“Bööö!” derken gözlerini şaşılaştırmış, elleriyle de kulak memelerini tutmuştu genç adam. Yanındakinde herhangi bir değişiklik olmadığı gibi, sadece hayretle açılan gözler vardı.
“Özür dilerim! Yardımcı olmaya çalışırken maksadımı aştığımın farkındayım. Aklımda yanlış kalmış olsa gerek! Şaşırtmanın, korkutmanın hıçkırığı kestiğini düşünmüştüm…
Ablam, annem bana hep o şekilde davranırlardı hıçkırdığımda, işe yaramayacağını bile bile. Ben de bir an boş bulundum, tekrar özür dilerim…
Esasında çok soğuk, hatta buzlu su içseniz, yüzünüzü yıkasanız hıçkırığınıza iyi gelir, ya da limon kolonyanız varsa koklayın…
Yoksa kabullenirseniz poşet halinde kolonyalı mendilim var, verebilirim…”
Tedirginliği, yanlışlığı, neredeyse kekeler gibi sözleriyle çekingenliği anlaşılır gibiydi, hele ki karşısındaki genç kızın bakışlarındaki küçümseyen, hatta aşağılayan küçülemeyen hiddete ve hatta nefrete tahammülsüzlüğü ile.
Kolonyalı mendil poşeti elinde kalmıştı, son durağa gelen yeraltı treni durup da genç kız ayağa kalkıp kapıya doğru yürüme çabası gösterdiğinde.
Son anda vazgeçmiş olsa gerekti, geri döndü, sessizce, söz söylemeden elindeki kolonyalı mendil poşetini aldı, yırtmakta zorlanır gibi olsa da, başarıp burnuna tutup uzun uzun soludu trenden inerken.
Hıçkırığı yok olmuş ve galiba aklı da başına gelmiş olsa gerekti.
“Teşekkür ederim!”
Bir poşet daha uzattı genç adam;
“Gerekebilir, teşekküre değmez, kabalığım ve şaşkınlığım için tekrar özür dilerim, efendim!”
İnsanlar bazen, nerede, nasıl, konumlarının ve kendilerinin ne olduğunu bilmeksizin şaşkınlıklarına uygun sözler ediyorlardı, tıpkı genç kıza seslenen genç adam gibi. Üstelik karşısındakinin bir genç kız olduğunu bilmeksizin, buna karşın ilgisini bekler gibi.
Gene de ayıplamak geçmemişti kendini, ya genç kız olduğunu fark edip, “hıçkırığı geçsin” diye acayip bir tavırla “Seni seviyorum!” deseydi ve de üstün-esre-ötre saymaksızın; “Al işte başına belâyı!” tavrında tokadı yiyip kıç üstü otursaydı? İç sesinin kendini bağışlayan kesin emriydi bu!
İstese de, istemese de etkilenmiş gibi hazırlıklı bir teşebbüs halindeydi sanki o an ertesinde. Başarılı olmak mı? Ne haddine? Gerçekten “Bööölerken” boş bulunmuştu, şeytan dürtüklemiş, belki de gereği ve gerçeği var mıydı ki; kader iteklemişti onu; “Bööö!” demesi için.
Dul annesi, bekâr ablası ve kendisi; “Bir lokmacık aşımız, kaygısız başımız!” dünyasında idiler. Baba yitirilmiş, anne kendi halinde, abla; sonuca ulaşılmayan, geleceği düşünülmeyen bir başlangıçla yanlış arkadaşlığından gereken dersi almıştı.
Genç adamın sonuca ulaşma tavrında bir arkadaşlığı göze alma, hatta bunu isteme lüksü yoktu, ablasının arkadaşlığından istifası, gereken dersi almasını sağlamıştı çünkü.
Ancak…
Annesinin torun okşama özenci, kesin tavırlı ablasının davranışına göre annesi tarafından “Falanın, filânın şusu, busu…” teklifleri kendisini hiç ilgilendirmiyordu, hatta “Gönlümün sultanı” gibi bir söz bile geçmiyordu aklından; “Bööö dediği” ana kadar.
Şimdiyse; “Ne oldu sana(1)?” türküsünü “bana” şeklinde çığırır gibiydi.
Ve bilinen gerçek; aramakla bulunmazdı, meğerki rastgele, bu bir idi; karşısındakinin sarı çizmeli (Hanım Ağa) olup olmadığını fark etmeksizin. Önemli olan sen yanıyorsan, onun da yandığını düşünmek, hayal ötesi bir safdillik(2) değil miydi?..
Önce günler, haftalar, aylar…
Sonra mevsimler geçti arka arkaya, etkileyeni arayıp da bulamazken, bir yıl kadar…
Onunla karşılaştığı özel bildiği bir gündü genç adamın. Yok öyle; 2012 yılının, Aralık aynın, 12. Günü, Saatlerin; 12.00 vaktini gösterdiği bir gün gibi değil. Çocukları, yani öğrencilerini basit sorularla döşeli kurtarma yazılısı yapacağı ayın, haftanın ve okulun son günlerinden biriydi.
Ve günün özelliği; doğum gününün o tarih olmasıydı, sadece sabahın altıyı beş geçe olması yanlışlığı yüklü; 06.05 gibi.
İnsan ömrü gerçekten kısaydı, o günün üzerinden tam bir yıl geçtiğini annesi sabahın 06.05 inde, horozlar sesleriyle sabahı(!) tanımlarlarken; “Kutlu olsun oğluuum bugüüün, senin doğum günüüün!” demesiyle fark etmişti, uzanan cümleler, uzayan seslerle.
O gün ne günlerden Cuma, ne de öğrencilerini kurtarma yazılısına sürükleyeceği bir gün değildi! Sadece ve sadece “aramakla ve bulamamakla geçen” yaza ulaşma amaçlı Mayıs günlerinden aynı gündü, gecikmiş Nisan Yağmurlarının peşinden kendini sürükleyen, alışkanlığı olmadığı için şemsiye taşımaksızın okuluna doğru yola çıktığı.
Trene binişti ve olması mümkünsüz bir şans veya tasarlanmamış bir tesadüfle karşılaşmıştı. O, kapı kenarına sanki büzülmüş, elinde buz zerrecikleri görünen bir pet su şişesiyle, bekler gibisine karşısındaydı.
Gene hıçkırmıştı, yapmacık gibi olmasına rağmen, beklentisi gibisine;
“Çok yaşa!” dedi, şaşkınlıkla.
“Bööö deyip korkutmanız gerekmiyor muydu?”
“Bilmiyorum, bir yıldır, aç-açıkta, ben kimim onu bile bilemiyorum, seni seviyorum!””
Genç kız, su şişesinin kapağını özenle açtı, bir yudum su içtikten sonra, aynı kapağı özenle kapatarak şişeyi çantasına yerleştirdi, tavrı sanki sözün gereği olarak karşısındakini tokatlamak gibi olsa gerekti, erken davranmaya gayret etti genç adam;
“Bilmiyorum, dedim, haklarımı ve haddimi bilmeksizin hayalimde peşinden sürüklenerek. Tokat atma! Hipopotam, gergedan, fil, hatta manda derisi gibi kalındır derim, elin acımasın, senin olduğun uygun bir yerde, göreceğin şekilde ben, beni tokatlar, hatta yumruklarım, arzun, dileğin karşılığı olarak, istediğince, istediğin kadar hem…
Ancak bilmen gereken tam bir yıl öncesinden beri seni unutamamam ve bu unutamayışın gizli-saklı sevgi olması, hatta aşkı çağrıştırması…
Kimsin, adın ne, sahipli misin, evli-barklı, çoluklu-çocuklu musun? ‘Hakkım yok, haddimi bilemiyorum!’ dedim. Ama güzelsin, çok güzelsin, etkilendim, unutamadım, hissediyorum, iyisin de. Aramızdaki mesafeden de habersizim. İster ve dilerim ki; gönlünü sahiplenen veya gönlünde biri yoksa bana birkaç dakika vakit ayır!”
“Pes! Bu kadar zamandır, yani bir yıldır hıçkırmamak için buzlarla desteklenmiş pet su şişesi ile dolaşıyorum, önerin olarak. Görüşememekle ıstırap çekenin sadece sen olduğunu söyleyen bir egoistsin…
Oysa bak, son verdiğin, kullanmadığım, muhtemelen hükmünü yitirmiş gibi olsa da o kolonyalı mendil poşeti bile senden bir hatıra gibi çantamda…”
Metro durdu, son istasyondu, indiler. Yürüyen merdivenlere peş peşe yöneldiklerinde genç kız kendine öncelik tanıyıp merdivenin sağ tarafında durdu, acelesi olanlara yol vermek dileği ile ve sol elini yüzünü de hafifçe dönerek genç adama uzattı;
“Cep telefonu sapıkları nedeniyle okula giderken asla eteklik giymiyorum, devamlı olarak pantolonla…”
“Okula?”
“Herhalde okuduğumu, öğrenci olduğumu düşünmüyorsun! Ben Ecem. Kız Lisesinde Edebiyat Öğretmeni…”
“Ben de öküzün teki olarak, karşıdaki lisede…”
“Bir saniye…
Çantamda kırmızı acı biber olacaktı, bugüne kadar kullanmamın nasip olmadığı, ağzını aç, dilini çıkar, ismin o kadar gizemli mi ki, saklayıp yanlış söz söyledin?”
“İsmim saklı değil, eğer istersen ömür boyu sakla sen de kalsın, ben de edebiyat öğretmeniyim ve ismim; Cem…”
Yol boyu, özellikle son sınıflardan tanıdığı, bildiği kendi öğrencilerinden ve galiba Ecem’in de, yani kendileri dışındaki öğrencilerinin hepsi sahipliydi, öğretmenlerini yan yana görünce edepleriyle birbirinden ayrılan. Kendi kendilerine bugüne kadar sahipsiz kalmış olma anlamsızlığını yaşadığına inanıyordu Cem.
“Ecem Öğretmenim, kadere de, hayr ve şerrin Allah’tan geldiğine inanırım. Sanırım hıçkırmanız nedeniyle, buz tanecikleri yüklü su şişesi, eşantiyon bir kolonyalı mendili bu kadar zamandır saklamanız, hele ki beni bir çırpıda bencillikle suçlamanız sizin de inancınızın en az ben kadar yüklü olduğunun ispatı…
Bir kuvvet itekledi beni size; ‘Bööö!’ demem için. Kararsız gibi kalsanız da o güçlü kuvvet sizi bana döndürdü ve yine Tanrının gücü olan o kuvvet, bir yıl süre ile bizi denedi, denetledi, uygun kararı vermemiz için…
Ecem Öğretmenim ‘Siz!’ demekte zorlanıyorum, ‘Sen!’ dememe izin ver lütfen, yalan gibi, yapmacık bir tavırla gibi söylemek istediklerimi yasakla bana. Bir senelik test-terbiye-unutamamak süresinin yeterli olduğu kanaatini taşı ve söylemek istediklerime içtenlikle izin verip kabullen lütfen.
Ama hemen şimdi, böyle ayaküstü değil, önce beraberce çay içerken, sonra ailenin izniyle, hatta ailenle birlikte istediğinde, istediğin vakitte, her ne şekilde arzularsan bir akşam yemeği davetimi kabul ettiğinde tamamlamaya çalışayım içimdekileri…”
“Ben şimdi söylemeni istiyorum, sakıncası yok, bekliyorum!
“Seni seviyorum, hem sana ihtiyacım olduğunu içtenlikle hissederek, seninle ilk karşılaştığım o şaşkın anı yaşadığımdan beri, ama…”
“Ben de aynı duygularla yüklüyüm, kaba anlamda şekilde görüldüğü gibi, elimi sana bırakarak. Peki! Bu ‘Ama’ demenin anlamı ne?”
“Okullarımıza yönelelim öğretmenim. Uzun bir söyleşi ile tanımanız için beni anlatacağım size. Yarın dersim yok! Şu telefon numaram; ‘Gel!’ de, istediğin yere koşarak geleyim…”
“Sabredeceğim, sabırlı olacağım!”
“Özlemle sabredeceğim ben de, çünkü dünyada hiç kimse, benim kadar içten söylememiştir, inanıyorum; Seni seviyorum, seni ölçülemeyecek kadar çok seviyorum!”
“Aynı içtenliği üleşiyorum; Seni seviyorum ve yarını özlemle bekleyeceğim!”
Öğrencilerin meraklı bakışları had safhadaydı, bu ayrılmalarının kesin gerekçesiydi, üstelik mecburi görünecek bir senaryo ya da herhangi bir tezahüratı belirtmeksizin…
Çevrede meraklı bakışlar olduğundan yarınlar gecikmemek, özlemler durulmak mecburiyetindeydi, ellerini birbirinin elleri içinde saklayarak, kucaklaşıp nefeslerini ve kokularını üleştiler birbirinin…
“Hazır mısın? Hazırlıklı mısın?”
“Ya sen?”
“Ömür boyu için, desem, inan, ancak önce neden ‘Ama…’ dediğimi anlatayım. Şu anda öğretmen olarak beşinci yılımı bitirdim...
Mezuniyetten sonra, kısa dönem askerlik ve sonrasında önce çektiğim kura ile bir yerlere gittim, tek çocuk olduğum için annemle ve emekli olan babamla birlikte…
Doğru dürüst konuşmakta bile zorluk çekenlerin sınıflarını geçmelerinin gerektiği emredildi bana. Direndim. Babamı gelişen bir kısım olaylar ve kahrıyla yitirdik, maalesef bilgisizliğimiz nedeniyle cenazesini oraya defnettik, yalnızlığını kendine rehber bırakarak. Ben de olayı sebep göstererek atamamı istedim.
O şehre gidişimin hemen ertelerinde devlet memuru olan ablamın menhus(2) bir hastalıkla becelleştiğini öğrendik, annem beni, sonrasında da ablam anneme veda ederek annemi bana bıraktı. Onun cenazesini de yaban ellerde defnederek bıraktık çaresiz. Konu aslında çok uzun, kısa kesiyorum, sıkıldıysan susayım!”
“Yoo! Devam et lütfen!”
“Atamam çıktı bir başka yerlere, annem başımda, paraya-pula ihtiyacımız yok, annemin bana ihtiyacı var sadece. Ancak annem ne çevre insanlarına, ne çevreye, ne de iklime alışabildi, rapor alıp mazeret gösterdim, bu sefer bu şehre atadılar, ev kiraladık yerleştik…
Birbirimize yetiyorduk, annem henüz çevreye adapte olamadığı için, benim için tasavvurları olmadı, ben de yere bakıp yürüdüğüm için çevremle ilgim olmadı, hatta yakınımdaki Kız Meslek Lisesinde Ecem adında güzel bir öğretmenin varlığından bile haberdar değildim…
Ta ki okulların kapanmasına çeyrek kala o güzel öğretmenle karşılaşıp onu hıçkırdığı için ‘Bööö!’ deyip korkutuncaya kadar…”
“Bu cümleleri hazırlayıp kurmak için çok uğraştın mı?”
“Şimdi içimden geldiği gibi söylüyorum, inanmıyor musun?”
“Buyurun ‘Bööö Bey!’ saha sizin, sözlerin hoşuma gidiyor, inanıyorum da!”
“Gerçekten, sonumu, sonucumu düşünmeksizin, belki etkilendiğimin bile farkında olmaksızın hıçkırığın kesilsin diye o hareketi yaptığıma inan, ancak şu an hiç de pişmanlık hissetmediğimi söyleyebilirim…
Bir yılı nasıl geçirebildiğimi bilemiyorum sensiz bir sınavı yaşayarak. Senin bana hükmeden, her şeyim olduğunu yaşadım ve mutlu olduğum şu anda hislerimde yanılmadığım düşüncesiyle duygularımızın karşılıklı olduğu inancındayım…”
“Aynı duygularla seni sevdiğimi söylediğime inanmadın mı yoksa?”
“Nasıl inanmam, Allah taş eder beni. Ama işte bu ‘Ama’ beni güç durumda bırakan, diz çökmemi, parmağına yüzük takıp; ‘Benim ol!’ dememi engelleyen. Seni ailenden koparmam mümkün değil, koparamam…
Benim annem yaşlı ve bakım isteyen bir anne. Azeri mi, Türkmen mi neyse öyle bir kadın bakıyor anneme. Benim olmanı dilemem, bir bakıma anneme bakmanı rica etmem anlamını hissetmene neden olabilir ki, buna benim asla hakkım yok!”
“Saçmaladığının farkında mısın? Mutlu mesut olmayı, bebeklerimizin sana ‘Baba’ demelerini istemiyor musun? Hem nasıl bir düşünce yaşıyorsun ki daha önce de söylediğim gibi bencilce? Söylemeye çekinmeyecek, utanmayacağım, kısa, kesin ve öz; annen; annense senin, o benim de annem demektir. Üstelik sen, ‘Ben kimim?’ tanımıyor, bilmiyorsun…
Benim de babam yok, ben de annemle yaşıyorum, yaşamda asla çözümsüzlük diye bir konu yok, ölümden başka her şeyin çaresi var. Ben mutlu olmak ve geleceğimizi üleşmek istiyorum…
Şimdi sana izin. Bu çaylar soğuk, berbat…
Annelerimiz de bize katılırlarsa ki benim için asla sakınca yok, bizi akşam yemeğine götür, nedenini bilip hissederek…”
“Özür dilerim, annem katılamaz, çünkü olduğu yerde bakıma muhtaç…”
“O halde beni götür, ama sadece seni görüp, seni yaşayacağım bir yere ki, ‘Cem!’ deyip ‘Ecem’in olarak seni içime hapsedeyim, hep orada kalacak şekilde seni kilitleyeyim ve anahtarını senin bilip bulamayacağın bir yerlere atayım…”
“Ben o kalbinde ömür boyu yerleşik kalmayı arzulamışken o anahtarı bulmak için neden helâk olmayı(3) aklımdan geçireyim ki?”
“O halde önceliğe sen karar ver, indimizde annelerimizin değerleri sonsuz, annelerimize gidelim, bizi anlatalım onlara, izinlerini alalım, “Allah’ın iznini almak, Peygamberimizin kavlini alıp kerevetimize çıkmalarını(3) bekleyelim sevdiklerimizin…
‘Kız evi, naz evi’ derler. Annemin elini öp önce, istersen ya da benim arzum gibi, sonra annemi de alıp size gidelim!”
Olay gerçekleşti, yemeğe çıkacaklardı, Ecem giyinip kuşandıktan belirli bir saatin sonunda.
Evet, zamana hükmetmek mümkün değildi, bazen koca adaylarının kafaları çalışabiliyordu, hele ki ortam, diz çöküp de tektaş yüzüğü parmağına geçirecek gibi sakin, güzel ve duygusal olunca.
“Benim ol!”
“Yaşamda böyle bir evlenme teklifi olmuş mudur ki, bilmiyorum, ama senin olacağım!”
İki gönül bir olunca samanlık seyran olurmuş, taş taş üstüne olurmuş da, ev ev üstüne olmazmış!
Azıcık Ecem’in, azıcık Cem’in birikmişleri, annelerin de her ihtimale karşı Belagate Sandıkları(4), çıkınları(2) vardı, eh tanımıyor olsalar da bankacı arkadaşlar da kredi konusunu hallettiler.
İki evin fazlalıklarını atıp eksiklerini tamamlama gayretini yaşadılar satın aldıkları, dört başı mamur(4) olmasa da, dört kişinin rahatça yaşayıp Ecem’in sahibi olduğu ev.
Ve o ev ilerilerde tahminen annelerin torunlarını okşayacakları ev olacaktı ayrıca Allah ne kadar ömür verirse artık…
Ecem gelinlik giymek istedi, hakkıydı, düğün-dernek yerine sade bir nikâhla sadece her ikisinin öğretmen arkadaşlarının katıldığı, Nikâh Cüzdanına el koymak Ecem’in hakkıydı.
Nikâhta, kimi; “Birbirine yakışmışlar!” demişti, söz memnun etmişti her ikisini de.
Sonra uzaklardan bir ses; “Gelin kızın güzelliğine bak, bir de görünümü bozuk damada!”
Karşısındaki ses, tasdiklemek zorunda kalmıştı, söz edeni;
“Eee! Gönül bu, ota da konar, şeye de...”
Cem bozuldu, gerçekten…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Doğal Hıçkırık Tedavileri; Buzlu su için. Yüzünüzü soğuk su ile yıkayın. Limon gibi keskin kokulu bir maddeyi koklayın. Hızlı nefes alıp verin. Hıçkırığı geçirmek için kağıt bir torbanın içine nefes alıp vermek ya da 20 - 30 saniye nefes tutmak etkili olabilir.
(1) Eskiden dik başlı dağlar gibiydin… şeklinde başlayan nakaratı; “Ne oldu sana, ne oldu sana/Doldun mu güzel dost ne oldu sana” şeklinde Mardin Yöresi (sanılan) Türkü.
(2) Çıkın (Ya da Çikin veya Çıkı); Bezle sarılarak düğümlenmiş küçük bohça. (Yöresel olarak çikin, “r” harfi düşmüş olarak “Çirkin” anlamında da kullanılmaktadır).
Menhus; Kötü, uğursuz.
Safdillik; Saflık, kolayca aldatılma, temiz kalplilik, alçak gönüllülük, kolay inanırlık, aldatılabilirlik, kerizlik.
(3) Helâk Olmak, Helâk Etmek, Kendini Helâk Etmek; Yorulmak, bitkin duruma gelmek, yok olmak, ölmek.
Kerevetine Çıkmak (Onlar erecekler muratlarına, biz çıkalım kerevetlerine!) Sonu iyi biten masalların bitiş cümlesi. Başkasının evlenmesiyle ilgili onların sevinçleriyle sevinmek, mutluluk dileme anlamında bir söz.
(4) Belagate Sandığı; Daha çok Belâgade, Belegade Sandığı (Çantası) şekillerinde Osmanlının ilk kurulduğu ya da hüküm sürdüğü yörelerde (Bilecik ve ilçesi Söğüt, Bursa ve ilçesi İnegöl dolaylarında) kullanılan yerel bir sözdür. Yedek akçaların, kıymetli evrakın ve anıların saklandığı yer anlamında kullanılmakta, ayrıca “Ölümlük-Dirimlik” ya da “Kefen Parası” denilen tasarrufların saklandığı kavanoz, kutu ya da sandık olarak söylenen yerel bir deyiş.
Dört Başı Mamur; Tam istenildiği gibi olan, eksiksiz, kusursuz.