Nevi şahıslarına münhasır(1) arkadaşlarımdı onlar, sadece ülkemde değil, dünyada her cinsten birer tane olduğu gibi, özellikleri saymakla, sayılmakla bitmez…

Üstelik geçen zaman sonlarında umudumca karı-koca olacaklarmış gibiydiler düşüncelerimde, sonrasında, sonralarında da…

Önceliği, başlangıçlarından bugüne kadarki beraberliklerine vermek gerek.

İkisinin de büyükten büyük dedeleri aynı dede imiş. Bu nedenle dıdının dıdısı(1) sayılmayacak derecede meselâ dayı-teyze, amca-hala gibi birilerinin torunlarının çocuklar imişler, ayrı ayrı. Beşik kertmesi(1) olmaktan bahsedilemez bile, ancak aile zoruyla da değil, sırf Teoman’ın Sibel’i tapacak gibi sevmesi yönlendirmesi ile bugünkü birliktelikleri tescilliydi(2) sanki.

Aslında bu birlikteliği oğlan yönünden aşk, kız yönünden beğeni, hoşlanma, “Her ihtimale karşı(!) elde bir, kenarda dursun!” nitelikli düşünmek en doğru, en makul düşünce olsa gerekti.

Aslında söz olarak daha da ileri giderek Sibel’in Teoman’ın aşkına inanmamak, onun kendini zorla, mecburen, aileler istediği için sahiplendiğine inancı yaşadığını da söyleyebilirdim. Belki de Sibel, Teoman’ın daha şimdiden kendini bir mal gibi sahiplenmiş gibi görüyor, ya da o şekilde yorumluyor olabilirdi. Bu; sonralarda gerçekten isabetli bir kurgu yapamadığımın belgesi olacaktı.

Hani çocuğu ormanda goril yakalamış da, çocuk “Baba maymun tuttum!” demiş, babası, “Getir!” deyince de; “Bırakmıyor!” demiş ya, tıpkı o örnek;

“ Gel! Benim ol!”

“I-ıh!”

“Bırak, gidip öleyim!”

“Olmaz!”

Teoman-Sibel diyaloğu idi bu da, aynen.

Bu felsefenin(2) en güçlü sayılacak örneği; şaşkınlık, bir bakıma cinayet, o mıntıkadaki insanların hüzün yaşadığı(3), can derdine düşüp canlarını yitirdikleri Ankara-Ulus’taki uçak kazası idi. Hiç de övünülecek bir şey değil, ama ilk kez o gün mutluluğu tadıp kucaklamıştı Teoman.

Herkes “Anne! Allah! Allah’ım!” diyerek bağırıp, çağırıp koşuştururken Sibel olduğu yerde “Teo!” diyerek Teoman’ın koynuna büzülmüştü. Allah’tan sonra teselliyi, ona sığınmayı düşünmesi mutluluk olarak düşünülemez miydi?

Evet! Herkesin ıstırap, hüzün yüklendiği, itfaiye ve cankurtaranların seslerinin ayyuka çıktığı(3) anda yüreğinin gümbürtüsünü susturma arzusu da, gayreti de yok gibiydi Teo’nun.

Aynı üniversitede okuyorduk Sibel, Teoman ve ben. Duygularını satırlara dökerek ulaştırmaya çalışıyordu Teoman. Öyle ki düşüncelerinin satırları en son; “Ömrümüzü beraber tüketelim, paylaşalım yaşamımızı, sabahın ışıklarını, akşamın karanlıklarını üleşelim, bir olalım!” ya da benzeri şekillerde bitiyor ve mektuplarının imza kısmını isim yerine “Senin” sözüyle bitiriyordu.

Ve çok zaman kendinden kendine mektuplar yazıyordu bir deftere, hatıra niteliğinden çok, sözler ve şiirler şeklinde.

Israr ettiğim günlerden birinde birkaç tanesini bana göstermişti, aklımda kaldığı kadarıyla demem uygun değil, çünkü onları (ç)almıştım, kısmen de olsa. Ancak mutluluğum şu ki ben vaktimin elverdiğince elime geçirebildiklerimi kaydetmeye çalışırken o mutlu görünüyordu.

Sevdiğini bağlarsın, endamına delice,
Boyun-posun yerinde, dudakların pek ince,
Dilin tavrın çok lâtif, gözlerine gelince,
Cennetteki melekler kıskanırlar görünce.

Annen bizim köyden, baban yine biri bizden,
Arzu ederdim seni görmeyi, düşünürken,
Dünya bilsin isterim, ne kadar güzelsin sen,
Acizim, sığdıramam şiirlere seni ben.

Daha ne kadar yazsam, anlatmam mümkün değil,
Bu bir efsane değil, hurafe falan değil,
Ben seninle olunca, geçenler zaman değil,
Kalbimde derin aşkın, inan ki yalan değil...
(4)

            Bir diğeri;         

Düşlerimin büyülü fırtınası
Gecelerimin dolunayı sen
Zor gecelerimin hatırası
Hep ümitlerimin kaynağı sen.

Yaşama ümidim, gayem, aşkım
Teselli ilacım, kuvvetim sen
Hayatımın neşesi, şen şarkım
Gamım, sevincim, saadetim sen.

Hayat veren gücünle canımda
Güzel ismin ile bestemde sen
Hayatımda, ruhumda, kanımda
Aklımda, fikrimde, güftemde sen.
(5)

Bir başka diğeri;         

Bir çiçek istiyorum senden
Senin bahçende yetişmiş
Senin ellerinle derlenmiş olsun;
“Pembe bir gül!”

Bir şarkı istiyorum senden
Her zamanki mutluluğunla
İçten söylediğin
-bizim şarkımız-
“Senden ayrı yaşayamam, çünkü çok sevdim seni
(6)

Ve bir cümle istiyorum senden
Senin dudaklarınla söylenmiş
Hislerinle derlenmiş olsun;
“Seni Seviyorum!”
(7)

Aslında sadece düşündükleriydi bunlar, “Senden ayrı yaşayamamam!”  kendi gerçekleştirdiği bir kurguydu, o zamanlar benim de, belki kendinin de yaşayacağını bilmediği.

Ve incindiğini hissettirmişti kendine;

Sen yanımdayken;
Sensiz yaşamak
Sen bendeyken
Sensiz olmak
Ne acı!
(8)

Ve ıstırap yüklendiğinin belgesi gibi benim (ç)aldığım sonuncu;

Elimde kadehim, yorgun
Yokuşuna tırmanmada düşüncelerin
Nikotin sarartmış dudaklarımı...

Bir anı canlanıyor
Derinliklerinde gönlümün
“Aşk” diyor,
“Sevda” diyor,
Fısıldıyor;
“Seni seviyorum!”

Seviniyorum,
Coşkunluk kaplıyor her yanımı
“Şerefe!” diyor
Kadehimi kaldırıyor
Yudum yudum özlemi içiyorum

Ciğerlerime kahredercesine
Sigaramdan çekiyorum bir nefes
Senin için...

Mahvoluyorum,
Mahvoluyorum
Anlamak istemiyorsun
-veyahut-
Anlatamıyorum
(9).

Oralı değildi Sibel, arkadaşları bile Teoman’ın aşkını sıkça gelen mektuplardan, davranışlarından, karşılaştıklarında hareketlerinden “Bu oğlan sana silme âşık(16) yahu!” demelerine rağmen. Bildiği; elindekinin öksede(2) olduğu idi.

Yaşamını sınırlamasının gereği yoktu, sadece Teoman’a değil, çevresindeki o cinslerin tümüne sadistçe eziyet etmek bir tatmindi kendince (“Galiba!” demem gerek!)

Zorla güzellik olmadığı gibi, zorla kabullenmek de pek aklından geçmiyor gibiydi sanki Sibel’in. Bu kadarcık kısmını da bilmeliydim değil mi, çünkü can arkadaşlarımdı onların ikisi de, kanka, kanki gibi sözler yavan kalırdı…

İçtenlikle belirtmem gereken ufacık bir dipnot; Sibel; güzeller güzeli bir genç kız, Teoman yakışıklılık konusunda sınır bilmeyen en üst derecede yakışıklı bir genç adamdı (Teoman için “Zamanında” sözünü de eklemem gerek)!

Beğeni, arzu, istek, hele hele sevgi hiç değildi Sibel’in Teoman için yaşadığı.

Sibel takıyordu peşine birilerini, doğal olarak emsallerini, bu benim görüşüm, ya da “Bana göre” demem gereken dışarılardan, uzaklardan. Bıktığında, bir polis görünceye kadar sürüyordu tavrı; “Sarkıntılık ediyor, taciz ediyor(3)!” en çok kurduğu cümlelerdi o genci işaret ederken.

Kaba anlamda pas verdiği, kuyruk salladığı(!) kendisi olmasına rağmen o genç mecburen toz oluyordu ortalıklardan, ister arzusu ile ister işaretlerle. Pusu kurduğu yerler, Kızılay’lardan, Ulus’lardan bir yerlerdi.

Ancak asla yatılı öğrenci yurdu ya da okuduğu üniversitenin önlerinden değil…

Gençlik Parkının kanepeleri Sibel için “Ders çalışmak amacıyla!” çevresindekilere eziyet modunda en uygun yerlerden biriydi. Mutlaka bir şaşkın o kanepeyi paylaşmak gafletinde, aptallığında, şapşallığında bulunuyordu.

Canı dondurma mı istiyor, uçan salıncaklar, çarpışan otomobillerle hevesini almak(3) mı istiyordu, yerine getiriliyordu. Parası yok değildi, tüm imkânları uygundu, ama sadizm denen bir olgu vardı ve o bu dünyada sadistliği istekle kullananların başında olmasa da ilk 100 kişi içine girerdi mutlaka!

Bıktı mı, hevesini aldı mı, burnunu kaşıyordu nişan yüzüğü olan parmağıyla, her ne şekilde ya da sebeple taktıysa o yüzüğü parmağına? Teoman da, ben de bilmiyorduk, öğrenememiştik de o yüzüğün ne ve nedeninin ne olduğunu.

Yüzük, eğer işaret ya da tehdidi boşa gidecek gibi ısrarla kabul edilmezse yanından geçen enli-boylu, evli-bekâr umursamaksızın birinin koluna giriyor;

“Abi, beni koru bu adamdan! Bir kız olarak tek başıma hava almaya çıkamayacak mıyım bu şehirde?” şeklinde duygu sömürüsü(1) yaparak en acıklı halini sergiliyordu. Bu yardım isteği; bir bakıma edindiği bilgilere göre, karşısındaki eğer yalnız ve bekârsa beğenecek, beğenilebilecek biri olursa ilerisi için yatırım gibi de oluyordu.

Örneğin bir tatil gününde kahvaltı, brunch(2), sinema, tiyatro, hatta bir spor karşılaşması, en fazla bir öğle yemeği…

Tek endişe, ya da yaşam zorluluğu kendini o gün Teoman’dan kurtarıp, onu atlatabilirse. Dediğim gibi; o elde bir, çantada keklikti(1) bir bakıma…

İnsanların yaşamlarında bazen tesadüflerin acı yerleri oluyordu. Aslında dışarıdan, yakınlarından biri olarak bunu sırf ve sadece Teoman yönünden düşünmem gerekiyordu. Çünkü Teoman yakınımdı, yakınındaydım, sınıf arkadaşım ve bugünün deyimi ile “Kankam”, ya da “Kankim” idi.

Yaşadığı olaylarda, hüznünde, yaşama boş verip hatta küsüp sigaraya, içkiye alışıp kendine eziyet ettiğini gördüğümde üzülüyor, hüzünleniyordum onun adına, hangi birini saysam ki?

O, benim arkadaşımdı, neredeyse sadece içtiğimiz su ayrı giden, içini dışını bildiğim. Sırılsıklam âşıktı(1), sevdiği için deli-divane olan(3), onun dışında her şeyi göze alan, dünyada sevdiği dışında her şeye boş veren, hiçbir şeyi umursamayan.

Sınıf arkadaşlarımızdan acelesi olan(!) birinin nişanı vardı. Doğal olarak ben de, arkadaşım da davetliydik, Sibel’in de davetli olduğunu bilmediğim.

Biraz gecikmemizin sakıncasının olmayacağı kanaatindeydik. Bu nedenle nişandaki aperatif(2) öncesi, yol üstündeki tek tekçide(1) birer kadehle(!) ıslatmıştık dudaklarımızı.

 Salona girdiğimizde yıkılır gibi oldu Teoman. Sibel bir gencin kollarında, dünyayı umursamaksızın(3) dans ediyordu, bizim farkımızda bile değildi. Geri döndük, arkadaşımıza bile görünmeden, gözükmeden. Aynı tek tekçiye uğradık, zapt edemedim arkadaşımı…

Yurt kurumunda ne o vakitte, ne de o durumda olan öğrencileri almıyordu gece görevlileri içeri. Dolaysıyla o gece ülkenin gece bekçileri, görevlileri, çöpçüleri ile sohbetle geçirme gayretinde olduk.

Sonra bir hastanenin önce dışındaki, sonra üşür gibi olunca acil servisindeki kanepelerinde sabahı getirdik…

Yaşama kim bilir kaçıncı kez küsen Teoman yerine ilk karşılaşmamızda Sibel’e sordum, anlamaz olmasını umursamaksızın;

“Kim?”

“Kim, kim?”

“Belki bunu sormama hak vermeyebilirsin. Anlamamış görünme, bizi görmediğine inanırım, ama arkadaşımızın nişanındaki, dans ettiğinin kim olduğunu da bilmediğine inandıramazsın beni…”

“Haa! O mu? Bir doktor!”

“Maşallah! Hafızan ne kadar güçlüymüş? Dünyayı umursamaz bir şekilde hareketinle basitleştirmeye çalıştığın görüntü için Teoman’ın görüp de üzüleceğini düşünmemişsin bile, bravo!”

“O, arkadaşımın ağabeyi idi, üstelik adını bile bilmiyorum. Bir kızı kırk kişi ister, birine nasip olur, ne varmış bunda? Daha önce de beni kimler, kimler istedi? İstesem okulu bırakır, kimseyi umursamaz, evlenir çoktan çoluk-çocuğa karışırdım!”

“Kimseyi umursamam dediğin kişilerden birinin de Teoman olduğunu söylemek istedin galiba? Onun bütün dünyası sensin ve sen onu umursamıyorsun. Tek söz ekliyorum; Pes!”

Sırtımı döndüm, başka ne yapabilirdim ki?

Can çıkar, huy çıkmazdı(1). Huylunun huyundan vazgeçeceğini kim iddia edebilirdi ki? Hele ki Sibel denilen kız iflâh olmaz(3) bir sadist, Teoman gönlü yüce bir affedici ise…

Sözleşmiştik, sinemaya gidecektik. Yaşamda kadınlara has bir özellikti, gecikmek, geç kalmak. Otobüse binmek yerine, taksi tuttum, onlar arkada yan yana, ben önde.

Elinde birkaç mektup vardı Sibel’in, bir tanesi kokulu, kokusu burnuma kadar ulaşıp da merakla geri döndüğümde gördüğüm, açık mavi renkli bir zarf. Diğer zarflar üzerindeki Teoman’ın yazısını tanımıştım.

Sibel, önemsizmiş gibi Teoman’ın zarflarını, onun kucağına bırakmış, kokulu zarfı belki ve muhtemelen merakla açmış ve satırlar üzerinde gezdirmeye başlamıştı gözlerini. Sonra “Öf!” ya da benzeri gibi bir ses çıkararak mektubu ikiye bölmüştü, o mektubu zarfıyla birlikte ve Teoman’ın yazdıkları önemsizmiş gibisine açmaya bile tenezzül etmediği mektuplarla birlikte çantasına yerleştirdi. Teoman’ın;

“Nedir?” dediği ulaştı kulağıma Teoman’ın.

Sibel’in ikinci kez bu sefer “Üf!” demesinden başka bir ses ulaşmadı kulağıma.

Taksi bir kırmızı ışıkta durunca Teoman kapıyı açtı ve indi. Sibel hareketlenmedi bile. Onu yalnız bırakamazdım, Teoman’ı bulabileceğim Kanepe Adresleri(!) belli idi. Sinema yerine öğrenci yurduna bırakmayı düşündüm Sibel’i.

Teoman taksiden indiğinde asistanlarımızdan biri ile selâmlaştı, mecburen gibi ve Sibel kafasını uzattı taksiden;

“Rahmi! Merhaba!”

“Selâm Sibel!”

“Bir yere gidecekseniz sizi bırakalım!”

Hem “Siz!” hem de içtenlikle; “Rahmi?”

“Yok güzel kız! Otobüsten şimdi indim, işlerim var. Görüşmek üzere Sibel!”

“Görüşmek üzere Rahmi!”

Taksi, arkasındaki korna sesleri nedeniyle hareket etmek zorunda kaldı.

“Rahmi, gerçekten Rahmi diyeceğin kadar samimi olduğun yakın bir hoca mı?”

“Eee! Bilmiyor muşsun gibi bu sorgulama neden?”

“Sadece dersler konusunda değil, çok konularda da sana hocalık yapıyor gibime geldi de?”

“Sitemini anladım. Salak kendini bir şey sandı. Gülümsedim, Teoman’ın delilendiği akşam o da beni dansa davet etti, kabul ettim. Hemen telefon numaramı istedi. Vermeyeceğimi biliyor olsa gerekti. Dedim ya başka unvanı da, önemi de yok benim için. Aman Teoman’ın kulağına gitmesin. Doktor dansı olayında sinirlendi, kaçtı. Mektup olayında önem vermediğimi düşünüp kaçtı, onları rahat okumak için ayırdığımı bilmeksizin...

Kokulu mektup da kimdendi, bilmiyorum, baştan başlamıştı zırvalamaya, onun için yırtıp attım. Kim bilir şimdi bunu da duyarsa kaç gün limon satar, limoni olarak…”

“Yani o kokulu mektubu iki parçaya böldüğünde ‘Merak edip tekrar okumam!’ mı, demek istiyorsun? İnanan inanır. Ancak bu asistan olayını ikinizi de tanıyan biri olarak ona söylemem asla mümkün değil. Yalnız bil ki; diken eken asla gül toplamaz(10)!..

Güzel kardeşim bilmen gereken bu! Üstelik her ilgi gösterenin, her davet edenin dans teklifini kabul etmek, sarılmak, kucaklaşmak zorunda mısın? Kıskanç bir arkadaşın, haydi biraz yumuşatayım bir akraban varken bunlara izin vermenin lüksün olmadığını bilmez misin?..

Toparlıyorum; sevmesen de, seni bir sevenin olduğunu, sevildiğini bilen biri olarak sevene saygı göstermen gerekmez mi güzel bir genç kız olarak?”

Suskundu…

Gündüz uyukluyordu Teoman, ayakta durmakta zorlanıyor, güçlük çekiyor gibiydi.

“Sen kal! İstirahat et! Ben sana notları getiririm!” dediğimde yüzünden düşen bin parça(1), hava bulutlu, karanlık ve yeni olaylara gebe gibiydi, başa gelen çekilir modunda.

İnsan bazen zamanın farkında olmuyordu, mezun olmamıza çeyrek vardı. Teoman’la her zaman üleştiğimiz kahırlı bir günün akşamüzeriydi, yön tutturmayı, ne yapmayı düşünemediğimiz…

Olamazdı, Sibel’in “Önemi yok!” demesine karşın karşımızdakiler Asistan Rahmi Hocamız ve Sibel idi.

Selâmlaştık, ama kim kimi ve neden selâmladığını bilmeksizin…

Kahrı üst boyutlardaydı Teoman’ın; sessiz, ağlamaklı, hissedilmemesini istemediği hıçkırıklarla…

Mezun olduk, sonrasında geçen zamana hükmetmemiz mümkün değildi.

Dağıldık.

Sibel doğup büyüdüğü yerlere gitmektense anne ve babasını yanına alarak Ankara’ya yerleşmişti.

Teoman’la önce iş, sonra askerlik nedeniyle yollarımız ayrıldı, ancak yeniden bir araya geldik İstanbul’da, İstanbul’un iki ayrı ucunda.

On beşte, ya da ayda bir buluşup görüşüyorduk. Sibel’le Teoman görüşüyorlar mıydı, telefonlaşıyorlar mıydı, bilemiyorum. İkisi de ketumdu(2), saklanmak prensipleri olsa gerekti!

Sanıyorum, o tarihten sonra bir arada olmadılar, ya da ben onların bir araya geldiklerine dair bir haber edinemedim. Küskündüler herhalde, ya da en doğru yolun ayrı olmak olduğunu düşünmüş olsalar gerekti. “Merhaba!” demek için aradığımda ikisi de birbirini anmaksızın ayrı tellerden çalıyorlardı(3)!

Teo gülümsemeyi, gülmeyi unutmuştu, boşluktaydı. En sevdiği renk olan beyaz(11) saçlarının oldukça büyük bir bölümündeydi, kirlenmeksizin(11). Her geçen gün biraz daha somurtuyor, somurttukça kararıyor, karardıkça çöküyor, tanınmaz hale gelmek için kendini zorluyordu sanki.

Yan yana gelsek hiç kimse benimle onun akran olduğumuzu tahmin edemezdi.

Bu arada ben sevdiğim insanı bulduğuma inanıp evlenmeye karar verdim. Doğal olarak ikisi de düğünüme davetliydiler.

Karşılaşmaları pek dostça görünmedi. Sonralarda karı-koca olarak düğünümüzde biz ayağa kaldırdık dans etmeleri için ikisi de yalnız olan onları.

Teoman’ın içine çökmüş gözlerinde aynı sevgi, aynı aşk, aynı özlem, Sibel’in gözlerinde terk edilmeyi hazmedememiş gibi bir görüntü vardı.

“Seni hâlâ seviyorum, dün gibi, bugün gibi, yarınım varsa, yarınlarım olacaksa yarınlarımda da. Tapacak gibi, tapacak kadar. Bilmemen imkânsız. Ama sen hep uzak kaldın benden, öyle durdun, itekledin, bensizliği tercih ettin…”

“Ne gördüysen, ne duyduysan, ne bildiysen, sana neler ulaştıysa hepsi senden önceydi, bana güvenmedin, inanmadın, söz hakkı verip de dinlemedin. Senden önceki yaşamımı sorgulama hakkın olmadığını bilmedin!..

Hem ne hakla, önceme hükmetmeyi nasıl düşünebildin ki? Ben hep senin kaldım, bunu anlamadın!”

“Ben varken de benden önceyi mi yaşıyordun sahiden?”

“Sen beni malınmışım, sahibimmişsin gibi gördüğünden dolayı; evet!”

“İzninle düzelteyim. Asla bana ait bir mal gibi düşünmedim seni, sahiplenmek değildi bu. Seni sevdim, benim olmanı istedim, arzuladım. Benim olmanı hep geçirdim aklımdan, elimi uzatarak belli etme gayretlerimi hep tersledin, uzak durdun ve uzaklaştırdın beni…

Sevgimi umursamadın, danslar, mektuplar ve bir kelime bile etmeden önemsemeksizin yaptığın yanlışlıklar ve uzaklaşmanla…”

“Bir saniye! Dans eden iki yabancı olmasak da arkadaş, akraba gibi konuşuyoruz. Kavga-dövüş etmiyoruz ki, belimi acıtacak şekilde sıkıyorsun?”

“Affedersin! Mutlaka burada da eski göz ağrıların(1), yakın arkadaşların vardır, hadi onlara ulaş, onlarla baygın baygın dans et, benimle olmadığın şekilde, malûm onlar benim gibi kıskanç, kaprisli, hanzo(2) değil, mutlaka bana göre kibar ve centilmendirler, belki içlerinde kokulu mektup gönderene de rastlayabilirsin, buyur…”

“Kıskanıyorsun, o acayip kelimelere ihtiyacın, bu kıskançlığa da hakkın yok! Biliyor ve anlıyorum…”

“Doğru, hakkım yok! Hem hiç hakkım yok! Serbestsin! Hadi git! Biraz sonra muhtemelen ve belki vedalaşmak için sana ‘Allahaısmarladık!’ diyebilirim, ama görüşmemek üzere şu karşılıklı anı ahrete kadar veda olarak da kabullenebilirsen memnun olurum…

Öncemde söylediğim gibi seni sevdim, seviyorum ve hep seveceğim. Benim bunu telâffuzum; ‘Karşılıksız aşk!’ Sen ne dersin, bilemem, hem ne dersen de! Sözlerim asla duygu sömürüsü, acındırmak, bana acıman için değil…”

Sözlerini toparlama gayretinde olsa gerekti, devam ederken;

“Ben sonsuza kadar ömrüm oldukça senin olan bu ibreyi asla düşürmeyeceğim. Bu ömür çok zaman sonra, belki sonsuzlukta, kim bilir belki yarın, belki yarından önce de sonlanabilir, umurumda değil. Sensiz geçen her anım hüzün, üzüntü. Bu; belki bir anda tükenir mutlu olurum. Doğal olarak sen de mutlu olursun yokluğumda…

Artık dayanamıyorum güzel kız, kendimle mücadele gücümü yitirdim. ‘Elveda!’ diyorum, kabullen!..”

Bu dünyaya tersti Teoman. Alkolün herkesi uyuşturduğunun farkındaydı. İddiası; beyninin olağanüstü çalışarak kendini ayağa kaldıracağı idi. Çeşitli içkiler bulunan tepsiyi ayaküstü zıkkımlanacağı(3) masaya bırakmasını istedi görevliden.

Uzaklardan da olsa onu gördüğüm, görebildiğim kadarıyla sigarasından bir nefes çekip bardaklardan birini fondip yaparak(3) boşaltıyordu, ciğerlerine kahredercesine, akmış, karaymış, hangi ciğermiş, umursamaksızın.

Elimdeydi kadehi, yorgun…

Mahvolduğunun farkında olmaksızın(9).

Yanına yaklaştı Sibel;

“Üzülüyorum!”

“Ne hakkın var, ne de gereği!”

“Ne de olsa arkadaşımsın!”

“Arkadaşındım, şimdi hiçbir şeyin!”

“Özlememiş gibisin!”

“Özlem olarak içimdesin, hem her anımda!”

“O halde öp beni, barışmışız gibi, belki beni af etmeyi de düşünürsün!”

“Yıllardır sakladın kendini benden, özendirdin kimileriyle, kıskandırdın, şimdi ‘Öp beni!’ diyorsun, neden acıyorsun ki bana? Acımakla sevgi arasında nasıl bir bağlantı vardır ki, benim bilemediğim. Bu ne perhiz(2), bu ne de bilmem ne gösterişinde?”

“Sen beni özlemiş olarak, hiçbir şey vadetmeksizin öpmek istemiyor musun, tüm gözlerden, hatta kendi gözlerinden bile. O nedenle öpeceksen gözlerini kapat!”

Dudakları titreyerek yaklaştı Teoman. Sibel’in hainliği üzerinde idi. Ağzını, dudaklarını kapattı eliyle. Bu; Teoman’ın elini öpmesi, mahvoluşuna çeyrek kalışı idi, hele ki sözler;

“Berhudar ol(3) oğlum! Ömrün uzun olsun! Aferin!”

“Üzdün beni!”

“Üzmek değil, sadece şaka yapmak istedim!”

“Şaka değil, alaydı bu!”

Teoman, son bardakları ara arkaya dikti kafasına, bundan sonra ne olursa olsun, delilik yapmasının arifelerindeydi, deliliğini gerçekleştirmeyi de amaçladığı da belliydi.

Önüme geldi Teoman;

“Hakkını helâl et kardeşim! Mutluluklar diliyorum. Sadece gerçeği bilmesi gerekene, gerçeğimi eğer isterse anlat…

Beni öğrenince gelin kınasından bir avuç kına gönder ona, nasıl yakması gerekiyorsa öyle kullansın!”

Bunlar, son sözleriydi Teoman’ın sallanarak.

Gerçeği tahmin edenler vardı mutlaka. Düğününü bırakıp peşi sıra gitmesi mümkün olduğu halde gitmeyen, ya da gitmeyi düşünmeyen, gitmeyi düşünmeyendim ben. Belki belki çaresizlik, belki eziyetlerden vazgeçememe…

Utanmama, arlanmama(3) da olabilir miydi? Belki…

İki-üç gün haber alamadım Teoman’dan. Taksi Durağındaki şoför de açıklayıcı bir bilgi veremedi.

Sonrasında bir balık adam, denizde bir cesede rastladığını söylemiş, edinilen istihbarata(2) göre. Güvenlik güçlerinin çıkardığı cesedin montunun içine yerleştirdiği kaldırım taşlarıyla ölmeyi garantileyen Teoman’a aitti o ceset, Nüfus Kâğıdı diğer cebinde fermuarla kilitli.

Sanırım geceleri, denizin soğuk olmadığını, üşümeyeceğini düşünmüş olmasa gerekti Teoman, belki de daha derinlere, diplere gitmek için kaldırım taşlarını istiflemek için montunu çıkarmamıştı.

Muhtemelen yakamozların(2) kendini alkışlayacağını düşünmüş de olabilirdi, benim bunu bilmem imkânsız.

Bir bakıma bana (gizli, saklı) bir vasiyeti vardı; bir poşete sarılarak kına göndermek gibi Sibel’in adresine.

“Seni seven ve ömrünün son anına kadar sevmekten vaz geçmeyen, yaşamında senin dışında kimse olmayanın kınası ekte! Nasıl ve nereye yakman gerekiyorsa yak kardeşim. O şimdi yok!”

Ancak Teoman’ın yaşamında bir tane olduğunu bilmeyen Sibel’den ses çıkmadı Teoman toprağına kavuştuğunda…

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Ankara-Ulus üstündeki biri askeri, diğeri ticari iki uçağın çarpışması şeklinde kazanın tarihi 1 Şubat 1963 olup, o gün orada Ulus Atatürk Heykeli önündeydim. Tüm o günleri yaşayan Ankaralılar gibi benim de hatırımda yanlış kalmadıysa uçaktakiler dâhil 120-130 civarında vatandaşımızın çoğunun yanarak yaşamını yitirdiği o kazayı unutmam mümkün değil.

(**) Teoman (Kısaltılmışı; Teo); Duygularını açmakta zorlanan, zaman zaman esrarengiz davranan, hatta tanımakta zorlanılan, üzüntü ve sevinci bir arada yaşayan, gizemli olan, ticarete yakın bir zekâya sahip olan, iş hayatında atılgan, enerjik olmasının yanı sıra olaylar karşısında sağduyulu davranan ve yaratıcılık özelliğine sahip kişilik.

Sibel; Henüz yere düşmemiş yağmur damlası. Buğday başağı.

(1) Beşik Kertmesi; İki ailenin aralarındaki iyi ve sıkı ilişkiyi daha da güçlendirmek için birbirlerinin çok küçük kızlarını ve erkek çocuklarını, bazen bebeklerini, ilerideki duygusal gelişmeleri önemsemeksizin evlenmek üzere sözleşmeleri veya nişanlamaları ki, hiçbir felsefi önemi dini, sosyal ve felsefi değeri olmayan akit.

Can Çıkar, Huy Çıkmaz; Hayat boyu kazanılan alışkanlıklar da gelişir, ancak değiştirmek çok zordur. Bu alışkanlıklar kişi ölünceye kadar devam eder anlamında atasözü.

Çantada Keklik; Elde edilmesi o denli kesin ki elde edilmiş sayılır.

Dıdının Dıdısı; Dıdının didisi, yahut didinin dıdısı, didinin didisi şeklinde kullanılan uzak akraba ya da arkadaşları, konuları anlatmak için kullanılan bir deyim.

Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar.  Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği.

Göz Ağrısı; Sevilen, âşık olunan kişi.

Nevi Şahsına Münhasır; Taklitsiz, kişiye özel, kendine özgü, kendine has, yalansız, kendi gibi davranışları ve karakterleri olan. Benzeri olmayan. Eşi bulunmaz.

Sırılsıklam Âşık; Delicesine âşık, tutkun.

Silme Âşık; Yadsınacak tarafı görünmeyen, delicesine, tutkunluğun en üst derecesinde âşık.

Tek Tekçi; Adı üstünde tek başına yapılacak bir uygulamayı yanında kimse olmaksızın yapma. Ancak ucuz meyhane türlerinde, hatta “ayaküstü” denilen yerlerde içkilerin şişeyle değil, bardaklarla sunulduğu yerlerdir ki öyküde bu ikinci anlamında kullanılmıştır.

Yüzünden (Suratından) Düşen Bin Parça Olmak; Sıkıntısı, öfkesi, küskünlüğü yüz ifadesinden belli olmak.

(2) Aperatif; Latince dışarıya doğru açılmak anlamında olsa da yemeklerden önce iştah açmak alınan içki ve mezeler, ya da doymadan geçirilen bir öğün.

Brunch (Branç); Kahvaltı ile öğle yemeği birleştirilen öğün.

Felsefe; Düşünce bilimi. Var olanların varlığı (insan, evren, doğa), kaynağı, anlamı ve nedeni üzerine düşünme ve bilginin doğru ve gerçek anlamda bilimsel olarak araştırılması. Bir bilgi alanının ya da bilimin temelini oluşturan ilkeler bütünü. İnsanların çeşitli türdeki suallere cevap vermesi gerekliliği.

Hanzo; Kaba-saba, görgüsüz, iri yarı kimse.

İstihbarat; Haber alma. Yeni öğrenilen haberler, bilgiler.

Ketum; Sır saklayan, ağzı sıkı insan.

Ökse; Birini kendine bağlama. Her yanı ökse otu macununa bulanmış, kuş tutmakta kullanılan değnek. Ökseotu saplarından ya da çobanpüskülü kabuklarından çıkarılan yapışkan macun.

Perhiz (Diyet,.Rejim); Sağlığını korumak, düzeltmek amacıyla uygulanan bir kısım sınırlamalar. Para harcamamak amacıyla uygulanan beslenme düzeni. Hristiyan ve Yahudilerin belli günlerde et, yağ gibi kimi yiyecekleri yemeksizin tuttukları oruç.

Tescilli; Bir şeyi resmi olarak kaydedilmiş, resmileştirilmiş, kütüğe geçirilmiş olması.

Yakamoz; Geceleri denizde, balıkların ya da sandal küreklerinin kımıldanışıyla su içinde oluşan ışıltı. Gizlendiği yer belli olmak, görülmek.

(3) Arlanmamak; Onursuzluk sayılacak bir duruma düşmekten çekinmemek, utanç duymamak. (Genelde; Utanmaz arlanmaz şeklinde kullanılan söz).

Ayaküstü Zıkkımlanmak; Ayakta durarak, oturmaksızın, hemen o anda, kısa bir sürede yiyip-içmek gibi bir anlam taşırsa da, özellikle içmek anlamında kullanılan argo bir deyim, tıpkı “Ziftlenmek” gibi.

Ayrı Tellerden Çalmak; Ortama ayak uydurmamak, ilgisi olan kelime veya olay yerine başka konulardan bahsetmek, aynı ortamdaki kişilerin birbiriyle ilgisi olmayan konuları anlatması, farklı davranışlar sergilemesi, kısaca; ortama uymamak.

Ayyuka Çıkmak; Sesin yükselmesi durumu, açığa çıkmak.

Berhudar Olmak; “İyi günler gör!” anlamında bir dilek sözü.

Deli Divane Olmak; Çılgınlaşmak, aşırı derecede delirmek.

Dünyayı Umursamamak; Çevresine değer vermemek, aldırış etmemek.

Fondiplemek, Fondip Yapmak; Bardaktaki tüm içeceği bir kerede içmek.

Hevesini Almak; İmrendiği çok istediği bir şeye kavuşup, ona doymak.

Hüzünlenmek, Hüzün Duymak (Yaşamak); Hüzün hissetmek yaşamak, içini hüzün sarmak.

İflâh Olmamak; Kendine gelememek, düzelememek, iyileşememek, onmamak. Kendini, yapacaklarını akıl edememek.

Taciz Etmek; Tedirgin etmek, rahatsız etmek.

(4) KARATEKİN, Erol. 1961 Yılı. “HEP SEN”

(5) KARATEKİN, Erol. 1961 Yılı. “SEN, BİR KERE DAHA”

(6) Senden ayrı yaşayamam çünkü çok sevdim seni… Güfte sahibi bilinmeyen Bestesi; Hüseyin COŞKUNER’e ait Rast Makamında Türk Sanat Müziği eseri.

(7) KARATEKİN, Erol. 1963 Yılı. “DİLEKLERİM AZ”

(8) KARATEKİN, Erol. 1964 Yılı. “İNKİSAR”

(9) KARATEKİN, Erol. 1967 Yılı. “ANLATAMIYORUM Kİ…”

(10) Diken eken, gül toplamaz. Rahmi TURAN

(11) Hani En Sevdiğin Renkti Beyaz; Cavidan TÜMERKAN Kitap ismi. Rahmetli şairin himmetine sığınarak öykünün gereği olarak aynen alıyorum; “Bir dönülmez yolda gidiyorsun/Hani en sevdiğin renkti beyaz/Şimdi saçlarında kaynaşıyor/Niye beğenmiyorsun?”

Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu. Birinciliği ‘Beyaza verdiler!’  Özdemir ASAF