir söz olurdu.

Hevesti o kulvarda ritmik yürüyüşü, mutluluğunu yakalayacakmış umuduyla, avucunu yalama(4) ihtimalini düşünmeksizin. Hem zaten avucunu yalaması için avucunun temiz olması gerekmez miydi? Temiz miydi peki, avucu?

Tartışılırdı!

Verdiklerinin karşılığında selâm almaya da başladı Ayhan, tek tük de olsa, ne de olsa insandı ya; genç-ihtiyar, bay-bayan, koşan-yürüyen, delikanlı-genç kız-çocuklar…

Sohbet ederek, dinlene-dinlene, ya da yetişecek bir yerleri varmışçasına koşarak, değilse ehlen ve sehlen(2), ıngıdık ıngıdık(5), rahvan(3), kulvarlar doluysa slalom yapmanın(4) zahmet olmadığına inanarak…

Dikkatini çeken lüks bir arabanın her zaman gelip beklediği, en dış kulvarda yürüyen, arada sırada olsa da kanepelerde dinlenen gençten oldukça yaşlı, yaşlıdan biraz genç pencereden ilk baktığında dikkatini çeken o amcaydı.

Yürüyerek bile bir kaç tur bindirmişti(4) ona, her karşılaşmalarında içtenlikle selâmlamıştı. Varlıklı görünüyor olsa da hatırından çıkaramadığı, unutmak için gayret etse de unutamadığı biri gibi yükseklerden bakan(4) değil, mütevazı(3) görünümlüydü, verdiği her selâmı, her seferinde almıştı.

Ve Ayhan onu tamamıyla ezberlemişti. Hatta birkaç kere hal ve hatırını bile sormuştu(4). Yaşlı adam muhtemelen önemsemediği için ne kendi adını sanını söylemiş, ne de Ayhan’a sorma gereğini hissetmişti, tek eklentisi “Merhaba!” selâmının sonuna eklediği “Genç adam”  sözü idi.

Ancak Ayhan’ın itiraf değilse de, yalan söylememesi gereken bir gülümsemeyle o amcaya yalakalık modunda söylemek istediği bir şey vardı, istihza, ya da alay anlamında görünmeyecek;

“Amcacığım, varlıklısın belli, lüks araba, gıcır-gıcır, tam takım spor kıyafeti falan...

Niye gidip-gelerek yorarsın ki kendini, şoförlerini? Al evine bir yürüyüş bandı, kumanda sende, yürüyüşünü, ritmini, dinlenmeni, nefesini kendin ayarla, mutlaka doktorunuz vardır, onun önerilerini dikkate alarak tabii…

Hem siz kimsiniz, nesiniz, bu kadar beyefendi ve varlıklı bir insan olmanıza karşın, insanlara tepeden bakmıyorsunuz(4)? Bu; memnuniyetim, ancak inanmakta da zorluk çektiğimi söylemesem olmaz, söylemem gerek!”

Sorusu havada kalmıştı Ayhan’ın, yaşlı adam cevap vermek istememiş olabilirdi…

Ayhan’ın dikkatini çeken, arabaya binmediği halde yaşlı adamın şoförlerinin ciddi olması, belki ara sıra getiriyor olsalar da genelde almaya gelmemeleri idi, bu belki kendisini zorlamaması, kendisine hükmedilmemesi, istediği zamanda yürüyüşünü bırakmak istemesinin nedeni olabilirdi.

Yaşlı adam parkın en sonundaki kapıdan yavaşça çıkıp aynı ahenkli adımlarla site olduğu belli büyük blokların arkasındaki Ayhan’ın bilmesinin mümkün olmadığı saray gibi olan tek katlı ve içinde birkaç küçük ev olan geniş bahçeli bir eve doğru yürüyordu.

Koşan-yürüyen; “Merhaba! Günaydın! Aleykümselâm!” diyenlere ek olarak sözlerinin peşine; “Abi! Amca! Dayı! Kardeş!” kelimelerini dillendirenler içinde kendisini en çok etkileyen tur bindirdiği ve kendine “Genç Adam” unvanını yakıştıran o yaşlı insandı.

Bu arada kesinlikle söylemek gerekli ki Ayhan, kendisine “Abi, Amca, Dayı, Kardeş” diyen kızların, kadınların hiçbirine “Gönlümün sultanı olabilirler mi?” düşünce ve amacıyla bakmayı yasaklamıştı! Hem zaten “Kör, Kör gözüm parmağına(8), aramakla bulunmazdı ki, meğerki rastgele(5)!”

Ayhan tur bindirirken “Amca” dediği yaşlı adam; “O gün arabasının kendini almak için geleceğini ve kendisini arabasına bindirip evine davet etmek” isteğini söylemişti, üstelik bu kez “Genç Adam!” demek yerine “Oğlum!” diyerek.

Utanmıştı, kirli eşofmanlarıyla o güzelim arabanın koltuklarına oturarak kirletme endişesi dolu olarak yaşayacağı ayıptan dolayı. Gazete falan da yoktu ki, hem gazete falan bir davet için ayıp örtme konusunda yeterli değildi ki!

“Bir sonraki günlerden birinde inşallah!” dediğinde, yaşlı adam tevazu(3) dolu bir emir gibi; “Yarın!” demişti, yarının ve diğer yarınların neler getireceğini her ikisinin de şimdilerden bilmeleri, hatta tahmin bile etmeleri mümkün değildi, belki yaşlı adam yönünden biraz?

Yaşlı adamın bu tavrı; zorunluluk gibi yüklenmişti Ayhan’ın omuzlarına. O gece üç günlük, hadi abartılmış gibi olmasın iki günlük(!) duş yapmış, tıraş olmuştu. Poşetinden çıkarttığı iç çamaşır takımları ile bayramlık-seyranlık(5), damatlık-görümlük(5) dediği eşofmanları itina(3) ile çantasına yerleştirirken yağmur yağmaması için dua etmek yanında, keten bembeyaz ayakkabılarıyla suya-çamura basmamak için dikkatli olacağına dair kendine söz vermişti.

Malûm kimliğini araştıramadığı tozlar ve hayvancıklarla yakın akrabalığı vardı, ancak o amca bunu hissetmemeliydi. Kendine göre, kendisine “Oğlum!” diyecek kadar yakınlık gösteren bir insana o da onun oğluymuş gibi davranmak mecburiyetinde olmalıydı…

Kaçıncı tur bindirişiydi, terlememek, kokmamak, üstünü-başını kirletmemek için çok yavaş tempodaki(5) yürüyüşünde, hatırlamıyordu. Amca, son turunun bitiminde bir kanepeye oturmuş, soluklanıyordu.

Ayhan yanına geldiğinde belki de yorgunluğunun eseri ufak-ufak cümlelerle, dinlene-dinlene Ayhan’ı sorgulama, geleceğe ait tasavvurlarını şekillendirme çabasında gibiydi sanki;

“Adın ne? Annen-baban? Nerde çalışıyorsun? Söylemende sakıncası yoksa ne kadar maaş alıyorsun, tahsilin ne, evin-barkın var mı?”

Amaç ne olursa olsun, saklayacak nesi vardı ki Ayhan’ın, bir garipti, varsın kendini garip olarak bir bilen daha olsundu. Ayrıca dürüstlük pazarda satılmıyordu ki, naturasında(3) vardı kendinin.

“Amca, adım Ayhan. Annemi-babamı yitirdim, kardeşim yok, yalnızım, uzak akrabalarım söz konusu değilse. Spor yapmak dışında başka alışkanlığım yok. Kör-topal da olsa yaşayacak, kimseye muhtaç olmayacak kadar yeterli, hatta bir kısmını anne nasihati ölümlük-dirimlik olarak bir kenara biriktirmeye çalıştığım maaşım var, Allah’ıma şükürler olsun! Bir devlet dairesinde mühendis olarak görev görüyorum…

Ve ev denirse kümese benzer baba yadigârı bir gecekondum var?”

“Anladım, ne mühendisisin?”

“Makine efendim!”

“Peki! Bunları neden öğrenmek istediğimi sormayacak mısın?”

“Aklımdan bir şey geçmiyor efendim, varlıklısınız belli, adınızı öğrenmek bile haddim(13) değil, üstelik bu parkta yürürken benim için hemen iyi bir şeyler düşüneceğinizi ummam yanlışlık, fazlasıyla bir iyimserlik olur. Bırakın beni, size saygım devam etsin; ‘Amca-oğul’ gibi…

Yaşamımdan memnunum ve ilerim için hiçbir özencim, arzum, tasavvurum yok, kendim kendime yetiyorum, belki ‘Şimdilik!’ demem gerek, üstelik haddimin de nerde başlayıp nerde sonlandığını çok iyi biliyorum efendim!”

“Söylemek istediklerimi şimdilik erteliyorum Ayhan oğlum! Bu, burada bitmedi. Aklını çelme(4) şansımı mutlaka kullanacağım, unutma bunu! Hadi bugünü bitirelim, atla arabaya!”

Düşüncelerin ertelemişti yaşlı adam, ama şimdilik. Öne kendisi oturmak istemişti yaşlı adam. Saygının da, sevginin de o kadarı fazla görünmüştü Ayhan’a.

Şoförden önce davranıp hemen sağ arka kapıyı açıp onu yerine oturtturduktan sonra kendisi ön koltuğa geçti, aklından herhangi bir şey geçirmeksizin, belki de şoföre evinin yolunu tarif etmeyi unutarak, ama sonrasında akıl ederek…

“Ben burada ineyim saygıdeğer amca, şoför kardeş sana da ayrıca teşekkür ederim. Haydi, yolunuz açık olsun, selâmetle!”

“Evin hangisi?”

“Solunuzdaki gecekondu efendim, ama özür dilerim, sizi davet edemem, ne de olsa bekâr evi, kusura bakmayın lütfen!” dediğinde, amca dediğinin de, şoförünün de evine dikkatle baktıklarının farkında değildi, hem kendisi için önemi de yoktu bunun…

Genç adamın işlerinin yoğunluğu, seyahatlere katılmasının gereği için yaklaşık bir hafta, belki de on gün geçmişti spor yapmayalı, yaşlı adamla görüşmeyeli, evindeki davetsiz kalabalığın artışının farkında olmadığı.

Ayhan da, yaşlı adam da birbirlerini merak etmişlerdi, merak etmeye hakkının olmadığının(13) bilincindeydi Ayhan, peki yaşlı adam?

O kadar geçen süre içinde yaşlı adamın sesini, soluğunu işitmemek zor gelmişti kendisine, kısaca özlemişti.

Hafta sonu yine ve her ihtimale karşı iki-üç günlük duşunu alıp, temiz eşofmanlarıyla indi sahaya Ayhan, ancak bu kez ya kendisi gecikmiş, ya da yaşlı adam erken davranmıştı, sabah sporunu sakin adımlarla yapmak için.

Her nedense özlem dışında kendisini ona bağlayan bir sevgi olduğunu düşünür olmuştu, kimliksiz.

“Merhaba amca!” dediğinde;

“Artık ismimi bil oğlum; ismim Aydoğan!..” deyip sarılırken kendinden şüphe etme hakkını kullanma(13) kararındaydı Ayhan;

“Şu meşhur fabrikatör?...”

“O kadar da değil!”

“Ve siz bunu benden şu ana kadar sakladınız, neden?”

“Senin gibi benim de yalnızlığımın çaresi, karşılığı beklenmeyen bir dost edinme arzusu, beni bilmeksizin, öğrenmeksizin bir sevgiyi hak etme arzusu desem?”

“O kadar çokluğunuz içinde yalnızlığınıza benden bir çare beklemeyin amca, lütfen!”

“Gerçekten yalnızım oğlum! Teyzeni bir buçuk yıl kadar önce yitirdim. Faraza(3) o günden beri bunak(3) gibiyim, yalnızlığa hükümlü gibiyim. Bazen bazı şeyleri unutuyor, hatırlayamıyorum. Bu nedenle fabrikayı tümüyle kızıma devrettim, ona ayak bağı olmaksızın(4) yaşamım tükensin arzusuyla…

Ne zamanki seninle karşılaştım, aklım başıma geldi pozitif olarak, kendime geldim, yaşama arzum güçlendi, yaşama küskünlüğüm bitti, kızımın güçlenişime hayreti mutluluğum oldu…

Neyse! Çok konuştum! Biraz yorulayım, sonra oturalım, sana ciddi tekliflerim olacak. Öncelikle; ‘Kızımın yükünü hafifletecek bir Makine Mühendisine ihtiyacım var!’ anlamında başlayacağım sözlerime, bilesin…”

“Amca, bu teveccühünüzü(3) hak edecek ne yaptım ki, bir selâm vermek dışında?”

“Bazen bakışlar, sözler vardır(16), sayfalar dolusu yazmaya gerek bırakmaksızın her şeyleri bir anda anlatan. Ben seninle karşılaşmadan önce hiçtim, gerçekten, boş bir çuval, içine ıslak nohut taneleri konularak düzeltilmesi gereken buruşuk bir teneke gibi.

Oysa şimdi kızıma karnıyarık, yaprak sarma, börekler, hatta tatlılar bile yapıyorum. O çuvalı dolduran pirinç, o tenekeye sığışan ıslak nohut taneleri sendin beni kendime, bana getiren.

Bir gün davet etmek isterim seni evime. Parmaklarına ihtiyacının olmadığı bir gün gel bana, övünmek gibi olmasın, ama parmaklarını yemek(4) için. Şoförüm evi biliyor nasıl olsa, sana araba gönderirim!”

“Teklifinize uymak içimden geliyor, ama sıcaklığına inandığım bu teklifinize güzel bakmam mümkün değil. Beni tanımıyorsunuz. Şu ana kadar ağzınızdan ‘Damat’ diye bir kelime çıkmadı, ya da ben duyamadım, o halde kızınız evli değil sanıyorum, kızınızın güvende olacağından nasıl bu kadar emin olabilirsiniz ki? Bana nasıl bu kadar güveniyorsunuz ki?..

Evet, yönetici olmak, hatta hak ettiğimden fazla para kazanmak benim de hoşuma gider. Ama Mevlâna’nın dediği gibi, ben; ‘Haddimi bilirim!(13)Güveninizi yitirme ihtimalini yaşamaktansa, sevgi dolu bir Amca-Oğul birlikteliğini bu parkta gereğince uzun tutmayı yeğlerim(4)!”

“Peki, öyle olsun! Bulacağım her fırsatta bencilce görünecek olsa da teklifimi tekrarlayacağım. Çünkü sırtımı döndüğümde beni arkamdan vurmayıp destekleyecek en büyük varlığın sen olacağını biliyor ve iddia ediyorum. Gerisi teferruat, lâf-ı güzaf(5)! Hadi artık çok konuştuk! Bugün yürüyüşümü biraz erken bitirmek zorundayım…

Bana ait arabanın ufak tefek(12) bir kısım kusurları ve yasal işlemleri için bugünlük benim olmaması gerekiyormuş, bu nedenle beni de buraya kızım getirdi. Artık yorgunluğumda yürüyerek mi giderim, sen sırtında mı taşırsın, yoksa bir taksi çağırıp başından mı savarsın(4), artık o, sana kalmış, genç Ayhan!”

“Sevgili amcam, ben o kadar duygusuz, duyarsız mı görünüyorum? Sizi, ev adresinizi bilemiyor olsam da, fabrikanızın yerini biliyorum, fabrikanıza götürürüm sizi, ya da ev adresinizi tarif ederseniz evinize elimle teslim ederim!”

Hem konuşuyor, hem de Aydoğan’ın tutukluğunda Ayhan ona uyarak beraberce yürüyorlardı. Aydoğan birden göğsünü tutarak kendiliğinden yere uzandı. Ayhan için öğrendiği kadarıyla bunun kalp krizi olması muhtemeldi.

Kalbin uzun süreli durması demek, beynin oksijensiz kalması, beyin ölümünün(6) gerçekleşmesi, beyinsiz, bitkisel bir hayat(6) demekti. Kendini etkileyenin yarattığı asabiyetiyle(3) olsa da suni teneffüs ve kalp masajı yapmayı öğrendiği için teşekkür etti Tanrıya ve hemen işleme başladığında, bir eliyle cep telefonunu cebinden çıkarıp en yakınındaki meraklı seyirciye uzattı;

“Çabuk bir ambulans çağırın!”

Ve o kısacık süre sonunda tekrar devam etti kalp masajı yapmaya ve suni teneffüs işlemine. Aydoğan kendine geldiğinde ambulans da gelmişti. Doktor;

“Siz gereğini yapmışsınız, bize hacet kalmamış(4), gene de sedyeye alıp oksijen takviyesi yapalım!” dediğinde Aydoğan’ın gözleri sevgi ötesinde, minnet(3) katkılı, hatta anlaşılıp anlatılmayacak şekilde kahkahalar atmak amaçlı gibi gülümseme doluydu…

Aydoğan o halinde cebinden cafcaflı(3) telefonunu çıkardı, parmaklarıyla iki ayrı tuşa dokundu ve telefonu Ayhan’a uzattı;

“Alo! Baba?”

Soran, sorgulayan bir sesti bu.

“Affedersiniz hanımefendi, ismim Ayhan! Babanız ufak bir sarsıntı geçirdi yürüyüş parkında. Tesadüfen yanındaydım, yardımcı olmaya gayret ettim. Şimdi bir ambulansla kendisini hastaneye götürüyorum. Eğer gelirseniz doktor, ilgililer ve önemlisi amca size durumunu anlatır…”

“Hemen hastaneye geliyorum, peki, kendisi ile görüşebilir miyim?”

“Mikrofon açık! Babanızın isyankâr(3) bakışlarına karşın Doktor da, hemşire de kaşlarını kaldırdılar. İsterseniz ve o da kabul ederse telefonu Doktor Beye uzatayım, o anlatsın. İsterseniz hastaneye geldiğinizde gözlerinizle görün ve rahatlayın!”

Karşısındaki insanın doğal olarak acelesi vardı, telefonu “Çat!” diye yüzüne kapatmıştı, böyle bir anda kusura bakılmaması gerektiğini düşündü Ayhan.

Yaşam sürprizlerle doluydu. Tanrı bunlardan birini de tıpkı Türk filmlerindeki gibi Ayhan için hazırlayıp uygulamaya koymuştu sanki.

Hastaneye ulaştıklarında genç kızı ambulansı bekler şekilde buldu Ayhan.

Karşısındaki bir buçuk yıl kadar önce otel odasının kapısına gelip özür dilemek isteyen, kendisinin reddettiği genç kızdı. Belki de hatırlamak istemediği için başlangıç ve sonuç aklında kalmamıştı Ayhan’ın, çünkü karşısındaki “Küçük dağları ben yarattım!(5)” havasında, “Kendini beğenmiş(5)” olandı.

“Siz? Sen? Yani siz?”

“Sen? Siz? Yani unutmamışsınız!”

Herhalde can alıcı(5) bir kelimeyle donanmıştı son kelime dudağında;

“Duygu sömürüsü(5) ile elde edemediğini, babamı etkileyerek mi elde edeceğini sandın?”

Ayhan hem “Sen” olarak aşağılanmasının, hem de yarım yamalak(5) da olsa aklından bile geçiremeyeceği böylesine bir tesadüfün oluşmasından dolayı şaşkındı. Sözleri, sitemleri, kahırları kabullenmek mecburiyeti yoktu.

Haksızlıktı Ayhan’ın yaşadığı, onlar sedyelerle hastane içine yöneldiklerinde. Asla bir teşekkür beklentisi yoktu, ama anlamadan, dinlenmeden sabit fikirle(5) genç kızın elinin tersiyle haşlama(4) gayreti de makul ve mantıklı(5) değildi.

Oysa ne güzel söylenmişti; Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var(17)!” diye.

Ceplerine sadece anahtarlarını ve cep telefonunu almayı akıl edebilen Ayhan’ın ilk kez farkına vardığı şey, ceplerini kontrol ettiğinde cebine para almamış olmasının görüntüsü ve pişmanlığıydı.

Tuttuğu taksinin parasını evine, örümceklerine ve diğer hayvancıklarına küskünce kavuşunca ödedi. Bu sırada çalan telefon tereddüt oluşturdu zihninde, sitem mi, özür mü ulaşacaktı kulaklarına?

Düşündüğünün katırların doğurmasını düşünmek kadar imkânsızlığını hayal etmesi bile zordu, çünkü telefon eden ambulanstaki doktordu;

“Numaranız telefonumuzda kayıtlı olduğu için size ulaşmak zorunda kaldım efendim, özür dilerim. Resmi değil, özel bir kurum olduğumuz için görev ücretini tahsil edemedik. Hâlâ hastane önündeyiz, ödeme için sizi mi, yoksa hasta yakınlarını mı bekleyelim? Ya da beklemeye devam edelim mi efendim?”

“Hesap miktarını ve IBAN Numaranızı(18) bildirin ve siz servisinize dönün, döndüğünüzde tutarın hesabınıza yattığını göreceksiniz. İlginize, yakınlığınıza teşekkür ile yadırganacak(4) bir söz gibi olsa da, ‘İyi işler!’ dilerim.”

Kanaatince susması gerekliydi; atalarımızın dediği gibi “İyilik yapıp denize atılmalıydı(19)!” Bilmeyenlerin bilmesi gerekli değildi…

Geçen sürenin farkında değildi, küsmüştü parka, evden çıkmıyor, gitmiyordu; “Ne umdum, neyle karşılaştım, ne buldum!” tavrındaydı, üstelik yaşlı adamdan hiçbir şey ummamasına rağmen.

Cumartesinin sabahıydı, yürümeyi, kahvaltı için dışarıya çıkmayı bile ertelemişti canının sıkkınlığında. Kapısı çalındı, zil yerine parmak uçlarıyla, sanki kapı incinecekmiş gibi, usulca hatta çekinircesine.

“Kim o?” diye seslendiğinde aşina(3) olduğu gururlu ses aynı nitelikle cevapladı sorusunu;

“Ben Aylin! Nazik jestinize(5) karşı Babam Aydoğan’ın ödemesi gereken tutarı getirdim. Ayrıca özür dilemek ve babamın isteği olarak sizi babama götürmek için geldim!”

“Amcaya ‘Geçmiş olsun!’ dileklerimi iletin lütfen. Amcanın gönderdiği emanete de, özür dilemenize de gerek yok efendim! Ben haddimi bilirim! Ulaşmayacağım daldaki üzüm olsa da koruk(20) olduğuna inanacak kadar da aklım yerinde. Size iyi günler! Güle güle efendim!”

“Kapı arkasından konuşmanız bir centilmen olarak size yakışmadı, bunu mutlaka belirtmeliyim. Babam sizi anlatırken herhalde yanılmış olmalı. Peki, size de iyi günler…” genç kız karşısındakini onurlandıracak(4), ya da aşağılayacak(4) ikilemi(3) için bir söz bulamamış olsa gerekti.

 Doğrusu kapı arkasından, kapı önüne seslenmesi, konuşması yakışmamıştı. Bu utanmadığı, ya da utanmayı aklından geçiremediği bir davranış şekli idi Ayhan’ın...

Sitemden yılgınlığı(3) mı, yoksa sevgi dediği birikimle onu hafızasından silememenin çılgınlığı ile dizlerine kapanmama iddiası mıydı gerçekleştirdiği, bilmiyor, bilemiyordu belki de.

Genç kız da dışlanmaktan(4) hoşlanmamış olsa gerekti, birinci karşılaşmada refüze olmuş(4), ikincisinde ise doğrudan doğruya reddedilmişti, kendini bir şey sanan, o şey her ne ise, o şey tarafından. Küçük yaşlardan, şu anda ulaştığı yaşlara kadar her şeylere sahip olmaya alışmış, hatta karşı koyulamayacak kadar güzel ve bilgili olduğuna dair inancı kaybolmuştu birden.

Evet, belki o deniz kazasında boğulmayacaktı, belki kendi kendine kurtulacak, belki de cankurtaranlar kurtaracaktı kendisini, bu nedenle yükseklerden bakmak için hakkı ve haklı olduğunu düşünüyordu ve kendince de bunun sakıncası yoktu.

Amma…

Doktor, babasının endişe edilecek bir şeyi olmadığını söylemişti, babasının “Kalp krizi geçirmiş olma” olasılığını belirtmesine rağmen. Yanılmış olması mümkündü, ama yanlış olmadığını düşünmeyi daha çok arzuluyordu. Hele ki özel olarak gelen Aile Doktoru da kalp krizi geçirmediğine dair aynı düşünceyi tasdikleyince.

Tüm bunlara karşın, babası iddia ettiği gibi kalp krizi geçirmiş, Ayhan da yapması gerekenleri yaparak gerçekleşmesi gerekeni gerçekleştirerek başarmış olabilir miydi?

Düşünürken düşünceleri yordu Aylin’in kendini. Boş vermek istemesine rağmen, boş veremedi. Babası şu veya bu şekilde tatilde yaşadıklarını kendi söylediklerine ek olarak, araştırma yapıp kimilerinden bir şeyler öğrenerek o genç adamı kendisine yönlendirmek çabası yaşamış olabilir miydi, güvenilir biri gibi, tesadüfleri belirli bir surette şekillendirerek?

Ancak kalp krizi olmasa bile babasının yaşadığı gerçek bir sıkıntı idi de, o genç adam gerçekten babasına yardım etmiş olabilir miydi? Genç adamın üzüntülü tavrını fark etmesine rağmen, sözleriyle onu haşlayıp yaralamış olmasına esefleniyordu(4) şimdi.

Genç adamın isminin Ayhan olduğunu öğrenmişti, paraya değer vermediğini, mağrur olduğunu ise doğrudan doğruya yaşadıklarından dolayı biliyordu. Farkında olmasa da, içinde şu veya bu şekilde yer etmiş olsa da, karşılaşacaklarını aklından bile geçirmemiş olsa gerekti, üstelik karşılaştıklarında; “Sen? Siz?” karmaşasında.

Eğer o genç adamın kendisine olan bir gıdımcık(5) bile olsa ilgisini ispatlayabilirse, zekâsını kullanarak onu kendisine kul-köle edeceğinden emindi, kendi duygularından bihaber gibi.

Yaşamında bugüne kadar hiçbir girişiminde başarısızlık yaşamamıştı, ya da böyle bir şeyi hatırlamıyordu Aylin. Çünkü yollar uzun, çatallı, engebeli dolu risk görüntülerini şekillendiriyorsa, başarısız olacağına inandığı an, geri dönmeyi akıl edecek kadar erdemli ve zeki idi.

Peki, ona yönelmek? Bu sadece reddedilişinin, refüze edilişinin intikamı mı olacaktı? Yoksa…

Evet, kendisine karşı dürüst olmalıydı, o tokadı attığında, ya da kendine atılan tokadı misliyle iade ettiğinde(4), kendisine sarılıp öpmesini düşündüğünde ve istediğinde gerçekten farkında olmaksızın kendini, duygularını saklamış mı, saklanmış, gizlenmiş miydi?

Hem ola ki, Ayhan kendisini öpseydi, karşılığını vererek duygularını belli etmiş olur muydu, daha ilk görüşte?

Bugün hâlâ o anları yaşıyor, o anlara özlem duyuyor gibiyse, bunun anlamı ne olabilirdi ki? Yoksa farkında olmaksızın kulu-kölesi olmasını dilediğinin, kendisi mi kulu-kölesi olmuştu?

Yolda giderken, trafiğe aldırış etmeksizin “U Dönüşü” yaptı(4) ana caddede. Bir şeyler ya olacak, ya da olacaktı. Ama ne alçalacak, diz büküp, el açacak, ne de karşısındakinden böyle bir şey bekleyecekti…

Mi?

Oysa istediği bu değil miydi karşısındakinden? O halde nasıl?

Ayhan’ın kapısının önünde durdu, aynı klavye ritmi(5) ile dokundu kapıya, “Kim o?” denmesini beklemeksizin; “Ben Aylin!” dedi.

“Anlaşılmadık bir konu mu var hanımefendi?”

“Sana beş dakika izin. Giyinip paşa paşa kapıya gelmezsen uluorta(3) bangır bangır(21)  bağırır, çığırırım; ‘Beni kandırdı, iğfal etti, şimdi de kapı dışarı ediyor!’ diye. Böylece sen de prestijinin(3) sağlamlığını kontrol etmiş olursun!”

“Deli misiniz, aklınızdan zorunuz mu var sizin?”

“Farz edelim öyle! Hatta ‘Başlangıçtan beri’ ekini de koyabilirim cümlemin sonuna. Ama şu anda duymak istediğim söz bu değil, geliyor musunuz? Son olarak; evet mi, hayır mı?”

“Hayır, deme şansım?”

“Yok! Hem, hemen!”

Aslında genç kızı görmeye can atıyordu, sevdiğini belli etmek istiyordu, “Haddim değil, hakkım yok!” sözlerine sığınmak istemeksizin, dünya yıkılırsa yıkılsın umurunda olmaksızın. Yararlanmak istediği sadece biraz “Naz” olsa gerekti.

“Peki deli hanımefendi! Ama sonrasında beni azat etmenizi dileyeceğim sizden. Babanızla, yani Aydoğan Amcayla bazı şeyleri konuştuğunuzu hissediyorum, ama bilin ki benden ne köy olur, ne de kasaba efendim!”

“O senin bilebileceğin şey ihtiyacım olan Makine Mühendisi Ayhan Bey. Bazı şeyleri benim de bilme hakkım var ve ben hâlâ kapı önünde çan-çan çene yarıştırmaya(4), size söz yetiştirmeye çalışıyorum. Millete karşı ayıp olacak bir durum bu! Aç kapıyı hadi, çabuk!..

Korkma yamyamlığım yoktur, deliliğim eser miktarda(5) görünüyor olsa da kapı kenarına büzülürüm, gözlerimi de kapatırım, çekinme, giyinirken sana bakmam, her ne kadar sen ilk karşılaştığımızda izinsiz olarak da olsa şurama, burama bakıp kurcalamış olsan da…”

“Hâlâ yanlışlara sığınmak ve beni aşağılamak arzusundasınız, farkında mısınız?”

“Benim gördüğüme mi, senin dediğine mi inanayım, bilemedim!”

“Vazgeçtim deli hanım, iddialaşmayacağım!”

Kapı aralandı hafifçe, Aylin içeri girdi, Ayhan soyunup giyinmeye çalışırken.

“Pardon! Kalbin var mı senin?”

“Neden icap etti?”

“Hiç! Merak ettim de!”

“Tehdidinize boyun eğdiğime göre olsa gerek!”

“Evet, tehdit ettim, ama geri alıyorum tehdidimi, zorla ve tehditle kalbinin olduğunu fark ettinse, senin için bir şeyler yapmak elimden gelmez! İzninle gidiyorum!”

“Tercümem yanlış oldu! Gitme! Seni benden esirgeme! Hata yaptım diye, zalim olma, zulmetmeye çalışma lütfen! Uzat elini, hiç olmazsa yanlışlıklarımı unutmaya çalış, yok farz et, ne ben seni boğulmaktan kurtardım, ne de sen beni aşağıladın, diyeyim. Böyle ayrıl buradan, gücenmeksizin, kalbini kırdığımı düşünmeksizin, aklına getirmeksizin…”

Aylin, Ayhan’ın sözlerinden mutlu gibiydi; “Hah! Şöyle yola, imana gel biraz, sürüm sürüm süründüreceğim(4) seni. Benim olacaksın!” diye geçirdi içinden.

“Nereden çıkartıyorsun böyle saçma, sapan sözleri ben kapına geldim, diye. Tamam, mademki ‘Gitme!’ diyorsun, peki, dışarıda bekliyorum, bu arada çan-çanla vaktinin azaldığını bil, bu benim değil, senin kusurun…”

“5-10 dakika içinde yanında olacağım!”

“İki dakika içinde dışarı çıkmaz ve araba içinde olmazsan, çenem açılmak(4) için hazır olacak, başına geleceklerden ve itibarsızlığından(3) beni sorumlu tutamayacaksın, hakkında her şeyi bildiklerime ek olarak yalanlarla donatarak uyduracak olsam da…”

“İnsaf denen bir şey var hanımefendi. ‘Çat kapı(5)’ kapıma geliyorsunuz, bana zulmetmek için tehdit ediyorsunuz ve…”

“Bir dakikan doldu bile, susuyorum!”

“Haklısın! Doğrusu bu galiba!”

Ayhan giyinip kapıdan dışarıya çıktığında Aylin arabasının diğer kapısındaydı, arabanın anahtarını uzatırken;

“Sakın ola; ‘Ehliyetim yok!’ deme, biliyorum, inanmam. Karnım pek aç değil, ama yemek dersen, yemek, çay dersen, çay…

‘Hayır!’ demem! ‘Uzat elini!’ dedin. Sen uzat elini ya da tatildeki gibi çekme elini elimden geriye!”

İlerlemeye çalışırlarken yollarda istikametsiz, hedefsiz, nereye gittiklerinden haberdar olmaksızın ilerlerken Ayhan dillendi, neden sonra;

“Haddimi bilirim, demiş ve sevgisiz bir yaklaşımın yanlışlığını anlatmaya çalışmıştım ya!”

“Şimdi?”

“Bilmiyorum. Bilemiyorum!”

“Bil! Bilmen gerek!

“Çabalayacağım!”

“Peki! Israrcı olmayacağım, çayını ısmarla ve sonrasında sen yoluna, ben kendi yoluma…”

“Hani; ‘Ödemem gereken borcum var!’ demiştin, ilk karşılaşmamızın ertelerinde?”

“Ödemek istedim, kabul etmedin, dolaysıyla borcum falan yok!”

“…”

“Neden susuyorsun, dilini mi yuttun yoksa? Neyse çay içesim de kalmadı artık! Sen yolunu kendi başına bulursun artık, sanırım. Kalk yerimden yerlerimizi değişelim ya burda kal, ya da istediğin yere bırakayım seni...

Bir daha karşılaşır mıyız, ya da nasıl karşılaşırız, bilemiyorum. Aslında fabrikamda bir Makine Mühendisine mühendis olarak ihtiyacım olmasına rağmen, neler yitirdiğimin ve yitireceğimin farkında olarak Allahaısmarladık!”

Ayhan yer değiştirmesine rağmen arabadan inmeye niyetli değildi. Nutku tutulmuş(4), sabrının doruklarındaydı, ya da bir yanardağ gibi lâvlarını püskürten;

“Gitme, ne olur! Bir çay içimi kadar süre için bana tahammüllü ol, korkak bir yabancı olarak gözlerine bakmama, ellerini tutmama, söyleyeceklerini dinlememe izin ver, lütfen!”

“Bu ne cesaret Ayhan Bey? Bunun sebebi size ‘Sen!’ demem mi? Şimdi ‘Bey!’ dedim, oldu mu? Size iyi, umduğunuz, umutlandığınız mutlu ve iyi günler!”

Sırtını döndü Aylin, tekrar bu kez “Allahaısmarladık!” demeksizin, Ayhan’ın arabadan inmesini bekler gibiydi. Aslında Aylin’in sırtını dönmesinin nedeni; gülümsemesinin fark edilme çekincesindendi.

Balık oltaya takılmıştı artık, çırpınışını sadistçe izlemesi dışında yapması gereken başka bir şey yoktu, artık kendisine itiraf etmesinde sakıncası olmayan sevdiğini bekleyecekti, ama hemen “Ben de!” şeklinde bir tasdik cümlesi ile değil!

Ayrıldılar, evli evine, köylü köyüne örneği…

Birinci gün…

İkinci gün…

Üçüncü gün…

Ayhan’ın duyarsız olduğunu düşünmüyordu pimpiriklenen(4) Aylin. Kaş yapayım derken, gözünü mü çıkarmıştı(8) Ayhan’ın. “Onu kendime kul-köle yapacağım!” derken temelli mi yitirmişti yoksa? Oysa “Onsuz olamam!” dediği, sevdiğini kendisinden sakladığı insandı o, sadece kendisinde gizli itirafında.

Yanılmıştı. Direkt telefonu çalmıştı ve karşısındaki o idi;

“İzninizle konuşabilir miyim, ben Ayhan?”

“Telefonda değil, ne söyleyecekseniz, gelin yüzüme karşı söyleyin, söylemek istediğiniz her ne ise Ayhan Bey! Hem ben size telefon numaramı verdiğimi hatırlamıyorum, babamdan da edinmiş olamazsınız başlangıçlarda. Sonlarda ise babam o günden sonra kendine gelemedi bir türlü. Belki de kendine gelmemek için inat ediyor, ne de olsa ataları muhacirmiş(3), bence bilmenizde hiçbir sakınca yok!..

Ancak belki gelirseniz, hem bana diyeceklerinizi hiç şüphem yok ki ağzınızı doldurarak söylersiniz, hem de belki babama onu hoşnut edecek(4) bir-iki söz söylersiniz, mutlu olur!”

“Şey! Sırtınızı döndüğünüzde kaza ile(!) arabanızdaki kartlardan bir-ikisi elimde kaldı. Saklamaksızın ‘(Ç)almıştım!’ desem?”

“O zaman adresi de biliyorsunuzdur, gelin bekliyor olacağım!”

“Bir taksiye binip hemen gelmek gayretini yaşayacağım!”

“Burnunu biraz daha sürtmesi(4) gerek!” diye düşündü Aylin ve Kapı Güvenlik Görevlisine talimatlarını sıraladı, sanki gelecek olandan haberi yok gibi;

“Taksiyle biri benimle görüşmek için gelecek. Hüviyetini almadan içeriye almayın! Ziyaretçi Formunu doldursun, malûm ahiret suallerini(28) mutlaka sorun!”

Dâhili telefonunu sekretere vererek;

“Ben fabrikayı dolaşmaya iniyorum. Telefon sende kalsın! Gelen-giden, önemli bir konu olursa ustalardan birine haber ilet lütfen!” dedi.

Maksadı Ayhan’ın odasında kendisini beklemeyi öğrenmesi idi. İlk karşılaşmalarında bir sevgi kucaklaşmasını, buna dayalı belki de başlaması muhtemel bir sevgi birlikteliği öpüşünü esirgeyenin hak ettiği muhteşem bir gelişim olacaktı bu, söyleyecekleri her ne olursa olsun. Kendi bu sevgiyi hak ettiğine inanıyor, yaşadıklarının kesinkes aşk olduğunu tasarlıyordu zihninde.

Aylin, Ayhan’ı kendine kul-köle etmeden asla azat etmeyecekti, sevdiğini belli etmeyecek, söylemeyecekti, bunu aklına yerleştirmişti, kesinlikle.

Ayhan gelmiş, taksiyle içeriye girmesine izin verilmemiş, Nüfus Kâğıdına el konulup matbu ahret sualleri(2) yüklü soru kâğıdı okutturulup doldurtturulmuş Kayıt Defterine giriş tarih ve saati yazılıp misafir yaka kartı ve bir görevli ile birlikte Fabrika Sahibi Müdürün odasına yönlendirilmişti.

Ayhan, kuralların bu şekilde olduğunu düşünüp hatta bu düzeni alkışlayarak memnun olmuş gibiydi. Sekreter;

“Acil bir durum nedeniyle Aylin Müdire Hanımın fabrika içine yönelmesinin gerekliliğini” söyleyerek çay ikram etmişti kendisine.

Aylin, sözüm ona bir süre sonra odasına döndüğünde onu görünce ayağa kalkmak istedi Ayhan.

“Oturun lütfen! Rica ederim, konuğumuzsunuz!”

Yerine geçip oturduktan sonra, sekreterini çağırdı;

“Hemen iki acele neskafe, biliyorsun zamanım değerli, sor bakalım konuğumuza, nasıl içermiş? Sonra muhasebeye git, maaş cetvelleri hazırlanmış mı, bir önceki aya kıyasla artanlar önemli değil, o uzmanlarımızın takdirleridir, ancak maaşı eksilen varsa, sebebi neymiş öğren ve beni bilgilendir lütfen, ancak ben seni çağırıncaya kadar yerine dönme, bana hesap verme!”

Sekreter dışarıya çıkar çıkmaz Aylin kendini olağan ötesi resmileştirerek;

“Buyurun Ayhan Bey! Ne istemiştiniz?”

“Seni unutamıyorum!”

“Onu bir kalem geç! Başka?”

“Sözümü tamamlamama izin ver lütfen! Aklımdan bir an bile çıkmıyorsun. Zararı yok; ıstırap çekeyim, sitem et, eziyet et, kahırlı davran, aşağıla, sadistçe alay et, işkence et, ama seni günde olmasa da, haftada, ayda bir kere, uzaktan da olsa görmeme izin ver lütfen…

Bu; bana ilâç gibi gelecek, yaşama arzumu kazanacağım, katilim olmak istemezsin, bundan eminim, çünkü uzaktan da olsa gözlerini görmesem, sakınsan da sesini duymasam, yaşayamayacağım, inan. Ben bu kadar tahakküm(3) altına alacağını bana Allah’ım işaret etseydi, inançsız değilim, ama inanamazdım…”

“Arzunuzun, isteğinizin ne olduğunu anlayamadım. Ben karşılaştığımızda ve yaşamımda sizi asla aşağılamadım ki, siz benim varlıklı oluşumdan endişelenip o aşağılık kompleksini(5) siz kendiniz yaşadınız ve galiba hak etmeyene de yaşattınız galiba?”

“Hiçbir şey benim için önemli değil. Amcam Makine Mühendisine ihtiyacınız olduğunu söylemişti. Kulunuz-köleniz olarak görmeseniz de beni işe alın, deneyin beni, başarılı olamazsam vurun tekmeyi, hiç olmazsa o kadar süre içinde sizi görür, hisseder, işitirim ya bu bana yeter!

Ya da eğer istediğiniz gibi biri olamazsam gerçeği hissettirin, ben tutayım ense yakamdan beni, kendim koyayım kendimi kapı önüne!”

“Resmi dairede ne kadar maaş alıyordunuz?”

“Önemli değil, ne derseniz o. Yeter ki günde hiç olmazsa bir kere göreyim sizi, siz güzel bakmış olarak sevaba(22) girin, bir garibi, bir kimsesiz ve yalnızlığı kendine baş tacı edeni(4) sevindirmek için!”

“İşe alınmak için yalakalık yapmadığınızdan emin olmalıyım!”

“Peki! İşe alma! Tak boynuma bir tasma, bir kulübe içine hapset ve her gün bir kuru ekmek, bir bardak su ver bana, bu benim için yeterli, yeter ki nefesinin, soluğunun olduğu yerde olayım!”

“Ne? Neden yeterli? Ne söylediğinizi, istediğinizi duyuyor mu kulağınız sizin?”

“Aslında seni ikna etmek(4), seni kazanmak için güzel ve duygusal sözlerle hazırlamıştım kendimi, ama seni görür görmez hepsi silindi dimağımdan. Bir kere, yalnızca, sadece bir kere gülümse bana benim için, canımı al istersen, maaş falan istemem, ne görev verirsen yaparım, gece-gündüz demeden, dinlemeden, dinlenmeden. Çünkü yaşamayı düşünmeyecek kadar seviyorum seni ve ölmek umurumda değil!”

“Hem iş istiyorsun, hem devamlı görmek istiyorsun beni ve de sevdiğini söyleyerek taciz, sapıklık ve sarkıntılık…

Ben sana ‘He!’ dersem senden nasıl koruyacağım kendimi?”

“Seni ben korurum, kendimden bile. Kör ederim kendimi, nefes almam sensiz, sağır ederim cismimi, sana seni koruyarak ulaşmak için gerekirse kolumu, kollarımı, senin basmak istediğin toprakta olmaktansa bacağımı, bacaklarımı veririm senin için diyet(23) olarak. Yeter ki seni benden esirgeme, uzakta tutma!”

“Anladım! Tüm istediklerini verdim, sevgini de, aşkını da içtenlikle kabul ettim, diyeyim meselâ, peki sonra?”

“Ömür boyu tepe tepe kullanacağın ben!”

“İnanmıyorum, inanamıyorum da!”

“İnanman için ne istersen yaparım!”

“Ama beni reddettin?”

“Dilim, damağım kurusa, beynim işlevini yapamaz olsaydı da o sözleri dizilemeseydim. Seni daha o gün sevmeye başladığımı, nankörlük etmeksizin(4) bugünkü gibi anlatmaya çalışsaydım. Keşke! Nadimim(3)! Pişmanım! Her türlü sövmeyi, yergiyi, sitemi, eziyeti, zulmü, alayı, başka neler varsa hepsini hak ediyorum…

Ama bana dünyaları vaat edersen, yani beni görmeye tahammüllü olur, seni günde bir kerecik de olsa görmeme izin verirsen, ben yaşamaya başlarım, seni her görüşümde bir gün için değil, bin yıl abartı olur, ama kendimi bir ömür boyu ibadet etmiş sayarım!”

“Saçmalama lütfen! Düşüneceğim!”

“Düşünme! Kabul et, hem her yönden beni!”

“Düşüneceğim, dedim. Şu dâhili telefonu bana uzatır mısın lütfen!”

“Bayram Usta! Acele odama gel! Seni yeni ve Makine Mühendisi olarak çalışmaya başlayacak arkadaşla tanıştıracağım, sen, onun hakkında, o da fabrikanın tümü hakkında bana bilgi vereceksiniz. Çok kazanmak değil, hepimizin helâl, iyi ve dürüst kazanmamız önemli bunu biliyorsunuz, bunu o genç mühendis arkadaşa da iletmenizi rica ediyorum…

En geç hafta sonunda her ikinizin de raporlarınızı ayrı ayrı istiflenmiş olarak masamda görmek istiyorum. Bu mühendis bey için bir ihraç yani reddetme, ya da ithal yani kabullenme konusu olacak, kendine kalmış doğal olarak. Mühendis Bey, size hemen hatırlatayım ki, bugünkü çalışmanız ilerisi için rehber olacaktır, yarına Allah Kerim…”

Devlet işinden, özel sektöre geçişi nasıl olmuştu önemli değildi, devlete karşı zorunlu hizmeti olmadıktan sonra.

Bayram Ustanın şaşkın bakışlarını ne Aylin, ne de Ayhan önemsedi, söz Ayhan’a aitti;

“Sağ olun efendim, anladım, sizi asla mahcup etmeyeceğim(4)!”

Saatler akşamın beşini vururken Ayhan’a verilen fabrika içi dâhili telefondan ilk kez aranmıştı Ayhan. Telefon eden patron Aylin’di.

“Bugün ilk kez arıyorum sizi, sevildiğinizi bilin, ama şımarmayın anlamında ikaz etmek gereğini de hissetmiyorum! Gündüz vardiyasını(3) gönderip gece vardiyasını acele teslim alıp yerlerine yerleştirin ve daha ilk günden olsa da zahmet olmazsa odama gelin!”

Ayhan, gelen vardiya işçilerini teslim alıp, diğerlerini servislerle evlerine gönderme işlemini tamamlayıp görevlinin gösterip ilettiği şekliyle Aylin’in odasına yöneldi.

İçi içine sığmıyor(126) gibiydi, çünkü Tanrı dileklerini kabul etmişti sanki ve elçi olarak kullarından birini görevlendirmişti ona yönelmesi için, kanaatince Tanrının yönlenmesini istediği kişi sevdiği olan o idi.

“Neskafe?” dedi Aylin sorarcasına.

“Sağ olun efendim!”

“Kimse yok! Biz bizeyiz, ismimi söyleyebilirsin, izin veriyorum!”

“Peki efendim, bundan sonra…”

“Şimdi!”

“Peki, Aylin Hanım!”

“Buna da şükür!”

“Anlamadım efendim?”

Bazen “Sen” bazen “Siz” karmaşasına rağmen, gönül verdiğinin gönlünü kazanmak(4) için daima tedbirli ve efendi olmasının gerektiğini düşünüyordu Ayhan. Aylin devam etti;

“Önemli değil, belki fark etmişsindir, ama ben rica etmek zorundayım, işe başlamanızın ilk gününde kadirşinaslık(3) gibi görünmeyecek, ama görevli uzman arkadaşımızın bebeği hastalanmış, Makine Mühendisi olarak gece vardiyasına kalmanı ve fabrikayı senin yönetmeni istiyorum, başaracağına da kesinkes inanıyorum.

Ayrıca ikaz etmem gerekir ki; bu görevin bekâr olmanız dolaysıyla ve çeşitli nedenlerle sık sık size rastlayacağından bilgili olun lütfen. Çünkü bu ayrıca güven konusu, size güveniyorum Ayhan Bey!..

Bu nedenle ayrıca tekrar belirtmemde yarar olduğunu düşünüyorum, her olasılığı göz önüne alarak(8) evinizde hep güzelce dinlenmeye çalışın, sık sık hayallere dalıp rüyalar görmemenizi tavsiye etmek hakkımın olduğunu düşünüyorum, bu bir…”

“Başlangıç olarak hayal ve rüyalarımı engelleyemezsiniz efendim, bu fabrikadaki mesailer dışında benim en doğal hakkım! Bu dileğinize uymak içimden gelmiyor efendim. Bu bir…

Peki emrinizin ikincisi…”

“Biliyorum ‘Ata Yadigârı(5)’ diyeceksin, ama evin hem çok uzak, hem de özür dileyerek söylemeliyim ki; benim fabrikamın Makine Mühendisine uygun bir ev değil, tekrar affedersin! Ben ya da babam; ‘Bize ulaş!’ dediğimizde bize, özellikle işlerim için bana ulaşacak yakınlıkta olmanı istiyorum…

Hem bu senin de yararına olur, ‘Ne gibi?’ diye sorma, evimin yolunu bilince bana sık sık bir şeyler sormak, babama; ‘Nasılsın Amca?’ demek için gelebilirsin…

Mademki dediğine göre; ‘Sevmek ibadetmiş(24)!’ ve de ‘Aşk; fedakârlık istermiş(24)!’ belki iş saatleri dışında da ibadet ve fedakârlıklar için vaktin uygun olur, kim bilir? O zaman ben de sana içimden gelerek sık sık; ‘Allah kabul etsin!’ derim meselâ…”

“Ben de ‘Allah razı olsun!’ dileklerimi sunarım size…

Ancak söylemem gerekli ki; gerçek olarak sevmenin ibadet olduğu konusunda iddialıyım. Gerçi okuduklarıma göre inanmanız gerekir ki; sevmenin yüreğinde hissetmek(24), sevginin karşısındakinde kendini bulmak(24), imkânsızlıkları, imkânsızı yaşamak(24), sevenin sevdiği yokken yarım olduğunu(24) bilenim ben…”

“Çok okuduğunu hissediyorum. Eklemem gerekli ki; annem ve babam makul ve mantıklı insanlar, hele babam çok zaman ‘Ayhan!’ diyor da başka söz çıkmıyor ağzından!”

“Affedersiniz patronum Aylin Hanım! Aydoğan Amcamın hakkımda neler düşündüğünü öğrenmemin bir sakıncası var mı?”

“Şimdi değil…

Belki sonra…”

“Sabredeceğim…

Mecburum…

Peki…”

“Öncelikle babamın evine yakın sitelerin yöneticilerine rica edip, hakkınızda referans verip(4) bloklarından birinde bir daire varsa oraya yerleşmenizi rica etsem! Konuyu babama danışamam, çünkü bahçıvanı, hizmetlileri, şoförleri lojmanlarından çıkarmayı düşünemeyeceğine göre, senin için hemen bir saray yavrusu yaptırmaya kalkışır, neme lâzım(5), ne o masrafa girmeyi, ne de o kadar yakın olmayı isterim!”

“O zaman evinize…”

“Sakın ola öyle bir cümleyi tamamlama gayreti yaşama! Sizin için tutacağım dairenin düzenlemesini, tefrişini(3), tezyinatını(3), gerekiyorsa boya-badana yapılmasını, elektrik, su, doğalgaz gibi gerekli bağlantılarını şirketim adına yaptıracağım ve şirketim ödeyecektir. Sanırım başka isteklerin olmayacaktır.

Eklemem gerekir ki; evinden istediklerini getirebilirsin, kadrolu misafirlerin(5) hariç tabiidir ki! Evini ister satarsın, ister kiraya verirsin. Bence, beni dinlersen satma, kiraya ver! Bakarsın belli mi olur, işler bozulur, iflâs ederim, seni kapı önüne koyuvermem gerekir. O zaman hiç olmazsa; ‘Evim var!’ dersin!”

Kadrolu misafirlerinin ne ya da neler, nasıl, kimler olduğunu bilmiş, öğrenmiş miydi, Ayhan mı söylemiş, ağzından kaçırmıştı(4) herhangi bir nedenle, yoksa taş atıp da kolunun yorulmayacağına(25) inanıp boş atıp da dolu tutturma(25) gayreti mi yaşamıştı, bilinmez.

“Yapma Aylin!”

“Yaptım bile, babamın oğlu değilsin ya, netice itibariyle fabrika için bir çalışansın!”

Aylin ya söylediğinin farkında değildi, ya da sözler ağzından çıktığında(25) pişmanlık moduna girmiş olsa gerekti. Öyle ya, duygusallığı bir kenara iteklemek mümkün görünse de, atalar “Üç yutkun, bir söyle! Ağızdan çıkan bir söz tıpkı alınan nefes gibi geri dönmez(25)!” dememişler miydi? Bu kozu(3) iyi, yerinde ve anında kullanmalı, bu şansı tepmemeliydi Ayhan;

“Sen emret, babanın oğlu bile olurum. Aydoğan Amcamın bana çok zaman ‘Oğlum!’ dediğini sen de biliyorsun. ‘Damadım!’ demek yerine ‘Oğlum!’ demesi daha gerçekçi…”

“Haddi aştığının farkında değilsin! Sen aklını peynir-ekmekle mi yedin(4), kuzum? Daha içtenlikle bir kere bile ‘Seni seviyorum!’ demeden, gizli-kapaklı(5) ‘Evlenme teklifi’ gibi saçma bir söylem gerçekleşti dilinde. Hani, söylemeye dilim varmıyor, ama aç tavuğun kendini darı ambarında görmesi gibi kurgular içindesin!”

İkisi de başlangıcı “Siz” olan sözlerin “Sen” olarak değiştiğinin şimdi bile farkında değildi;

“Sen, bana; ‘Kuzum!’ dedin ya, tüm eziyetlerin, ezan(3), cefan(3), kinayelerin(3), istihzaların, imaların hepsine amenna ve saddakna(2)

Seni seviyorum ve ben senin beni sevmeni umacağım…”

“Umudunun hayrını gör! Bir diğer konu, eğer Devlet Memuru olarak elinde bordron(136) varsa, onu muhasebeye(3) ver, yarınlarda evlenip çoluk-çocuğa karışacaksın, bu nedenle maaşını ona göre belirlemem gerek!”

“Hiç belirtme, belirleme, değerlendirmeye çalışma Aylin. Benim paraya-pula değil, sana ihtiyacım var. Aç-susuz-uykusuz kalabilirim. Sen benim olmayı iste, ben taşı sıkıp, suyunu çıkartır(4), kazanır, sana bakar, mutlu ederim seni. Fabrikan, paran, pulun, malın, mülkün umurumda değil benim. Belki istediğin yerlerde, istediğin gibi ve kadar birlikte olamayız, belki seni isteyip arzuladığın yerlere götüremem, dilediğin gibi yaşatamam, benim için mesut olmam değil, senin mesut olman, saadeti içinde hissedip yaşaman önemli. Tüm geleceğimi, yaşamımın bundan sonrasının tümünü senin için harcamayı isterim, yeter ki dile!”

“Yüreğinin bu kadar büyük olduğunu hissetmemişim, bu kusurum. Aklımda başka şeyler de vardı, ama unuttum, hatırlarsam söylerim. Haydi, iyi nöbetler! Allah yardımcın olsun!”

“İyi dinlenmeler Aylin, rüyalarında beni gör, ben de hayallerimde umutlanayım!”

Günler haftaları, haftalar ayları takip ettiğinde suskunlukla değişen hiçbir şey yok gibiydi, birliktelik umutları, yaşamları gibi tükeniyordu, tek bir yaşam biçimi hariç…

Günün belli-belirsiz saatlerinde Aylin bir sadist gibi Ayhan’ı çağırıyor, odasına geldiğinde yüzüne bakıyor; “Allah kabul etsin!” dedikten sonra tekrar önüne eğilip işleriyle meşgul oluyordu sözüm ona.

Her insanın bir tahammül gücü, her sabır taşının bir çatlama noktası vardı. Günlerden bir gün bunu hissedip “Güzele bakmanın” değil “Güzel bakmanın sevap olduğunu” anlatmak istercesine Ayhan, odasına yöneldi Aylin’in;

“Sevap işleme vakitlerini ben tayin ederim, senin böyle bir hakkın yok!” dedi.

İlk günlerdekinin aksine oldukça sakin görünüyor, ya da sakin görünmeye çalışıyordu Ayhan, derin bir nefes aldı;

“Seni sevdim, seviyorum, ömrümün sonuna kadar da sevmeye devam edeceğim. Tek kusurum, tek suçum bunu sana başlangıcımızda hissettirememiş olmam, ya da hissetmen için çaba gösterememiş olmam. Kahredici davranışlarını, sitemlerini, eziyetlerini, zulmünü, çektirdiğin çileleri, hele ki sadistçe alaylarını kabullenemiyorum artık. İstifamı veriyorum, seni daha fazla üzmemek, yormamak için alıp başımı tamamen kayboluyor, yaşamından çekiliyorum!”

“Gidemezsin, istifanı kabul etmiyorum!”

“İstersen beni zorlama Aylin!”

“Sözleşmemiz var, üstelik tarihsiz! İstifa ederek gidersen tazminatını(3) alamazsın!”

“Hiç de umurumda değil, bundan sonra paramın olması ya da olmaması ne işe yarayacaksa?”

Aylin verdiği ıstırabın yeterli olduğu düşüncesindeydi artık. Yaralı bir fareyle oynayan kedi gibi canavarlığını devam ettirme arzusunda değildi, ama sadistçe davranışlarından da nasıl vazgeçeceğini bilemez durumdaydı. Ayağa kalktı;

“Umarım, yanlış bir şeyler geçirmiyorsundur aklından?”

“Ne gibi?”

“Bensizliğe, bensiz olmaya tahammüllü olmak gibi!”

“Gerçekten, oldukçanın ötesinde güç bir durumda kalacağım, ömrümün kalanı seni sevmekle(26) geçecek, inan, ama ağlamayacağım özlem içinde olsam da! Neden ağlamayacağımı ise gün gelecek, belki, ama gerçekten belki öğreneceksin, geç olmadan, gecikmeden…”

Ayhan kapıdan çıkmak üzereyken ona yol gösterme çabasındaki Aylin uzanıp yanağına bir öpüş iletti, ya da kondurdu deyim yerindeyse. Tam sırasıydı, annelerin vurduğu yerde gül biterdi, peki sevgilinin? Tanrıya dikenler içinde gül yarattığı için şükrederken sevdiğinin yanağındaki dudak izlerini işaret parmağıyla dudaklarına doğru götürdü Ayhan.

Ve olan oldu, Aylin önce direnmesine rağmen, sonrasında sekreterin yan odada buzlu camdan kendilerini görecek olmasını umursamaksızın kapıp koyuverdi Ayhan’ın kollarına kendini, öpmesi için. Buna öpüştüler demek daha doğru ve gerçekti!

“Affedersin patron!”

“Affedildin Mühendis! Şimdi doğru işinin başına, senin beni bir daha, benim seni tehdit ettiğim gibi tehdit etmeyeceğini ummak istiyorum. Üstelik sen beni denizde boğulmaktan kurtardın, ben seni kendimden kurtarmayacağım, bilesin! Bugün her günkünden daha fazla sevap işledin, sen istedin, ben istedim, ikimiz de istedik, Allah kabul etsin!”

Bu; ilk kez yakınlaşmalarıydı, bilerek, isteyerek, arzulayarak, ancak uzunca bir süre suskunluk yaşayacaklarını ve bu sürenin ömürlerinden boşa harcanan bir dilim olacağını fark etmeksizin, anlamaksızın.

Kalp kalbe karşı(27) olunca ağırlaşmıştı işleri! Yurtiçinde talepler talep üstüne gelip yetiştiremezken özellikle yurtdışı taleplerde yetiştirememek endişesini yaşar olmuşlardı.

Öyle ki ne sevap işlemek için davetler, ne de “Allah kabul etsin!” dileklerini ulaştıramaz olmuşlardı birbirlerine.

Yemek, dinlenme, uyuma için bile vakitleri kısıtlıydı, revirde sırasıyla, ufak birer öpüş ikramıyla dinlenmeler yeterli oluyordu kendilerine. Bunun dışında dünyayla hiçbir ilintileri kalmamıştı.

Bazen, çok nadiren de olsa, Aylin’in duş alması, yorgunluğunu ve stresini gereğince atması, dinlenmesi gerekiyordu. Araba kullanamayacak kadar dermansız kalan onu, onun arabasıyla evine götürürken kaçamak(3) bir kucaklayış, dokunurcasına bir öpüş dışında aralarında gerçekleşen herhangi bir eylem yoktu…

Vardiyayı ikiden üçe çıkartmış, mühendis ve elemanları arttırmışlardı, baş Aylin’di, maestro(3) gibi ayağını sürüyerek, endişeyle, sevdasıyla gelen, başarıya ulaştığına inanan Ayhan, fabrikada belki de duygusal bütünlüğü ile düzeni, işleri ve kazancı iki misline kadar yükseltmişti, neredeyse.

Değişmeyen tek görüntü, günde bir kere için de olsa gözleriyle sevişmeleri(8), hafta sonlarını ise her ne olursa olsun birbirlerine vermeleriydi. Birbirini sevgilerinin doruklarında ruhen ve sevgiyle üleşmek onlara yetiyor gibiydi.

Ayrı kalmak, aynı havayı teneffüs ederken ayrı olmak, hatta birbirinden uzak olmak hüzünleriydi. Tanrı Ayhan’ın devreye girmesinin gerektiğini düşünmüş, onların hüzünlerini, onlara yakıştıramıyor olsa gerekti. Devreye girdi Tanrı zihinlerinde;

“Evlen benimle Aylin, seninle her şeyi paylaşalım, aynı yastıkta kocayalım!”

“Serbest bırak dönerse senindir, dönmezse hiç senin olmamıştır(28)” gibi bir denemeye gerek var mıydı? Hemen kabullendi Aylin.

“Olur sevdiğim, hem hemen!”

Gözler kalbin aynasıydı(8), evlendiler…

İşler onları bekliyordu, tamah etmelerine(4) gerek yoktu, kararınca devam ediyorlardı işlerine. Ancak insanlar nasıl hastalanıyorlarsa, makinaların da bir tahammül güçleri vardı.

Tüm iyilerin, iyiliklerin, güzelliklerin, mutluluk ve saadetin yaşandığı bir anda Tanrıya yanlış bir istihbarat ulaşmış(4) olsa gerekti.

Bir gece, gecenin oldukça ilerlemiş bir vaktinde başuçlarındaki telefonları çaldı; yangın çıkmıştı fabrikada, ilk belirlemelere göre elektrik kontağından. Birkaç yurtdışı menşeili(3) önemli makine, yangın nedeniyle elden çıkmıştı. Onarımları mümkün değildi.

Sipariş edilecek olursa yeni makinaların gelmesi aylar sürerdi, bu da iflâsa bir adım kalmasının belirtisi, deliliydi. Bu işin ancak kişisel olarak koşacak şekilde yapılması elzemdi(3).

Sigorta bedeli çok azdı ve dikkatsizliklerinin bedeli, sigorta şirketi ile yapılan sözleşmede, şirket belki de el çabukluğuyla, gözden kaçacak(8) şekilde; “Yangın hariç” eklentisini söylememiş, kaçınmış, onlar da fark etmemişti.

Fason(3) olarak yurtiçi siparişleri başka, bir bakıma rakip firmalarda pahalı, yetersiz, verimsiz ve prestijlerini sarsacak şekilde imaline göz yummak(8) zorundaydılar, güvenmeseler de.

Ve bunun sadece ilk günlerini kurtaracak bir çare olduğunun bilincindeydiler.

Sonuç? Ya bu deveyi güdecek, ya da bu deveyi güdeceklerdi(5). Ellerine bakan işçileri, ustaları, idari elemanları ve onların ellerine bakan aileleri vardı. Konkordato(3), iflâs ilânı ile karı-koca olarak kendilerini kurtarmaları mümkün gibi görünse de bu diyardan kaçarcasına gitmek kitaplarında yazılı değildi, hem asla!

Ayhan, bunu dilinin döndüğünce anlatmaya(4) çalıştı işçilerine ayrı ayrı. Bir süreliğine de olsa borç-harç olarak da görünse idare etmeye çalışacaklardı.

“Teminatınız(3) biziz, ya beraberce ayağa kalkacağız, ya da beraber yok olup öleceğiz!” deyip diğer makineler için çalışanlar dışında kalanların hepsini ücretli izinli saymıştı. Başka yerlerde iş bulup da çalışanlar olursa, fabrika kendine gelip, belini doğrulttuğunda(4) geri dönerlerse, aynı haklarla çalışmaya devam edeceklerine dair garanti vermişti. Hatta bunun için imzalı belge vermeyi bile teklif ettiği halde, hiç kimse böyle bir taahhüdü(3), belgeyi istememiş, sözünün yeterli olduğunu beyan etmişlerdi, hep bir ağızdan.

Muhasip ve yardımcıları, mühendisler ve karı-koca bir araya geldiler, herkes birikimini ortaya koydu, borç-harç, kredi, ipotek(3), tefeci(3) ile alım güçlerini pekiştirdiler. En büyük bağışı karısının itirazı hilâfına(3) Ayhan yapmıştı.

“Sensiz olacak olduktan sonra, ne yapayım, evi-barkı(5)?” deyip gecekondusunu yok pahasına(4) elden çıkarmıştı. Zaten evlendikten sonra iç güveyi(5) gibi, karısının, yani amcasının o müstakil(3) evine yerleşmişti ki, evini ucuz-pahalı satmasının kendisi için hiçbir sakıncası olmamıştı.

Hem öyle ki oturdukları saray denecek müstakil evi bile ipotek ettikleri için Ayhan’ın satılan ev olarak katkısı devede kulak(5) gibiydi.

Olmaması gereken şeylerden ikisi bu hengâme(3) içinde gerçekleşmişti. Önce Aylin’in babası Aydoğan’ın olaylara tahammül edememesi, bu suretle vefatı, aradan 48 saat bile geçmeden onun yokluğuna dayanamayan annesinin de ölmek konusunda ona katılması idi.

Babası ikinci kalp krizinden, annesi birinci kalp krizinden kendilerini kurtaramamışlardı.

Üzüntü kanserdir(29), denmişti. Üzüntü; kalp krizinin de yaratıcısıydı (muhtemelen).

Aylin fabrikanın başında kaldı, yönetici olarak ve ara sıra öğürerek(4). Herkesin kendisine manalı bakması önemli değildi. Doğanın en şahane harikası gerçekleşmek üzereydi; anne olacaktı…

Ayhan bu gelişmeler sırasında makinaları almak için yurt dışında idi.

Ve üzüntü, kendisinde kanser değil, kalp krizi olarak şekillenmişti o devrede. Bilmemiş, anlamamıştı, ama kaldığı otelin doktoru vahameti(3) anlayıp ambulans çağırarak konuyu geçici olarak da olsa halletmişti.

Durumunu gizlemek zorundaydı Ayhan. Etrafını, özellikle Aylin’i telaşa vermemek(4), durumunu kimselere hissettirmemek, verdiği sözleri tutmak, yoklukları var etmek, başlangıçta olduğu gibi amcadan kalan eserin yaşamını devam ettirmek kararındaydı. Kendisini zorlayacaktı.

Dışarıda geçirdiği üç kalp damarının tıkanıklığı nedeniyle yaşadığı anjiyo(6) sarsıntısında iki damarına stent(6) takılmış, bir de balon patlatılmıştı(6). Türkiye’ye döndüğünde mutlak ve yoğun bir dinlenme devresi geçirmesi önerilmişti.

Aksi takdirde konunun By-Pass(6) olarak neticeleneceği bile söylenmişti kendisine. Umurunda bile olmamış, beyninin köşelerinde, aklının bir ucunda bile yer etmemişti öneriler.

Hele ki bunu; yaşamda her şeyden üstün ve ayrı tuttuğu karısına söyleyip, yardımını, desteğini istemesi ne kadar yanlış bir tutum olurdu? Yapamazdı, yapmamalıydı da, ucunda ölümü hissetse bile.

Bir ay kadar süre sonunda Ayhan makinalarla döndü yurda. Elde-avuçta ne varsa vermiş, arada gönüllemesi(4) gerekenleri de doyurmak, donatmak zorunda kalmıştı, elindeki metelik(3) diyeceği son birikintileri de tüketerek.

Bu nedenle karısına hediye olarak yurt dışından bir şemsiye, bir çorap bile alıp getirememişti.

Montajları diğer mühendislerle tamamladı Ayhan, değişik yoğunluktaki ara sıra da olsa kendisini hissettiren ağrılara boş vererek.

Tanrı büyüktü. Ama küçükleri ezmesi, gecikmiş ya da geciktirilmiş bir mutluluğu, saadeti yaşamak gereğini yaşatmamak gibi bir tavrı da yanlıştı, Tanrıya yakışmazdı. Üstelik Ayhan ve Aylin için Tanrının böylesine yanlış bir tasarrufu uygun olmasa gerekti.

Bu nedenledir ki ultrasonda(3) varlığını öğrendiği oğlunu kucağına alıncaya kadar, kendi asla gösterimde olmayacak, “Lây! Lây! Lom!” havasında yaşayacaktı(4), aklında kalan aynı o filmdeki gibi(30), hemen kucağına alamasa da oğlunu görmeyi…

“Tanrı herhalde zulmüne devam etmez, yaşadığımız mutluluğu bizden esirgemez!” diye düşünüyordu Ayhan. Varlığını hiçbir şeyi umursamaksızın sadece oğluna adamıştı, onu görecek kadar yaşamak ve sonrasında “Ne olursa olsun!” diyecek kadar cesur ve kararlı.

Aylin hamile oluşunun verdiği yoğun sıkıntılar nedeniyle kocasının çektiklerinin farkında değildi. Kendisi yanında olmayınca fabrikadaki işlerin kendisini etkileyip, haddinden fazla onu yorduğunu düşünüyor, dinlenmesi için elinden gelenin azamisini sergiliyor, ilgisini, sevgisini eksik etmiyordu üzerinden.

İyi ki de fark etmesi mümkün olanı fark etmiyordu Aylin, Ayhan’a göre. Yoksa onu uyutmak için başarılı olamayacağını bile bile yurt dışında olsa da anjiyo olup, stent takıldığını nasıl saklayabilirdi? Karısı konu açığa çıkar gibi olmasa da kaşlarının oynamasından, dudaklarının titremesinden, gözlerinin şaşılığından(8) hemen anlardı anlaması gerekeni.

Öğrenmişti yalanlarını demeyelim de, yanlışlarını, hatalarını, gizlemeye çalıştığı sıkıntılarını açık bir şekilde hem. Bu nedenle ilerleyen zamanda saklanmayı bir kenara bırakıp sobelenmeyi(4) gerektirecek şekilde açıklama yapmak için söz verdi kendine…

Gecelerden bir gece, sabaha yakın bir zamanda Aylin, derin uykuda olmasına kıyamasa da öperek uyandırdı Ayhan’ı;

“Reis geliyor galiba, tut kolumdan, kaldır beni, hastaneye götür babası, Reis’in mavi çantasını ve kendi çantamı hazırlamıştım çok önceden, almayı unutma!”

“Reis!” bebeklerine anne karnındayken verdikleri addı, çünkü her şey ona göre, henüz doğup büyüyüp söyleyemese de onun emirlerine göreydi, hem her bakımdan, kendisi için annesine ve babasına hamilelikte neler gerekiyorsa…

Yola çıktıklarında o tek tük de olsa kendini yoklayan eski, eğri ağrı kalbini yoklamaya başlamıştı. Endişesi, onları hastaneye yetiştiremeden yığılıp kalmaktı. Gözleri kararıyordu(8), gayret etmeye çalışıyordu. Arabayı hastanenin kapısına dayadığında tahammülünün son sınırlarındaydı Ayhan.

Karısının sedyeye uzanışında el sallayışı mutluluğu olmuştu, o hastane içinde gözden kaybolunca(8) o da dermanını tüketişinin sonuna ulaşmıştı, el freni çekili vaziyette çalışan arabanın önüne uzanıverdi boylu-boyunca.

Çevredekiler; “Babalık Heyecanı” olarak onun bayıldığını zannetmişlerdi. Oysa ölümüne çeyrek kaldığının kimse farkında değildi. Bayan hemşirelerden biri koştu yanına, durumu fark edip “Çabuk!” deyip onun bir sedyeye yatırılmasını sağladıktan sonra acele etmek yerine, hışımla(3) hastane içine yöneldi.

Bay hemşirelerden biri ise çalışır durumdaki arabayı götürüp park yerine bıraktı…

Ayhan, bedenine yapıştırılmış bir sürü kordon ve aletlerle donatılmıştı, Yoğun Bakım Ünitesi denen odadaydı ve neredeyse çırılçıplaktı.

Yattığı yere yürütülen bir kuvöz(3) ve tekerlekli sedye ile gelen Aylin, herhalde anlatılanlara göre yaşananlara inanamamış gibi şaşkındı, çocuk doğurduğunu bile sanki unutmuştu;

“Bak Ayhan! Reis seni görmeye geldi!” dedi Aylin özel olarak aldığı izinle Yoğun Bakım Ünitesine girdiğinde.

Ayhan zorlukla da olsa araladı gözlerini.

Karısı kadar değildi çekip yaşadığı sıkıntı.

Ayhan geçirdiği ve tesadüfen hastane kapısında bunaldığında ikinci kez yurt dışında yaşadığı birincinin aynısı yaşamı tekrarladığında akıllı hemşire tarafının dikkati sayesinde doktorlara acele yetiştirildiği için, ömrünün tükenmemiş olmasının sevinci ile yerinden doğrulmak istedi.

Başaramadı, güçsüzdü, gene de başını yana çevirip oğluna baktı, gelmesini özlemiş olarak gülümsedi.

Aylin, enfeksiyon(3) endişesiyle oğluyla beraber sedyesiyle odasına yönlendirildiğinde sanki onu yitiriyormuşçasına arkasına dönerek seslendi;

“Sana ihtiyacımız var, çabuk iyi ol ve bize dön! Söz veriyorum; yaşamımın sonuna kadar seni ne üzecek, ne de eziyet edeceğim sana. Çünkü ben seni, senin beni sevdiğin kadar, vazgeçemeyecek kadar seviyorum!”

Bayan Hemşire;

“Şimdi ona bir cesaret ve dinlenme iğnesi vuracağım, sanırım şimdilerde çok basit ve geliştirilmiş yöntemlerle kalbi sağlamlaştırılmış olarak dönecek oğluna ve size!” dedi…

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Öykü, bana göre gerçekten bir Türk filmi gibiydi. Farklı olarak o filmlerde genelde rol kahramanı ya kanser, ya verem olur, ya araba altında kalır, kör olur, ya da gözleri açılır, ya da benim kurguladığım gibi kalp krizi geçirir ve mutlaka kurtulurdu. Efendibaba dediğim anne dedemi kalp krizi nedeniyle, ezanı beklerken pencere önünde otururken saniyeler içinde yitirdim. Ben ise, öyküde de belirttiğim gibi, her kalp krizi geçirenin mutlaka ölmediğini, mutlulukla yaşama devam ettiğini belirtmek istedim, örneğim yaşayan kendimi ele alarak; By-Pass, stentler, balonlar olarak. Kişinin kendini beğenmesi tuhaf belki, ama sanırım ki iyi ettim.

(1) Bekârlık Sultanlıktır Felsefesi; Evliliği, bir eş ve çocukların sorumluluklarını yüklenmek istemeyenlerin başvurdukları bir yöntemin izahı görünen mizahi bir söz dizisi. Bir lokma (azıcık) aşım, kaygısız başım şeklinde sorumluluk kavramından uzak bir düşüncesinin görünümü.

(2) Din İle İlgili Konular;

Ecel geldi cihane (cihana), baş ağrısı bahane; İnsanlar önünde sonunda öleceklerdir, ölümden kaçış yoktur, onun için insanlar hiç beklenmedik bir şeylerin neden olması ile ölebilir, çünkü insanların belirli bir yaşam süresi olup o süre dolduğunda mutlaka öleceklerdir anlamında bir deyim.

İyiye (Hayra) Alâmet Değil; İyi bir durum belirtisi olmayan olay.

Ölüm İyiliği; Hastanın iyileşir gibi göründüğü, aslında iyileşme olmayan, sekerât hali öncesi ölüme gidişin son hali.

Sekerât ya da Sekerât-Mevt; Ölüm halinde çekilen sıkıntılar anlamında Arapça çoğul bir kelimedir, tekili “sekr” olup bir bakıma; “Ölüm anında, ölüme çeyrek kala” diyebileceğimiz zamanda insanın canını verme anındaki ızdırap ya da baygınlık.

Kur’an’ın 3. (Al-i İmran) Suresi, 185. Ayetinde ve 29. (Ankebut) Suresi, 57. Ayetinde; (mealen) “Her canlı ölümü tadacaktır” denilmektedir.

Oku; “Yaratan Rabb’inin adıyla oku! (İkra’ bismi rabbikellezi Hâlak)” Kur’an Alak Suresi 1. Ayeti.

İslam’da Örtünmek; Tesettür. Kapanıp gizlenme, örtünme, giyinip, kuşanma. Çok kişi Kur’an’daki Nur Suresi 31. Ayeti türban takmak gibi yorumlamaktadır. Kur’an’da bu ayet şöyledir; “Mümin kadınlara söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar(Bakışlarını kontrol altına alsınlar), ırzlarını korusunlar. El-yüz gibi görünen kısımlar müstesna ziynet yerlerini (süslerini) göstermesinler. Başörtülerini ta yakalarının üzerine kadar salsınlar. (Örtülerini göğüs yırtmaçlarının üstüne kapatsınlar) Din ile siyaset birbirinden ayrılmalıdır. “Velev ki siyasi simge olsun!” tarzında ince kumaştan yapılmış, başı sıkıca kavrayan baş sargısı olarak bilinen türban, Kur’an’ı Kerim’in hiçbir bölümünde yer almamaktadır.

Kur’an Azhab Suresi, 59. Ayet (Diyanet Tefsiri); Ey peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, dış giysilerini üzerlerine bürünsünler. Bu, tanınıp rahatsız edilmemeleri için en uygun olanıdır. Allah ziyadesiyle bağışlamakta ve çok esirgemektedir.

Kur’an Nur Suresi, 60. Ayet (Diyanet Tefsiri); Evlenmekten umudunu kesmiş yaşlı kadınların, cinsel cazibelerini sergilemeksizin giysilerini çıkarmalarında onlar için bir sakınca yoktur, bununla beraber iffetlerini korumaya özen göstermeleri kendileri için daha hayırlıdır (Bu ayete göre; Ayhan’ın annesinin yanlış ve yönlendirilmiş olarak bir safsataya inandığını düşünüyorum).

Temizlik imandan gelir; “Bedeni temiz tutmak, düzenli abdest (ve gusül) almak gerektiği gibi, dili küfürden ve kalbi pislikten arındırmak gerekir!” anlamında Peygamberimize mal edilen HADİS

Ahret (Ahiret, Kabir) Sualleri; Ölen insanı kabirde Münkir-Nekir denilen Sorgu Melekleri sualleriyle sorguya çekerler, bu sorular; “Rabbin kim? Dinin ne? Kimin ümmetindensin, Kitabın ne? Kıblen neresi?” diye başlayan ve “Rabbim Allah!” cevabı verilmesi gerektiğine inanılan suallerdir. İnsanları bıktıracak kadar uzun ve devamlı olarak sorulan sualler.

Ehlen Ve Sehlen; Arapçada “Hoş geldiniz, merhaba!” anlamında olmakla beraber Türkçemizde “Yavaş-yavaş, ıngıdık-ıngıdık, dinlene-dinlene” gibi anlamlarda kullanılan bir deyim.

Yemin; Allah’ın isim ve sıfatlarından birine ant içmekle yapılmaktadır; “Vallahi, Billâhi, Tallahi, and olsun, Allah şahit, Allah hakkı için vb. gibi. Üç Yemin vardır: Yemin-i Lağv; Yanlışlıkla ve doğru zannedilerek yapılan yemin.  Yemin-i Gamus; Bile bile yalan yere yapılan yemin.  Yemin-i Mün’akide; Mümkün olan, geleceğe ait bir şey için edilen yemin.

Ölümlük-Dirimlik; Ölmeden önce ihtiyat olarak, ya da ölüm döşeğinde ağır hasta yatarken kefen parası gibi, kimseye muhtaç olmamak için elde tutulan para, ziynet, mal ya da herhangi bir şey.

Belagate Sandığı; Daha çok Belâgade, Belegade Sandığı şekillerinde Osmanlının ilk kurulduğu ya da hüküm sürdüğü yörelerde (Bilecik ve ilçesi Söğüt, Bursa ve ilçesi İnegöl dolaylarında) kullanılan bir sözdür. Yedek akçaların, kıymetli evrakın ve anıların saklandığı yer anlamında kullanılmakta, ayrıca “Ölümlük-Dirimlik” ya da “Kefen Parası” denilen tasarrufların saklandığı kavanoz, kutu ya da sandık olarak söylenen yöresel bir deyiş.

Dul ve Yetim Maaşı; Ölen birinin eşine bağlanan aylığa dul aylığı, çocuklara bağlanan aylığa yetim aylığı adı verilmekte olup, özellikle yetim aylığı bağlama ve hesaplamada belirli ve önemli kurallar vardır.

Mahremiyet; Gizli olma durumu, gizlilik.

Amenna; Genelde peşine “ve saddakna” kelimesi eklenerek kullanılan Arapça bir deyim olup, asıl anlamı “İman ettim, tasdik ettimdir.  Türkçemizde “Mutlaka öyledir, doğru, diyecek bir şey yok, kabul ettim, inandım, anladım!” şeklinde onaylama sözü olarak kullanılmaktadır.

(3) Asabiyet; Sinirlilik hali.

Aşina; Bildik, tanıdık, tanıdık olan, tanıyan.

Bihaber; Habersiz, bilgisiz.

Bilimkurgu; Çağdaş bilimin verilerinden yola çıkılarak, bilimin düş gücüyle birleşmesiyle oluşan, genellikle gelecekte ya da evrenin, uzayın bir başka yerinde geçen olayları anlatan öykü, roman, film vb (Kurgu; Görüntülerin ve seslerin çeşitli kurallara ve yollara uygun olarak arka arkaya belirli bir anlayışa uygun olarak sıralanması. Saat ve benzeri aygıtlarda zembereği kurmaya yarayan araç ve bu durum).

Cafcaflı; Gösterişli, fazla şık, şatafatlı (Karışık, gürültülü, patırtılı, hatta tehlikeli anlamları da vardır).

Cefa; Büyük sıkıntı, üzgü, eziyet.

Elzem; En gerekli olan, lüzumlu, vazgeçilemez.

Enfeksiyon (İnfeksiyon); Bulaşma. Organizmada hastalığa yol açan bakteri, virüs, mantar veya mikrobun yayılması, canlılarda bu şekilde meydana gelen durum.

Eza; Sıkıntı verme, sıkıntı çektirme, üzme, üzgü.

Faraza; Varsayalım ki, tutalım ki, diyelim ki, ola ki.

Fason; Malzemesi marka sahibi tarafından verilen ve başka bir firmaya yaptırılan mal. Ürünlere gerçek üreticinin değil, siparişi verenin adının ve markasının verildiği mal, imalât.

Göçmen, Muhacir; Lehçede macîr gibi de söylenir, göçe zorlanmış. Aynı anlamda iki kelime. (Öyküde; Muhacir İnadı (Macır İnadı); Göçmen, göçe zorlanmışın inadı vurgulanmak istenmiştir.

Hengâme; Seslerin birbirine karışmasından çıkan gürültü. Şamata. Patırtı. Kavga.

Hışımla; Öfke, kin ve kızgınlıkla.

Hilâf; Aykırı, karşıt, ters, zıt, yalan.

İkilem; Dilemma. Kıyasımukassem. Değişik iki yapıda her iki durumda da doğru davranılmayacak iki olanak karşısında kalıp kişiyi, istemediği halde bunlardan birini yapmaya zorlayan durum. İki önermesi bulunan ve her iki önermesinin sonucu da aynı olan düşüncelerden birini seçme mantığı. Değişik yapıda iki öğenin birlikteliği. İki özellik gösteren durum. Bu durumlarda insan özellikle beğenip istemediği bir seçeneği seçmek zorunda kalmaktadır.

İntibaa; İzlenim. Bir durum veya olayın duyular yoluyla insan üzerinde bıraktığı etki, imaj. Uyaranların, duyu organları ve ilişkili sinirler üzerindeki etkileri.

İpotek; Bir borcun ödeneceğine güvence olarak, borç ödenince kaldırılmak koşuluyla, borçlunun ortaya koyduğu bir taşınmaz üzerinde alacaklı lehine tapu siciline işlenen kayıt.

İstisna; Bir kimse, ya da bir şeyi benzerlerinden ayrı tutma. Genelde ayrı, kuraldışı olma, ayrıklık, aykırılık, ayrı tutulan kimse ya da şey.

İsyankâr; Başkaldırıcı, başkaldıran, isyan eden, isyancı, asi.

İtibarsızlık; Saygı gösterilmeme. Saygı görmeme, değerli bulunmama. Prestij sahibi olmama ve güvenilir olmama.

İtina; Özen, ihtimam, ayrıcalık.

Kâbus; Karabasan. Sıkıntılı, korkunç olayları ve bu yüzden gerilim ve bunalımları kapsayan düş. Bir kimsenin içinde bulunduğu karmaşık, sıkıntılı ruh durumu.

Kaçamak; Bir şeyi belli etmeden, gizlice yapmaya çalışma. Ara sıra yapılan ve başkalarınca hoş görülmeyen iş, durum.

Kadirşinaslık; Kadirbilirlik. Değerbilirlik, iyilikbilirlik, kıymet ve değerleri anlamak, anlayabilmek.

Kinaye; Bir fikrin, düşüncenin, ya da dileğin kapalı, dolaylı, üstü kapalı bir şekilde söz olarak söylenmesi. Bir sözü gerçek ve mecaz anlamda kullanmaktır. Örnek; O, evine (yani ailesine) çok bağlı bir insandır.

Konkordato (Concordato; İtalyanca); İflâs Anlaşması. Batık durumdaki şirketlerin borçlarını karşılayabilecekleri şartlarla ödemek için alacaklılarıyla yaptıkları anlaşma.

Koz; Karşısındakini alt edecek en etkili şey. Başarı fırsatı olan elverişli durum, saldırı ve savunma fırsatı. Ceviz. İskambil oyunlarında diğer kâğıtları alabilen, onlara üstün tutulan belirli renk ve işaretteki kâğıt.

Kuvöz; Yeni doğmuş, zayıf, dayanıksız bebeklerin ve özellikle de erken doğmuş bebeklerin bulaşıcı hastalıklardan korunması amacıyla içine konuldukları belirli sıcaklığı olan aygıt.

Maestro: Orkestracı, Orkestra Şefi.

Menşe (Menşei olarak da söylenir); Kökeni olan, kökenli. Bir malın üretildiği, dış satımının yapıldığı yer, bir şeyin çıktığı, dayandığı temel yapı, biçim, sebep, yer, soy, asıl.

Metelik; Çok az para. Çeyrek kuruş, on para değerinde demir para.

Minnet; Yapılan bir iyiliğe karşı kendini borçlu sayma. Teşekkür etme. Gönül borcu. Müdana.

Muhasebe; Karşılıklı olarak oturup hesap görme, hesaplaşma, hesap işleriyle uğraşma.

Mukadder; Yazgıda var ve ilgili olan, alında yazılı olan (alınyazısı), ilâhi takdir, kader.

Münasip; Uygun. Yerinde.

Müsait; Elverişli, uygun.

Müstakil; Bağımsız.

Mütevazı; Alçak gönüllü, gösterişsiz, iddiasız.

Prestij; Saygınlık, itibar.

Rahvan; Koşarken bir yandaki iki bacağını aynı anda atan binek hayvanlarının biniciyi sarsmayan koşu biçimi.

Romatizma; Kaslarda ve özellikle eklemlerde görülen ağrılı hastalıkların genel adı.

Slogan; Bir düşünceyi yaymak, bir eylemi desteklemek için ortaya atılan, kısa ve çarpıcı söz.

Sükûnet; Dinginlik, durgunluk, hareketsizlik, sakinlik. Rahat, huzur.

Taahhüt; Bir şeyi üstüne alma, üstlenme.

Tahakküm; Hükmetme, baskı, zorbalık, buyrukçuluk, etkileme eylemi.

Tazminat; Zarar karşılığı ödenen para.

Tefeci; Faizci. Aracı kurumların dışındaki kişiler dışındaki kişiler tarafından darda kalanlara yasal faiz oranının çok üstünde yüksek faizle el altından ödünç para veren kimse.

Tefriş; Döşeme işi. Sadece duvarları çizilen bir projenin gerçek ölçülerde eşya yerleşimlerini, baca, kapı, pencere gibi nesnelerin mimari olarak gösterilmesi.

Teminat; Güvence. Taşınır ya da taşınmaz herhangi bir eşya üzerindeki bir hakkın güvence altına alınması.

Tevazuu; Gösterişsizlik, yalınlık, alçakgönüllülük.

Teveccüh; Güleryüz gösterme, yakınlık duyma, hoşlanma, sevme. Bir yana doğru yönelme, yüzünü çevirme.

Tezat; Aralarındaki zıt kavramlar. Çelişme. Karşıtlık. Tutarsızlık. Terslik. “Çok uzaklaşma donarsın, çok yaklaşma, yanarsın!” gibi.

Tezyinat; Göz alıcı süsler, bezekler, donatım.

Topalak; Top gibi. Yapraklarından boya çıkarılan bir bitki, çorba, domates, kesek, hamur, köfte, ekmek çeşitlerine de bu ad verilmekte. Ayrıca; Torun-topalak, torun-tombalak(topalak), çoluk-çombalak(topalak) şekillerinde de torun sahibi olmuş yaşlılar ifade edilmektedir.

Ultrason (Ültrason); İnsan kulağının alamayacağı nitelikte çok yüksek frekanslı ses titreşimi ve bu titreşimi veren aygıt.

Uluorta; Yapacağı etkiyi tartmadan, düşünüp taşınmadan, hiç çekinmeksizin, açıktan açığa.

Ücra; Çok uzakta, en uçta bulunan.

Vahamet; Tehlikelilik, korkunçluk. Vahim olma durumu, vahimlik.

Vardiya; Nöbetleşe çalışma, posta.

Yağır; Sırt, arka, atın omuzları arasındaki yer, semerin açtığı yara gibi anlamları olmakla birlikte asıl anlamından farklı olarak yöremde “çok kirli, pis, yıkanamayacak kadar berbat” anlamlarında kullanılan bir deyimdir.

Yılgınlık; Yılgın olma durumu, yılgınca davranış (Yılgın; Yılmış, korkmuş, bıkmış, usanmış. Morali bozulmuş, çökmüş).

(4) Ağzından Kaçırmak (ya da Çıkarmak); Ağzında sır tutmasını bilmeyenler için söylenen söz. Sabrı tükenip o zamana kadar sakladığı şeyi söylemek, ifşa etmek, açıklamak.

Aklını Çelmek; Kişiyi kendi kararından ve düşüncesinden yoksun bırakarak başka bir yola sokmak.

Aklını Peynir Ekmekle Yemek; Akılsızca, şaşkınca, delice işler yapmak.

Aklının Ucundan (Kenarından, Köşesinden) Bile Geçirmemek; Bir konuyu hiç düşünmemiş olmak.

Avuç (Avucunu) Yalamak; Beklenenin, umulanın olmaması, ya da umulanın ele geçirilememesi, umduğunu, istediğini ele geçirememek. Umulan, beklenilen bir şey ele geçirilemediğinde kullanılan bir deyim.

Ayak Bağı Olmamak; Bir yere gidilmesine veya bir işin yapılmasına engel olmamak.

Baştan Savmak; Üstünkörü, gelişigüzel, özen gösterilmeksizin yapmak.

Becelleşmek; Aslı “Cebelleşmek” şeklindedir, uğraşmak, çekişmek, tartışmak, münakaşa etmek.

Belini Doğrultmak; Bozulmuş olan işini yoluna koyarak güçlülüğünü devam ettirmek. Birinin bozulan işlerini toparlamasını, iyi duruma gelmesini sağlamak.

Burnu Sürtülmek; Daha önce beğenmediği, yapmadığı, yapamadığı bir işi, bir durumu, bir şeyi bir süre sıkıntı çektikten sonra kabullenmek, kabul edecek duruma gelmek, kibrinden, gururundan, yanlışlığından vazgeçmek. Taşkın davranışlarının cezasını çekerek, güçlüklerle, başarısızlıklarla karşılaşarak ılımlı bir yol tutmak.

Buzlanmak; Görüntü olarak, adaba, terbiyeye, sosyal koşullara, çocuklara uygun olmayan görüntü ve sözlerin bir bakıma sansür gibi görüntülerinin kaybolacak şekilde bozulması ve “Dit!” sesi çıkarılması.

Çan Çan Çene Yarıştırmak, Çene Çalmak, Çene Açmak, Car Car Konuşmak; Tutarsızca, anlaşılmaz bir şekilde, aynı sözleri tekrarlayarak, inatlaşarak, ısrarla ve saçma bir şekilde şurdan-burdan konuşarak vakit geçirmek.

Çenesi Açılmak; Tutarsızca, anlaşılmaz bir şekilde, aynı sözleri tekrarlayarak, inatlaşarak, ısrarla ve saçma bir şekilde şurdan-burdan konuşarak vakit geçirmek.

Defetmek; Kovmak. İstenmeyen birini yanından uzaklaştırmak. Savuşturmak

Dışlanmak; Dışarıda tutulmak. Bir yere veya topluluğa alınmamak.

Dili Döndüğünce Anlatmak; Anlatma gücünün elverdiği ölçü ve şekilde, anlatıp söyleyebildiği kadar anlatmak..

Dövünmek; Çok üzülmek, çok pişman olmak. Aşırı üzüntü, pişmanlık, çaresizlik gibi duyguların etkisiyle kendi kendine vurmak, kendini yerden yere atmak, çırpınmak.

Elinin Tersiyle Haşlamak; Şiddetli şekilde azarlamak, sertçe paylamak, azarlamak, dalamak, zarar vermek, sızı, acı vermek. Canını yakmak.

Emre Amade Olmak; Hazır, hazırlanmış olmak. Hazır nazır olmak.

Gönlünü (Kalbini) Kazanmak; İnce bir davranış veya güzel bir sözle birinin sevgisini kazanmak, ilgisini çekmek.

Gönüllemek; Gönlünden geçirmek, tasarlamak, düşünmek. Gönül almak. Argo; İşinin çabuk görülmesi için rüşvet vermek.

Hacet Bırakmamak (Kalmamak); Gereği olmasını beklememek.

Hal Hatır Sormak; Bir kimseye sağlığı, ekonomik, çoluk çocuklarının vb. durumuyla ilgili bilgi almak için sorulan nezaket sorusu.

Hazıra Konmak; Başkasının çalışmasıyla ortaya gelmiş, kendisinin emeği geçmemiş olan bir şeyden yararlanmak.

Hevesi Kursağında Kalmak; Çok istediği, imrendiği, dilediği bir şeyi elde edememe.

Hini Hacette Lâzım Olmak; Gerektiğinde kullanılmak üzere bir yerde tutmak, saklamak.

Hoşnut Etmek; Memnun etmek, yakınmasının, şikâyetinin olmamasını sağlamak. Bir kimseyi memnun etmek.

İçi İçine Sığmamak; Çok heyecanlanmak. Coşkunluk duymak. Sevincini belli etmekten kendini alamamak.

İkna Etmek; Bir kimseyi bir konuda inandırmak, bir şeyi yapmaya razı etmek. Kandırmak.

Kadrine (Gadre) Uğramak; Haksız bir davranışla karşılaşmak. Haksız davranılmak.

Kendini Kapıp Koyuvermek; İşleri kendi haline, olayların, hareketlerin, yaşamın akışına bırakmak.

Komplekse Girmek; Hemen kavrayamama, çözüm bulamama, kavraması güç, ruhsal karmaşa, karmaşıklık içinde kalmak.

Komşuculuk Oynamak; Bir bakıma tribünlere oynamak sözü ile eşdeğer sayılabilirse de, genelde, iki ev, üç ev ya da daha fazlası kadınların birbirine sohbete gitmeleri olarak yorumlanabilecek yerel bir deyimdir.

Koşuşturmak; Bir işi, bir kişiyi, bir şeyi izlemek veya birçok işi yapmak amacıyla sürekli olarak gidip-gelmek, koşuşmak. Sevilen insanlar için ne yapacağını bilememek, görüntüyü yakalamakta sıkıntı çekmek.

Kramp (Kasınç) Girmek; Bir kas grubunda istem dışı, bir saniye ile birkaç dakika kadar süren şiddetli ağrılı kasılmanın meydana gelmesi. Sıklıkla geceleri ayaklarda, çok zaman başka nedenlerle de tuz, kalsiyum, magnezyum eksikliği sebebiyle oluşur ve kaslar gevşeyemez.

Lây Lây Lom Kotasında Yaşamak; Tozpembe yaşam havasında olmak. Önemli olayları önemsememek, sorunları önemsememek şeklinde yaşamak.

Mayışmak; Buyurulan bir işi yapmaktan çekinmek, tembellik etmek. Çok yemekten, sıcaktan ya da zevkten baygın duruma gelmek. Nazlanmak, kırıtmak.

Misliyle İade Etmek; Yapılan herhangi bir şeyin (hakaret, sitem, kahır, vurdu-kırdı vb.) bir misli fazlasıyla karşı tarafa iade edilmesi.

Nutku Tutulmak; Genel söyleşilerde; “Nutkunu tutmak, nutkunu yutmak” şeklinde de yanlış söylenen bu deyim; “Beklenmeyen şeyler karşısında hayret edici bir duruma düşmek, korkudan heyecandan, şaşkınlıktan konuşamaz hale gelmek” olup, handiyse “Dili tutulmak, ağzı açık kalmak” deyişleri ile de özdeşleştirilebilir.

Öğürmek; Kusarken ya da kusacak gibi olurken öğürtü sesi çıkarmak.

Örtbas Etmek; Bir durumun duyulmamasını, yayılmamasını sağlayacak önlemler almak.

Parmaklarını Yemek; Bir yemeğin çok lezzetli olduğunun tarifi.

Pekiştirmek; Sağlamlaşmak, sağlamlaştırmak, kavileşmek, dayanıklı güçlü bir duruma getirmek, katılaştırmak, sertleştirmek.

Pimpiriklenmek; Gereksiz yere titizlik göstermek, kuşku duymak, acelecilik yapmak, acele etmek.

Pineklemek; Bir yerde hiçbir iş yapmaksızın oturmak. Ara sıra gözünü kapayarak hareketsiz oturmak. Uyuklamak.

Referans Vermek; Bir kimsenin yararlılığını ve yeteneğini gösteren belgeyi o kimseye vermek. Tavsiye Mektubu vermek. Bonservis vermek.

Refüze (Refüse) Olmak; Geri çevrilmek, reddedilmek, kabul edilmemek.

Rencide Etmek; Kalbini kırmak, incitmek.

Slalom Yapmak; Engeller arasında zikzak çizmek.

Sobelenmek; Yakalanmak. Oyunda “Sobe” diyerek Ebe olan kişiden önce, kararlaştırılmış yere ulaşmak.

Sürüm Sürüm Süründürmek; Uzlaşma kültüründen uzak bir söz kullanımı. Karşısındakini güçlüğe ve aşırı bir şekilde sıkıntıya uğratmak. Sonuçta kuvvetli olduğunu ve yok etmek için her türlü hınzırlığı, kötülüğü yapacağının karşıdakine söyleme biçimi.

Şeytan (Cin) Çarpmışa Dönmek; Neye uğradığını bilemeyecek kadar kötü duruma düşmek.

Tamah Etmek; Çok beğenip edinmek istemek. Açgözlülük etmek, açgözlü davranmak.

Taşı Sıkarak Suyunu Çıkarmak; Bedence çok kuvvetli ve dinç bir insanın yapacağı iş ya da eylem için tüm gücü kullanacağının ifadesi. 

Tedavülden Kalkmak (Kaldırmak); Bir uygulamanın, geleneğin vb. için geçerliliğinin yitirilmesi. O paranın kullanılmasının sona erdirilmesi.

Telâşa Vermemek; Herhangi bir kaygıdan doğan heyecanla karışık sıkıntılı ivecenliğe neden olmamak. Kaygı, kuruntu, tasa, sıkıntı vermemek.

Tepeden Bakmak; Karşısındakini küçük görmek, küçümsemek.

Toparlanmak; Toparlamak eylemine konu olmak, ya da bu eylemi yapmak. Para ve iş yönünden durumunu düzeltmek (Toparlamak; Toplu bir duruma sokmak, bir araya getirmek, toplamak. Neler üzerinde durulacağını düşünerek onları bir araya getirmeye çalışmak).

Tur Bindirmek; Üstün gelmek, fark atmak, uzun mesafeli pist yarılarında hızlı olanların, yavaş olanları bir veya daha çok sefer geride bırakmaları.

U Dönüşü Yapmak; Tamamen geri (180o) dönüş yapmak. Herhangi bir konuya ait düşüncelerini değiştirmek.

Yadırganmak; Alışkanlığına aykırı görülmek, tuhaflığına karar vermek, düşünülmek. Kendine yabancı gelen bir kimseye, duruma ya da herhangi bir şeye alışılamamak.

Yalnızlığı Başına Taç Etmek; Yalnızlığına aşırı derecede önem ve değer vermek, çok üstün tutmak, yalnızlığı çok sevmek.

Yanlış İstihbarat Ulaşmak; Yeni öğrenilen haber, duyum ve bilgilerin doğru olarak algılanmadığının ifadesi.

Yeğ Tutmak (Yeğlemek); Bir şeyi diğerlerinden daha üstün, daha iyi, daha uygun görüp ona yönelmek, tercih etmek.

Yok Pahasına Satmak; Değerinin çok altında, kâr etmeksizin son derece ucuz olarak satmak.

Yol İz Bilmemek; Ne yapacağını, yapması gerektiğini bilmemek. Bulunduğu yerde yabancı olup gideceği yolu ve yeri bilmemek. Görgüsüz davranmak.

Yüksekten Bakmak; Kendini karşısındakinden üstün görmek.

Zırnık (Bile) Koklatmamak; Çok değersiz, en ufak, en kötü bir şeyi dahi vermemek (Zırnık; Doğal olarak kimyasal bir madde olmakla birlikte herhangi bir şeyin en küçük, en önemsiz ve işe yaramaz parçası. Arsenik).

(5) Aramakla bulunmaz meğerki rastgele; Eski deyim olarak; Tesadüf yoktur, tevafuk vardır. Yaşamda oluşan olayların bir sebebinin, bir sağlayıcısının olduğunu, insanın sadece olmakla bunun gerçekleştiğini ifade eden deyim.

Aşağılık Kompleksi; Bazı değerlerden kendini diğerlerinden aşağı hissetme duygusu.

Ata (Baba) Yadigârı; Babadan-dededen kalan şeyler örneğin miras, ev, araba, tarla, bahçe gibi…

Bayramlık-Seyranlık; Nadiren, ara sıra, bazen, seyrek olarak.

Bi (Bir) Gıdımcık; Minikten de küçük bir parça. En küçük birim parçasından bile küçük bir parça anlamında.

Can Alıcı; Kahredici, kendinden geçirici tepki, aşırı tepkiye neden olan sözler, cümleler, hareketler.

Can Feda; Can kurban. Çok sevilen, beğenilen (şey, durum, davranış, kişi) uğruna “Canımı kendimi feda etmekten çekinmem!” anlamındadır.

Can Havli İle (Havliyle); Ölüm korkusundan meydana gelen güçlü bir tepkiyle. Ölüm korkusu yaşayarak.

Çat Kapı; Aniden, beklenmedik bir anda kapıyı çalarak, ya da çalmaksızın içeriye girme.

Damatlık-Görümlük; Yalnız görülmek, bakılıp incelenmek, sonucunda uygun görülürse alınmak üzere olan damat adayı için seçilen giyim-kuşam gibi şeyler.

Deniz Mili; 1.852 metre uzunlukta ölçü birimi.

Devede Kulak; Kıyaslanan şeyler arasındaki orantısızlığı belli etmek için kullanılır. Bütüne göre çok ufak bir parça.

Dostlar alışverişte görsün; Gösteriş olsun, amaç iş yapmak değil, iş yapıyor görünmek anlamında söz.

Durum Muhakemesi; Bir görevin yapılması, bir işin sonuçlanması için durumla ilgili en uygun seçeneğin araştırılması, kişi, kurum ya da müesseselerin tip ve seviyelerine uygun çalışmaları durumu.

Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar.  Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği.

Eli Ağır; İnsana vurunca vurulan yeri çok acıtan kimse. Çok ağır ve yavaş iş yapan kimse.

Eser Miktarda; Belli belirsiz bir miktarda, çok az, önemsenmeyecek ölçüde.

Eski Tas, Eski Hamam (Eski Hamam, Eski Tas); Hiçbir şeyi değişmemiş, eski durumunda kalmış.

Ev Bark; Ev, barınak, mülk, çoluk çocuk dâhil tüm aile, tüm ev halkı.

Giyim-Kuşam; Özenli, temiz ve güzel bir giyim şekli.

Gizli Kapaklı; Doğru ve yerinde olmadığı için başkalarından saklanan, başkalarına duyurulmaksızın, kimseye haber verilmeksizin.

Hangi Dağda Kurt Öldü; Bir kimsenin umulmadık, beklenmedik, olumlu bir davranışı karşısında; “Ne oldu da böyle güzel bir davranışta bulundun?” anlamında sitemli, imalı şaşkınlık sözü.

Hastalık Hastası; Hipokondriyazis denilen halk arasında evhamlılık ya da pimpiriklik olarak adlandırılan fiziksel bir hastalığı olmadığı halde ufak bir ağrıyı ölümcül bir hatalık olarak yaşayan kişinin psikolojik rahatsızlığı.

Her Daim; Sürekli olarak, her zaman, daima.

Hüsnü Kuruntu (Hüsn-ü Kuruntu); Zararsız kuruntu, güzel kuruntu anlamlarını içermekte. İhtimali bulunmadığı halde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, kendini buna inandırma. Herhangi bir durumu kendince, bencilce iyiye yorumlamak denilebilir. (Süslü Kuruntu; Avam dilindi söyleniş biçimi.)

Ingıdık-Ingıdık; “Yavaş-yavaş, dinlene-dinlene” gibi anlamlarda, sıralıca, can sıkıcı bir biçimde. Eskiden “ehlen ve sehlen” şeklinde kullanılan bir deyim.

İç Güveyi (İç Güveysi); Maddi açıdan daha güçlü olan tarafının kadın ve tarafının olması durumunda erkek tarafından evliliğin kadının mevcut evinde (hatta ailece) sürdürülmesi hali. Damadın kız evine gelmesi, ya da damadın kız evinin gösterdiği yerde oturup yaşaması olarak da tarif edilebilir.

Kadın Eli Değmesi (Gerek); Tertip, çeki, düzen, ayar, temizlik konusunda bekâr erkeklere önerilen bir tedavi şekli.

Kadrolu Misafir; Öyküde; Evin bakımsızlığı nedeniyle örümcek, karınca, tahtakurusu, güve, kara böcek, kırkayak vb. sinsi hayvanlar anlatılmak istenmiştir.

Kendini Beğenmiş; Kendini başkalarından üstün gören, ekâbir. Hodkâm.

Klavye Ritmi; Piyano, org gibi çalgılarda, yazı, hesap makineleri ve bilgisayarlarda tuşlardan oluşan bütünün düzenli aralıklarla, aynı ses düzeninde tekrarı, vurgulanması.

Küçük Dağları Ben Yarattım!; Çok böbürlenmek, kibirlenmek, üstünlük taslamak, kendini olağanın üstünde var saymak.

Lâf-ı Güzaf; Kelimenin aslı Lâf ü güzâf’tır. Öyküde özellikle halk dili olarak yanlış kullanılmıştır. Bilindiği üzere; “Lâf = söz, Güzâf (Güzaf ya da gizaf) = Beyhude, faydasız” demektir ki tamlama yapılarak birleştirilince saçma sapan söz, boş-faydasız söz, lâkırdı gibi anlamlara gelmektedir.

Makul ve Mantıklı; Akla uygun, akıllıca, belirgin, aşırı olmayan, uygun, elverişli, akla uygun iş gören, akılla kanıtlanan, sözü akla yakın.

Medeni Cesaret; Girişken olmak, haksızlıkların karşısında dik durmak.

Moral Bozukluğu; Kaygı. Ankisiyete.  Kişinin kendini huzursuz, eksikli hissetmesi, uyuyamaması durumu.

Nazik Jest; Genellikle yerinde yapılan ve beğenilen saygılı, özenli davranış.

Neme Lâzım; Üzerine düşeni yapmayan, ilgilenmesi gereken şeylerle ilgilenmeyen. Sorumsuzluk taşımayan, tutum ve davranış.

Osmanlı Tokadı; Elin ve kolun omuzdan hızlı ve açısız biçimde hedeflenen noktaya sert bir şekilde teması (şamarı, tokadı) ile gerçekleşen olay. Çok sert tokat.

Sabit Fikirle; Ön yargıyla. Saplantılı bir şekilde.

Sası Koku; Tatsız, tuzsuz, pörsümüş, kokuşmuş. Mide bulandıracak bir şekilde kokma

Sille, Tokat, Yumruk; Döve döve, döverek, tokatlayarak, yumruklayarak. (Sille; Açık elin iç yanıyla vurulan tokat. Tokat; El içiyle vuruş [Argoda; alıp kaçma, zorla alma, çalma, hırsızlık], Yumruk; Parmakların sıkıca kapanmasıyla elin aldığı biçimle vurma).

Ya bu deveyi güdeceksin, ya da bu deveyi güdeceksin; Her hal ve şartta yapması gerekeni yapmasının gerekliliği ile ilgili bir söz dizisi. (Aslı; “Ya bu deveyi güdeceksin, ya bu diyardan gideceksin!” şeklinde olup bir işi yapmak ya da bir şeyi elde etmek için kesinlikle uyulması gereken kurallar olduğunu, yapılmazsa vazgeçilmesi halinde bir kısım fedakârlıkların gerektiğini belirten bir söz dizisi.

Yarım Yamalak; Yalapşap. Yalap şalap. Baştan savma, üstünkörü.

Yavaş Tempo; Gidişin, ilerleyişin, gelişmenin yavaş bir şekilde meydana gelmesi. Vücut alıştırmalarının belirli bir süre içinde tekrarlanma hızında elâstikiyet.

Yaz Macerası; Hoşça geçirilmek, unutulmak kaydıyla yaşanan yaz birlikteliği.

Yürüyüş Parkuru; Yürüyüş yolu. Aynı zamanda parkur olarak atletizm, binicilik, bisiklet gibi kimi spor dallarındaki yarışma ve koşularda bunların yapıldığı yol.

(6) Kalp İle İlgili Konular;

Anjiyo (Anjio); Anjiyo kardiyografi sözünün kısaltılmışı. Kalp damar sertliği hastalığının belirtileri ortaya çıktığı zaman veya kalp krizi gibi damar tıkanıklığı durumlarında kasık damarlarından çok ince özel tellerle girilip kalp damarlarına gösterici bir ilâç verilerek damarların, tıkanıklıkların ve sorunların teşhisinin görüntülenmesi olarak uygulanan tıbbi tetkik yöntemi.

Balon Patlatma (Balon Stent, Balon ile Genişletme İşlemi); Kalp damarlarında görülen darlık ve tıkanıklığın açılması ve dolaysıyla kalbin ihtiyacı olan kan akımının rahatça sağlanması amacıyla darlık alanının mekanik olarak balonun şişirilip indirilmesi şeklinde genişletilmesi işlemi

Beyin Ölümü; Tam bir ölümü ifadelendiren ölümdür. Beyin ölümü; tüm beyin, beyincik ve hayati merkezlerin yer aldığı beyin sapı denilen özel beyin  bölgesinin fonksiyonlarının geri dönülmez şekilde kaybolduğu ve mutlak ölümle sonuçlanan bir süreçtir. Beyin ölümü tablosundaki hastanın sadece kalbi atmaktadır, bir başka deyişle sadece  nabzı ve kalp atımları alınabilmektedir. Dışarıdan izlenebilen tek yaşam işareti kalp atımlarıdır. Diğer yaşamsal fonksiyonları tıbbi destek ve solunum cihazıyla sağlanmaktadır.

Bitkisel Hayat; Beyin ölümü ile gerçekleşen, solunum ve kalp atışı dışında bedenin herhangi bir yaşam fonksiyonu göstermemesi. Bu durumda ailenin rızası veya vasiyeti olursa organ nakli yapılabilmektedir.

By-Pass; Yan geçit anlamında olmakla beraber kardiyoloji bağlamında kalp damarlarında tıkanık olan yeri ek damarla geçme, atlama, dolaştırma, aşma. Çözüm aynı zamanda stent ya da balonla da gerçekleştirilmektedir.

Eter Koklatmak; Burun önünden hafif bir geçiriş şeklinde uygulamada uyarıcı etkisi olan eter, aslında bir ağrı kesici olup fazla uygulamada bayıltıcı, ağızdan verilmesi halinde narkoz etkisi vardır. Ancak şu anda eter kullanımından vazgeçilmiştir.  Zira eter koklamanın oldukça önemli; solunum tıkanıklığı, kalp sorunları, kusma gibi zararlarına ek olarak ölüm tehlikesi bile bulunmaktadır.

Kalp Krizi; Yüreğin olağan çalışmasını bir anda engelleyen rahatsızlık.

Kalp Masajı (Resusitasyon, kardiyopulmoner, CPR); Durmuş vaziyetteki dolaşım ve solunum sistemini tekrar çalıştırabilmek için uygulanan yöntemlerin tamamı.

Stent; Tıkanmak üzere olan damarın içine konan araç. Kafes.

Suni Teneffüs; Ağızdan nefes verme ve kalp masajı ile yapılan bir eylemdir, amaç solunum sisteminin çalıştırılmasıdır ki özel kuralları vardır, ayrıca hataya uygun yaşayış birimi sağlanmalıdır.

(7) Bir söyle, bin “Ah!” işit; Söylenen bir söz karşılığında, daha fazla cevap, itiraz, aynı anlamda şikâyetle karşılaşma durumu.

(8) Göz İle İlgili Konular;

Göz Banyosu; Bir kadını özellikle soyunurken, giyinirken vb. uzaktan, kaçamak olarak seyretme. Güzel kimselere hoşlanarak bakmak, etkisinde kalınan güzellikten seyrederek zevk almak. .  Göz hastalıklarının iyileştirilmesi için göze ilaçlı suyla yapılan işlem.

Göz Hapsinde Tutmak (Göz Hapsine Almak); Gözlemek, gözlem altında tutmak. Hiçbir hareketini gözden kaçırmamak.

Göz Önüne Almak (Getirmek); Bir durumun nasıl bir sonuca ol açacağını önceden düşünmek, bir şeyin olabileceğini, olasılığını hesap etmek.

Göz Yummak; Kusurları görmezden gelmek, görmemiş gibi davranmak, hoş görmek. Tolerans göstermek.

Gözden Kaçmak; Nasılsa görülmemiş farkına varılmamış olmak.

Gözden Kaybolmak; Ortadan çekilmek ya da görülmez olmak.

Gözler kalbin aynasıdır, yalan nedir bilmez, aşkı inkâr etmez…Selâmi ŞAHİN Şarkısı

Gözleri Kararmak; Gözleri baş denmesinden, açlıktan, aşırı yorgunluktan iyi göremez olmak. Bayılacak gibi olmak.

Gözlerin Şaşılığı; Herhangi bir etkileşimde gözünde hafif şaşılık meydana gelmek, hafifçe şaşılaşmak.

Gözlerinin Önünden Gitmemek; Unutamamak, her an görür gibi olmak.

Gözlerle Sevişmek; Karşılıklı olarak cinsellik gözetilmeyen duyguları sözle değil bakışlarla anlatmak durumu.

Kaş Yapayım Derken Göz Çıkarmak; Yardım edeyim derken, büyük zarar vermek. Düzelteyim derken büsbütün bozmak.

Kör, Kör Gözüm Parmağına; Çok belli, göze batacak kadar ortada.

(9) Jaws (Denizin Dişleri); Esas anlamı; “Ağız” demektir. Steven SPIELBERG’ ait devasa bir köpekbalığı ile küçük bir adada yaşayan insanlar arasındaki bir gerilim filmi. Türkiye de Cavıs, Javıs ve benzeri şekillerde söylenmektedir.

(10) İşte öyle bir şey… “Seni düşündüm dün akşam yine” diye başlayan Erol EVGİN şarkısı.

(11) Niyazi’lik Durum; Sözün aslı; Ne şehittir, ne gazi, pisi pisine gitti(… yoluna gitti) Niyazi!” şeklinde olup öldürülme sebebi karanlıkta kalmış, koruması tarafından öldürülmüş bir subaya ve ayrıca kanalizasyona düşmüş Kel Niyazi adlı biri için söylenmiş bir söz olup sebepsiz yere hayatını kaybeden veya zarar gören kimseler için söylenir.

(12) Siyah, beyaz-ateş ve su-gül ve diken; Kayahan AÇAR’ın “Bizimkisi bir aşk hikâyesi” adlı eserinden (ç)alıntılar.

Ufak Tefek; Türkçemizdeki masa-musa, sandalye-mandalye der gibi bir söz. “Ufak-tefek “diye başlayan şarkı bilindiği gibi KAYAHAN’a aittir. Seninle her şeye varım ben… Kayahan AÇAR Şarkısı.

(13) Hak İle İlgili Konular;

Had; Sınır, uç, derece.

Hak Etmek; Bir emek karşılığı olarak alacağı bulunmak, hak kazanmak. Lâyık olduğu kötü, gerekli karşılığı görmek, almak.

Hak Etmemek; Bir emek karşılığı olarak alacağı bulunmamak, hak kazanmamak. Lâyık olduğu kötü, gerekli karşılığı görememek, alamamak.

Hakkını Kullanmak; Verilmiş herhangi bir hakkı, imtiyazı kullanmak.

Hakkını, Haddini Bilmek; Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yeteceğini bilerek onun ötesine geçmemek, ölçüsünü bilmek. Başkalarının kusur ve yanlışlarını istihzalı bir şekilde yüzüne vurmamak gerekliliği. Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî’ ye sormuşlar; “O kadar yazarsın, o kadar okursun, ne bilirsin?” diye. Şu cevabı vermiş; “Haddimi bilirim!”

Hakkını, Haddini Bilmemek, Haddini Aşmak, Haddi Ve Hakkı Olmamak; İnsanların haddini bilmeksizin aşıp etrafa gösteri yaparak zarar vermelerinin bir ifadesi.  Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yetebileceğini bilmeksizin onun ötesine geçmek çabası yaşamak, ölçüsünü bilmemek.

(14) Bir bakış baktın, canımı (kalbimi) yaktın… şeklinde dile getirilen Türk Sanat Müziği eserinin aslı  “Bir bakış baktın, kalbimi yaktın / Aşkın kemendi…” diye ünlenmiş eserin Güfte ve Bestesi; Cevat ULTANIR’a ait olup, eser; Rast Makamındadır.  (Bu beste de; “Sen bir şahinsin, ben garip serçe” olarak da bir bölüm bulunmaktadır.)

(15) Hacca Giden Karınca; Çıkınını omzuna asıp yola koyulan karıncaya sormuşlar; “Hayrola, nereye böyle?” “Hacca gidiyorum!” “Ömrün yetmez ki?” Karıncanın cevabı anlamlıdır; “Bu yolda ölürüm ya!”

(16) Sözler vardır anlatılamayan, sevgiler vardır kelimelere sığmayan, bakışlar vardır insanı ağlatan, insanlar vardır unutulmayan. Bu söze eklenti olarak şunları yazabilirim;

Söz vardır, asalet dolu, söz vardır, rezillik diz boyu! Söz vardır gelip geçer, söz vardır, delip geçer! Söz vardır baş götürür! ALINTI

Hani gözler vardır sözleri anlatır, hani sözler vardır gözleri anlatır, bir de aşk vardır seni anlatır... ALINTI

Bazen küçük bir bakış insana dünyaları verir, bazen o küçük bakış, insanı cehennemin derinliklerine yollar. Jean Jack ROUSSEAU

(17) Mağrur Olma Padişahım Senden Büyük Allah var! Yavuz Sultan Selim zamanından beri kullanılan bu söz, padişahta olsa insanların fani olduğunun belirtilmesi anlamını taşımıştır. Ve Bayram, Cyma ve hatta Culüs Törenlerinde kullanılmıştır. Anlamı; Kimse bulunduğu makam ve mevki nedeniyle kibirlenmesin, büyüklük kompleksi içine girmesin, geçici dünya hayatı sona erince herkes eşit olacak, hepimizin çıplak olarak ve aynı miktar kefenle toprağa verilmemiz gibi! (Mağrur; Kendisini önemseyen, büyüklenen, böbürlenen, kurumlu, büyüklenme belirtisi olan, gurur belirten).

(18) IBAN No (International Account Number); Para transferlerinin hız ve kalitesi için uygulanmakta olan Uluslararası Banka Hesap Numarası Standardı.

 (19) İyilik yap denize at, balık bilmezse Hâlik bilir. İyilik yapmanın karşılık beklemeksizin yapılmasının gerektiğinin, iyilikle yapılan hiçbir şeyin karşılıksız kalmayacağının ifadesidir. Bir bakıma sağ elin yaptığından sol elin haberinin olmamasının gerektiği gibi.

(20) Uzanılamayan Üzüme Koruk Demek; Genelde; “Tilki uzanamadığı üzüme…” şeklinde bir deyiş. Tilki her ne kadar etobursa da demek istediğim imkânsızın, imkânsızlığı anlamında. Kişinin başaramadığı bir şey için mazeret bulması anlamındadır. (Benzerleri; Kedi erişemediği ciğere “Mundar!” dermiş! Bir nebze; Aç tavuk kendini darı ambarında görürmüş! Uyuz keçi oluktan su içermiş! Yılan kendi eğriliğini bilmez, deveye boynun eğri dermiş! Keçinin sevmediği ot burnunun dibinde, yılanın sevmediği ot yuvasının başında bitermiş!) deyime yakışan sözler olabilir.

(21) Bangır Bangır; Çok gürültülü bir şekilde, çok yüksek sesle, çok gürültülü olarak, sesi çıktığı kadar (Öyküde; Bu isimdeki şarkıyı seslendiren sanatkâr anılmak istenmiştir).

(22) Güzel Bakmak Sevap; Asıldır. “Güzele bakmak sevap!” yanlış, değiştirilmiş halidir. Bu durumda hani hatırlatılmak istenirse güzele çirkin bakmanın da günah olacağını varsaymak mümkündür, eğer, denilen gerçek ise.

(23) Diyet; İslâm hukukuna göre, herhangi bir nedenle öldürme, yaralama ya da gasp, hırsızlık gibi olaylarda bir zarara sebep olunduğunda suçlunun ödemek zorunda olduğu mal, para, kan parası. (Sağlığı korumak, düzeltmek amacıyla yapılan perhiz, rejimle ilgisi yoktur).

(24) Sevmek; ibadettir. Erol KARATEKİN

Aşk; masumiyet, fedakârlık ve inançla örülmüş bir peri masalı… Kristin HANNAH

Sevmek, seviyorum demek değil, yüreğinde hissetmektir… Ve aşk yanında olanı sevmek değil, bazen gelmeyecek birini beklemektir. Can YÜCEL

Sevmek, güzel birinde aşkı aramak değil, bir başkasında kendini bulmaktır. Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKI

İmkânsızlıkları yaşamak mıdır sevmek, / Yoksa severken imkânsız mıdır yaşayabilmek?/Zor mudur gözlerine bakarken sevgiyi görmek, / Yoksa sevgi midir gözlerindeki tek gerçek? / Kolay mıdır bir anda vazgeçip gitmek, / ......Yoksa gitmekten vazgeçip, sevmek mi gerek? Özdemir ASAF

Sevmek, onunla birlikteyken bir bütün olmak değil; o yokken 'yarım kalabilmektir .  Georg Wilhelm Friedrich HEGEL

(25) Ağızdan çıkan sözü, yaydan çıkan oku, silahtan çıkan kurşunu, kaçırılmış fırsatı,  geçmiş zamanı geri döndüremezsin… DIMME

Taş Atıp Kolu Yorulmamak; Bir kazancı hiç yorulmadan sağlamak.

Boş Atıp Dolu Tutturmak; Umutsuz olarak girişilen bir iş, iyi sonuç vermek ve doğruluğuna inanılmadan söylenen sözün gerçek çıkması.

(26) Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Fıtnat DUYAR’a, Bestesi; Yesari Asım ARSOY’a ait olup eser Hüzzam Makamındadır.

(27) Kalp Kalbe Karşıdır; İnsan kalbi, diğer birinin kendine karşı sevgi mi, nefret mi beslediğini hisseder, sevgi varsa sevgi, nefret varsa soğukluk demektir.

Uyandım seninle birden… şeklinde başlayan “Kalp kalbe karşıdır, derler”   Aslı GÜNGÖR

Kalp kalbe karşıdır derler, onun için sormadım… Güftesi; Turhan TAŞAN’a, Bestesi; Coşkun  SABAH’a ait olan Türk Sanat Müziği eseri Hicaz Makamındadır.

 (28) Derya SEVDE’den alıntılar ise şöyle;

Eğer birini seviyorsan, onu serbest bırak… Dönerse senindir, beklediğin üzere. Dönmezse zaten hiç senin olmamıştır! (KARAMSAR TİP)

Eğer birini seviyorsan; onu serbest bırak… Üzülme dönecektir!  (İYİMSER TİP)

Eğer birini seviyorsan; onu serbest bırak… Bir müddet bekle, dönmezse unut gitsin! (ALDIRMAZ TİP)

Eğer birini seviyorsan, serbest bırak… Dönerse bu işte bir bit yeniği var demektir! (ŞÜPHECİ TİP)

Eğer birini seviyorsan; onu serbest bırak… Dönerse, bir daha serbest bırak! Geri dönerse gene bırak!  (MUZİP TİP)

 Eğer birini seviyorsan; onu serbest bırak… Seviyorsa dönme ihtimali çok yüksektir… Sevmiyorsa ilişkiniz muhtemel bile değildir!  (İSTATİSTİKÇİ TİP)

Eğer birini seviyorsan; onu serbest bırak… Dönerse kendine güveniyor demektir. Dönmezse süper egosu baskın demektir. Gitmiyorsa ‘Manyak’ demektir. (PSİKOLOJİK TİP)

Eğer birini seviyorsan; onu kesinlikle serbest bırakma… (AŞIRI SAHİPLENİCİ TİP) 

Eğer birini seviyorsan; kendini serbest bırak… ‘Niye?” diye sorarsa; “Seni hiç alâkadar etmez!” de! (BENCİL TİP)

(29) Üzüntü kanserdir; Kanserden ölen Dale CARNEGIE, “Üzüntüyü Bırak, Yaşamaya Bak!” adlı eserinde; “Üzüntü, kanserdir!” demiştir. (Bir bakıma CARNEGIE, yazdıklarına rağmen “Çok mu üzülmüştü, çok mu stresi vardı?” diye sormak gerektiğini düşünüyorum. )

Üzüntü ve stres kanser sebebi değildir; Yukarıdaki ve kaleme alamadığım yaklaşımlara karşın Prof. Dr. Michael HUN; “Üzüntü ve stresin kanser yapmadığını” iddia etmiştir.

Üzüntü ve Stres; Yapılan bir incelemeye göre; Üzüntü ve yoğun stres bağışıklık sistemini zayıflatabilmektedir. Her insanın vücudunda hemen hemen her gün eğer yok edilmezse ileride kansere dönüşebilecek hücreler oluşmaktadır. Ancak bu hücreler bağışıklık sistemi tarafından hemen tanınıp yok edilmektedirler. Bağışıklık sisteminin zayıflaması bu mekanizmanın kanser öncüsü hücreleri kaçırmasına neden olmaktadır. Onlar da kansere neden olmaktadırlar. Bu bir görüş, diğer bir görüşe göre üzüntü ve stres kansere neden olmamaktadır. O zaman; “Üzüntü, kanserdir!” diyen ilim adamlarını da inkâr etmemiz gerekirdi, diye düşünüyorum.

(30) Spartacus; 1960 yılı yapımı Kirk DOUGLAS ve Jane SIMMONS’un başarılı bir performans sergiledikleri yıllarca etkisi altında kaldığım bu filmin son sahnesi canlandı gözlerimde. Hüzünlendim. Çarmıha gerilmiş Spartacus oğlunu ancak görebilmişti. Anlatmak istediğim bu (idi).