Öylesine bir öykü ki…

İnanası gelmiyor insanın, neresinden bakarsanız bakın. İnanmak dedim de. Ben pek inanmadım, inanamadım. Ya siz?

“Anlat bakalım, kararı biz verelim!” dediğinizi duyar gibiyim. Anlatayım öyleyse. Gerisi size kalmış…

İki büyük şehirde aynı gün, aynı saatte, iki çocuk gelir dünyaya. Biri oğlan, diğeri kız. Öykümüzün ilk iki kahramanıdır onlar Ada ve Eda.

Büyürler Eda ve Ada, birbirinden habersiz. Yıllarca. Biter İlköğretim yılları…

Liseye başladıklarının ertesi yılında Ada’nın babası, Eda’nın olduğu ildeki kuruma tayin olur. Zorunlu mu, istekli mi bu atama bilinmez, bilen yalnızca babadır.

Unutmadan hatırlatayım, Eda’nın da, Ada’nın da yoktur başka kardeşleri, tesadüfün böylesi, hem de ilki. Ada’lar, Eda’ların evinin tam karşısındaki boş müstakil tek katlı evi kiralarlar ve yerleşirler. Bu tesadüfü de başka tesadüfler, ya da ilginç rastlantılar izleyecektir.

İlk bakış, ilk tebessüm…

İlk göz göze, diz dize geçecek yılların başlangıcıydı, devam da etti. Aynı lisenin, iki ayrı sınıfında, zilin çalmasını, ya da çalmamasını bekledikleri zamanları önemliydi, sabahın başlangıç zilinde, ya da akşamın son zilinde.

Bir de kumruları vardı bir çift; Eda ile Ada. Her sabah önce birinin, sonra diğerinin penceresine konarak doyuruyorlardı karınlarını, ekmek kırıntılarıyla, sevinçle.

Aileleri bilmesin isteyip, evden ayrı ayrı çıkıp sokağın köşesinde buluşuyorlar, dönüşte yine aynı sokağın başında ayrılıyordu avuçları, gönülsüz, gönüllerini birbirinde bırakarak. Oysa aileleri haberdar olamaz mıydı yüreklerinin çırpıntılarından yıllar boyunca? Oluyorlardı olmasına da…

İşte “Ama” demek olmasaydı.

Ada, bir kere bile söylememişti Eda’nın ismini, ne konuşurken, ne yazarken. Söylediği sadece; “Canım, Ruhum” du.

Birliktelikleri asla derslerini etkilememişti. Sınıflarının en başarılı öğrencileri arasındaydılar. Takdirleri olmasa da, teşekkürleri garanti idi, her zaman. Göz önündeydiler, öğretmenlerinin gözleri onlardaydı.

Bu minval(1) üzerine üniversite sınavlarına hazırlandılar. İkisi de öğretmen olmayı istiyorlardı. Sınav tercihleri aynıydı, ama bilebilirler miydi yollarının ilk defa ayrılacağını.

Biri İstanbul’da kazanmıştı Üniversiteyi, diğeri Ankara’da. Bilemediler. Bilmeleri de mümkün değildi tabii. Ada Ankara’yı, Eda İstanbul’u paylaşacaktı birbiri yerine.

Ada, senesine bir kere daha deneyecekti şansını, bir sene kaybetme riskini göze alarak İstanbul için, Eda ile beraber olmak, olabilmek için. Aynı havayı solumak, aynı mekânda, aynılıkları paylaşmayı istiyordu. Ayrılık zor görünüyordu kendine.

Günler başlayıp bitiyordu tükenircesine. Eda çoktan toplamıştı çantasını okuluna başlamak için. Kaçamak “Allahaısmarladık” ına otobüse kadar eşlik etmişti Ada. Erken, çok erken gidiyordu sanki. Oysa babası daha önceden gidip bir Kız Yurdunda yerini ayarlamıştı kızı için.

Ada’nın yoktu sorunu. Daha doğrusu ailesini ikna etmişti. Okuldan mezun ağabeylerin kaldığı yurt vardı, bildiği. Hem anne tarafından akrabaları da vardı. Erkekti netice itibariyle, kalacak bir kovuk, çalışacak bir masa “helbet(2) bulurdu, ya da bulunurdu kendi için. Buldu da…

Şanslı çocuktu vesselâm…

İlk birkaç ay, “Canım, Ruhum” mektuplarıyla, sonra cep telefonları ile haberleşerek geçti. Hem her gün…

Hasretlik dayanılmaz gibiydi. Bu arada öğrenci kredi başvuruları da gerçekleşmiş, parasal bağımlılıkları da önemsizleşmişti, ailelerine yük olmadan.

Mektuplaşmak, cep telefonu ile konuşmak yetmez olmuştu onlara. Ailelerinin de desteğini alarak sesli-görüntülü birer dizüstü bilgisayarla üleşmek istediler yalnızlıklarının uzaklığını. Aldılar da…

Gün bazen sabah ezanlarında başlıyor, yatsı ezanlarında bitiyordu soğuk kış gecelerinde. Bazen taştığı da oluyordu günün gecelerinden.

Sömestr tatilini beklemek gerçekten eğlenceliydi, hoştu ve hepsinden önemlisi mutluluktu.

“Canım, Ruhum” ile geçen, kendileri için kısacık bir zaman dilimini beraber geçirmekten mutlu gibiydiler.

Neden gibiydiler? Çünkü Eda’nın sezinlediği bir gerçek dışılık yaşanır gibiydi aralarında, gerçekte Ada’nın benliğinde. Bir genç kız sezisi, tüm benliğini egemenliği altına alıp esir etmişti Eda’yı.

Yanılmamıştı.

Döndüklerinde derslerine, önce dizüstü bilgisayarındaki heyecan dolu konuşmaları, sonra mektupları tükenir gibi olmuştu Ada’nın. Bir mecburiyetlik(3) hissedilir gibiydi tüm iletilerde. Anlamsızdı. Yanlışlığı, ya da yanlışlıkları düşünmek bile istemiyordu, değil ki anlamak…

Hele son mektubunda, daha doğrusu bir ders aralığında karaladığı iki satırlık notunda; “Derslerini ve okul hayatını sevdiğinden, mutlu olduğundan, İstanbul’a gelmek için tekrar Üniversite Sınavlarına girmekten vazgeçtiğini belirtmesi” sevgi dünyası içinde yıkım olmuştu Eda’ya.

Eda hissetmişti. Ama bilemezdi.

Ada, sömestr tatilinin hemen öncelerinde, sınıfındaki tüm gençlerin, ya da genç kızların peşinden koştuğu sınıf arkadaşlarının bir tanesi, tek tanesi, biriciği olmuştu.

Seda; onun mis kokulusu, hayatı ve tek aşkı idi. “İlk” diyemiyordu, kendisine saygısızlık gibi düşlüyordu, düşünemiyordu bile. Çünkü ilk; her zaman ilkti.

Seda da, bir evin tek kızı idi. Babasının, tabiidir ki ailesinin varlıklı olduğu söylenirdi. Bunun sebebi gayet basitti. Çünkü okula arabası ile gidip-gelen, titizliği nedeniyle öğle yemeklerini bile yemek için evine giden belki de tek kızdı Üniversitede.

Hem yeşil gözlü, kumral güzeli, alımlı, artist gibi bir kızdı.

Ada da yakışıklıydı, engellenemeyen. Kusuru; sarsak gönüllü olmasıydı biraz. Ne birazı? Tamamen, eskilerin dediği gibi; külliyen(4). Bu nedenle Seda’nın onu ellerine, avuçlarının içine alması çok da zor olmamıştı.

Üstelik onun üstünde tasarrufları vardı. Özenmek, istediğine kavuştuktan sonra buruşturup atmak gibi bir niyeti de yok gibiydi, daha öncekiler düşünüldüğünde. Seviyordu.

Sevgisini, ders yılının sonuna doğru bir gün; “Hadi, bize gidelim!” diye süslemişti. Bu; bir akşam yemeği daveti idi. Aile büyük bir masaya davet etmişti onu. Dayılar, teyzeler, halalar arasında ezilmiş de ezilmiş-büzülmüş, lâf aralarında kan-ter içinde kalmıştı sanki.

Eda’yı pes ettiren işte bu olayı duyumu idi. Yakın arkadaşlarından biri, telefonlarına bir ya da hiç cevap vermemesinin sebebini böyle açıklamıştı. Eda, Seda ile aşık bile atamazdı, hem varlık bakımından, hem güzellik bakımından. Kendisi çelimsiz, gösterişsiz bir kızdı. Oysa rakibi; kısaca güzellik abidesi idi, belki de…

O yaz, yaz tatili için bile gitmedi Ada evine. Belli mazeretlerinin en önemlisi sadakate(5), sadıkane(6) cevap veremeyecek olması idi.

Onun yerine; “Birkaç kuruş kazancım olsun!” diye Seda’nın babasının şehir dışındaki şantiyelerinden birinde, uzamış saç ve sakalları, kirlenmiş gömlek-pabuç ve pantolonu ile çalışmayı denemişti. Çok kazanmış, hatta ailesine bile destek olmuştu bir bakıma.

Kazancı hakkı mıydı, yoksa kenarlardan, köşelerden, yanlardan destekleniyor muydu? Bilmiyordu, önemsemiyordu da. Diğer işçi, ya da ustalar, ustabaşılar kendileri kadar çalışmasa da, kendileriyle kıyaslanamayacak şekilde zorluk içinde olmasa da Ada’nın kendilerininkine yakın ücret alışına akıl-sır erdiremiyorlardı.

Bunda Seda’nın babası Ali’nin hiç açık vermeden tüm emirlerini sert ve uygulanacak şekilde, ayırım yapmadan vermesinin, Seda’nın sadece cep telefonundan ve dizüstü bilgisayar ile haberleşmekten başka kendisini belli etmemesinin etkisi de göz ardı edilemezdi…

İkinci-üçüncü-dördüncü sınıflar… Bir çırpıda sanki tükenen yıllar, gelişmeler…

Eda ile ayrılan yollar, Seda ile birleşmiş sayılırdı bir bakıma, hatta çok bakıma.

Son sınıfın sömestrinde Ada’nın annesi-babası aniden Ankara’ya geldiler; “Allah’ın emri, peygamberin kavli” demek için. Belki bunu Seda’nın annesi-babası istemiş, belki emrivaki(7) ile isteklerini belirtmişlerdi ki; bilinmez, bilinemez. Gelmişlerdi.

Dünürler gelirdi de, boş mu dönerlerdi? Nişanlarını yapıvermişlerdi, ayaküstü, aile arasında hem. Düğün için mezuniyet beklenecekti.

Davul bile dengi-dengine çalardı. Demek ki dengi-dengine idi kişiler. Hem tümü.

Seda, yüksek tahsilli, babasının kızı, sadece evinin hanımı olma arzusunda bir hanım, sadece çocuklarının annesi olma arzusunda müstakbel bir anne adayıydı.

Ada, ilerideki kayınbabasının şantiyelerden birinin, ya da hepsinin başına geçmesi teklifine; “Hayır!” demiş, “Bir süreliğinde olsa, içinde ukde(8) olduğunu” söyleyerek öğretmenlik yapmak istediğini belirtmişti.  Okulu bitirdiğinde askerlik görevine başlamasının da bilincindeydi.

Kayınbabası Ali Bey, askerliğini tecil ettirebileceği vaadini sergiliyordu. Oysa okurken spor yapıp aynı zamanda amatör olarak futbol oynadığı için, tecil yaptırabilmesinin(9) zaten hakkı olduğunu biliyordu…

Israrla, hevesle ve arzu ile bekledi nikâhından sonra tayin olacağı okulu.

Şansı vardı, uzak değildi tayin olduğu okul. Eskişehir’in ilçelerinden birinde, Kız Meslek Lisesine çıkmıştı tayini. Eşinin babası ona düğün hediyesi olarak bir araba almıştı. Gidip-gelişi zor olmayacaktı. Misafirhanesi varsa, zor durumda kaldığında orada kalabileceğini düşündü.

Baktı ki yok, ya da olmadı, ev tutardı, eşini de alırdı yanına bir müddet. Bakarlardı yaşam tarzlarına. Bakarlardı Seda da ders verirdi dışarıdan; meccani(10), yani parasız. O da rahatlardı, öğretmenlik yapmanın gururunu, hazzını yaşardı.

Okulunu merak ederek bir sonbahar sabahının erken vaktinde çıktı arabasıyla yola. Eşi; “Daha sonra arkadaş olurum sana!” deyip yalnız olarak uğurlamıştı kendisini.

Sora-sora Bağdat bulunurmuş. Sora sora buldu okulunu. Okul, açılışına çeyrek kala temizlenmekte, levhaları, tabelâları silinmekte, hatta boya-badanasının yapılmasıyla meşguldü.

Bir sürü çocuk, bir sürü insan koşuşturmakta, bir şeyleri tamamlama telâşı içindeydi. İmece(11) gibi bir çalışma idi gözlemlediği.

Ortalarda siyah, ya da lâcivert elbiseli bir bayan, mavi elbiseli birkaç insana özellikle bir kısım şeyleri göstererek, söyleyerek işaretliyordu. Muhtemeldi ki bu insanlar okulun kadrolu görevlileriydiler.

Siyah elbiseli bayan, söylemek istediklerini söylemiş, yapılması gereken işleri tamamlaması arzusuyla belki, geldiğinin farkında olmadan koşar adımlarla okul kapısından içeri girdi.

Mavi önlüklü, kendisi emsal gençlerden birine yaklaştı:

“Ben, yeni atanan öğretmenim” dedi. “ Acaba okulda görevli Müdür, ya da Müdür Yardımcısı var mı?”

“Müdür’anım şimdi çıktı odasına. Hoş geldiniz! Götüreyim sizi, buyurun Hocam!” dedi görevli genç adam.

Merdivenleri usulca çıktılar. Yüreğinde engelleyemediği çırpınan, hazımsız bir ağırlık vardı Ada’nın. Görevli genç adam Müdüre Hanımın odasının kapısını gösterdi, onu kapı önünde bıraktı;

“İyi günler Hocam, tekrar hoş geldiniz!” diyerek koşarcasına indi merdivenlerden kovalayanı varmış, ya da yarım bıraktığı bir işi tamamlamak için yetişmek istercesine.

Kapıyı çaldı Ada. “Giriniz!” sözünü işitip kapıyı açmasıyla donakalması bir oldu.

 Karşısındaki Eda idi. Alışkanlığıyla;

“Canım!” demek isterken, “Ca…” hecesi yarım kaldı dudaklarında.

“Sakın! Sakın!” dedi Eda emredercesine, azarlar gibi yahut görür-görmez.

Ada, elindeki zarfı ancak uzatabilmişti. Eda, zarfı açıp okuduktan sonra;

“Bir saniye! Geliyorum!” deyip, “Oturmasını” bile söylemeden odadan çıktı. Belki gerçekleri bu kadar yakınında beklemiyordu Eda.

Kendisini dinlemesinin gerektiğini mi düşündü, bilinmez.

Ada, odada kalakalmıştı yalnız başına. Vücudu ağırlığına tahammül edemiyordu. Tavan çökmeğe, taban göçmeğe, odanın duvarları etrafında dönmeğe başlamıştı. Yığıldı koltuğa ve öylece kaldı, gözleri açık…

Ada; canını vermiş, ruhunu sahibine teslim etmişti…

 

YAZANIN NOTLARI:

(1) Minval; Biçim, yol, tarz.

(2) Helbet; Elbet anlamında yöresel bir deyiş.

Elbet; Herhalde, şüphesiz, kuşkusuz.

(3) Mecburiyetlik; Zorunluluk. Yükümlülük. Olmasının gerekmesi. Zaruret. Olduğundan farklı olmama durumu

(4) Külliyen; Bütünüyle, tamamen.

(5) Sadakat; İçten bağlılık, sağlam, güçlü dostluk.

(6) Sadıkane; Sadıkça, sadığa yakışır biçimde.

(7) Emrivaki (Yapmak); Oldubittiye getirmek, geri dönülmesi güç ve imkânsız bir durum oluşturmak.

(8) Ukde; İçine dert olmak, bir konunun kapalı kalmasından dolayı duyulan acı.

(9) Tecil Yaptırmak (Ettirmek); Ertelemek, tehir ettirmek.

(10) Meccani, meccanen; Arapça bir kelime olup ücretsiz olarak, parasız, bedava anlamlarında kullanılmakla beraber eskiden, parasız yatılı okuyan öğrenciler için de kullanılan bir deyimdi.

(11) İmece; Genellikle kırsal yerleşim merkezlerindeki topluluklarda birçok kişinin toplanıp, örneğin herhangi bir nedenle tarlasını işleyemeyen bir kişinin tarlasını sürmek, köyün yolunu yapmak vb. gibi işlerin el ele yapılması, işlerin sırasıyla herkes tarafından çabuk bitirilmesi.

Minval; Biçim, yol, tarz.