Bir arkadaşım vardı; içi-dışı farklı, içi; yaşadığı, bildiği kendi, dışı ise; göründüğü idi. Kısmen de olsa bana benzerdi; fiziksel ve yaradılış olarak değil, ama yaşam biçiminin görüntüsü olarak. Şöyle tarif etmeye çalışayım;
Evli, çocuksuz, özürlü, üstelik özrü tescilli(1). Eşi memnun, hatta mutlu, yaşantımda ilk kez rastladığım şekilde anne olamamaktan dolayı mutsuz görünmeyen, ancak öylesine mutlu olduğunu sandığım.
Ben? Evet! Ben de evli ve çocuksuz idim, aynı arkadaşım gibi, ancak şüpheli. Kendi imkânlarımla yaptırdığım araştırmalara göre kusursuzdum.
Eşimin çocuk sahibi olma arzusunu, onun kusurunu kendi kusurum gibi gördüğüm için onun adına da, kendi adıma da mutsuzdum. Ancak ben karımı, en az karımın beni sevdiği kadar seviyordum.
Peki, bu konuda arkadaşım? Karısını seviyordu, % 1000 eminim, çünkü arkadaşım;
“Seni sevsem de, anne olamamanın sebebi benim, istersen ayrılalım, gönlünün seçeceği biri anne etsin seni!” dediğinde kendisinden asla vazgeçemeyeceğini ima etmişti karısı.
Komşuculuk oynamak, gezmek-tozmak, konken-okey-briç oynamak zevkleriydi, bu bohem yaşamını(2) çocuk sahibi olmak için terk etmek aklının almadığı, alamayacağı bir şey olsa gerekti (sanırım).
Kısaca özetlemem gerekirse, arkadaşım varlıklıydı, hizmetçisi falan vardı, karısının eli sıcak sudan, soğuk suya değmiyordu, yeme-içme, yatma-kalkma dertleri yoktu, özellikle de ve çok zaman eşine çalışmasını uzatmasını ve gecikmesini tembih ediyordu(!).
Bu; o günün sefahat âleminin(2) belgesi gibiydi, geçim sıkıntısı nedeniyle(!) hizmetçisine ek hizmetçilerle desteklenen.
Çocuk sevdası nedeniyle o bolluktan, o varlıklı yaşamdan hiç de vazgeçme heveslisi değildi (gibi geliyordu bana, Allah’ın bildiğini söylemeyip, kendime karşı dürüst olma inancımı mı yitireydim, yani)?
Dileğim; arkadaşımın benden önce ölmemesi idi. Ben önce ölürsem, o beni orta yerde bırakmazdı, âlâyı vâlâ(2) ile cenazemi kaldırır, görkemli bir şekilde tüm gereklilikleri yapar, yaptırırdı. Çünkü karım beni sevmesine rağmen, ekonomik sıkıntılarımızı göz ardı edemeyeceği için, bu konuda şaşkınlık yaşardı.
Arkadaşımın haberi olmazsa, ortada kalmazdı cesedim, ama herhalde düşünülenin, umulanın ötesine geçemezdi cenazemin kaldırılışı.
Ne demişlerdi; İtin duası kabul olsa, gökten kemik yağardı. Kemik yağmadı gökten, çünkü arkadaşım benden önce ve genç denilecek yaşta gitti, üstelik hemen ölmeyi düşünmediğinden, vasiyeti falan da olmadığından tüm mal varlığı eşine kaldı!
İyi insandı arkadaşım, dediğim gibi içi-dışı farklı. İçi kan ağlardı, ama gülümserdi. Kararlıydı, müşkülpesentti(1)! İyiydi, şüpheciydi, kötümser olmamasına rağmen! Eli açık, cömertti, çevresi cimriliğine, pintiliğine sebepti! Hüzün dolu bir dünya sahibi, ama neşe dolu. Saklandığı bir iç dünyada yaşayan, yaşamaya gayret eden.
İyimserdi, karamsarlığa inat! Beyazdı, kara olmaya zorlanmasa da gri olmaya zorlanan! Titizlik vardı cesametinde(1), gamsızlık, adamsendecilik(2) ufaklığına karşın! Varlıklı olmasının karşılığı; zekâtına(3), fitresine(3), fidyesine(3) el konulandı fakir-fukara yerine açıktan açığa, ciddi-ciddi, eş-dost, akraba, yandaş olarak, haklarını yedikleri insanları umursamaksızın…
Daha, daha…
Hangi birini saysaydım ki? Gene de gayret edeyim;
Hiçbir insanın onuru ve şerefiyle oynamak geçmemişti aklından; dolaysıyla, iftira(3), gıybet(3), istihza, ima, sitem, kinaye(3), haset(3), kıskançlık, kin tutmak, garezde(3) bulunmak nedir bilmez, “Acaba?” kelimesini geçirmezdi aklının ucundan bile.
Bildiği, tesadüfen öğrendiği sırları, ayıpları, yanlışları, yanlışlıkları açıklamak, koz ya da şantaj haline getirmek, ya da lâf taşımak(3) gibi bir garabet mi? Tövbe(3), tövbe! Çocukla-çocuk olurdu, asla büyükle büyük değil.
Yani karşısındakini küçük görmek, azametlenmek(4), kendini büyük görüp kibirlenmek(4) kitabında yazılı değildi, asla!
Verdiği sözlere uymak, söz, mal, iş, sır, namus…
her ne olursa olsun emaneti saklamak, riayet etmek şiarıydı(1). Dinin gereği kimseyi şu ya da bu şekilde hor görmez(1), aşağılamaz(1), lâkap takmaz(3), yaradılışı, yaşamı gereği kaza ile bile olsa kimsenin maddi-manevi canını acıtmaz, asla ve asla kırıcı, yıpratıcı söz sarf etmezdi.
Tenkitlerini bile yıkıcı değil, yapıcı olarak sıralamaya gayret ederdi. Büyüklüğü değil, tevazu sahibi(2), hoşgörülü, alçak gönüllü olması en önemli özelliklerden sayılmalıydı…
Hepsi bu kadar mı? “Toprağı bol olsun! Allah rahmet etsin!” diyeceğim arkadaşım için söylemek istediklerim yeterli ve bu kadar değil, ancak kişi nerede susması, nerede duraklaması, durması gerektiğini bilmiyorsa dur-durak bilmeden sözlerine katkıyı esirgemiyordu.
“Keşke ben de onun gibi olabilseydim!” diyeceğim, bir bakıma benim özendiğim dediğim özelliklerini saymamın tükeneceğini sanmam. Şöyle ki;
Müslüman olarak şekli görevlerini yapamasa da Perşembeyi, Cumaya bağlayan gecelerde yok olurdu ortalıklardan. Sadece ben bilirdim, camileri dolaştığını, hatta zaman zaman istihareye bile yattığını(3). Camiye, Kur’an Kursuna yardım etmezdi, ama bütün hayır kurumlarında adı, adresi vardı.
Vatanını, milletini, bayrağını sevme konusunda onunla yarışacak bir Allah’ın kulu daha olacağını sanmıyorum. Tüm Ulusal marşlara egemen olduğu gibi, askerliğini, diplomasını koz olarak kullanmaksızın, er olarak şarkta yapmıştı.
Başka? Ha! “Dinine düşkündü!” dedim. Gereği olarak kandillerde, bayramlarda, kendinin ve hatta eşinin anne ve babalarının, yakınlarının ölüm yıldönümlerinde mutlaka mezarlıklarda olurdu, dualarının Tanrıya ulaşması dileğiyle.
En kötü yanı da bu ziyaretleri sırasında meydana çıkar, metanetini(1) yitirirdi. Salâ verilmesi(3), ölenin şehit, ya da genç olması sabrının limitlerini zorlardı. Sadece mezarlıklarda mı? Televizyon izlerken, gazete okurken bile haberler gözyaşlarının sicim gibi yanaklarından kaymasına neden olurdu.
Komşuları onu saygısı nedeniyle tanır, ama bilmezlerdi. Kimsenin malında, mülkünde gözü yoktu, kimsenin tavuğuna “Kışt!” demek içinden geçmezdi. Sokak köpekleri, kedileri bile arabasının sesini duyunca sanki sıraya geçip beklerlerdi onu.
Bilirlerdi ki; başları okşanacak, şefkat ve merhamet gösterilecek, özel ödül bisküvileri verilecekti kendilerine. Buna bir miktar iyiliksever olmak, gönül kırıcı olmamak sıfatlarını yakıştırmak da mümkündü tabii…
Denilebilir ki; “Gerçekten bu vasıflara sahip bir insan mıydı arkadaşın?”
Evet! Her ne kadar “Ölülerin arkasından kötü konuşulmaz, ölülerinizi rahmetle, anın, yâd edin!(3)”, denilmişse de saymaya çalıştıklarım onun engin vasıflarından sadece bir kaçıydı, unuttuklarım mutlaka vardır, eklemek zorunda kalacağım!
Ve o; “Bir arkadaşım vardı; ‘Mükemmel!’ diyeceğim çok şeyi olduğuna inandığım, bir kısım eksikliklerimi bilip de onu kıskandığım kişi” idi. Özeleştiri(1) yapmam gerekirse örneğin; yoksulluğum nedeniyle cömert olamamak, elimde olmaksızın hasetlenmek…
İftiralara karşı direnememek, bazen kusarcasına kin tutmak, gönül kırıcı olmak, affedicilik konusunu pas geçmek, güçlü kişiler karşısında haklı olmama rağmen pısmak(4), korkmak, kaçmak, böyle bir durum ve olaylarında arabulucu olmaya(4) kalkışmamak vb.
Diğer söyleyemediklerimi saklamış olayım, ya da bana kalmış olsun!
Ve arkadaşımın cenaze töreninde rahmetlinin karısı, karıma fısıldadı, kulaklarımla duydum;
“Darısı başına!”
Ancak, Tanrının gücüne gitmiş olsa gerekti, ölen arkadaşımın karısının dileği. Çünkü karım arkadaşımın vefatından birkaç ay sonra göçtü benden önce ve ben borç-harç, ne gerekiyorsa yaptım onun için, onun adına, esirgemeksizin.
Mezarlıktan dönüşte arkadaşımın karısı;
“Gel, bir olalım, birlikte olalım!” dedi, daha acımın soğumasına bile imkân bırakmaksızın. “Sen çaptan düşmeden, ben doğurganlığımı yitirmeden, hiç olmazsa çocuğumuza, çocuklarımıza kalsın bana gereği olmayan bu servet!”
Teklif güzeldi sevgi içermeyen, hatta sevgiyle, aşkla hiç mi hiç alâkası olmayan. Ancak…
“Baksana güzel bayan! Dediğin de, bebeğimiz de oldu diyelim. Âlâ, güzel! Bizim dünyaya kazık çakmamız mümkün değil ki? İster kız, ister oğlan olsun doğuracağın çocuğumuz…
Tam gençliklerini yaşarken, meselâ üniversite başlangıcında…”
Suskunluğumun değeri yoktu, devam ettim;
“Ben göçersem mesele yok da, sen bırakıverip göçersen bizi, ne yaparım ben? Düşünür müsün? En iyisi kurgulamaya çalıştığın hayalden vazgeç! Sen arkadaşımın emanetisin. Beni istersen, ‘Hayır!’ demem, ben de seni isterim, arkadaşıma ihanet gibi düşünmem. Ancak, dünyaya, sorun yaşayacak bir evlâdı arkamızda bırakmak bana uygun gelmiyor. Sen de benim gibi düşünmek için gayretli ol, lütfen!”
“Zamanında hissetmedim, arzulamadım, ama yalnızlığımda içim şevk(1) doldu. Elbette, özellikle senin yönünden, hatta benim yönümden de aşk, sevgi, muhabbet dolu bir birliktelik olmayacak yaşayacağımız, ama denesen…
Mutlu olamadın, biliyorum, peki mutlu olmayı denesek, bizi Tanrıya bıraksak, Tanrı uygun görürse başımızı eğsek, uygun görmezse zaten sorunumuz olmayacak demektir. O halde kalan ömrümüzü birbirimize sevgi katkısıyla üleşmeye gayret etsek?”
“Tek şartla; arkadaşım yaşarken benim aklında olmadığına, ancak eşimi yitirdikten sonra, beni aklına düşürdüğüne beni inandırırsan…”
“Yemin ederim! Karı-koca olarak aranızdaki o bağı, sevgiyi, arkadaşlığı gördükten sonra, seni sahiplenmeyi aklımdan nasıl geçirebilirdim ki? Üstelik…”
“Evet, üstelik; ‘Darısı başına!’ diyecek kadar karımın da aynı sonucu yaşamasını nasıl dileyebilirdin ki, değil mi?..
Ve yine bu konuşmamıza sebep olacak gibi, bebek sahibi olamamamızın nedeninin karım olduğunu bilir gibi?”
“Doğru! Güçlü olduğun inancındaydım, üstelik kocam gibi hatasını uluorta açık etmediğine göre bir sırrın olsa gerek diye düşündüm…
Ve yine ve özellikle karının bir kısım kontrollerden sakınması, sizin de boş durmayıp kendinizi kontrolden geçirdiğiniz inancındaydım. Nitekim bir karşılaştığımızda evlât sahibi olamayacak oluşunuzun hüznünü fark ettiğimi itiraf etmeliyim.”
“O halde beni istiyorsan, ben de seni istiyorum, gecikmeksizin ve bizi Tanrıya emanet ediyorum, aramızda sevgi de oluşsun dileğiyle…”
“İsteyin, veririm(3)!” diyen Tanrıya dualarımın ulaşacağı inancındaydım. Oysa duaların bir noktadan ileriye geçip de ulu Yaradan’a ulaşamayacağını bilmem mümkün değildi.
Evlendik, resmen, aşk olması mümkünsüzdü, belki ilerilerde sevgi oluşması mümkün olabilirdi…
Tanrı her şeyi biliyordu, her şeye egemendi, evlendiğim karıma iktidarsız(1) bir eş verip, zamanın geldiğine inanıp onun dul kalıp benimle evlenmesine imkân kılmıştı.
İkimizin de bilmediğimiz, bilmemizin mümkün olmadığı şey, ilerleyen tarihlerde Allah’ın emrettiği şekilde karımın Azrail’i olacağımdı…
Bir arkadaşım vardı, insan. Karşısındakini mutlu edemediğine inanan ve bilen. Düşüncemizin, yaşama başlangıcımızın kendine ihanet olmadığına inanabilirdi belki, eğer yaşasaydı.
Saçmalık! Yaşasa, biz yaşamış mı olurduk ki bugünlerimizi? Mademki sırılsıklam âşık olmasına rağmen; “Ayrılalım, sen bebek sahibi ve mutlu ol!” der miydi arkadaşım? O halde gittiği yerden bizi alkışlıyor olsa gerekti, eğer bebeğimiz olursa!
Artık istikbal endişesi yaşamıyorduk ikimiz de ve bebeğimizin cinsiyetini de önemsemiyorduk artık. Yeter ki Tanrı bizi herhangi bir nedenle ayıplamayıp şu ya da bu şekilde sakıncalı bir yaşamı bizler için uygun görmüş olmasın.
Bildiğim, insanın yaşamında bir kez seveceği, âşık olacağı idi. Karımın ölen kocasını, benim ölen karımı sevmem gibi, ölümün ancak ayırabileceği.
Her insanın Leylâ-Mecnun gibi yaşaması mümkün değildi, ama kişiler kendi dünyalarında, kendi çaplarında Ayşe-Ahmet olabilirlerdi. Meselâ ben Ahmet’tim, ama nedense karşımdaki Ayşe değildi. Ben, eğer yanılmıyorsam damızlık(1), o da isteyen, arzulayan bir doğurgandı.
Kısa, kesin, öz ve doğru olarak aramızda aşk olmayan, hatta cinselliği bile zorunluluk olarak yaşayacağımız ve yaşadığımız bir dünyadaydık.
Tek farkla, karım eski, tüm, dış dünyasını boşlamış, tek bir yaşam felsefesine odaklamıştı kendisini. Her sabah ağzının tadına bakıyor, tuvalette dakikalarca eğleniyor, başlangıçlarımızda çok zaman hüzünle ağlayarak duşunu alıyordu.
Takvimde bir kısım tarihleri işaretlemişti, sevecen, saygılı, istekli, arzuluydu. Onun bu davranışlarına karşı ben de tepkisiz değildim, dürüstlükle itiraf edeyim ki; “Erkek milleti değil miyiz?”
Teferruata gerek görmüyorum, o sperm, görevli olduğu işlevi gerçekleştirmek için o yumurtayı mutlaka bulacaktı, bulmuştu da…
Bir mesai akşamı dönüşümde heyecanla karşıladı karım beni, tek sözle;
“Müjde!” diyerek, tüm kesinlikleri belgelemiş, eklemek gereğini belirtmişti;
“Hadi, yemeğe çıkar beni!..
Ve bundan sonra bebeğimiz için bir kısım kısıtlamaları ve yasakları yaşamamız gerektiğini biliyorsun, değil mi?”
“Elbette!” İkinci kez; “Erkek milleti değil miyiz?” diye düşünmeden edemedim.
Bilgilerin, ufak dozlar halinde, komprime(1) bir şekilde mutlaka beynimize yerleştirilmesi, işlenmesi gerekiyordu ve karımın çabası bu idi, daha başlangıçta, aşermeye bile başlamadan; “Yemeğe çıkar!” emrini göz ardı edersem.
Mutluydu karım, kontrole gittiği doktorların önerilerine karşın tüm endişe ve korkuları kulak ardı ederek(4), boş vererek. Ben de mutluydum, o mutlu olduğu için, mutluluğu beraberce hak ettiğimize inanarak. Bir evlât sahibi olmayı düşlemek bile muhteşem bir duyguydu, onunla yaşayacağım süre hakkında hiçbir bilgi kırıntısına bile sahip değilken…
Günler geçti. Kızımızın dünyaya gelmek için hiç acelesi yok gibiydi, bizim sabırsızlığımızda. Ağrıları sıklaşınca, tavır ve edasından bir şey anlayamadığım doğum uzmanı Doktor; “Gözetim altında tutmanın gerekliliğinden” bahsetti ve yatırdı karımı ünitelerden birine.
Karım ilk kez anne, ben ilk kez baba olacaktım, doktorun ahenksiz tavrına karşın aklımdan ve sanıyorum aklımızdan başka bir şey geçmedi, belki de karım yoğun bakım ünitesine yönlendirilirken kendimi teskin etmek(4) olsa gerekti düşüncelerim…
Yoğun ayak, koşuşturma sesleri oluştu birden. Kolunda beş tane sarı çizgi olan, yanlışım olmadığına inandığım bir astsubay, hüzünlü bir kalabalık, yerde oluşan kan izleri ile sedyede sürüklenen bir genç kızın peşindeydi, ellerinden bir şey gelememesinin çaresizliği içinde.
Öğrendim. Ebenin başarısızlığı ve yanlışlığıydı, çaresizliklerinin nedeni. Astsubay babanın sabit fikirli(2) bir muhafazakârlık(3) kisvesi altında, bağnaz(3), yobaz(3) oluşu, doktor önerilerine rağmen; “İlle de evde, ebe doğumu” dileği ve hüsran dolu sonuç…
Genç kız sadece prematüre(1) doğan bebeğini yitirmekle kalmamış, yapılan operasyonla, rahmindeki kusur giderilememiş ve genç kızın doğurganlığı kalmamış, bu nedenle de gerek kolu bol çizgili babasının, gerekse ona uyan kolu daha az çizgili astsubay kocasının kaprisiyle evlilik yaşamı yok olmuştu.
Sonucu öğrenen koca, gelenlerin şaşkın bakışlarına önem vermeksizin, yatağındaki çaresiz kadının ruhsal çöküntüsüne, belki sevgisine de boş vererek gerçek bir Müslüman olarak şeriatın(3) emrettiği şekilde üç kez; “Boş ol!” demiş, kendi avenesi(1) ile birlikte ortalıktan kaybolmuştu.
İki şeyi vurgulamak gerekti; beraber bir ömrü üç kelimeyle sonlandırmak dindarlık(3) mıydı? Yani; gerçek Müslüman olduğu kanaatinde olan gerçek bir Müslüman mıydı gerçekten?
Ve babalı-damatlı kendi Müslüman tapınakları ve kaprisleriyle bir genç kızın o halindeki ruhsal yarasına bakmaksızın damat efendinin avenesi dediğimiz kişilerle defolması doğru muydu?
Muhtemelen islami bakımdan karısını boşayan nokta nokta kelimesiyle vasfını belirtmekten utandığım biri, herhalde daha odadan çıktığında yasal gereklilikler için de hazırlıklara başlamış olsa gerekti zihninde.
Birkaç gün geçti aradan. Ne karım kurtuluyordu, yani bebeğimizi doğurabiliyordu, her gün artan “Ahlarla, Oflarla” ne de o genç kız iyileşiyordu, sadece annesinin himayesinde(1), yalnızlığında.
Canhıraş(1) bir feryat sonra sessizliğe gömüldü karımın yattığı oda. Doktor ve hemşireler uzun geğirme, bağırma, çağırma sesleri üzerine koşuşturmuşlardı. Herkesi itekleyerek başına koştum ben de. Gözleri kocaman olmuştu karımın birden, bana dışarıya “Defolmam!” emredildiğinde!
O gözlerde kendimi yitirdim, kalbimin çarpıntısında, bir şeyleri öncemde önleme gayretini yaşamamış olmamın hüznünü yaşamaya başladım anında. Kendimi ayıplamam mı, kızmam mı, tenkit etmem mi gerektiğini bilmiyordum, bana yakışmayan ve yakışmayacak.
Koşuşturanlar kapıyı kapatıp, perdeleri bile çektiler yüzüme karşı. Feryatlardan sonra kesilen sesler arasında bir bebek sesi yükseldi, sonra yeni doğan ünitesine yöneldi kucağında bebekle hemşire ya da doktorlardan biri. Bu sırada yine onlardan biri; “Gözünüz aydın!” derken, bir diğeri üzgünce; “Başınız sağ olsun!” dedi.
Karım kendisine aktarılan bilgilere göre kalbindeki rahatsızlığı umursamamış, gerekli belgeleri bana haber vermeksizin, kendi yaşamından vazgeçerek imzalamış; “Önceliğin bebeğimiz olduğunu” söylemiş.
Onu sevemediğime, içimden gelmediği için âşık olamadığıma üzülmüş, hatta nefret etmiştim kendimden ki, geçmiş ola! Peki, o sevmiş miydi beni? Sanırım! Bizim çocuğumuzu doğurmak için kendinden, yaşamından vazgeçtiğine göre…
Değil mi?
De…
Bundan sonrası? Nasıl bakardım ben, bizim olan bebeğimize, yeni doğan bebek ünitesinden çıktıktan sonra?
Kuvözdeki(1) bebeğimize bakarken, dünyanın en harika görüntüsüyle karşı karşıya idim sanki gözlerini açmış da bir an için de olsa bana bakıp gülümsemiş gibiydi bebeğim. Yanıma yaklaşan yaşlı hemşire; “Sus!” işareti yaptı, bebeği kuvözden çıkarıp kayboldu, belki de doktordu, bilmem mümkünsüz.
Bir süre sonra döndü ve kulağıma fısıldadı;
“Öncelikle başın sağ olsun! Orda yatan genç kızın memeleri dolu dolu. Kocası terk etti onu, annesi başında ve müjdeli haber; bebeğinin sütannesi olmaya anında razı oldu. Bebeğin şu an onun koynunda ve ikisi de birbirini yadırgamadı(4), biri doyuruyor, biri doyunuyor…
Bu size Allah’ın lütfu, el uzatışı. Allah’a inancınızı dualarınızla pekiştirin(4)!”
O genç kıza ve annesine “Sağ olun!” demeyi geçirdim içimden. Nutkum tutuldu(4), öz anne-evlât gibi onları koyun koyuna, annesini de mutlulukla başlarında izler görünce.
Saklamaksızın ve saklanmaksızın itiraf etmeliyim ki, iki eşimden sonra dünyada rastladığım melek kadar güzel bir genç kızdı o, sırf bundan böyle çocuğu olmayacağı için kocası tarafından terk edileceğini aklımın ucundan bile geçirmemin imkânsız kalacağı.
“Sağ ol!” ya da “Sağ olun!” demeyi unutmuş, hatta bilmez gibiydim dorukta olan şaşkınlığımla. Belki bunda bir görevlinin beni arayıp bulup da;
“Eşinizi gasılhaneye(3) koymuştuk. Ne zaman yıkanmasını, kefenlenmesini isterseniz, rızanızı belirtmeniz ve mezar için gerekli belgeleri almanız gerek!” demesinin de etkisi olmuş olabilirdi.
“Bağışlayın! Çaresizim! Biliyorsunuz annesini yitirdim! Kızım önce Allah’a sonra size emanet! Rahmetlinin cenazesini kaldırmam gerek…
Sonrası için de önümü göremiyorum, devamlı yardımınızı özlemem de, istemem de, hatta düşünmem bile haksızlık olur size…
Şimdilik sahiplenin, ne olur, Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eyler(5), gösterir, bulur, buluşturur bir çare! Cenazeyi kaldırayım, mutlaka ulaşırım size…”
Başka söyleyeceğim bir şey yokmuş gibi kızıma ve genç kıza bakıp sırtını döndüm.
Genç kız, yani genç kadın, yani şu anda anne sevdasının doruğunda gibi görünen sütanne mutlu görünüyordu, bebek koynunda, parmakları ve avucunun içiyle göğüslerinden birini doğal yaşam inancıyla mıncıklarken(4).
Yaşlı kadın beni arkamdan uğurlarken, teselli etme gayreti de yaşadı;
“Git oğul! Görevlerini yap bebeğin annesi için! Dediğin üzre, Mevlâ’m neylemişse güzel eylemiştir. Sen dönene kadar bu yavru annesizliği bilmeyecek, doktor izin verdiği kadar yatacağı oradaki yatağında da bakarız. Allah kerimdir, elbet bulunur bir çaresi, hemen, belki de biraz öncesinde belkim. Dünyada ölümden başka her bir şeyin çaresi vardır, çaresizlik yaşama!”
Bir arkadaşım vardı, iyi! Evet! Yoksa ortalıklarda gözükmeyen iyi olan ben miydim, farkında olmayan, her ne kadar Allah iki karımı da yok yere(!) elimden alarak beni terbiye etmiş gibi görünse de?
Birincisinde; aç-açıkta, yokluklar içindeydim, ikincisinde; bolluklarda, bana yararı olmayacak, belki annesiz kızım için gerekecek.
Ve şu anda annesiz bir bebeğe bakmak konusunda endişem varken, elimden tutulur gibiydi, bebeğini yitirmiş bir anne, anneanne, belki dede de. Sonucum varsayım(1) üzerine bilinmese de bilmesem de, bilemesem de…
Kafama takıldı birden. Kızıma isim aramak geçti aklımdan. Naisim, ya da kısaltarak Nasim diye düşündüm, isimsiz anlamında, kendi kendime uydurduğum, zalimce. Namütenahi(1), nahoş(1) gibi kelimeler oluyordu da; Nasim neden olmasındı ki? Annesini Tanrı almıştı, Tanrıya isyan şeklinde, kızımızı ömür boyu cezalandırmayı nasıl düşünebildim ki o an?
Önceliğim mezar yeri temini idi, hastaneden aldığım belge üzerine. Tamamlamak bir hayli vaktimi aldı, ertesi güne ancak tamamlayabildim.
Kızımın annesi usulüne göre yıkanırken başında durmam şarttı sanki, ayrılamadım. Kefenlenerek tabuta konan karımın naaşı gasılhaneden çıkarken, utandım düşüncemden, yüzünü göremesem de utandığım düşüncelerden kendimi azat edip, kızıma annesinin adını vermeyi düşündüm, evvelemirde(2) Nüfus Kâğıdını çıkartmak için gerekenleri yapacaktım, cenaze işlerim bittikten sonra.
Sonuç?
Her nasıl olmuşsa, “Olmaz!” diye bir şey yok ya Türkiye’mde bebeğim, yani bebek, annesi(!) ile birlikte taburcu olmuştu! Nasıl? Ne şekilde, bilemediğim.
Sahiplenilmişti bebeğim, annesi mezarda, ben boşlukta, sahiplenen kayıpta gibi, her ne kadar hastane kayıtlarında var görünüyor olsa da. Ellerimin bomboş olmaması için başlangıçta ellerimde bir şeyler olması gerekmiyor muydu?
Hastane kayıtlarında doğuramayacağı için karısını bir anda boşayan galiba üstçavuş denilen kimliksiz varlıkla ilgili bilgiler vardı sadece, bir de boşadığı karısının adı.
Açmıştım telefonu çavuş efendiye! Onun yerine babası olduğunu söyleyen kişi çıkmıştı karşıma, anlayamadığım bir öfkeyle. Cevap alamadığım gibi küfre de boğuldum, daha derdimin ne olduğunu söyleyemeden. İnsan gelini doğuramayacak diye bu kadar mı kinlenirdi, bir süre için de olsa oğlunun aynı yastığı paylaştığı karısına karşı?
Astsubay oğul için konuşmak haddime olmasa da karı-koca olarak öncelerinde yaşadıklarına bu adam eğer “Aşk” diyorduysa yaşadığına, basit bir hikâyeden başka bir şey olmasa gerekti, söylemi…
Genç, yavrusunu yitirmiş, yeni bir yavru ile teselli arayan genç kadın, hastanedeki ıstırabı bitip de evine döndüğünde şaşkına dönmüştü. Kısa bir tarif gerekirse evi silme denecek şekilde baştan aşağıya, tamtakır, kuru bakırdı(2).
Doğurganlığını yitirdiğini öğrenen sevgi ile yaratılmamış kocası, belki annesinin telkiniyle. Ev sahibinin;
“Yazıktır, günahtır, etmeyin, eylemeyin, almayın mazlumun ahını(4!” demesine rağmen, yangından mal kaçırır gibi bir kamyonla gelip çay kaşıklarına varıncaya kadar ne var, ne yoksa alıp götürmüşlerdi.
Hatta öyle ki; çıkınlardaki(2), belagate sandığındaki(2) ölümlük-dirimlik(3), kefen parası(3) diye yaşlı kadının sakladığı, kızının bile bilmediklerini de götürmüşlerdi.
Olayın ertesinde yokluk dört bir yanlarında umutları yalnızlıklarında Kaf Dağının ardındaydı. Bebe susar, susmak bilmez, acıkır, doymak bilmez büyüme arzusunda. Altı kirlenmiştir, hastanenin verdiği alt bezini yıkayıp tekrar kullanmak mümkün değildir. Bir çarşafı yırtıp alt bezi yapsalar, çarşaf olmadığı için mümkün değildi.
Ev sahibi karı-koca yetim olan kıza, kocasız kadına ve öksüz bebeğe acıyıp evlerine almışlardı. Amca, karısının aklına soktuklarını bir koşu alıp getirmişti şimdilik. Ama nereye kadar? Almadan vermek sadece Allah’a mahsustu. Kendi çoluk-çocukları almışlar başlarını diyarı gurbete göçmüşlerdi, işleri-güçleri gereği.
Kendilerinin geçimi amcanın emekli maaşı ve karınca-kararınca(2) da olsa ev kirası idi. Şimdi?
Astsubayın hastane için verdiği adrese geldiğimde perde yerine gazetelerle kaplanmış pencereleri, duvar niteliğinde kapıyı görünce şoke olmuştum(4).
Ev sahibinin kapısının zilini çaldım. Tek birimlik şoke olmam yetmemiş, neredeyse kendimi yitirmek moduna girmiştim, ilk ağızda(2), kendimi anlatınca hemen söylenenlere göre. Uzunca bir süre kendime gelemedim çünkü.
Ev sahibine işaret ettim. Ana-kız yorgun, bebek mutlu gibi uyuklarken sessizliği ve yaşananları anlamak, dinlemek için yan odaya geçtik önce beraberce ve sonra neredeyse çırılçıplak bırakılmış eve.
Anlatılanlar önemsizdi. Hele ki mal düşkünü olarak arkalarında bıraktıklarını düşünmeksizin hırsız gibi, gelmesi beklenen, fakat gelemeyen bebek için hazırlananlar dâhil, evi soyup soğana çevirmişlerdi. Kazadan ise sonra haberdar oldum.
Ölenle ölünmez, ölenin arkasından kötü konuşmak da yakışmaz bana ve bize. Ancak haksızlığı Allah’ın affetmediği de bir gerçek. Şehit olsa belki ağıtlarla, bayraklarla kılınacak cenaze namazı nasip olmamıştı astsubaya.
Annesi babası taksiyle evlerine dönerken, bir tankerle çarpışan eşya taşıyan kamyon alev almış, astsubayın narına(1) kamyon şoförü de, tanker şoförü de yitirmişlerdi yaşamlarını. İtfaiye geldiğinde yakıt tankından fışkıranlarla çıra gibi tutuşan eşyalar nedeniyle itfaiye gelinceye kadar neredeyse bedenleri bile kalmamıştı hepsinin de, sonradan öğrendiğimiz.
Ev sahibinin astsubay yaşarken lâneti Allah’a ulaşmış olsa gerekti, kaza nedeniyle. Kıl payı(2) ile sonuçtan kendilerini kurtaranlarla, trafiğin aksaması, işlerine, ya da evlerine ulaşmakta geciken insanların ilenmeleri(4) ise; mahşere(1) kadar tüm gelmiş ve kendinden sonra gelecek nesline yetecek kadar olsa gerekti!
Belki olayı yaşayan sütannenin o günün ertelerinde bana anlatması sonucu yapılanları öğrendiğimde utanıp-sıkılmaksızın bir şeker çuvalı içine gibi sarılıp kefenlenip mezara bırakılan kişi için benim ilenmelerim için Tanrıdan özür diledim!
Düşünmeme gerek yoktu, aklımdan geçeni hemen uygulamaya koymam en mantıklı çözüm olacak gibime geliyordu. Bunun için de anne-kızın yorgunluklarını gidermelerini, bebeğin yaygarasını(1) beklemem uygun olacaktı. Üstelik annenin doğal olarak olaylardan etkilenip de sütünün kesilmesi kızım ve artık kızımız için risk olmamalıydı.
O an sanki dilimin ucundaymış(2) gibi gecikmeksizin geldi. Merakla bakan yüzlere, bebek şimbil şimbil bakarak(4) katkıda bulunurken; “Cork! Cork!” şeklinde seslenişiyle hükmünün yerine getirilmesini emreder tavrındaydı!
O genç kadına artık sütanne, analık, üvey anne haksızlıktı benim için, anneydi o. Çünkü hemen sırtını döndü, göğsünün düğmelerini açarak. Anne-evlât bağı kurulmuştu, belki bebeğin annesi, belki bebeğini yitiren bir annenin ömürlerinin başladığı anda.
Dileğimi anında şekillendirmeye başlamam gerekli geldi bana;
“Bak anne! Bak kardeşim! Yaşamaya mecbur bırakıldığınız yokluklar dolu bu evde kalmanıza rızam yok! Bebeğim için mecburiyetmiş gibi teklif edeceğimi kişisel arzummuş gibi de yorumlamayın lütfen! Yaşayamazsınız, yoklukların egemen olduğu, hatıralarınızın sizi baskı altında tutacağı bu evde…
Eşimi yitirdim, ev bomboş, benim evimde yaşayın. Ben bir-iki parça ufak tefekle boş olan bu evde amcanın kiracısı olarak kalırım. Sabahları işe giderken hem kızımı görürüm, hem de ihtiyaç listenizi alırım, akşamları da dönerken istediklerinizi bırakırım. Yeter ki siz rahat edin!”
Kabullenmeleri zor oldu, günlerce dil döktüm, amca ve teyzenin desteğiyle, rızaları bayramdı benim için.
Anne-kızın isimlerini biliyor muydum? Yoo! Beni biliyorlar mıydı, peki? Başlangıç olarak imkânsız! Sonralarımızda belki hastaneden, belki yaşlı hemşireden, ya da ne bileyim, hissi kabl el vuku(2) gibi bir kuruntumdan(1), kuramdan(1)…
Sessizliğe gömülü konuşmaksızın bir yaşamdı tükettiğim, ben emin eller dolaysıyla mutluydum, yurtiçi ve özellikle yurt dışı görevler için gözüm arkada kalmayacaktı, bana göre.
İlerleyen zamanda yalnızlığımı ve yokluklarla mücadele çabamı hoş görmemiş olsa gerekti Tanrı. Her ne kadar anne, taşındıktan birkaç günler sonra;
“Çocuğuna bakıyoruz, bakacağız diye bize tahammül edip yokluklara katlanıyorsun. Ne yiyor, ne içiyorsun, nasıl yaşıyorsun bilmiyoruz. Ev senin, geniş bir odayı sen sahiplen, masada bir tabak fazla olur!” deyip beni kabulleneceklerini söylemişti.
Tanrı işte bu an devreye girmesinin gerekli olduğuna inanmış olsa gerekti. Çünkü anneyi “Vaktin geldi!” diyerek genç annenin öz annesini yanına almış ve kızımla kızını belki de gözleri arkada kalarak arkasında bırakmıştı.
Görevlerin gereğini yapmıştım, tecrübeliydim çünkü iki eşimi de sırasıyla yitirdiğim için.
Ve loğusa(1) olduğu için, bebeğini belki yanlışlardan, rahatsızlıklardan korumak için cenazeye katılamamıştı, bunda benim hiçbir şekilde itiraz ya da katkım olmamıştı, karar tamamen kendine aitti, ancak söz vermiştim, zamanı gelince mevlitlerini okutturacak ve mevsiminde de ziyaretini mutlaka yapacaktı. Dileğim; anneye uygun mezarı yaptırdıktan sonra onu mezar başına götürmekti.
İlk kez baktım genç kızın gözlerine, anında da sapıtmıştım(4), tek kelime bile etmeden. Sonrasında, hem kim bilir ne kadar sonrasında ve kanımca iş işten geçtikten sonra çözülmüştü dilim;
“Annenin dileği, vasiyeti, arzusu var mıydı?”
“Yoktu!” dediğinde susmam gerekmişti.
Çünkü annenin Nüfus Kâğıdını alarak defin işlerini yaparken öğrenmiştim, annenin adını, sanki gerekliymiş gibi, aslında bilgileri şimdiden kafama yerleştirmem gerekliydi, ilerilerde mezarının taşına yazdırmak için.
Doktor, oturduğu yerden kalkmaksızın vurmuştu hazırlanmış kâğıda kaşesini ve okunamayan imzasını karalamıştı.
Öğrendiğim sadece annenin adı değildi. Aslında anne olamasa da, kızımın annesi olan genç kadının adının da; rahmetli anne olan eşimin, kızımın adı gibi Zeynep idi.
Ve kızım daha yaşını doldurmadan anneannesini, ben de “Anne” dediğim anneyi yitirmiştim, kazancımız “Zeynep Anne” idi kızım için, doğallığı tartışılmayacak, fizikselliği önemsenmeyecek.
Hani gariplerin, garibanların cenazeleri vardır, kimsesizliğin, ötelenmiş(4) olmanın şekillendiği, tabutlarını mezara kadar götürmek için ancak dört kişinin bulunabildiği. Ben, talkını verecek(3) hoca efendi, arabanın şoförü ve kenarlardan köşelerden dördüncünün desteği ile Sultan Süleyman’a bile kalmayan dünyanın tüm insanlara ibretini(3) gerçekleştirmesi gibi.
Koca şehir mezarlığında; “Şu ada, şu parsel, şu mezar” diye işaretlediğim kâğıdı özenle katlayarak cebime yerleştirirken bir namazlık saltanatı(7) olan soğumuş bedeni, aynı mevcutla teslim ettik toprağına, namahrem(3) kurallarına uyamamış olsak da...
Düşünceliydi Zeynep, hem de çoktan çok. Düne kadar sorunu yokmuşçasına yaşadığı dünyada bundan sonra nasıl yaşayacağının, yaşaması gerektiğinin artılarını-eksilerini hesaplamaya başlamış olsa gerekti.
Eve döndüğümde gözlerimiz çakıştığında, egemen olamadığı, belki de istemsiz bir hareketle bebeği göğsüne bastırarak “Zeynep bebek benim!” der gibi bir çaba içindeydi. O hareketinin karşılığı başımı eğmek olmalıydı, ben de başımı eğdim.
İnsanların şaşkınlığı bazen işe yarıyor galiba; “Bir varmış, bir yokmuş, velbasübadelmevt(3), Allah rahmet etsin, Allah taksiratını affetsin(3)!” düşüncelerimin yoğunluğunda:
“Sizi başsız bırakamam, bırakmam!”
“El, ne der?”
“Umurunda olmasın!”
“Nasıl olmaz ki?”
“Kızımı sahiplendin, beni de sahiplen!”
“Ciddi misiniz? Bir şey veremem ki hatta betinizi-bereketinizi(2) bile yok edebilirim, şanssızlığımla!”
“Öyle deme Zeynep! Benim, bebeğimin şansı oldunuz anne-kız. Muhtaç olduğum anda el uzattınız bana. Annelik yaptın kusursuz, doğurmasan da, doyurdun, gözlerinin içi gülüyordu kızımla beraber olduğun her an, bu anne olman demekti. Senden istediğim, isteyeceğim hiçbir şey yok, sevgi dâhil. Sadece kabullen beni, Zeynep’i beraber büyütmek için bir şans tanı bana.”
İkinci defa baktım gözlerine, ilkindeki gibi şaşkınlığım devam ederken.
“Öncemde sana rastlamamış olmamın kahrını yaşadım. İçimde zapt edemediğim, engellemek istemediğim arzular var. Kabul et beni, ayrı olmazsak, gayret edersen belki seversin beni, belki mutlu olmak için çaban olur. Bunun için bedenlerimiz gerekli mi? Kalplerimiz, gönüllerimiz yetmez mi bize?”
Bazen sessizlikler, seslerin göstergesidir, her ne kadar “Sükût ikrardan gelir!(2)” sözündeki gibi başın öne eğik olması bir kısım gerçekleri anlatıyor gibi olsa da.
“Çekincen nedeniyle şimdi gidiyorum Zeynep. Seni, sizi yalnız bırakmak dileğim yok. Ama istemezsen ısrarcı da olamam. Yalvarırım düşün ve beni kabullenme arzusunu yaşamaya gayret et! Ben senin kocan değil, çocuğumun babası olarak yanında kalmak istiyorum. Elini uzatmasan da, elimi tutmasan da bundan sonraki yaşamı üleşelim, paylaşalım istiyorum, gerisi sana kaldı. Allahaısmarladık!”
Yapacak, söyleyecek başka bir şey kalmamış, yok gibiydi.
Zeynep bir elini uzattı, başını göğsüme dayama gayreti yaşarken, kızımız şimbil şimbil bakınarak bizi yaşama arzusundaydı sanki.
Zeynep;
“Gitme! Kal!” dedi…
YAZANIN NOTLARI:
(1) Avene; Kötü bir işi birlikte yapanlar, kötü bir eylemde birbirine yardım edenler, kafadarlar, yardakçılar.
Canhıraş; Tüyler ürpertecek denli korkunç, yürek parçalayıcı, acı acı çığlık, bağırma.
Cesamet; Büyüklük, irilik.
Çıkın, ya da Çikin, ya da Çıkı; Bezle sarılarak düğümlenmiş küçük bohça. (Yöresel olarak çikin, “r” harfi düşmüş olarak “Çirkin” anlamında da kullanılmaktadır).
Damızlık; Aslında Sadece döl almak amacıyla yetiştirilen iyi nitelikli hayvan, bitki. Ancak öyküdeki anlamı; kadının sadece çocuk sahibi olmak için kullandığı adam (Affedersiniz).
Himaye; Koruma, gözetme, esirgeme, elinden tutma, gözetme, kayırma.
İktidarsız; Cinsel gücü olmayan erkek. Bir işi yürütme, başarma gücü, yeteneği olmayan, beceriksiz, yetersiz.
Komprime; Bir konuyla ilgili olarak derinliği olmayan kalıplaşmış bilgi. Ağız yoluyla kullanılmak üzere hazırlanmış, genellikle yassı ya da silindir biçiminde katı ilâç.
Kuram; Bir bilim ya da sanatla ilgili, ya da herhangi bir sorunu ilgilendiren, uygulanmadıkça gerçekleşip gerçekleşmeyeceği, doğru olup olmadığı bilinmeyen, düşüncelerin ilkelerin tümü. Gözleme dayanan zan. Soyut Bilgi.
Kuruntu; Olmayacak bir şeyin olacağı sanısına kapılma. Yersiz ve yanlış bir zannetme, düşünce.
Kuvöz; Yeni doğmuş, zayıf, dayanıksız bebeklerin ve özellikle de erken doğmuş bebeklerin bulaşıcı hastalıklardan korunması amacıyla içine konuldukları belirli sıcaklığı olan aygıt.
Loğusa (Lohusa); Yeni doğum yapmış kadın.
Mahşer; Dinsel inanışa göre, kıyamet günü dirilecek olanların toplanacakları yer. Büyük ve gürültülü kalabalık.
Metanet; Dayanma, dayanıklılık, sağlamlık.
Müşkülpesent; Güç-zor beğenir. Güç beğenen, memnun edilmesi zor olan. Bir işi yapmamak için türlü bahaneler uyduran.
Nahoş; Güzel olmayan, hoşa gitmeyen, çirkin, kötü.
Namütenahi; Ucu bucağı olmayan, sonsuz, sınırsız.
Narına (Yanmak); Birinin yüzünden, haksızlığa uğramak, zarar görmek, ölmek, ayrılığı, hasreti ile yanar gibi ıstırap çekmek, ateşiyle yanmak.
Özeleştiri; Kişinin kendi düşünce, davranış ve eylemlerini tarafsız olarak gözden geçirmesi, kendini eleştirmesi. Bağlı olunan amaç, düşünce, ideal, ülkü için kişinin kendini, eylemlerini yargılaması.
Prematüre (Bebek); Gebelik süresi tamamlanmadan dünyaya gelen, zamanından önce doğmuş bebek.
Şevk; İstek, heves, sevinç, neşe.
Şiar; Belirti, emare, iz anlamında olmakla beraber belirli özellikleri birbirinden ayıran fark.
Tescilli; Bir şeyin resmi olarak kaydedilmiş olması, resmileşmiş, kütüğe geçmiş
Varsayım; Deneyle henüz kanıtlanmamış, doğrulanmamış olmakla birlikte, kanıtlanmadan, geçici ya da kalıcı olan, kanıtlanabileceği umulan, mantıksal bir sonuç çıkarmaya dayanak olarak öne sürülen benimsenen kuramsal düşünce, önerme. Bir olayı açıklamada yararlanılan bilimsel ilke, hipotez.
Yaygara; Bir şeyi bahane ederek yüksek sesle bağırıp çağırma.
(2) Adam Sendecilik; Önemsememe, vurdumduymaz davranışlar içinde olma.
Âlâlı-Vâlâlı (Âlâyı-Vâlâlı, Âlâyı-Vâlâ ile) ; Her şeyiyle mükemmel, dört-dörtlük.
Belagate Sandığı; Daha çok Belâgade, Belegade Sandığı şekillerinde Osmanlının ilk kurulduğu ya da hüküm sürdüğü yörelerde (Bilecik ve ilçesi Söğüt, Bursa ve ilçesi İnegöl dolaylarında) kullanılan bir sözdür. Yedek akçaların, kıymetli evrakın ve anıların saklandığı yer anlamında kullanılmakta ayrıca “Ölümlük-Dirimlik” ya da “Kefen Parası” denilen tasarrufların saklandığı kavanoz, kutu ya da sandık olarak söylenen yerel bir deyiş.
Bet–Bereket; Bolluk.
Bohem Hayatı; Aslında çingenelere özgü gamsız, kedersiz, tasasız, derbeder, kasavetsiz, savruk, hoş, paraya pula önem vermeden yaşama şeklini ifade eden eski, günümüzde de geçerliliğini koruyan hayat tarzıyla ilgili bir terimdir.
Dilinin Ucunda (Olmak); Söylemek üzere olmak. Söyleyecek durumun olasılığı (olup da vazgeçmek).
Evvel Emirde; Her şeyden önce, ilk iş olarak, ilk önce, ilkin.
Hiss-i Kabl-El-Vuku; Hissikablelvuku olarak da yazılabilir. Altıncı his, önsezi, içine doğmak gibi anlamları taşır. Bir olay olmadan önce o olayı hissetmek de denebilir.
İlk Ağızda; Her şeyden önce, ilk iş olarak, en başta, en önce, ilkin, öncelikle.
Karınca Kararınca (Karınca Kaderince); Az da olsa elden geldiğince.
Kıl Payı (Kalmak); Çok az kalmak.
Sabit Fikirli; Ön yargılı. Saplantılı.
Sefahat Âlemi; Zevk ve eğlenceye düşkünlüğün tasviri.
Sükût İkrardan Gelir; Bir suçlama karşısında susmak, suçlamayı kabullenmek, bir teklif karşısında susmak o teklifi kabul etmek, kabullenmek anlamındadır. ATASÖZÜ
Tam Takır-Kuru Bakır; İçinde hiçbir şey olmayan, yok, bomboş, anlamında kullanılan bir deyim.
Tevazuu Sahibi; Gösterişsiz, yalın, alçakgönüllü. Mütevazi.
(3) Din ile ilgili konular;
Bağnaz; Fanatik. Bir öğretiye, bir dine, bir kimseye, bir şeye çok aşırı ölçüde, coşku ve tutkuyla bağlı olan.
Bir bölüm insan dünya malını ister, bunlar sürülere benzer. Bir bölümü ahreti ister, bunlar korku yönlendirir. Bir bölümü de Tanrıyı ister. Tanrı; “Kullarım; beni isteyin, size bulunayım!” der... Hacı Bayram VELİ
Bir Kısım Dini Vecibeler; Din ile ilgili farz (Hac, Zekât, Oruç, Namaz, Kelim-i Şahadet) Vacip, sünnet gibi gereklilikler. Ölünün arkasından mevlitlerin okunması, talkın verilmesi dini bir vecibe değildir. İbni Abidin adındaki bir İslam bilginin sözleri aynen şöyledir; "Ölüleri hayırla yâd etmek vaciptir. Ama onların arkasından 7, 40 ve 52. geceler bidattir. Muayyen gün ve gecelerde (ki sene-i devriye mevlidi de bunlardan biridir) evlerde mevlit okutmak o mümin ölüye işkence etmek hükmündedir.”
Dindarlık; Dinine bağlılık.
Dua edin, İsteyin veririm; Kur’an’da böyle bir ayet, sure, söz yoktur. Olsa olsa Kur’an Nisa Suresi 134. Ayetteki; “Kim dünya nimetini isterse bilsin ki dünya ve ahiret nimeti Allah katındadır” ya da Kur’an İsra Suresi 18. Ayetteki; “Kim geçici dünya arzularını isterse, isteğini çabuklaştırırız” mealindeki ayetler kastedilmiş olabilir.
Fidye; Yaşlı, hasta veya özür gibi mazeretleri olan bir kimsenin yapamadığı ibadetlere (genelde tutamadığı oruç borçlarına karşılık ödemesi gereken bedel. Ramazandaki gün sayısına göre (Bazı yıllar 29, bazı yıllar 30 gün tutulan) Ramazan günü karşılığı ödenen fitre bedeli. Kurtulmalık, tutsak düşmüş olan ya da rehine olan birini kurtarmak için verilen para.
Fitre; Sadaka-i Fıtır. Can-Beden Sadakası. İslam’da varlıklı olanların ramazan ayı içinde yoksullara vermesi dince buyurulan miktarı belli sadaka. Bir fakirin bir günlük ihtiyacının giderilmesi.
Garez; Birine karşı kötülük etme isteği, kin, düşmanlık.
Gasılhane (Gasilhane); Ölü yıkama yeri.
Gıybet; Çekiştirme. Dilin âfeti. Bir kimsenin gıyabında (arkasından) onun ve yakınlarının kusurlarından hoşlarına gitmeyecek şekilde bahsetmek, konuşmak, yüzüne karşı söyleyemeyeceği şeyleri arkasından söylemektir ki Kur’an’la yasaklanmıştır.
Haset; Çekememezlik, kıskançlık. Bir kimsenin sahip olduğu mevki, şan, şöhret, sıhhat gibi manevi, mal-mülk gibi maddi nimetlerini çekememek, bunlardan rahatsız olmak, sahip olanın bunlara malik olmamasını arzulamak, dilemek, istemek.
İbret; Acayip, çirkin, kötü, yanlış düşüncelerden sakınmayı sağlayan olgu, ya da bu gibi olgulardan, olaylardan alınması gereken ders.
İftira; Yalan söylemek, uydurmak, asılsız isnatta bulunmak.
İstihareye Yatmak; Arapça kökenli olup kısaca anlamı; “Bir işin hayırlı olup olmadığını anlamak için abdest alıp, dua okuyarak uykuya dalmak”tır. (Genelde camide, bazı-bazen evinde namaz kılıp, gereken dualar yapıldıktan sonra, insan yönünü Kıbleye doğru çevirerek yatar ve eylem gerçekleşir.) İstihare için öncesinde tövbe edilip, gusül abdesti almak gerektiği ve sonrasında iki rekât namaz kılınması gerektiği bilinmektedir. İstihare bir gün, ya da bir gece ile sınırlı olmayıp birkaç gün devam edebilir. Kendine has duaları da vardır. Bir de şunlar anlatılır; eğer istiharede beyaz ve yeşil görülürse hayırdır ve düşünülen iş yapılır, siyah veya kırmızı görmek ise şerdir, o işin yapılmasından vazgeçilir. (Günümüzde bunu rastlayacak rakamların tek çift olması, papatya falları v.s. ile yapılması insanların daha kolayına gidiyor olmalı, herhalde.) Ek Bilgi; İstiharede beyaz ve yeşil renk görmek hayır, siyah ya da kırmızı renk görmek şer işaretidir, derler.)
Kefen Parası; Ölmeden önce ihtiyat olarak, ya da ölüm döşeğinde ağır hasta yatarken ölümlük-dirimlik gibi, kimseye muhtaç olmamak için elde tutulan para, ziynet, mal ya da herhangi bir şey.
Kinaye; Bir fikrin, düşüncenin, ya da dileğin kapalı, dolaylı, üstü kapalı bir şekilde söz olarak söylenmesi. Bir sözü gerçek ve mecaz anlamda kullanmaktır. Örnek; O, evine (yani ailesine) çok bağlı bir insandır.
Lâf Taşımak; Birinin bir kimse için, ötekinin de onun için söylediği kötü sözleri, onların aralarını açmak amacıyla kendilerine ulaştırmak.
Lâkap Takmak; Bir kimseye adından ayrı olarak, onun bir özelliğinden kaynaklanan bir isim vermek (Kur’an, Hucurat Suresi, 11. Ayet; Ey inananlar! Bir topluluk başka bir toplulukla alay etmesin! Olabilir ki, alay ettikleri topluluk kendilerinden hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler. Alay ettikleri, kendilerinden hayırlı olabilir. Öz benliklerinizi ayıplamayın/kendi nefislerinizde ayıplar aramayın; birbirinize lakaplar yakıştırmayın. İmandan sonra sapıklıkla adlanmak ne kötü şeydir! Kim ki tövbe etmez, işte böyleleri zalimlerdir. Yaşar Nuri ÖZTÜRK Meali; Kısa bir özet; “Birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın!”)
Muhafazakâr; Tutucu, koruyucu. Mevcut toplumsal düzeni düşünceleri ve kurumları değiştirmeden olduğu gibi korumak isteyen kimse.
Namahrem; Yabancı, el. İslâm hukukuna göre evlenmelerinde sakınca olmayan anlamında olmakla beraber kendisinden kaçınılması gerekenler, mekruh hatta günah sayılma durumu.
Ölüler İçin Yapılan İşlemler; Teçhiz (Ölen kişiye yapılan hazırlıklar), Gasil; (Ölünün yıkanması), Tekfin (Ölünün kefenlenmesi), Teşyi; (Ölünün tabuta konup taşınması), Defin; (Ölünün kabre konulması).
Ölülerinizi hayırla yâd ediniz. Peygamberimize mal edilen HADİS
Ölümlük-Dirimlik; Ölmeden önce ihtiyat olarak, ya da ölüm döşeğinde ağır hasta yatarken kefen parası gibi, kimseye muhtaç olmamak için elde tutulan para, ziynet, mal ya da herhangi bir şey.
Salâ; Essalat, Salât. Müslümanları bayram ve Cuma namazlarına çağırmak, bazı yerlerde cenaze için kılınacak namazı haber vermek için minarelerde okunan dua. Namaz, dua.
Şeriat; Kur’an ayetlerine, Hazreti Muhammed’in sözlerine ve yaptıklarına, bunlardan çıkarılmış yorumlara dayanan, insanın yaşamını, toplumsal yaşamı düzenleyici, Tanrısal olduğu için hiçbir zaman değişmeyecek olan dinsel kurallar bütünü, İslam Hukuku.
Taksirat; Kusurlar, suçlar.
Talkın; Ölü gömüldükten sonra Kur’an ‘da olmayan mezar başında imamın dinsel sözler söylediği kısa tören. Telkin şeklinde söylenmesi yanlış olup telkin; Bilinçdışı bir sürecin aracılığıyla kişinin ruhsal ve fizyolojik alanıyla ilgili bir düşüncenin gerçekleştirilmesidir. Bir duyguyu, bir düşünceyi aşılama, kulağına koyma.
Tövbe (Tevbe); İşlediği bir günahtan ya da suçtan, hatadan, kötülükten farkına varıp pişmanlık duyarak bir daha yapmamaya iradeli bir şekilde karar verme. “Bir daha yapmam, olmaz, yeter!” anlamında.
Velbasübadel mevt (Ve’l-ba’sü ba’del-mevt hakkun…); Ölümden sonra diriliş haktır/gerçektir.
Yobaz; Bir düşünceye, inanca aşırı derecede bağlı olan kimse. Dinde bağnazlığı aşırıya vardıran, başkalarına baskı yapmaya yönelen, fikirleri değişmeyen kimse. Mürteci. Aksi, inatçı, kaba-saba, önceliksiz.
Zekât; İslam’da, İslam’ın beş şartından biri olan, Müslüman zengin olanların sahip olunan mal ve paralarının kırkta birinin (Yüzde iki buçuğunun) her yıl fakirlere sadaka olarak dağıtılması.
(4) Arabulucu Olmak; Anlaşmazlık durumundaki iki yanı uzlaştırmak için çalışmak.
Aşağılamak; Tahkir etmek, onur kırmak, onuruna dokunmak.
Azametlenmek; Büyüklük taşımak. Kurumlanmak, gururlanmak, heybetli bir görünüş için uğraş vermek.
Horlanmak, Hor görülmek; Değersiz bulunmak, aşağılanmak, önemsenmemek.
İlenmek; Bir kimsenin kötü bir duruma düşmesini gönülden geçirmek, ya da bunu açıkça söylemek, bir kimse için kötü dilekte bulunmak.
Kibirlenmek; Gururlanmak. Kendini herkesten üstün tutmak, büyüklenmek.
Kulak Arkasına Atmak (Kulak Arkası Etmek); Önem vermemek, dinlememek.
Mıncıklamak; Örseleyecek veya biçimini bozacak, ya da zevk alacak, ya da eziyet verecek şekilde ellemek, sıkıştırmak.
Nutku Tutulmak; Korkudan heyecandan, şaşkınlıktan ya da öfkeden konuşamaz olmak.
Ötelenmek; Daha ileri bir zamana bırakılmak. Ertelenmek.
Pekiştirmek; Sağlamlaşmak, sağlamlaştırmak, kavileştirmek, dayanıklı güçlü bir duruma getirmek, katılaştırmak, sertleştirmek.
Pısmak (Pusmak); Korku vb. nedeniyle bir köşeye sinmek, büzülmek, ses çıkarmamak. Bir şeyi kendine siper ederek saklanmak, gizlenmek.
Sapıtmak; Her yönden saçmalamaya başlamak.. Ruhsal bir düzensizlik içine düşmek. Ruhsal dengesi bozulmak.
Şimbil-Şimbil Bakmak; Tek başına iken genel anlamı küçük ve kurnaz demektir. Ancak ardı ardına iki kez söylendiğinde yöresel olarak gözlerini açarak ve merak ederek dört bir yanına bakmak anlamında, daha ziyade bebekler ve çocuklar için kullanılan bir deyimdir.
Şok Olmak (Şoke Olmak); Şaşırmak, şaşakalmak, hoşa gitmeyecek bir şeyle karşılaşmak, şaşkına dönmek.
Teskin Etmek; Acı, öfke, heyecan gibi duyguları yatıştırmak, dindirmek.
Yadırgamak; Alışkanlığına aykırı görmek, yabancı bulmak, tuhaflığını düşünmek. Kendine yabancı gelen bir kimseye, duruma ya da herhangi bir şeye alışamamak.
(5) Hakk, şerleri hayır eyler/ Zannetme ki gayr eyler/ Mevlâ’m görelim neyler/ Neylerse güzel eyler. Erzurumlu İbrahim HAKKI
(6) Zalimin zulmü varsa, mazlumun ahı, Allah’ı var; Zalimin zulmünü Allah görür ve cezasını verir anlamında, birçok türkü ve şarkılara rehberlik etmiş söz dizisi.
(7) Ne doğan güne hükmüm geçer, Ne halden anlayan bulunur… şeklinde başlayan Cahit Sıtkı TARANCI’nın “GÜN EKSİLMESİN PENCEREMDEN” isimli şiirinin başlangıcından sonra “Kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında? Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında…” dizeleri yer almaktadır. Şiir Münir Nurettin SELÇUK tarafından Türk Sanat Müziği eseri olarak Mahur Makamında bestelenmiştir.