“Zafer ve felâkete eşit davranmalı!” demiş Rudyard KIPLING. Neden böyle demişti ki acaba? Aslında bu söz, belki kavgada bile söylenmeyecek bir sözdü karşıdakine, bence.

Dul kalmıştı Emine. Yok, öyle ölümle değil, kavga ile dövüşle, daha doğrusu sopa yemekle, aşırı geçimsizlikle. Ve “Canına tak etmişti!” bir gün. Komşu Avukat çocuk elinden tutmuştu, mahkemenin yolunu göstermişti ve ayrılmıştı kocasından.

Mahkemenin çıkışında kocası bağırmıştı;

“Sen asla başkasının olamayacaksın! Sen kimsenin olamayacaksın! Sen, Tanrı huzurunda, şeriata(1) göre hep benim olarak kalacaksın, Cumhuriyetin yasaları ne derse desin!”

Dindardı Emine. İnançlıydı ve kocası ona resmen üç defa “Boş ol!” demediği için yasalara göre ayrılmış olmasına rağmen, dince ayrılığının caiz(2) olmadığı düşüncesindeydi.

Kocasından kalan ev, tapulu olarak kendi üstüneydi ve kocası (eski kocası demek gerek) kendisine tapuladığı evinden ayrılıp kendisinin ve kirada olan diğer evine gitmiş, kiracısının bir odasına yerleşmişti, metazori(3) desek yalan olmayacak hani.

Oğlunun velâyeti(4) de kendi üzerinde kalmıştı Emine’nin ve bilmem ne kadar nafakayı(5) eski kocası hem kendisi, hem de oğlu için ona ödeyecekti toplam olarak.

Şu berbat dünyada, üç kuruş nafaka, iki boğaza yetmiyordu. Allah var eski kocası da olsa onun çalışmadığını, ev kiraları ile geçindiğini ve içkiye aşırı düşkünlüğünü, kısaca geçimliğinin olmadığını, daha doğrusu çok az olduğunu biliyordu, daha fazlasını da bekleyemez, isteyemezdi ondan, oğlu için dahi olsa.

Başta avukat komşusunun ailesinin evi olmak üzere halı silkelemeğe, çamaşıra, ev temizliğine, ütülemeğe, turşu-tarhana yapmağa gider olmuştu evlere. Ve asla el açmıyordu, ne ele, ne güne.

Ne camii önünde cumaları, ne cümlenin geçtiği ana cadde üzerleri dilenmek mevkii değildi. Hem asla. Dilenmek züldü(6) çünkü. Bir yaşam düzeni tutturmuş, kimseye muhtaç olmadan evinin çarkını döndürmeğe çalışıyor, döndürüyordu Emine.

Evlendiği günü, azıcık da öncesini düşündü. Her ne kadar “Çirkin kadın yoktur, güzelleşmesini bilemeyen kadın vardır! (7) dense de kendisinin güzel olmadığını, bu nedenle yıllarca kısmetinin çıkmadığını, evde kalmaya çeyrek kala nasibinin çıktığını zannediyordu.

“İki çıplak bir samanlığa (ya da hamama) yakışır” örneği, iki çirkin de bir yuvaya yakışacak gibiydi. Bu nedenle istememişti kocasını. Kocasına kambur denemezdi, sol taraftan kürek kemiği biraz fazla çıkıktı, azıcık da boynu eğriydi. Bunda Allah’ın etkisi olmasa gerekti!

Eş-dost görücü usulü(8) ile istemeye geldiklerinde;

“Fiziksel kusurları olmasına rağmen, şöyle iyi, böyle güzel, şöyle varlıklı, böyle zengin, evi-arabası var, üstelik evinin, oturacak olduğunuz evin tapusunu hemen senin üzerine yapacak!” diyerek aklını çelmişlerdi.

Allah vardı, inkâr etmez(9), edemezdi, kocası evlenmelerinin hemen haftasının ertesinde tapunun devrini yapmıştı Emine’nin üstüne.

Babası zaten dünden razıydı Emine’nin evden çekilmesine, arkada üç kızı daha vardı çünkü ve bir boğazın eksilmesi, az da olsa rahatlık olacaktı kendisine, annesinin rızası hilâfına(10). Belki bilmediği hesaplar da olabilirdi babası ile damadı arasında, ama o kadere inanmıştı bir kez, inancı da kaderini körüklemişti.

İşte böyle inmişti köyden şehre Emine.

Bir hafta içinde nişan, nikâh olmuştu. Düğün mü? O da ne demek olaydı ki? Ne ata binmişti, ne iki sokak dolaşmıştı arabayla. Eski bir dolmuşla, gelinlik bile giymeden, Nikâh Dairesine gidip-gelmişler ve hemen o gece gerdeğe girmişlerdi, susamışlarcasına.

Daha doğrusu kocası susamıştı ve o da bilmeden, anlamadan görevini yapmağa çalışmıştı o kadar. Ve bu görevini yapması o kadar kısa zamanda o kadar çok olmuştu ki, dayanamaz hale gelmişti.

Ne de olsa emsal arkadaşlarının ve büyüklerinin anlattıkları aklındaydı. Kocasının “Ben ne dersem, ben ne istersem o olur?” tavrında bir eşya idi, o kanıyı yaşamaya başlamıştı, tahammül sınırlarının henüz başlangıcında.

Sonra dünyanın en güzel şeyinin başına gelmek üzere olduğunu hissetmişti. Bir çocuğu olacaktı. Kız-erkek fark etmezdi. Yeter ki eli-ayağı düzgün olsun, kendisi gibi çirkin, kocası gibi her bakımdan ayarı bozuk olmasındı.

Ayar deyince, kimse “Yoğurdum kara” demez bilinen. Evlendikten sonra birer birer ortaya çıkmıştı kocasının kumarı, sigarası, içkisi. Sanki bir tek onlar eksikmişti de. Kollarında, bacaklarında dövmeleri, fanatik bir yapıda televizyon tutkusu ve özellikle sabahlara kadar bile süren maç seyirleri. 

Bunun için istemeyerek de olsa “Ayar” kelimesini kullanmıştı. Emine’nin bir de evlendiğinin ertesinde annesinden aldığı bir öğüt vardı: Çocuğunun sağlıklı olması için belirli bir süreden sonra sırtını dönmesi gerekiyordu eşine. Hamileliğinin altıncı ayından sonra yaklaştırmamıştı eşini yanına, ayırmıştı yatağını.

Ve normal bir doğumla dünyalar güzeli bir oğlan çocuk getirmişti dünyaya. Her ne kadar; “Kuzguna yavrusu Anka gözükür(11)!” dense de gerçekten ay yüzlü, beyaz, çakır gözlü, daha doğar doğmaz bir delikanlıydı çocuğu.

               Bütün dünyada bir tek güzel çocuk vardır. Bütün anneler de ona sahiptir.(11)

               Aslında bu sözün diğer şeklini şöyle kaydetmek gerekir; Bütün dünya üzerinde tek bir güzel anne vardır. Bütün çocuklar da ona sahiptir(11).

Ve Emine’nin aklında bir tek amaç vardı oğlu doğduğunda; okutmak, her ne olursa olsun, okuduktan sonra ele güne muhtaç olmadan yaşamını devam ettirmek…

Yasalar babanın oğlunu görmesine izin vermişti, haftada bir gün için olsa da. Oğlu Mehmet (ki bu, kendi babasının ismiydi) mutlu gidiyor, mutsuz dönüyordu babasının yanından.

Babası her ne kadar her seferinde cebine harçlık koyuyor, yeni gömlekler, pantolonlar, okuması için kitaplar vermiş olarak ve bir kısım gak-guk denecek yiyeceklerle onu göndermesine rağmen oğlunun yüzü gülmüyor gibiydi.

Unutmadan söylenmeli ki, Mehmet yalnız olarak gidiyor, yalnız olarak dönüyordu, çünkü mahkeme eski kocasının bir yıl süre ile evine 500 metreden daha fazla yaklaşmasına izin vermemişti, bu nedenle de babası oğlunu almak için evin kapısını çalamıyordu.

Herkes kurallarına uygun olarak devam ediyordu yaşantısına…

Bir gün Mehmet okulda iken kapısı çalındı Emine’nin;

“Hayırdır inşallah!” dedi ve kapıya yöneldi Emine. Postacı kapıyı iki kere çalardı, hem yaşamlarında postalık, postacılık herhangi bir şey yoktu ki. Elektrikçi, sucu da dış kapıdan fişlerini yazar, kapı altından makbuzları sürüverirlerdi;

“Kim o?”

Derin bir sessizlikten sonra eski kocasının;

“Benyim!” diyen sesi çınladı kapı arkasından; “Benim” yerine.

Açmadı kapıyı Emine;

“Git! Devlet Baba yasakladı sana kapımıza gelmeni.”

“Boşandık, Devlet Baba da yasakladı her şeyi, tamam, ama çok pişmanım, seni ne kadar çok sevdiğimi yokluğunda çok daha iyi anladım, kapıyı şöyle arala, yüzünü göreyim, hemen gideceğim!”

İnanmakla inanmamak arası kısa bir tereddüt geçirdi Emine, yasal olarak değilse de, dinen kocası idi o! Garibim(12), safsata(13) ki, safsata, hem de nasıl?

Kapıyı araladı çekine-çekine ve eski kocası, kapıyı itekleyerek girdi içeri. Önce çıldırmış gibi çılgıncasına kucaklayıp sıktı, öptü onu, sonra gönül rızası ile olmadan beraber oldular. Emine hiçbir şey yapamadı, karşılık vermemek bir yana, direnemedi bile. Korktu bağırmaktan-çağırmaktan. Hoş, bağırsa-çağırsa da sokakta kim kime, dumduma(14) idi.

Ve bu düpedüz tecavüz idi. Başka türlü adlandırılamazdı.

Kocası, yani dinen kocası, nasıl bir şeyse bu, hiç bir şey olmamış gibi çıkıp gitmişti, hevesini almış, cismini doyurmuş olarak. Emine de istemiş miydi? Hayır, hem binlerce kere hayır! O halde buna “Tecavüz” dışında ne ad verilebilirdi ki?

Saçı-başı, yatağı-yorganı dağılmıştı Emine’nin. Bir süre yatağının üstünde oturup öyle kaldı. Sonra oğlunun okuldan gelme vaktinin yaklaştığını görünce doğruldu yerinden. Çarşafları, yastık kılıflarını çıkartıp attı leğenin içine.

Banyoya girdi, yıkandı, yundu(15), temizlendi, durulandı, abdest aldı, iki rekât namaz kılarken intihar etmeği düşündü. Korktu Allah’ından; “Mundar(16) giderim!” dedi, hem çocuğu için yaşaması gerektiğini anlattı kendi kendine, sessizce ağlayarak.

Emine suçlu görüyordu kendini, hem de çekiniyordu, acaba gören olmuş muydu kocasının evine gelip-gittiğini? Pencere perdesinin arkasından baktı sağa-sola, saatler sonra.

“Allah’ım onu kahret!” diye yalvardı Yaradan’a. Ve tekrar namaza durdu, durup-dinlenmeden. Oğlu okuldan geldikten sonra bile, bir süre daha. Her iki rekâtın sonunda selâm veriyor, dua ediyor ve bazen uzun cümlelerle, bazen kısa cümlelerle ileniyordu(17).

Sonra duruldu. “Hoş geldin oğlum!” dedi. Başörtüsünün düğümünü gevşetti ve bir tepsi ile geldi oğlunun masasına. Oğlu hemen kitaplarını açıp ders çalışmaya başlamıştı. İlköğretimin beşinci sınıfındaydı, en kritik dönemlerden birinin başlangıcıydı yani.

Babasına kinlenmesin diye yaşadığını anlatmamasının yararlı olacağını düşündü. Ha! Babasının geldiğini dışarılardan, bir yerlerden duymuş olursa, boşanmış olsalar da dini bakımdan babası değil miydi, “Ziyarete gelmişti” diye söylerim dedi kendi kendine, yasaların yasakladığını unutmuş gibisine.

Günler birbirini takip ederken ramazan geldi. Kendinde bir gariplik seziyordu, “Sıcak havalar ve oruçtan olsa gerek!” dedi başlangıçta. Sıkıntıları geçmek bilmiyordu. Bu arada her ay yaşadığı sıkıntıyı yaşamadığını hatırladı, âdet görmemişti, çılgına dönmek üzereydi, “Yoksa?” sorusunun cevabını kendine dahi veremiyor, vermek istemiyordu.

Günlerce düşündü tekrar ve ardı arkası kesilmeyen namazlara devam ederek umutlandı, ilendi, bir yanlışlık olması ümidi ile ikinci ayını bekledi.

Olanlar olmuştu. Nasıl saklayacağını, nasıl saklanacağını düşündü günler-geceler boyu ve zamanın geçmesine aldırmasının gerekliliğini yaşıyordu.

Kendisinden bir sonraki ve hemen arkasından babasının zoru ile o da evlenmek zorunda kalan kız kardeşine gitmeği, danışmayı yeğledi(18) bir gün. Şehrin bir başındaydı kız kardeşi ve kendisine göre iyi bir kocaya rastlamıştı, gördüğü kadarıyla bir aralar ziyarete geldiklerinde.

Ona danışmaktan başka çare göremedi başlangıçta. Bu; kendinden sonraki kız kardeşi Hatça idi, evlendiği üç-beş ay ya olmuştu, ya da ancak o kadardı, hatırında kalan. Oysa ondan sonraki Gülsen ondan çok daha önce evlenmişti. Babası onun boğazını da kesmek ve yuvadan uçurmak için çok beklememişti kendinden sonra. O da şehre inmişti kendisi gibi.

Fatma köyde kalmıştı. Köyün tek direktör(19) sahibinin oğlu Ahmet’le araları iyi idi, kulağına ulaşanlara göre. Şehirde traktör dense de köyde direktör ne de olsa direktördü. Ve babası Ahmet’in babası ile sözleşirlerken üç-beş evlekten(20) başlayan pazarlıkta üç-beş dönüme(20) çıkmıştı. Başlık parası mı, kızı verme bedeli mi, her neyse, ne denirse alınan karar için.

Ahmet’in babası Fatma’nın babasına o kadar bir fedakârlıkta bulunacaktı artık! Bir de eklentisi vardı bu yazılı olmayan sözleşmenin, çocuklar evlendikten sonra Ahmet’in babası Fatma’nın babasının tüm tarlalarını beş yıl süreyle ekip-biçecek, hasat ve batözünü(21) bu süre içinde mazot parası bile istemeden bedelsiz olarak yapacaktı. 

Oğlan, yani tek oğlan, kanın, neslin devamı olacak Ahmet istekliymiş, hatta âşıkmış; “İlle de Fatma, yoksa ölürüm, intaar(19) ederim!” diyormuş da başka bir şey demiyormuş. Direktör sahibi baba köşeye sıkışmış, “Hepsine” hatta anlı-şanlı(22) bir düğün ve gelin alayı(23) yapmaya, gelini ata bindirmeğe(23) bile söz vermiş.

Köyün cıbıllarından(24), çulsuzlarından(24) ve en tembellerinden olan babaları artık kubara-kubara(25) geliyormuş kahveye, duyduklarına göre tütün bile ikram ediyormuş köylüye, tabakasını masaya atarak, ısmarladığı çayın da haddi-hesabı(26) yokmuş.

Ama güzel rüyalar da son buluyordu. “Çocuğu olmuyor! Kısır(27)!” diyerek boşamıştı Ahmet Fatma’yı, üçüncü senenin sonlarında. Ne aşkmış değil mi? Çocuk olmadı, aşk bir kenara, vur poposuna(28), gitsin!

Fatma; malıyla, mülküyle, takısıyla, ziynetiyle baba evine dönmüştü. Suç onda değildi aslında, ama köyde âdet, rivayet(29), ya da söylenti hep kadınların kısırlığı üzerineydi. Kardeş Fatma da bu söylentilerden nasibini almıştı baba evine dönerken.

Babası telaşlı değildi, ellerini ovuştururken, sadece tarlalarını iki yıl daha bedelsiz ekip-biçtirmek, harman etmek hakkından sarfınazar(30) etmişti. “Eh, n’apalım, kendimiz ekip-biçeriz” demişti o kadar.

Sadece Fatma’nın değil, ondan önce, Emine’den hemen hemen sonra evlenen Ayşe’nin de çocuğu yoktu. Aralarındaki samimiyet unsuru çok eksikli olmasına rağmen kardeşi bir gün; “Biz daha çocuk istemiyoruz, yaşımız genç, eksiğimiz çok!” deyip kestirip atmıştı. Aradaki mesafe oldukça açık ya da fazla olduğundan diğer kız kardeşine, yani Hatça’ya gitmek yerine bu kız kardeşine gitmeyi hiç mi hiç yeğlememişti.

Daha sonra, daha doğrusu dünya gailesi(31) ile uzunca bir zaman ne kendinden, ne de kız kardeşlerinden ses-soluk çıkmamıştı pek.

Dünya telâşı, yaşam koşulları, Hatça kardeşi sadece “Canın sıkıldıkça gelmeye çalış, iki lâfı uç uca ekleriz!”  demişti. O yalnızlığıyla, Emine oğluyla günlerini paylaşmak zorunda olduğundan biraz da varlıklı olan kız kardeşine pek ulaşamamıştı.

Kendi varlığı mı? Kocası için yalan söylemişti dünürler(32). Adamın arabası yoktu, pek zengin-varlıklı değildi, özrü dolayısıyla babasından kalan maaşla idare ediyor, yine ailesinden kalan ikincisi iki katlı olan evin kirası ile geçiniyordu öncelerinde de, şimdilerinde de. Ne dikili bir ağacı vardı başka, ne de elinin uz olduğu bir mesleği.

Kardeşine gitmek için niyetlendiğinde, yine kapıya geldi, dayandı kocası. Maymunun gözü açılmıştı(3) artık, ne “Kim o?” dedi vakitsiz çalınan kapıya ve başka ses çıkardı. Ve sonra uzaklaşan ayak seslerini, pencerenin tülü arasından bakarak tasdikleyip, korkusunun doruğundan(34) inip “Oh!” çekti, hem de derince. Hemen avukata gitmek uygun olmayacaktı. Eğer bir kez daha olay gerçekleşirse; yemin-billâh edip(35) avukata gideceğine söz verdi kendine.

Ertesi sabah, oğlunu okuluna salâvatlarken(36) “Kız kardeşimi çok özledim” dedi, “Biraz uzak ama bir koşu gidip geleyim, diyorum. Gecikmem, ama gecikirsem diye her ihtimale karşın ikindi kahvaltını hazırlar masaya koyarım. Sakın pas geçme, ye mutlaka olur mu benim bir tanem, yakışıklı, evimin direği oğlum?” demeyi düşündü, vazgeçti sonra.

Senaryolar(37) üretiyordu Emine zihninde. Doluya koyuyor almıyor, boşa koyuyor, dolmuyordu. Hep ve hem Allah’tan korkuyor, hem de “Allah’ım neydi günahım!(38)” diyordu. “Yardım et Allah’ım!” diye yalvarıyordu ve beş vakit namazlarının ardından saatlerce kaza namazları kılıyor, düşünmekten bunalıyordu.

Senaryolardan biri; demokrasilerde çare, insanda yalan tükenmez, bu âlemde(39) kim kime, dumdumaydı ya. Hem yalandan kim ölmüştü ki? Önemli olan yalanın kılıfını iyi hazırlamaktı. Meselâ kız kardeşi doğum yaparken ölmüş olabilir, onun çocuğunu sahiplenmiş durumda kalmış olabilirdi. Kıyamazdı kız kardeşine, zihnen, öykü olarak bile olsa öldürmeye.

Aldırmak, ardılarak, yük kaldırarak da bebeğinin düşmesine sebep olmak da Allah’ın verdiği cana kastetmek gibi olmaz mıydı? Hem de bunu günahlardan en büyüğü bilirdi.

En iyisi doğurmaktı, ama nerede, nasıl ve sonrası… Sorular bunaltıyordu kendini.

Bu sırada aç kocası gene gözükmüştü, akşamın oldukça ilerleyen bir vaktinde. Oğlu Mehmet ders çalışırken yumruklarcasına çalmıştı kapıyı. Arka odada olduklarından dışarıdan gözüken ışıkları yoktu, ses çıkarmadılar, oğluna “Sus!” işareti yaptı Emine.

Ama eski kocası deli gibi kapıyı çalarken, bir taraftan da bağırıp çağırmış, sesler komşu avukatın da dikkatini çektiğinden, onun ettiği telefonla kapıya gelen polisler yaka-paça götürmüşlerdi eski kocasını.

Bu eski kocasının ikinci ders alışı olmuştu, mahkeme evden uzaklaşmasını bir yıl daha uzattığı gibi, bir miktar hapis cezası vermiş ve ikinci vukuatı olduğundan, birinci ile birleştirerek para cezasına çevirmişti mahkûmiyetini, üçüncüsünde hapisten kurtuluşu yoktu, avukat komşunun söylediğine göre.

Adana dolaylarından bir türkünün ilk iki kıtasının iki dizesi geçti önce aklının ucundan, sonra döküldü dudaklarından sessizce; “Kara bahtım, kem talihim, taşa bassam iz olur, Ağustosta suya girsem, balta kesmez buz olur!(40)” diye.

Her şeye boş vermişti Emine. Kendine dar bir çerçeve çizmiş, o çizgiden çıkmak istemiyordu. Karnı şiştikçe şişiyor, yiyemiyor, içemiyor, zayıflıyordu bedenen değil, ruhen, zihnen.

“Bebeğim için yaşamalı, yiyip-içmeliyim!” diyordu.

Aşermeye(41) başlamıştı, olmadık şeyleri çekiyordu canı, ulaşması ve hissettirmesi dahi mümkün olmayan. Memeleri ağrımaya, şişmeye, karnı olağandan fazla belirginleşmeye başlamıştı.

Hiçbir şeyi bilmeyen Mehmet; “Anne şişmanlıyorsun, kendine dikkat et!” diye ikaz etmişti. Korselerle(42) sıkıyordu memelerini, karnını, ama nereye kadar sıkabilirdi ki?

Kardeşlerine gözükmek istemedi. O güzel deyişi; “Anlarsa anam anlar!(43)” olarak değiştirmeyi, bunun için uygun bir mazeret bulmayı düşündü, oğluna karşı. “Anneannen hastaymış, sen biraz teyzelerine, babana git, ben bir koşu gidip geleyim”, demeyi düşündü.

Bir koşu gidip-gelmesinin en az iki ay süreceğinin bilincindeydi ve annesine anlatırdı da, babasına; “Hendek atlattırması(44)” gerekirdi.

Oğlu; “Fatma Teyzem bakamıyor muymuş?” derse, ona da artık bir mazeret bulmaya çalışırdı…

Sonra köye gitmek için bir çözüm üretmişti Emine. Babasını, annesini, kardeşi Fatma’yı toptan hasta edecek(!), şehirdeki kardeşleri gidemeyecekleri için kendisi köye gidecekti, gitmek zorunda kalacaktı.

Buraya kadar düşündükleri tamamdı da, ya sonrası? Nasıl dönecekti geriye kucağında çocuğuyla?

Allah muhafaza doğarken bebeğinin ya da kendisinin öleceğini asla düşünemezdi, her ne kadar “Allah verdi, Allah aldı!” felsefesi yaşasa da, alnına öyle yazılmışsa da. Kendisinin ölmesi çözümün ta kendisi idi, ama birinciyi doğururken ölmemişti de, ikinciyi doğururken mi ölecekti ki?

Aklına başka çözüm gelmiyor, bir başkasını üretemiyordu. “Leylekler getirdi” dese çocuklar dâhil kimsenin inanmayacağı gibi, leyleklerin de ülkede bulunmadığı günler yaşanıyordu! Beyni durmuştu. Beyin durunca ne olurdu? Sulanırdı tabii. Beyninin sulanmasına(45) ramak kalmıştı!

Bazen çözümler kendinden ürerdi. Köye gidip bebeğini doğurmayı, bu süre içinde de çözümün kendisine rastlayacağını umuyordu. Yaşadığının fazla dallanıp-budaklanmaması da umurundaydı. Bunun için de dağ başına gidemezdi ya!

“Dağ başına” deyince, “Dağ başından gelmek!” dışında başka hiçbir özelliği olmayan eski kocası gelmişti aklına. Evet! Bir kere daha yalandan kim ölmüştü ki demek gerekti. Yumruğunu kafasına vurdu, “Ah cahil kafam!” diyerek.

Oğlu ve şehirdeki kardeşleri dışında kimse bilmiyordu ki boşandığını. Babası, annesi, Fatma ve tüm köy. O halde köyde doğurmak kendisi için sorun olmayacaktı. Dönüşte ise; “Allah Kerim!” diyemiyordu. En başta oğlu için makul(46) ve mantıklı(46) bir cevap oluşturmalıydı.

Onu da şöyle çözümlemeyi düşündü Emine. Meselâ köyden bir hanım (kim olduğu herhalde oğlu ve belki kardeşleri için de önemli olmayacaktı) doğum yaparken ölmüştü de, bebeği sevabına sahiplenmişti Emine. İki boğaz yük iken, üçüncü bir boğazı yük etmek mantıklı değilse de, yufka yürekli(47) olduğundan inanması kolaydı oğlunun.

Ya meme verirken görürse… Hep çözüm araştırmak, hep çözüm üretmek, hep çözüm bulmağa çalışmak… 

Bunaldı; “İnceldiği yerden kopsun(48) be artık!” deyip arkasına yaslandı…

Gitti doğurdu bebeğini Emine ve bir süre sonra döndü şehre, evine. Her şey, haydi abartıldı diyelim, çok şey düşündüğü, umduğu gibi idi.

Eğer insanın dişi ağrırsa tüm vücut çekerdi sıkıntıyı. Bir çıban tüm azalarına hükmedebilirdi. Ve Emine’nin hayatında çıban değil, büyük bir çıbanbaşı(49) vardı; Eski kocası...

Bebek dört aylıktı, yine aylardan ramazandı ve fakat içkiye dayanıksız, doymayan eski kocası gelip kapısına dayanmıştı yine. Nereden duymuşsa duymuş, nasıl anlamışsa anlamış;

“Çocuğumu göreceğim, bu benim en doğal hakkım!” diye yayvan-yayvan(50), yavşak-yavşak(50), uluorta(50) kapı önünde bağırmaya başlamıştı.

Oğlu okulda, komşu avukat işindeydi. Pencereyi açıp “Sus!” işareti yaptıkça melun(51) adam sesini daha da yükselterek nara atar(52) gibi şekillendirmeye çalışıyordu dileğini.

Komşular polise telefon etmişti, kendi telefonu mu olacaktı ki? Ama polis gelinceye kadar oğlu Mehmet okuldan dönmüş ve babasının naralarını duymuştu, polisler onu götürürlerken. Eve girdiler ana-oğul ve Mehmet annesine dönerek iki kelime ile sorması gerekeni sordu;

“Ne? Nasıl?”

Saklamağa, yalan söylemeğe gerek kalmamıştı artık. Teker-teker, bazen geriye dönerek, bazen saplantılarla anlattı, o malum ve iğrenç günden kalan ve yaşamının ikinci güzelliğini;

“Emin, senin özbeöz kardeşin!” dedi.

Mehmet yerinden doğruldu, şefkatle kucakladı kardeşini, öptü, kokladı, sonra bir köşeye çekildi, yemedi, içmedi, ders çalışmadı. Düşündü sadece. Düşündü saatler boyu. Annesinin tüm telkinlerine(53) boş verip, yemek, su içmek, hatta çişini yapmak için bile kıpırdamadı yerinden.

Emin acıkmıştı, annesi onu alıp yatağına çekildi ve bebesini doyururken, bebesi de o da uyuyakaldılar. Eylem vakti gelmişti Mehmet için. Soyunmamıştı ki giyinsin. Ne yapacağının ya da yapabileceğinin bilincini yaşamadan, mutfaktan bıçaklardan birini koltuğunun altına saklayarak babasının evine yöneldi.

Aslında polislerin üçüncü kez ailesini rahatsız ettiği için onu karakoldan salacaklarını düşünmüyordu, ama yine de şansını denemek istemişti.

Kapıyı çaldı. Kiracı genç adam açtı kapıyı, ona teşekkür bile etmeden, tek kelime bile söylemeden babasının odasına geçti.

Babası neredeyse sonuna geldiği büyük bir içki şişesiyle yerde, gazete üzerine hazırladığı çilingir sofrasının(54) başında idi. Oğlunun ani gelişine hayret etmişti. Ayağa kalktı, Mehmet de koynundaki bıçağı çıkardı.

“Öldüreceğim seni baba!” dedi.

Babası hemen yanı başındaki yatağın yastığının altına elini uzatıp silâhını aldı eline.

“Demek beni öldürecek kadar kanın durdu, öyle mi oğlum?”

“Buraya gelinceye kadar öyleydi, ama ne de olsa babamsın, kalkmaz sana elim.”

“Öyleyse git ve affetmeğe çalışın beni hepiniz!” derken şişeyi son yudum için başına dikti.

Utanmıştı Mehmet bıçağı saklama gayretini yaşadı. Hiçbir şey demeden sırtını döndü babasına. Kapıda dikilen kiracı onlara bakıyor, belki de dinliyordu onları.

Yüz yüze geldiklerinde Mehmet, kiracının gözlerinin hayretten büyüdüğünü gördü birden. Babası önce kendine, belki de kendilerine doğru doğrultmuştu silâhı, sonra kiracıya gülümseyerek şakağına dayadığı silâhını ateşlemişti.

Beyni dağılmış ve anında ölmüştü babası. Yapacak hiçbir şey yoktu. Babasının ihtirasına(55), uçkuruna(56) engel olamaması yıllar sonra kendi canına mal olmuştu!

YAZANIN NOTLARI:

(*) Dul; Eşi ölmüş, ya da eşinden boşanmış.

(1) Şeriat; Kur’an ayetlerine, Hazreti Muhammed’in sözlerine ve yaptıklarına, bunlardan çıkarılmış yorumlara dayanan, insanın yaşamını, toplumsal yaşamı düzenleyici, Tanrısal olduğu için hiçbir zaman değişmeyecek olan dinsel kurallar bütünü, İslam Hukuku.

(2) Caiz; Yapılmasında, işlenmesinde dince, törece, yasaca, bir sakınca bulunmayan.

(3) Metazori; “Zorla” demenin alafrangası olsa gerek!

(4) Velâyet; Veli olma durumu. Velilik. Ermişlik. Erenlik.

(5) Nafaka; Geçimlik. Bir kimsenin geçinmesi (yemek, içmek gibi gereken her şey) için kazanması gereken para. Boşanma davası sürerken, ya da boşanma davasının sona ermesinden sonra maddi zorluğa düşecek olan geçindirmekle yükümlü bulunduğu kimseye ya da kişilere mahkeme kararı ile bağlanan ve her ay ödenmesi gereken para.

(6) Zül; Ayıplanacak şey, utanç verici, küçültücü davranış. Düşkünlük, alçalma küçülme.

(7) Çirkin kadın diye bir şey yoktur, yalnız güzel görünmesini bilmeyen kadın vardır. La BRUYER

(8) Görücü Usulü Evlilik; Arada aşk olmadan, ailelerin birbiriyle konuşup anlaşması, oğlanın ailesiyle kızın görülmeye gidilmesi, belki fotoğraflarla kız ve oğlanın tanışması ve sonrasına “Siz bilirsiniz?” reklâmıyla oluşan evlilik.

(9) İnkâr Etmek; Yadsımak. Var olan, gerçek olan bir şeyi yok saymak. Yapmış olduğu bir eylemi, söylemiş olduğu bir sözü, ya da tanık olduğu bir şeyi yapmadığını, söylemediğini, bilmediğini, görmediğini söylemek.

(10) Hilâf; Aykırı, karşıt, ters, zıt, yalan.

(11) Kuzguna Yavrusu Anka (Şahin) Gözükmek (Görünmek); Herkesin kendi yarattığı şey, çirkin de olsa gözüne güzel görünürmüş anlamında olup buna benzer diğer sözleri şöyle tasnif edebiliriz;-“Kuzguna yavrusu şahin görünür!”   “Komşunun tavuğu, komşuya kaz gibi görünür!”  “Küçük suda büyük balık olmaz!” “ Sabır acıdır, meyvesi tatlıdır! “Sinek yavrusuna; ‘Kurban olurum o karabacaklara, beyaz duvarlarda yürüyorlar!’ dermiş”. “Kirpi yavrusunu; ‘Pamuğum!’ diye severmiş.”

Bütün dünya üzerinde tek güzel anne vardır. Bütün çocuklar ona sahiptir.  Çin ATASÖZÜ

Bütün dünyada bir tek güzel çocuk vardır. Bütün anneler de ona sahiptir.  Çin ATASÖZÜ

Abraham LINCOLN’ün şu sözünü de yazmadan geçemedim; “Dünyada okuduğum en güzel kitap nedir?” diye sordular. ‘Annem” adlı kitaptır!’ dedim.”

(12) Garip; Aile ocağından uzakta, kimsesiz, gurbette yaşayan, doğduğu yerlerden ayrı düşmüş, yabancı.

(13) Safsata; Kıyas-ı Batıl. Bir düşünceyi ortaya koyarken, anlatmaya, anlamaya çalışırken yapılan yanlışlar, sahtelikler, gerçek olmayan yanlış şeyler.

(14) Kim Kime, Dumduma; Kimsenin kimseyle ilgilenmediği, kimseye önem verilmediği, çok karışık bir durumu anlatan söz.

(15) Yunmak; Yıkanmak. Yıkanıp temizlenmiş, tertemiz olmak.

(16) Mundar; Murdar. Şeriata uygun olarak kesilmemiş hayvan. Kirli, pis.

(17) İlenmek; Bir kimsenin kötü bir duruma düşmesini gönülden geçirmek, ya da bunu açıkça söylemek, bir kimse için kötü dilekte bulunmak.

(18) Yeğ Tutmak (Yeğlemek); Bir şeyi diğerlerinden daha üstün, daha iyi, daha uygun görüp ona yönelmek, tercih etmek.

(19) Yöresel olarak Direktör; Traktör, İntaar ise; intihar demektir.

(20) Evlek; Tarlanın tohum ekmek için saban iziyle bölünen bölümlerinden her biri olmakla beraber yöresel olarak bir dönümün dörtte birine (yani 250 m2 lik bölümüne) verilen ad. Ayrıca su yolu anlamındadır.

Dönüm; Bin m2 lik alan ölçüsü.

(21) Batöz; Harman Makinası. Başaktan taneyi ayıran makine.

(22) Anlı Şanlı; Güzel, gösterişli, ünlü.

(23) Gelin Alayı; Gelini damat evine götürmek için gidenlerin oluşturduğu topluluk olmakla beraber, gelin hanımı, gelin kınası, damat hamamı tıraşı, damadın giyindirilmesi, gelin için gezdirme, gelini ata bindirme, para-şeker atmak gibi yöresel bir kısım âdetlerin gerçekleştirilmesi.

(24) Cıbıl; Geçim darlığı çeken, züğürt, yoksul, zayıf, cılız, terbiyesiz, şımarık ve eskiden kullanılan başka anlamları da vardır.

Çulsuz; Varlıksız, parasız, çulu olmayan.

(25) Kubarmak; Gubarmak şeklinde de kullanılan bu kelime, kibirlenmek, gururlanmak, böbürlenmek anlamında yöresel olarak kullanılmakta, tahminen “kabarmak” kelimesinin kartlaşmış hali olsa gerek. Ancak Sivas ve yörelerinde çokça kullanılan sözün anlamı çiçek ve bitkilerin kısa zaman içinde boy vermesi anlamındadır. Nitekim Âşık Veysel bir türküsünde; “Baharda erimiş dağların garı, Dağlarda gubarmış dağ çiçekleri” demiştir.

(26) Haddi Hesabı Yok (Olmamak); Sayısız denecek denli, sayısız denecek kadar çok.

(27) Kısır; Verimsiz. Yaratıcı özelliği olmayan. Boş, yararsız. Ürün vermeyen toprak. Meyve vermeyen bitki. Döl vermeyen üreme yeteneği olmayan canlı varlık.

(28) Popo; Kaba et, kalçalar, kıç.

(29) Rivayet; Söylenti.

(30) Sarfınazar Etmek; Bir yana bırakmak. Hesaba katmamak, saymamak, vazgeçmek.

(31) Gaile; Sıkıntı, keder, dert, üzüntü, uğraştırıcı iş, çekilmesi zor yük, istenmeyen bir durum.

(32) Dünür; Evlenmeye karar veren eşlerin evlenip karı koca olduktan sonra baba ve annelerinin birbirlerine göre durumu. Ayrıca kız istemeye giden erkek tarafındaki kimselere de aynı ad verilir.

(33) Maymunun Gözü Açılmak; Daha önce kolayca kandırılan bir kişinin aynı konuda aynı hatayı tekrarlamaması, kandırılamaması.

(34) Doruk; Şahika, yüksek, yüce, dağın en üst noktası, zirve.

(35) Yemin Billâh Etmek; Tanrı adına ant içmek.

(36) Salâvatlamak; Uğurlamak. “Güle güle” demek.

(37) Senaryo; Tiyatro oyunu, piyes, film, dizi film vb. eserlerin sahnelerini ve akışını gösteren yazılı metin. Bir olayı başka bir yöne, bir amaca ulaştırmak için uydurulan yalan.

(38) Allah’ım neydi günahım… diye başlayan İbrahim TATLISES’e ait olduğu söylenen, en iyi yorumu Kayahan AÇAR’ın yaptığı bir türkü.

(39) Âlem; İçkili, çalgılı sefahat düşkünlüğü. (Bayrak, sancak, dünya, kâinat, evren, ortam, minare tepesi, iz, nişan).

(40) Kara bahtım kem talihim, Taşa bassam iz olur… diye başlayan Adana Yöresi Türküsünü Aziz ŞENSES isimli üstat derlemiştir. Ağustosta suya girsem, balta kesmez buz olur, eklentisidir.

(41) Aşermek (Gebe, Hamile Kadınlar için); Bazı yiyeceklere aşırı düşkünlük göstermek, arzulamak, ya da nefret etmek, hatta tiksinmek. Özellikle kimi olmayacak şeyleri yemek, içmek için aşırı istek duymak.

(42) Korse; Sağlık, hatta güzellik amacıyla kullanılan esnek iç giysisi.

(43) Sözün aslı; Ağlarsa anam ağlar… Muğla-Ula yöresinden bir türkü.

(44) Sözün aslı; Deveye Hendek Atlattırmak; Birisine yapamayacağı bir işi yaptırmaya çalışmak anlamında bir deyim.

(45) Beyni Sulanmak; Doğru, düzgün düşünemez, konuşamaz, aklını kullanamaz duruma gelmek. Bunamak.

(46) Makul; Akla uygun, akıllıca, mantıklı, belirli, aşırı olmayan, uygun, elverişli, akla uygun iş gören, akılla kanıtlanan, sözü akla yakın.

Mantıklı; Akla ve mantığa uygun olan ve bu şekilde davranan.

(47) Yufka Yürekli; Acıklı olaylara, durumlara hiç dayanamayan, böyle durumlara çok üzülen, hemen üzüntüye kapılan, hemen ve çok acıyan.

(48) İnceldiği Yerden Kopmak; Aşırı hassasiyet göstermekten sıkılmak.

(49) Çıban Başı; Her an rahatsızlık doğurabilecek olan durum. Çıbanın patlamak üzere olan sivrice noktası.

(50) Yayvan Yayvan; Sesleri uzatarak, sözcükleri yayarak.

Yavşak Yavşak; Aşırı bir şekilde izdiham gibi gevezece, yılışıkça.

Uluorta; Yapacağı etkiyi tartmadan, düşünüp taşınmadan, hiç çekinmeksizin, açıktan açığa.

(51) Melun; Tanrı tarafından lânetlenmiş, lânetli, nefretle karşılanan, kötü.

(52) Nara Atmak; Yüksek sesle uzun uzun bağırmak.

(53) Telkin; Bilinçdışı bir sürecin aracılığıyla kişinin ruhsal ve fizyolojik alanıyla ilgili bir düşüncenin gerçekleştirilmesi. Bir duyguyu, bir düşünceyi aşılama, kulağına koyma.

(54) Çilingir Sofrası; Üzerine meze ve içki konmuş tepsi, içki sofrası.

(55) İhtiras; Aşırı, güçlü istek ve tutku.

(56) Uçkuruna Sağlam (Engel) Olmamak; Cinsel isteklerin tutkunu olmak.