İlk beş içinde bitirmişti üniversiteyi. Yükseklerde yoktu gözü; mastır(1), doktora(1) gibi. Hem istikbal plânlarına göre, çabuk işe başlayıp, kör nefsini(2) doyurmak, biriktirebildikleriyle askerliğini aradan çıkartmak, temelli bir iş bulup yerleşmek ve vatana, millete ve gereğince de kendine yararlı olmaktı maksadı.
Bir bakıma şöyle demek daha gerçek ve doğruydu düşünceleri için, mezun olur olmaz, başlangıç olarak; Devlet Babanın bir iş vermesi (ya da göstermesi), alnının terini silerek(3) askerlikten önce, yurdun neresi olursa olsun çalışmak, askerlikten sonra da aynı yerde göreve devam etmekti. Hak ettiğinden fazlası değil, para-pul önemsiz olarak yararlı olmaktı tüm amacı, ülkesine...
Kaba anlamda “Boğaz tokluğuna(2)” bile görev yapardı, eğer yatacak bir yer gösterilirse. Nedeni; üniversiteyi bitirmiş olması ve ilgililerin “Sana doyum olmaz!” tavrıyla öğrenci yurdundan kapı önüne konulmuş olmasıydı(3).
Üniversite yeniden açılıncaya kadar ilgililer hoşgörülü davranmışlar(3), ancak üniversite sınavını kazanan genç kardeşlerin haklarına el konulması hem idarece uygun görülmemiş, hem de vicdanı elvermemişti(3).
Kendine hoşgörü ile bakılan süre içinde iş aramış, çeşitli sınavlara girmişti. İş talebinde bulunduğu özel işyerleri, derin bilgisinin ve başarılarının kendilerini yoracağını düşünüp “Fazla para ister!” çekincesiyle iş isteğine olumlu yanıt vermemişti.
Yatacak yer temini şartıyla askere gidinceye kadar emsalleri kadar, hatta asgari ücrete(2) bile “Evet!” diyeceğini vaat etmesine rağmen, karşısındakiler CV’sini(1) inceleyip olumlu niyetleri varmış gibi görünmelerine rağmen; “Ucuzdur vardır bir külfeti(4)” tavrıyla, mevcut elemanlarını azdırabileceği şüphesiyle iş vermeyi uygun görmemişlerdi.
Karşı tarafların kendilerince şaşırtıcı ve olumsuzluk içeren gerekçeleri; tecrübesizlikti. Hangi bebe öz lisanını bile anne karnında öğreniyordu, üniversiteden yeni mezun olmuş, pırıl pırıl bir mühendis “Ha!” dediğinle tecrübe kazanmış olsundu ki?
Yükleneceği sorumluluk kadar iş mükemmeliyeti olmayan ve yaşamayacağı işleri kendi kabul etmemişti; Sorumlu Yönetici(5) ya da Mesul Müdür(5) gibi. Hiçbir şey üretmeksizin, eli kıçında dolaşmak, herhangi bir aksaklıkta ise maddi-manevi olarak önce devlete, yasalara ve özellikle göbeğini kaşıyan(6) patrona karşı sorumlu olmak yükleneceği bir sorumluluk değildi.
Zaman olurdu ki ağzınla kuş tutsan(3) bile devlet kurumlarında iş talebinin karşılanması sınavlardaki başarına rağmen geçerli olmuyordu. Devletin açtığı sınavlara giriyor, kaç kişi alınacak; meselâ 100 diyelim, yazılılarda hangi konu olursa olsun 100 tam puan alsa dahi mülâkatlarda(1) asla başarılı olamıyordu.
Hem öyle ki ilk yüzde olmak bir kenara, yedek 200 içinde bile olamıyordu, en iyi ihtimal 201. olmasıydı ve öyle de oluyordu zaten.
Mülâkatların değerlendirilmesini aklı almıyordu. Bırak ilk 100 içine girmeyi, ilk 200 dışında kalıp da kendisini 201. yedek aday yapmaları değerlendirme konusu olarak ilgililerin başarılarıydı! 201. olması için 91 not mu gerekiyor, aldığı not 91 idi, 73 mü gerekiyor mülâkat başarısı 73 idi.
Bazı, bazen insan aklının şaşıracağı bir değerlendirme de çıkıyordu ortaya, örneğin 94,45 puan gibi. Kesinlikle 95 puan değil. Elenmesi gerekenin alabileceği en fazla puandı bu!
Neymiş? Mülâkat Komisyonun değerlendirmesinin ortalamasıymış! Bu uydurmaya, rahmetli İsmet İNÖNÜ’nün harika sözüyle cevap vermek gerekir; “Hadi canım sen de!” Hakkım ve haddim olmaksızın(7) ufak bir eklenti; “Külâhıma anlat!(2)”
Şu gerçekti ki; öylesine hassas bir terazi vardı mülâkatı yapanların ellerinde!
Teknoloji, fen, mesleki bilgi, sosyoloji yazılı sınavların tümünden 100 üzerinden 100 puan al, önemsizdi. Bir de bakıyor, ya da kulağına erişiyordu ki, kaymaklı, ünvanlı, maaşı, parası yüksek yerler için cumhurbaşkanının, başbakanının, milletvekillerinin, kenarda-köşelerde bir şeyler kalıyorsa müsteşarın, çok nadiren de olsa müsteşar yardımcısının kontenjanları giriyordu devreye.
İstisnası(1) yoktu bu gibi sınavların garipler için; “Varsa torpilin arkadaş, patlat, patlat fezaya ulaş!” felsefe(1) bu idi istisnasız.
Deneyim, yetenek, bilgi birikimi; güç ya da güçler karşısında hiç önemli değildi.
Çok darda kalınıp, örneğin yasal yollarla başarılı olma ihtimali olanlar için çözüm ise; ya rüşvet, ya da tehdit idi. Öyle “Öldürürüm, vururum, kırarım!” şeklinde değil. “Kızın var mı kızın? Karın şurada mı, anan-baban, ya kız kardeşin?”
Bu onlara zarar vereceğinin ifadesidir kısaca.
Bu şekilde bir kişi alınacak işe on kişi başvurunca, yazılı sınavda üstün not alan ilk dokuz kişi çeşitli nedenlerle mülâkatta eleniyor ve takdir edilen onuncu kişi sınavı kazanıyordu, yaşamda, gerçek olarak saptanan belgeli olarak sabit!
İnsanın her türlü ihtiyacını göz ardı etmesi(3) mümkündü. Nefes almak, su içmek dışında yemesi ve başını koyacak bir yer bulması da…
Demokrasilerde çareler tükenmezmiş! Pöh! Tükenmişti; aç açıkta yürüyen, nefes alan bir kadavra(1) gibiydi, ancak ayaklarını sürüyebildiği. Ne birikmişi vardı, ne de yaşamına katkı sağlayacak, satmak için kıymetli bir şeyleri…
Kendisi gibi olanlar? Varsa vardı tabii, bilip, rastlayıp görmediği. Ancak vasıfsız olmasına rağmen; “Onun adı Engin, babası var zengin!” tavrında nasıl okuyup mezun olduklarına akıl erdiremediği, arabası, dayalı döşeli evi, belki de garsoniyeri(1) olan, cebi şişkin, çevresi yağcı, yalaka, yağdanlıklar, dalkavuklar ve güzel kızlarla, ya da yakışıklı oğlanlarla dolu havalı olarak dolaşan bir-ikisini görmüştü.
Öyle ki kulağına eriştiği(3) kadarıyla “Bedelli Askerlik(8)” furyasından(1) yararlananların, eften püften(2) (örneğin “İktidarsız(1)” denip de sonrasında evlenip çoluk-çocuğa karışanların) “Çürük” sağlık raporları ile askerlik görevlerinden yırtanların olduğunu da duymuştu.
Doğal olarak ensesi kalın(2), böyyük(1) ve kocaman adamların çocukları olmak gibi avantajı olanlar…
“Vermeyince mabut, n’apsın Sualp?(9)” modundaydı genç adam. Ne ensesi, ne de sırtı kalındı(2), ne amcası ne de dayısı vardı. Üstelik hem öksüz(2), hem de yetimdi(2). Şöyle söylemek gerek, belki daha doğru olarak, dünyaya gelişini bilmesi imkânsızdı, ancak dönüşünün de tıpkı gelişi gibi çıplak olacağından emindi.
Cebindeki son kuruşla tüm sermayesi olan giyeceklerini sığdırdığı valizini tren garındaki emanet dolaplarından birine saklamış ve “Ne iş olsa yaparım abi!” modunda çarşıda dolaşmaya başlamıştı.
Kıskançlığı değil ama hüznü; bacak kadar çocukların berberde elbise fırçalayarak, terzide teyel sökerek, şurada-burada getir-götür işleri ile harçlıklarını çıkartmalarına özeniyordu, yalanı yok, gerçek; gerçekti çünkü kendisine istese de o işler verilmezdi, hiç olmadık bir somun ekmek için…
Bu konumda kendisi gibi olanlar yok muydu, bir kez daha? Vardı tabii. Onları gerçekten tanıyordu, yakından da, uzaktan da olsa. Ağızları açık(2) bir şekilde, belki de kendininki gibi kokuyor, kendinden farklı olarak saçları, sakalları birbirine karışıktı, üstlerini başlarını ise tarif etmeye gerek yoktu bu gençlerin.
Bir ara gözlerine inanamadı Sualp. Bir pastane vitrininde “Tecrübeli komi aranıyor!” levhası gördü. Tecrübeli? Kominin de tecrübelisi! Sorguya çekildi.
“Deneyim?”
“Yok!”
“Boy-bos yerinde, yapar, komilik yapabilir misin?”
“Yaparım Ağbi!”
Denemeye gerek görmemişler, çay ikram etmek istemişlerdi, kabullenmemişti avucunu yalamasının(3) öncesinde. “Cep delik, cepken delik…(10)” gerçekten kevgir gibiydi, “Şuradan bir poğaça verin, kaç kuruşsa!” demek hakkı bile yoktu.
Yollar yürümekle aşınmazdı(11), ama guruldayan(2) midesiyle, ağırlığı azalıyor gibi görünse de pabuçları aşınıyordu. Dizleri dermansız kalmak üzereydi ve hüznü ya da canını sıkan şey, rahatlamak, iki yudum su içmek için girmek istediği cami tuvaletlerinin bile paralı olmasıydı.
Kenarda, köşede; “Buraya işemek yasaktır!” levhalarının olduğu yerlere o işlemi yapmaktan, mahalle ya da cami kenarlarında sebil(1) diye belirtilen yerlerden su içmek hakkı vardı. Malûm; “Üç su, bir ekmek yerine geçerdi! (12)”
Bir sosyete lokantası görünümünde bir kuruluşun vitrininde “Bulaşıkçı aranıyor!” levhasını görmek de heyecanlandırdı onu. Kendinden önce bir talip(1) çıkacakmış endişesi ile kapısına yöneldi, o vitrinin. Ya yorgunluktan, ya açlık ve dermansızlıktan kaldırıma ya da merdiven basamaklarına takılıp düştü.
Gözleri çökmüş gibiydi, gözkapaklarına hâkim olamıyordu ve karanlığa gömüldü anında, hiçbir şey hissetmeksizin…
Kendine geldiğinde bir hastane odasındaydı ve koluna serum takılıydı.
Türkiye’deki insanların çoğu duyarsız değildi, tıpkı o lüks lokantanın sahibi Suavi Bey gibi. Düştüğünü görür görmez gereğini yapmış, üstünde sadece Nüfus Kâğıdı olan boş cepler yanında, boş bir mideye de sahip olan Sualp’i hastaneye yetiştirmiş, komilerden birini de teselli, destek ve yardım etmesi için başına dikmişti.
Sayıklarcasına;
“Bulaşıkçı alındı mı, şansımı yitirdim mi acaba?”
“Valla patron bana; ‘Başında dur!’ dedi, ben de başında duruyorum. Patron titiz(1) ve güç beğenen(2) biri…
Sanırım ‘He!’ deyip de hemen işe almaz kimseyi. Sorar, soruşturur öyle. Bu zayıflık, tavır, davranış ve güçsüzlüğünle moralin bozulmasın, ama pek sanmıyorum, patronun gözüne girmen zor, patronla anlaşabilir misin, o da zor, gene de Allah bilir tabii!”
Sualp’in suratı asılır gibiyken açık olan odanın kapısı parmak uçlarıyla tıklatıldı ve temiz giyimli Suavi Bey içeriye girince, Sualp’le patronla ilgili olarak konuşan genç adam varmış gibi ceketinin önünü iliklercesine yerinden kalkıp iki elini göbeğinin üstünde kavuşturdu.
“Söylemek istediğin bir şey var mı genç adam, yani Sualp?”
“İşim yok, bulaşıkçı işine talibim efendim!”
“Genç, temiz ve hissettiğim kadarıyla tahsillisin de. Kaç gündür açsın, iş bulamadın mı?”
“Olmadı efendim, maalesef!”
“Ve bulaşıkçı olmaya talipsin?”
“İzniniz olursa efendim!”
“Kim olduğumu biliyor musun?”
“Aç olan küçük bir insanı ziyaret edecek kadar büyük biri…”
“Büyüklük sadece Allah’a mahsus genç adam, peki, ücret olarak ne istersin?”
“Mutfak, kiler, ardiye, arşiv(1) gibi yatabileceğim bir yer gösterirseniz, boğaz tokluğuna bile…”
“Bu kadar çaresizsin yani?”
“Belirli bir süre için efendim!”
“Meselâ?”
“Askere gidinceye kadar…”
“Ondan sonra yeni bir ‘Bulaşıkçı aranıyor!’ levhası, öyle mi? Olmaz!”
“Takdiriniz efendim, asla sesim çıkmaz, minnettarlığımı anlatmaya çalışır, masraflarınız için borç çıkartırsanız, istediğiniz belgeleri imzalar ve iş bulduğumda ödemeye çalışırım efendim.”
“Dur bakalım! Hemen pes etmek yok! ‘Bulaşıkçı aranıyor!’ levhası orada kalsın. Sana bir iş bulmaya çalışayım. Ne iş yaparsın evlât?”
“Denedikten sonra ne iş olursa efendim!”
“O zaman Ali Beye telefon edeyim…”
“Etmeyin efendim. CV’mi gördü, ‘Tecrübesizsin!’ deyip kapıyı gösterdi!”
“Veli Beye…”
“O da elemanlarının aklını karıştırırmışım, fazla maaş istermişim, ‘Aynı maaş’ dememe rağmen uygun görmedi!”
“Recep…”
“Oğlu Ramazan sınıf arkadaşım, yıldızımız pek barışık değildi, onun için başvurmadım bile!”
“Yani üniversite mezunusun ve askere gidinceye kadar bulaşıkçılığa talipsin, öyle mi?”
“Evet efendim! O iş benim için biçilmiş kaftan(2), ortalıkta gözükmemek, sınıf arkadaşlarımla ve özellikle Ramazan’la karşılaşmamak için yapabileceğim, bence tecrübe istemeyen en güzel iş!”
“Peki! Kabul! Yatacak yer ve boğaz tokluğu…
Ne zaman başlarsın?”
“Hemen!”
“Peki! Yarın bu genç arkadaşla sözleşerek lokantaya gel! Tamam, ‘Boğaz tokluğuna’ dedim, ama sana birkaç kuruş da olsa harçlık vermem gerek. Onu da hizmet sürene yayarak, hastane masraflarını karşılaman için, geri almam gerekecek maalesef!”
“Razıyım, efendin! Alicenaplığınız(1) karşısında hiç söz etmeye hakkım yok efendim. Borcumu bitiremezsem onu da ödeyeceğimi bilmeniz yeterli olacaktır sanırım, söz!”
“Bir de angaryam olacak, onu da yarın sabah odamda çay içerken konuşuruz!”
“Her ne olursa olsun angarya gibi düşünmeksizin yerine getiririm efendim!”
Ertesi gün tek eksikle tamamlandı; tren garındaki emanet deposundan valizini alamamak gibi. Yanındaki elemandan da, kendilerini almaya gelen şoförden de ne almalarını, ne de borç vermelerini isteyemezdi ki!
Merakla ulaştı Sualp o lüks lokantaya. Suavi; eğitimi nedeniyle garson başı, idari işler başı, garson gibi işler teklif etse de; “Tecrübem yok, sakarım(1), arkadaşlarımla karşılaşmak istemem!” diyerek verilen tulum, çizme, bone ve önlükle, akşamdan kalan bulaşıkları yardım almaksızın yıkayıp bitirmeye çalıştı. Elde yıkanacakları elde, makinelerde yıkanacakları o zebellâ(1) gibi makinelerde yıkayarak…
Bulaşıkları bitirip patronun odasına çıkıp dediği şuydu;
“Emrinizi almaya geldim. Yalnız öncesinde bir dileğim var, eğer kabul ederseniz…”
“Ya öyle mi? İlk günün ilk saatlerinde hem, de bakalım!”
“Beni henüz tanımıyorsunuz, çalıp çırparım, bu nedenle akşamları kalacağım yerin kapısını dışarıdan kilitleyin, demek istemiştim!”
“Senin kendine güvenin yoksa da benim sana güvenim var mühendis bey oğlum!”
“Mühendis olduğumu şu ana kadar hiç söylemedim ki?”
“Farz et ki, benim kulağım delik(2)! Ayrıca senin üstünden kapıyı kilitlemem de mümkün değil ki! Çünkü angarya dediğim işi, bugünden itibaren ayrılıncaya kadar sen gerçekleştireceksin. Her gün bir arkadaş evine geç gidiyordu. Olay şu; bir hayır servisimiz var, her gece saat 12 den sonra genç arkadaşlar gelip o günün kalan-artan yemeklerini alır, her ne olursa olsun.
Ve götürür kendilerince plânladıkları bizim karışmamızın mümkün olmadığı fakir olarak bilinen ailelere dağıtır. Bundan sonra, nasıl yapıldığını öğrenip bu konuda başarılı olacağına inandığımı söylemek isterim!”
“Başımla beraber(2), istekle arzuyla yapacağım bu görevi. Değil mi ki siz bana şefkat elini uzattınız, o eli başım üzerine koymakla yapacağım şey ancak bir gösteri olur? Keşke şimdiden birikmeye başlayan minnet borcumu(3) ilerleyen tarihlerde ödeyebilsem, ancak imkânsız!”
“Şimdilik bu sözlerini kabul eder gibi görüneyim. Anlamadığım şey şu; sadece üstündekilerin mi giydiklerin? Eğer öyleyse, avans vereyim git kendine çeki düzen ver…”
“Yok, efendim. Taşıyarak iş aramam zor olacağı için ufak bir valizim vardı, onu tren garındaki emanet dolaplarından birine koymuştum da…”
“Ver bakalım oranın anahtarını, bizim şoförlerden biri alıp getirsin hemen!”
“O arkadaşa zahmet olmasın efendim, ben uygun bir zamanda gider, alırım!”
“Bak genç adam, ‘fırça’ lâfı dilime yakışmaz, ama sana kızıp, bağırıp çağırmam, sonrasında kapı önüne koymam için kaşınıyorsun gibi bir his var içimde!”
“Anladım efendim. Bundan sonra sadece adımı söylediğinizde açacağım ağzımı…”
“Bak şimdi oldu genç adam! Şimdi o ağzını aç ve bundan sonra bana sadece ‘Ağabey!’ diyeceğini söyle!”
“Ağabey!”
“Çekilebilirsin, demek istiyorum, ama çekilme. Mutlaka arkadaşların, belki kız arkadaşın da vardır. Sinemaya, tiyatroya, parklara gitmek istersin belki. Şu parayı al ve ilk boş vaktinde buranın adresini vererek, maaşlarını yatırabilmem için bankada bir hesap açtır!”
“Kimsem yok efendim, dolaysıyla…”
“Pardon! Ben; ‘Ağzını aç!’ dedim mi? Demedim! O halde anahtarı ver ve dediğim gibi en kısa zamanda bankada hesap açtır. Bu müessesenin bir kuralı var; % 10 garsoniye(1), bunun dışında bahşişler de tüm garson, aşçı, komi, bulaşıkçı hepiniz toplu olarak üleşirsiniz, sen de hakkını o hesaba yatırırsın, anlaşıldı mı?”
“Hastane masrafları…”
“Gene izinsiz konuşma… Hakkın olan bahşişine, bonusuna(59) nasıl el koyarım ki?”
“Açabilir miyim ağzımı?”
“Aç bakalım!”
“Sağ olun, çok teşekkür ederim ağabey!”
“Tamam, şimdi zaman; ‘Marş, marş zamanı!’ Kaybol!”
“Hemen ağabey!”
Çabuk adapte oldu(3) bulaşıkçılığa, erinmeden(3) hem, Sualp. Öğlenden ikindiye, akşamdan geceye hayır servisi gelinceye kadar yapması gerekenleri yapıyor, kapısı her zaman açık olan patronun kütüphanesinden; sosyal gereklilikleri, yemek yapımını, tariflerini öğreniyor, aşçıbaşıların, aşçıların yanlarında yer alarak hem onlara yardımcı oluyor, hem de öğreniyordu. Ola ki askerlik dönüşü gene iş bulamazsa elinden altın bir sanatkâr bileziği olacaktı(3).
Tombik aşçılardan, çocuğu olmadığını bildiği biri; “Kızım olaydı, damadım olaydın da, isterlerse milyonlarca dolar borcum olaydı, umurumda olmazdı!” sözü hoşuna gitmişti, her ne kadar limitsiz bir üfürme(2) gayreti gibi gözükse de, oysa yaşam koşulları nedeniyle, bir yuva kurmanın imkânsızlığının bilincindeydi.
İnsanların çok zaman hırsla, kızgınlıkla, hatta düşüncesizce söyledikleri bir söz dizisi var; “Belâ ‘Geliyorum!’ demez, gelirdi!” Hem de beklenmedik bir zamanda, beklenmedik bir şekilde.
Ve o kadar gizlenip saklanmasına, ortalıklarda gözükmemesine rağmen; “Geliyorum!” işareti vermeksizin gelmişti o belâ, belki de bilinçli olarak. Mademki patron kendisi hakkında bir kısım bilgileri edinmişti, o halde öğrenilenin de öğrenilmişleri öğrenerek karşılık vermesinden, maraza çıkartmasından(3) daha doğal ne olabilirdi ki?
Telefon rezervasyonuyla bir akşam yemeği daveti vardı. Zengin çocuğu Ramazan, sadece kendisi gibi olan ve kendine benzeyen sınıf arkadaşlarıyla, çevresindekilerle birlikte lokantaya gelmişti.
Siparişler ertesinde, garsonlardan birini çağıran Ramazan, bahşiş değil rüşvet gibi kâğıt bir parayı avucuna sıkıştırarak “Masalarına Sualp’in hizmet etmesini” emretmişti.
Masaya gelen patron;
“Sualp Bey garson değil, müessesemizin idari bir elemanı. Bu nedenle isteklerinizi karşılamak için ayrı bir garson, hatta isterseniz şef garsonu göndereyim, ya da size ben hizmet vereyim!”
Bu sırada rüşvet gibi verilen parayı bahşiş kutusuna atan garson da her ihtimale karşı Sualp’i uyarmıştı.
Patron sözlerini bitirdiğinde Sualp patronun yanı başındaydı;
“Bir saniye izin verir misin ağabey! Bu bey beni emretmiş, ne istediğini öğreneyim, izninizle! Buyurun!”
“Masayla senin meşgul olmanı emrediyorum Sualp!”
Masada istihza dolu kahkaha formatına(2) ulaşan gülümseme ötesine ulaşan kıkırdamalar olunca Ramazan bir bakıma edepsizliğe devam etmesinin gerekliliğini düşünmüş olsa gerekti;
“Burada bulaşıkçı olarak ne kazanıyorsan, gel iki mislini vereyim, benim emrimde çalış, böylece masa etrafındaki sınıf arkadaşlarınla ve benim çevremle beraber olma şerefini kazanırsın!”
“Bazı sözlere gereğince ve uygun cevaplar vermeye edebim izin vermez. Sizlere bu restoranda gereğince hizmet etmek isterdim, ama vazgeçtim. Bazılarına hak ettiklerinden fazla değer vermenin yanlış olduğunu düşünmekteyim. Garson arkadaşlardan birini hemen size yönlendirmesi için patronuma ricada bulunacağım.”
“Bey! Beyefendi! Efendim! Ramazan Bey! Ramazan!” gibi deyişler geçememişti aklından. “Size iyi akşamlar! Afiyet olsun!” demek de…
Kendisine güvenen, varlığını insanları aşağılamak için ispatlama gayretinde olan Ramazan, yerinde doğruldu;
“Teşekkür etmeyeceğim! Ama buraya kadar zahmetini ödüllendirmezsem olmaz!” dedikten sonra, hazırlıklıymış gibi cebinden çıkardığı demir bir parayı, Sualp’in eline sıkıştırmaya gayret etti Ramazan.
“Teşekkür etmenizi beklemiyordum ben de. Ben de size teşekkür etmeyeceğim, ancak ödül, ya da bahşiş dediğiniz o para sizde kalsın, kendinize fındık-fıstık, ya da muz alırsınız!”
Bilindiği gibi fındık-fıstığa, muza maymunlar düşkündü, karşısı anlamış mıydı, anlamamak işine mi gelmişti, bilinemezdi. Patron da, Sualp de, Ramazan da suspus olup(3) kabuklarına çekilmişler(3) gibiydi.
Kendine ilk gelen Ramazan oldu o iklimde;
“Buranın havası değişti, kalkın arkadaşlar gidiyoruz! Siz de hesabı fabrikaya gönderin lütfen!”
“Bir saniye Ramazan! Eğer aç kalmam seni mutlu edecekse, ben şimdi, hemen şu an önlüğümü teslim edip ayrılıyorum buradan, oldu mu? Yeter ki, sen keyfini ve havanı bozma! Dilemem; ama; bir yerlerde okumuştum; ‘Dün ben de senin gibiydim, yarın sen de benim gibi olacaksın!’ Bu bir temenni değil, ama hiçbir şey göründüğü gibi değildir(13), bunu bil ve Dünya Sultan Süleyman’a bile kalmadı, siz oturun, ben gidiyorum!”
“O senin kararın, keyfim kaçtı, biz gidiyoruz!”
“Bir saniye gençler! Benim de bir söz hakkım olması gerekemez mi? Söyleyeceğim söz tek cümle; ‘Bir insanı yitirmektense, bir müşteriyi yitirmeyi’ düşünürüm. Hesaba gelince; o da benim size ikramın olsun Ramazan Bey! Buyurun!”
Bu, belki de kovma idi Ramazan’ı. Sualp bunu içine sindiremezdi, patronun kendi yüzünden, müşteri, ya da müşterilerini yitirmesine rıza gösteremezdi.
“Her şey için teşekkür ederim ağabeyim, ben izninizle sizinle vedalaşayım!”
“Sana ben izin vermedikçe ağzını açma hakkını verdiğimi gene hatırlamıyorum. Biraz evveline kadar bulaşıkçımdın, şu andan sonra da, askere gidinceye kadar, misafirimsin! Konu; kapanmıştır, bundan sonra odamdasın, yerine hemen bir başka eleman görevlendireceğim!”
Konuşmalar sırasında patron Suavi’nin cep telefonu çaldı. “Recep Beyden!” deyip söylenenlerin duyulması için telefonun sesini açtı.
“Teessüf ederim(3), değersiz biri için oğlumu ve arkadaşlarını âdeta(1) kovmuşsun!”
“Bir saniye Recep Bey, benim için yaşamımda bugüne kadar değersiz insan asla olmadı, bir çöpçü, bir ayakkabı boyacısı, bir dilenci indimde ne ise, siz, oğlunuz, hatta cumhurbaşkanı bile insandır. Oğlunuzu kovmadım, o misafirim olan Sualp’e sinirlenip hakaret ederek terk etti mekânı…”
“Her neyse! ‘Bundan sonra pek görüşemeyeceğiz!’ demek istedim!”
“Değerlerimi, insanlığımı yitirmektense, müşteri ve para yitirmeyi yeğlerim(3)! Siz ve size doğruları aktarmayan oğlunuz da indimde insansınız ve size sağlıklı ve iyi günler dilerim!”
“İtin duası kabul olsaydı, gökten kemik yağardı…”
“Sizi de, oğlunuzu da, aile ve etrafınızı da yanlış tanımışım. İnsan olarak ilenmek(3) sözünü bile içimden geçirmek istemiyorum. O ki gün gelip de yanlışlarınızdan dolayı pişman olmayın!”
Devam etmeye gerek görmedi Suavi, kibarlığına yakışmadığından emin olsa da telefonu bile bile kapattı…
İnsanın kalbi temizse olması gerekenler, olması dilenen zamanlarda oluyordu, geçen süre içinde.
Sualp Askerlik Şubesine başvurduğunda; “Görevlendirilmesinin yapılmış olması, yoksa bakaya kalma(3) işlemi yapılması gerektiği” bildirilmişti kendisine. Bekledi, çalışan bilgisayarların gölgesinde. Evet, görevlendirilmesi yapılmıştı, ama nereye?
Cevap ulaştı, annesi-babası yaşarken, “Köyüm, memleketim” dediği adrese gönderilmişti tebligat ve Muhtar; “Yoktur!” deyip iade etmişti.
Sualp zamanında başvurmuştu, asker kaçağı sayılmaktan da, bakaya kalmaktan da kurtulmuştu bir bakıma, son altı gün kala. Süre sonunda eğitim yapacağı birliğe katılması gerekiyordu.
Sualp vedalaştı Suavi ile. Ve onun yaptığı jesti kabullenmek istemese de kabul etmek zorunda kalmıştı; banka cüzdanındaki rakam umut etmesinin bile mümkün olamayacağı bir boyuttaydı.
“Çok istersen ilerilerde ödersin, ya da gelir, iki-üç kuruş demeksizin aldıklarının karşılığı olarak bulaşıkları yıkarsın, ödeşir, helâlleşiriz(3) oğlum!”
Sualp’le kucaklaşan Suavi böyle yaratılışta bir insandı, bayramda-seyranda(2) kol-kanat germesi(3) gerekenlere kollarını açan, her zaman şükreden. Bu nedenledir ki; Allah hiçbir zaman darda bırakmamış(3), bunaltmamıştı onu. Son olay da bunalmasını gerektiren bir olay değildi!..
Eğitimi kısa olmasa da çabuk bitti Sualp’in. Paralı babaların çocukları gibi paralı, ya da şanslı çocuklar gibi şansı ile kısa devre değil, çakı gibi(2) bir yedek subay olarak yapıyordu görevini. Saklanma hakkını kullanarak özel kuraya değil, genel kuraya katılmıştı.
Nasıl olsa arkasında bir merak edeni, ağlayanı olmayacaktı, o nedenle terörün kol gezdiği yerlerde, savunma yapmak, bizden olmayanları(!) etkisiz hale getirmekte başarılı olmaktı dileği…
Olmadı, ama…
Bir deniz kenarındaydı görevi. Kendisini okuldan tanıyan tezkere almak üzere olan bir ağabeyinin teşviki, tavassutu(1), torpili her ne denirse komutan onu S-1, Personel Subayı yapmıştı.
Rahattı, rahat olmasına da, ama rahatlığın battığı ender insanlardan(2) biriydi Sualp. Bilgilerini unutmamak için kitaplar alıyor, ezberleyinceye kadar sindire sindire beynine yerleştiriyordu okuduklarını. Çünkü züğürt değildi ki banka cüzdanı vardı cebinde, hem de devlet yedek subay maaşı ile destekliyordu onu.
Düşüncesi çeşme akarken testiyi doldurmaktı, askerliği bittiğinde, ilerilerdeki günlerde, yeniden işsiz ve aç kalma endişesini, şüphesini yaşamamalıydı, her şeye rağmen…
Devlet yeniden sınavlar açacaktı, girecekti, kazanacaktı muhakkak, ancak…
“Ölme eşeğim, ölme…” modunda kazanmasında mutlaka sorunlar yaşayacak ve başarılı olamayacaktı, çünkü devir, aynı devirdi.
Özel şirketler? Malûm, burunlarından kıl aldırmama(3) faziletiyle(1) tecrübesiz eleman almak istemeyeceklerdi, öyle elemanlara ihtiyaçları yoktu. Sualp’in de mağdur edebiyatı yapması(2) gerekli değildi.
Görürken gözleri, dermanı varken dizlerinin, git-gel bir yerler bilmem kaç kilometre, kaç saat ise de, pabuçları eskiyecek olsa da aç kalmamak için dolaşacaktı, yaşamak için ne gayesi olduğunu bilip anlamaksızın.
Pabuçları eskidiğinde şehir içinde çarıkla dolaşmak mümkün değildi, ama en kötü ihtimalle, her ihtimale karşı, evvel emirde(2) bir parmak arası plâstik terlik, ya da tokyo mu ne deniyorsa ondan edinmeliydi. Şimdiden ilerileri düşünmenin çöküntüsünü yaşar gibiydi.
Sualp askerliği sırasında, kışladan çıkıp gün boyu izinli olduğu zamanlarda şehre iniyordu servislerle.
Özlemi de olan en önemli şey, bir deniz kenarındaki çay bahçesinde martıları, onların açlıklarını bastırma çabalarını, vapurları, arkalarında bıraktıkları köpükleri seyretmekti. Dalgaların sesini dinlemek, bir-iki-üç demeden çay içmek, açlık hissetmeden, başı önünde, sayfaları çevirmekte zorlansa da, aynı sayfayı anlamak için birkaç kez okumak zorunda kalsa da kitabına dalmaktı.
Zamanını ne kadar tasarruflu harcama gayretinde, hissedilmemek, fark edilmemek gayretinde olursa olsun, zamanı çabuk tükeniyor, dalgınlığı uzaklardan bile fark ediliyordu. Eğer birileri izlemek isteğindeyse.
Günlerden bir gün, yine aynı çay bahçesinde bilmem kaçıncı kez kendini çay ziyafeti ile ödüllendirdiği, kitabına dalmadan evvel şehri o şairin şiiriyle(14) dinlemek için gözlerini dinlendirme aşamasındayken;
“Merhaba!” şeklinde değişik bir şiveyle Türkçe bir seslenişle gözlerini açtığında, şaşkınlıkla ağzı açık kalmıştı, daha önceki tariflerine uygun olarak. Gene de sorarcasına cevaplama nezaketini yaşadı Sualp;
“Merhaba?”
“Uzaktan mahzunluğunuzu fark ettim. Etkilendim, hislerim size yönelmemi emretti. Görünümüz güven verici. Belki bana ısmarlayacağınız bir çay içiminde, içinizdekileri anlatmak istersiniz, ben de sizi teselli etmek için dinler, çözüm için varsa bildiklerim çözmek için çaba göstermeye çalışırım!”
“Çay ısmarlarım, ama anlamsız bir teklif, hüznüm yok. Sadece bir sanatkârın sözlerinin(15) endişesi var içimde, üç-beş ay sonrası için…”
“İyi ya, belki bir selâm, bir çay ve o süre içinde endişelerinize çözümde, yardımcı olabilirim belki, mesleğim öncesi bir deneme olur benim için. Zeki ve akıllı olmayan, aptal görünümlü bir sarışın değilim. Dediğim gibi biraz da olsa faydalı, ya da yardımcı olabilirim belki. Ne dersiniz, denememe izin verir misiniz?”
“Rica ederim! Bana tanımaksızın, bilmeksizin el uzatmak isteyene ben nasıl ‘Hayır!’ derim ki, hele bu yardımı öneren çok güzelse? Ancak size önce çayınızı ısmarlayayım, sonra lehçenizdeki yumuşaklığı anlayamadığımı belirteyim ve sabrınızı test etmeksizin, kısaca endişelerimi söylemeye çalışayım. Nasıl memnun oldunuz mu, ne diyeceğimi, ismini bile bilemediğim size?”
“Önce iltifatınıza, sonra da çayınıza teşekkür ederim.
Ve vaktim müsait, uzun sürecek olsa da anlatacaklarınızı dinlemek meslek öncesi bir bilgi edinme hamlesi olarak, isminizi cisminizi bilmeden, yazmadan not almak da isterim, belki hemen cevaplayamayacaklarımı araştırıp soruşturup tekrar bana süre ayırabilirseniz size aktarmam için…”
Genç kız; “Evet!” ya da “Hayır!” şeklinde bir cevap beklemekte olsa gerekti, ama o cevabı alamadı, tekrar sözlerine bağlantı yapmaya çalışırken;
“Ancak teşekkür ertesinde söylemem gerekeni de söylememe izin verin lütfen, siz de karşınızdakileri etkileyecek kadar yakışıklısınız, devamını dillendirmeye gerek yok! Lehçeme gelince; annem, babam ve ben Türk’üz. Ancak annem ve babam meslekleri gereği çalışma olanaklarının iyi olması nedeniyle İngiltere’de çalıştıkları ve ben orada doğup, yaşayıp, büyüdüğüm için bazen sözlerim İngilizce Türkçesi, bazen de Türkçe İngilizcesi gibi oluyor…”
“Peki, bu arada adınızı da söyleseniz küçük abla!”
“Bir kere o kadar küçük değilim. Konumla ilgili bir-iki kelime çıtlatmıştım(3), üniversiteyi bu sene bitireceğim ve başımda durmak için her türlü fedakârlığı esirgemeyen emekli olacak ailemle birlikte burada, ülkemde yaşayacağız. Umarım bu ilk görüşmemizin devamı olur. Adım ise; Su!”
“Anladım!”
“Neyi?”
“Anlamam gerekeni. Su hangi ismin kısaltılmışı? Sultan? Suna? Suat? O anlamda bir kısaltma herhalde değil mi?
“Yanlış! Asıl ismim Su, yani Türkçedeki içilen su. İngiltere’de yaşadığım için oranın diline uygun olsun diye S-U-E şeklinde Sue! Eh soyadım da Anne olduğu için İngiltere’de ismim yazılışı ‘Sue Anne!’ Okunuşu; ‘Su An!’ şeklinde…”
“Tanıştığımıza sevindim, gene de küçük ablasın Küçük Su Hanım! Öncelikle ve özellikle söyleyeyim. Şu anda burada askerlik görevimi yapıyorum. Muhtemelen sizin Türkiye’ye temelli gelişinizde tezkere almış olurum, eğer iş bulabilirsem ki, kim bilir ülkelerimin nerelerinde olurum?..
Eh! İş bulamazsam da, bir köşe başında bir yerlerde görebilirsin beni belki, aç, gözleri çökük, göğüs kemikleri, yani kaburgaları sayılır gibi, gene de belki!”
“Eh! Dediğinize, göre, ben de aynı sözle başlayayım ve mademki küçük abla olduğuma göre Sualp Amcacığım, mesleğiniz nedir?”
“Kısaca ‘Mühendis’ desem, sitemini anlamış olarak!”
“Tamam, annem, babam da yıllar öncesinin aynı nedenleriyle İngiltere’ye gelmişler, o zamanın uygun şartlarına göre. O zaman sende İngiltere’ye gelsene Sualp!”
“Önce ‘Amca!’ şimdi ‘Sualp!’ Güzel kız! Küçük abla! Ne güzel sohbet ediyorduk, endişelerim yok olmak üzereydi, şaka yapman hiç de uygun değildi. Ülkem bana değer vermemiş, değerlendirmemiş, İngiltere mi bana el uzatacak, iş verecek, karnımı doyurmuş olacak ki?..
Hayal etmek güzel, insan hayal ettiği müddetçe yaşar(16), ama hayaller de uçsuz-bucaksız(16), olasılığı sıfır mertebesinde(2) olmamalı, değil mi?”
“Annem, babam da oradalar işte ve sırf mezun olup ülkemize dönmemiz için bir yıl daha sabırlı olacaklar benim için, öncemde de söylediğim gibi!”
“Onlar evliymişler, kim bilir kaç yıllar öncesinin avantajlarını, imkânlarını kullanarak oralarda oldular, yaşadılar, başarılı oldular, üstelik senin gibi aklı başında, uslu, bilgili bir kız çocuğunu yetiştirecek kadar!”
“Önemli mi? Alırsın bir seyahat pasaportu, bulursun bir İngiliz kızı sana hayran, evlenecek, seni ülkesine alacak, olur, biter!”
“Gene yanlış ve uçuk(1) bir şaka! Bak kızım, İngiltere’de kızlar; ‘Aman züğürt bir Türk mühendisi, hadi mühendisi bırak bir Türk erkeği gelse de, bizimle baş göz olsa da, ona hemen iş buluruz!’ diye beni bekliyor olacaklar, öyle mi? Hayal ufkun çok geniş be güzel kız! Ben ‘Züğürdüm!’ diyorum, sen handan, hamamdan bahsediyorsun, alay eder gibi!”
“Senin dediğin gibi aynen; ‘Küçük abla!’, ‘Küçük Su!’, şimdi de ‘Bak kızım!’ Daha doğru-dürüst tanışmadık bile, benimle kavga eder gibisin Amca! Ben yanlış bir şey söyledimse, özür dilerim, haşlamana(3) gerek yoktu!”
“Peki, Su! Bundan sonra hep Su! Yanlışlarım olduysa ben de özür dilerim. Seninle konuşurken vaktin nasıl geçtiğini anlayamadım. Kışlaya dönmem gerek, sana da ömür boyu…”
“Kalbimi kır, soğuk bir çay, yavan bir özür ve Allahaısmarladık! Öyle mi? Seni affetmem için tekrar bir çay ısmarlaman gerek! Şimdi değil, sonra. Eee! Bu durumda ben her zaman cevap verebilirim. Sen askersin, belki kısıtlamaların vardır. Şu benim telefon numaram, ara ve buraya gel yine!”
“Emredersin komutanım!”
“Rahat asker!”
“Asker?”
“Evet! Su yerine ‘Sü!’ diyenler de oldu, ‘Asker’ demekmiş. ‘Rahat! Hazır ol!’ ise Cumhuriyet Bayramlarından…”
“İlerilerde kocan olacak adama; ‘Allah acısın! Allah sabır versin!’ Rahat! Hazır ol! Bulaşıkları yıka, bebeğe bak, bakkala git…”
“Hiçbiri olmaz, ben eşimi sadece sevmek isterim ve severim!”
“O halde görüşebilmek umuduyla Su, sana umut ettiğin gibi bir aşk dilerim!”
“Ben de sana Sualp!”
“He! Sağ ol Su! Balıklar kavak ağaçlarına tırmandığında…”
“O, ne demek, duymadım!”
“Yani züğürtler için olmayacak duaya ‘Âmin!’ demek gibi bir şey!”
“Onu da bilmiyorum, annem-babam öğretmedi!”
“Benimki de ukalalık işte. Doğru dürüst söylem, yani söylemek istediğim şu; benim gibi züğürt birinin âşık olması, evlenip yuva kurması, çoluk-çocuğa karışması sadece bir hayal!”
“Öyle deme Sualp, ‘Gün doğmadan neler doğar!’ demişler!”
“Onu bilmiyorsun, şunu bilmiyorsun, ama bu sözü biliyorsun. Aferin! Neyse! Tanışalı daha iki saat kadar ya oldu, ya olmadı. İki saat içinde iki kavga…
Evlenince herhalde ara vermeksizin iki saat süre ile kavga edersin eşinle. Sana başarılar, mutluluklar ve bana Allahaısmarladık!”
“Unutma! Telefonunu bekleyeceğim!”
“Olur, güzel Su! Edeceğim!”
“İyi saatte olsunlar(2), bu ne iltifat, bu ne iltifat böyle?”
“Hüznümü, üzüntülerimi unuttum sayende, seninle konuşurken, yanlış, kusurlu, hatalı düşüncelerimi azat ettim beynimden, teşekkür etmeyeyim mi?”
“Defol!”
“Defoldum! Bu da üç!”
Gün bitmedi, garnizona(1) girer girmez, telefona sarıldı, muhtemelen hiç de iyi niyetli değil gibiydi Sualp.
“Senin İngiltere’de arkadaşların vardır, acaba gerçekten bana bakan, benimle ilgilenen biri olur mu acaba, evlenmek için? Hani onlara ‘fotoğrafımı göndersen!’ diyorum!”
“Ciddi misin Sualp?”
“İnsanın şansını denemek istemesinde bir sakınca mı var Güzel Su?”
“İnsan ulaşmak istediği başarıya kendi çabasıyla ulaşmalı, destek beklemeksizin, yardım almaksızın. Benim araya girip başarına destek olmamı beklemen yanlışlık değil mi sence? Hem de bir ‘Merhaba!’ ertesinde?”
“Haklısın, benimki de bir şeyleri dememem gerekenin Arapçası!”
“Yanlış anlama! Sadece senden ayrılır ayrılmaz, sana selâm gönderme isteğimi bil, yeter!”
“Aldım, kabul ettim! Beni unutmamış olman da sevincim!”
“Gerçekten, üç beş dakika geçtikten sonra seni nasıl unuturum ki?”
“Aynı şekilde, bana uzaktan ‘Merhaba!’ diyen, el uzatan, dertleşen, kavga etmeme izin veren bir küçük kızı unutmam mümkün mü?”
“Sadece Su!”
“Bağışla! Dil sürçmesi, sen Su’sun, ben de sana sadece ‘Su!’ demek isteğindeyim!”
“Bir daha olmasın, lütfen!”
“Emredersin komutanım!”
“Rahat! Asker!”
“Anladım! Allah rahatlık versin! Nice aydınlık günlerde, seni tekrar görmek umuduyla!”
“Olabilir! Ben de!”
“Sakın tereddüt etme! İyi olmayabilirim, ama kötü biri de değilim! Elini uzattın! Nankör değilim, ben rüyamda seni görüp, eğer şans verirsen hayalimde seni canlandırmaya çalışacağım. Dileğim; istemesen de beni yaşamak istemen. Bir görüşte, bir ‘Merhaba!’ selâmında ve yaşamaya çalıştığım, yaşadığım tek umutta…”
“Uymak için gayretli…”
“Ben de umutlu olacağım güzel Su…”
“Bazen bazı şeyleri yaşamak değil, hissetmek önemli, hissedilenin de yaşanması mümkün olabilir zamanla, eğer öncelikle Tanrı, sonrasında karşı karşıya gelmelerini kaderlerin desteklediği kişiler. Zamanla, ama yakın, ama uzak bir zamanda!”
“Sözlerinle aklım karıştı, ilk imkânımla görüşmek üzere!”
“Geleceğim!”
“Görüşeceğiz!”
Sözler bitti, karşılıklı titreşen duyguların bu davranışı bitti mi? Bitmez, ufak bir şüphe hanesi açıp “Bilinmez” demek uygun. Bir şeyler vardı ama hissetmek, yaşamak için çekinilen, hem iki tarafta da…
Bir tarafta hafta sonunun izin gününün beklentisi, diğer tarafta telefonun…
Bir masanın iki tarafında utangaç, elleri kendi avuçlarında, sözler önemsiz gözleriyle konuşuyorlardı…
Bir ara komutanlar, asker olduğunu hissettirdiler Sualp’e. Görevi gereği yabancı biriyle arkadaşlığının yanlış olduğunu söyleyip yasaklama hevesinde bulundular, kurallar yahut da doğaları gereği.
Ahmet savundu sevdiğini;
“Su Anne bir Türk, sadece anne-babası İngiltere’de görev yaparken doğduğu, İngiliz okullarında eğitim gördüğü için lehçesinde bir dezavantaj var, o kadar!”
Kendini de, sevdiğini de kabul ettirmişti.
Gün geldi özlem dolu;
“Geliyorum!”
“Bekleyeceğim!”
Beklenmeyen, umulmayan bir karşılaşmaydı yan yana, karşı karşıya oluşları. Su, belki de yurt dışı alışkanlığıyla, ancak itiraf etmeliydi ki sevgisinin coşkusundan dolayı karşılaşır karşılaşmaz öptü Sualp’i, dünyaya metelik vermezmiş gibi.
“Su! Ne yapıyorsun böyle, herkesin içinde, uluorta, evet cevap verdim, benim de isteğim, arzumdu bu içimden geçen. Ama bir görüşte, iki-üç kelime, söz ve fırça, kavga ile nasıl olur bu?”
“Süre mi geçmeli? Tamam, ben İngiltere’ye dönerim okulu bitirmek için. Sen bensiz olarak gayretli ve sabırlı olabileceğine inanabiliyor musun, ben yanında değilken, özlemle her şeye tahammül ederek. Sen ki kalbi yumuşak, karşındaki bana kul-köle olduğunu nasıl anlatabileceksin ki öncelikle Tanrıya? Tanrı biz kadınları eksiksiz yaratmış, her şeye tahammül etmemiz için...
Ve senin adına değil, ama kendi adıma. Tanrının verdiği faziletler olarak senin bana değil, benim sana kul köle olmak istediğimi anlatamaz, belirtemezdim sana. Belli etmemek için çırpındım!”
“Önemli değil Su! Benim sensizliğe dayanmam zor, hatta imkânsız! Al, askerliğim biter bitmez götür beni her nereye istersen. İster besle bir salon köpeği gibi, ister kafesinde yemini-suyunu bekleyen bir muhabbet kuşu gibi. İstersen paspas yap, istersen köle et beni kapında, yeter ki beni sensiz bırakma! Beni sevmesen de olur, yeter ki günde bir kerecik de olsa seni görebileyim…”
“Başka?”
“Evlen benimle!”
“Vatandaşlık hakkım var ya! Evlendiğinde İngiltere vatandaşı olacaksın, sonra da beni boş bir süt şişesi gibi kapı önüne koyacaksın, öyle mi?”
“Ben ihanet bilmem Su! Sevdiğime ilk görüşte, elimi ilk tuttuğunda, ilk göz göze geldiğimde, ilk ‘Merhaba!’ deyişinde verdim kendimi. Benim yaşam sebebim oldu sevdiğim, gülümsedi, güldü. Kendine hapsetti beni. Ben ölmeyi, hele ki ben başıma, yalnız ölmeyi göze alırım, bana ‘Hayır!’ demenin en basitini, en sessizini desen bile!”
“Sana ‘Hayır!’ demem mümkün değil, ‘Gel!’ dediğim ülkeye gel! Lisan öğren, ne yapman gerekliliklerini öğren, çalış, çabala, beni hak et, ben de o zaman istediğin bir söz varsa, sana “He!” diyeyim!”
“Sen bana, hiçbir yanlışlığa imkân bırakmaksızın ‘He!’ de, batan güneşi de, doğan güneşi de beraber gözleyelim!”
“Hayır!”
“Sadist!”
“Ben o kadar hain değilim!”
“O halde ben, hiçbir şey umurumda değil, ölmeye gidiyorum!”
“Ölme! Başarılı ol! Beni kazanmayı bekle, eğer gerçekten beni seviyorsan, gerçekten mutlu olmayı, çocuklarımızın babası olmayı istiyorsan. Bilmen gereken sadece şu; ben; ilk, tek ve ömrümün sonuna kadar yalnızca seni seveceğim ve bu kalbin senden başka asla bir başka sahibi olmayacak. Hak etmek istiyorsan, hak etmeye çalış, diz çökmene gerek yok, sarıl, öp ve ‘Seni hak ettim!’ de, benim için yeterli, sana inancımın sonsuzluğunu bil!”
Sualp askerlik görevini bitirip, sevdiğinin de izniyle Suavi’yle vedalaştı her zaman tekrarlanan aynı sözlerle; “Gidip de gelememek, gelip de görememek var, hakkını helâl et, ağabeyim. Senin insani desteğin, güvenin olmasa ben yaşama küserdim, oysa şu an barışığım!”
Tüm birikmişlerini patrona devretti, çok az bir miktarını pounda çevirerek ve sevdiğine uçtu.
Aç kalmadı, bazen kiliselerde, bazen şurda-burda kaldı, lisanını en üst seviyeye çıkarmak için, üstelik Su’dan yardım beklemeksizin, almaksızın, yâd elde(2) ondan ayrı, kendi başına, özlemlerine sırt çevirerek ve hak edilmeyi bekleyeni hak etmek için…
Ve bir gün karşısına çıktı;
“Benim ol!”
“Hak ettin mi beni?”
“Hak etmesem seni, karşına çıkabilir miydim hiç? Yeter ki sen de bitir okulunu. Gecikme; eşim ve çocuklarımızın annesi olmak için…”
Zaman, zaman da olsa insan hükmetmeyi bilirse zamanı hükmü altına alabiliyor, zamanı kendine esir edebiliyordu.
Sualp lisan öğrenmiş, karısının destek ve teşviki ile mastır yapmış, karısından başka kimsenin haberi olmaksızın denklik sınavını kazanıp üniversiteyi bitirmiş, yetenekleri, hocalarının yönlendirmesi ve sıfır tecrübe ile(!) en üst seviyelerde bir kurumun yöneticisi olmuştu.
Kadrini, bilgisini, birikintilerini bilip anlamamakta, yandaş, yeteneksiz kayırmaların olduğu ülkesinden bir beyin göçü daha gerçekleşmişti.
Sebep sadece aşk mı, umursanmayan bir beyin miydi? Gücüne giden; yetenek, bilgi birikimi ve ahlâk yerine adam kayırılmasıydı galiba. Tarih şu veya bu şekilde, şu veya bu zamanda mutlaka kaydedecekti, nelerin olup bittiğini. İmkânı olanlar, en başta aşk, sonra diğerleri ülke dışına beyin göçü olarak gidip, beyinlerinin gücü ile yaşayacaklardı.
Peki, yeterli eğitimi olup da bu imkâna kavuşamayanlar, âşık olmasının öncesinde Sualp gibi olanlar? Onlar ülkede sürünecek ya üç-otuz paraya(2), hamallık, amelelik, dolmuş değnekçiliği(17) veya şoförlüğü yapıp yahut “Yara bandı! Tükenmez kalem! Çengel iğne! Şu kadarı şu kadar lira!” diye aç kalmamaya çalışacaktı.
Ya da yeteneği varsa davul, dümbelek, saz vb. gibi herhangi bir enstrümanın kutusunun kapağını para bırakılması için açarak, kucağında bebeleri olan, ne dedikleri anlaşılmayan el açıp dilenen Suriyeli göçmenlerden farklı gibi çalıp dilenecekti. Böylece küfre, üçkâğıtçılığa(2), yalana, dolana da alışacaktı…
Beyin göçü…
Ve burası onun ülkesiydi…
Farklılıkların, ayrışımlarının tümünün yaşandığı Sualp’in beyin göçü ile ülkesinden ayrılmasına neden olan.
Sebep sadece aşk değildi…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Beyin Göçü; Çok iyi yetişmiş, meslek ve bilim adamları ile uzmanların, bir başka ülkede yerleşip çalışmak amacıyla kendi ülkelerini bırakıp gitmesi.
Sualp; Asker, yiğit.
Suavi; Herkesin işine koşan, yardım eden.
Sultan; Sonradan sosyetik olan (farkındaysanız “görme” demedim) “Sultan” isimli kızlar, kendilerinin “Su” diye çağırılmalarını istemektedirler, nasıl ki “Emine” ismi “Mine” ise.
Suna; Boylu, boslu, ince, biçimli, genç, güzel kız. Güzel ve sağlıklı hayvan. Erkek ördek. Yaban ördeği, göl ördeği. Yaprakları ince maydanoza benzer bir bitki.
Suat; Mutlulukla ilgili.
Su; İçtiğimiz su. Ayrıca; okunuş tarzına göre, bir şeyin kenarına yapılan süse de “su” denilmekte. Sû şeklinde söylenildiği takdirde, “asker” demektir. İki ayrım daha söylenilebilir belki. “Suy” şeklinde denilebilirse de esas okunuşu “su” olan farsça bu kelimenin anlamı “taraf, yön, cihet” demektir. Eğer “su” kelimesinin sonuna -i eklendiği takdirde “kötü, fena” anlamına gelmektedir: “Su-i niyet; kötü niyet, su-i misal; kötü örnek” gibi.
(**) Türkiye’mde kontenjandan sınavı kazanma, kesirli mülâkat notu ve on kişinin sınava girip ilk dokuz kişinin elenip de onuncunun sınavı kazandığı gerçekten belgelidir. Keza eften püften sağlık raporları ile askerlikten kaçanları da tarih yazmıştır, benim belgeleme gayretim gereksiz!
(1) Âdeta; Alışıla geldiği gibi, her zaman olduğu üzere, basbayağı, hemen hemen, sanki, enikonu, neredeyse. (Sporda; olağan yürüyüşle)
Alicenap (Âlicenap); Bağışlayıcı, yüksek ve yüce gönüllü, cömert. Onurlu, şerefli.
Arşiv; Kurum ya da kişilerin faaliyetleri sonucu meydana gelen idari, hukuksal, tanıklık, kurumsal değeri olan (muhtemelen tekrar kullanılması mümkün) görsel, yazılı, data (veri) bilgilerin saklandığı yer.
Bonus; İkramiye, fazladan ödenen bir meblağ, prim, kâr payı, teşvik primi, sürpriz.
Böyyük; Yakıştırma, yahut da küçümseme şeklinde; büyük.
CV; Curriculum Vitae kelimelerinin baş harfleri. İş başvurusunda bulunan birinin eğitim, deneyim ve tecrübelerinin gösterildiği belge. Özgeçmiş, hal tercümesi anlamındadır.
Doktora; Üniversiteyi bitirdikten sonra bir bilim dalında bilimsel bir yapıt ve sınavla ulaşılan aşama. Doktor sanını kazanmak için verilen sınav.
Fazilet; Erdem. İnsanda iyilik etmeye ve fenalıktan çekinmeye olan devamlı ve değişmez istidat. Güzel vasıf. Kişiyi ahlâklı ve iyi hareket etmeye yönelten manevi kuvvet. İnsanın yaratılışındaki iyilik, iyi huy. İnsan yaratılışındaki bütün iyi huylar, insanda iyilik yapmaya ve fenalıktan çekinmeye devamlılığı değişkenliği olmayan güzel nitelikler.
Felsefe denilince Rene DESCARTES’in şu sözlerine kulak vermenin doğru olacağı kanaatindeyim; Felsefe sözünden; "Bilgeliği İnceleme" anlaşılır. Bilgelikten de yalnız işlerimizde ölçülülük değil, aynı zamanda hayatımızı sürdürebilme, sağlığımızı koruma ve bütün zanaatların icadı için de insanın bilebildiği bütün şeylerin tam bir bilgisi anlaşılır. Bu bilginin böyle olması için de onun ilk nedenlerden çıkarılmış olması gereklidir. Böylece bu bilgiyi edinme yolunu öğrenmek için (ki asıl felsefe budur) bu ilk nedenleri, yani ilk ilkeleri aramakla işe başlamak gerekir. Bu ilkelerde de iki koşul bulunmaktadır. Birincisi; bu ilkeler o kadar açık ve apaçık olmalıdır ki insan aklı onları dikkatle incelemeye koyulduğunda doğruluklarından şüphe etmesin. İkincisi; geriye kalan başka bütün nesneler var olmadığı hâlde dahi ilkeler bilinebilmeli, fakat buna karşılık, ilkeler var olmayınca başka şeyler bilinmemelidir. Bundan sonra da ilkelere bağlı olan şeylerin bilgisini öyle ilkelerden çıkarmalıdır ki yapılan dedüksiyonların bütün devamınca apaçık olmayan hiçbir şeye rast gelinmesin.
Felsefe; Düşünce bilimi. Var olanların varlığı (insan, evren, doğa), kaynağı, anlamı ve nedeni üzerine düşünme ve bilginin doğru ve gerçek anlamda bilimsel olarak araştırılması. Bir bilgi alanının ya da bilimin temelini oluşturan ilkeler bütünü. İnsanların çeşitli türdeki suallere cevap vermesi gerekliliği.
Furya; Olağandan bol, aşırı çoklukta bulunma.
Garnizon; Bir kentin savunmasında yer alan ya da bir kentin içinde ve yöresinde yerleşmiş bulunan asker birliklerinin tümü, bu birliklerin bulunduğu ve sınırları belli bölge, yer.
Garsoniye; Lokantalarda alınan garson hizmet bedeli.
Garsoniyer; Kimi evli erkeklerin, eş ve çocuklarıyla birlikte oturdukları kendi evlerinden ayrı olarak, evlilik dışı ilişkiler için tuttukları ev.
İktidarsız; Cinsel gücü olmayan erkek. Bir işi yürütme, başarma gücü, yeteneği olmayan, beceriksiz, yetersiz.
İstisna; Bir kimse, ya da bir şeyi benzerlerinden ayrı tutma. Genelde ayrı, kuraldışı olma, ayrıklık, aykırılık, ayrı tutulan kimse ya da şey.
Kadavra; Tıp öğreniminde görerek, uygulayarak öğrenim amacıyla üzerinde çalışmalar yapılmak üzere hazırlanılmış, ölü insan, ya da hayvan vücudu.
Mastır (Yüksek Lisans Yapmak); Lisans eğitimini tamamladıktan sonra devam edilen eğitim. (Tezli ve tezsiz olarak ikiye ayrılır. Bazı koşullarda sadece mastır olarak da adlandırılır. Üniversite diplomasıyla doktora arasındaki akademik araştırma.
Mülâkat; İnsanların karşılıklı olarak konuşmayla düşünce alışverişi, kişisel tanınma işlemi. Ancak bugünün Türkiye’sinde kısaca elemek-beğenmek üzerine kurulu torpil sistemi. Röportaj anlamına da gelir.
Sakar; Her zaman elinden ufak tefek kırıp dökmeler çıkan. Kimi hayvanların, özellikle atların alınlarında bulunan beyaz leke, küçük akıtma.
Sebil; Kutsal günlerde hayır beklemeden dağıtılan su. Genellerde camilere bitişik olarak özel biçimde yapılmış su dağıtılan yapı (Yöresel olarak “çok” anlamında da kullanılır).
Talip; İstekli, isteyen. Evlenmek isteyen ve bu isteğini evlenmek istediği kimseye, ya da o kimsenin yakınlarına bildiren kimse.
Tavassut; Yardım amacıyla araya girme, aracılık etme, ara bulma, aracılık.
Titiz; Çok dikkatli ve özenle davranan, ya da böyle davranılmasını isteyen kimse. Güç beğenen kimse.
Uçuk; Deli, dolu. Uçmuş, soluk. Açık, uçmuş, soluk renk. Hafif, belirsiz. Ateşli hastalıklar, ruhsal bunalımlar veya korku sonucu genellikle dudakta beliren kabarcık.
Zebellâ; Zebellâh şeklinde yazılan bu kelime, Türkçemizde olağandan iri, büyük, devasa boyutta, korkunç, ya da doğaüstü anlamlarında kullanılan bir kelimedir.
(2) Asgari Ücret; Yasal olarak belli ölçülere göre saptanan, işçiye bir çalışma günü karşılığı ödenen ücret.
Başımla Beraber; Seve seve yerine getiririm, yaparım, sevinerek karşılarım, anlamında bir deyim.
Bayramda Seyranda; Çok seyrek olarak, ancak belli zamanlarda, arada bir.
Biçilmiş Kaftan; Tümüyle uygun, elverişli.
Boğaz Tokluğuna (Çalışmak); Para, ücret almadan, karnını doyurma karşılığı olarak iş yapmak. Kazancın sadece zorunlu ihtiyaçları karşılanması durumu.
Çakı Gibi; Sarsılmaksızın, kıpırdamaksızın, ,kurallara uygun biçimde, zevk alarak.
Eften Püften; Baştan savma yapılmış, dayanıksız, derme çatma, çürük, değersiz.
Ensesi (Sırtı) Kalın; Parası çok, varlıklı, sözü geçer, ödeme gücü yüksek kimse.
Evvel Emirde; Her şeyden önce, ilk iş olarak, ilk önce, ilkin.
Güç Beğenen; Zor beğenen. Müşkülpesent. Memnun edilmesi zor olan.
İyi Saatte Olsunlar; Cinler, perilerle ilgili bir olaydan bahsedilirken kullanılan bir deyim.
Kahkaha (Atma) Formatı; Kahkahayı aşırı biçimde belli edecek biçim ve boyutta atma göstergesi.
Kör Nefis; Devamlı isteyen ve tatmin olmayan benlik.
Kulağı Delik; Olup bitenleri çabucak haber alan.
Külâhıma Anlat; “Söylediklerinin hiçbiri inandırıcı değil, sana inanmıyorum!” anlamında söz.
Limitsiz Üfürme; Sınırsız, herhangi bir kısıtlama olmaksızın hayali sözler, uçuk lâflar. Abartılı sözler.
Mağdur Edebiyatı; Kendisine haksızlık yapılmış olanın bunu abartarak, süsleyerek anlatım biçimi.
Mide (Karın) Guruldaması; Mide boşken oluşan kasılmaların midede bulunan havayı tetiklemesi nedeniyle oluşan istenmeyen gürültü.
Öksüz-Yetim; Çok kişi “Kimsesiz” anlamında da kullanılan “Öksüz” kelimesini “Yetim” kelimesi ile karıştırmaktadır. Öksüz; bazı literatürlere göre hem anasını, hem babasını kaybetmiş kişileri için kullanılmaktaysa da; Öksüz; “Anasız”, Yetim ise; “Babasız” demektir.
Rahatlığın Battığı Ender İnsan; Rahat, iyi bir yerdeyken, olmayacak nedenlerden dolayı tek eden vazgeçen az bulunan, sık bulunmayan nadir insanlar için söylenen bir söz.
Sıfır Mertebesı; Aşama, derece, rütbe, basamak, evre, safha konularında en sonda, en değersiz olma konumu.
Üç Otuz Para; Maaşın, satılacak bir malın, ya da çok ivedi bir şekilde satılması gereken bir malın çok düşük olduğunun ifadesi.
Üçkâğıtçı; Dolandırıcı, dolapçı, düzenci, hileci. Üçkâğıt oyununu oynatan kimse.
Yâd El; Baba ocağından, ailenin bulunduğu yerden uzak olan yer. Yabancı kimse, yabancı.
(3) Adapte Olmak; Uymak.
Ağzı Açık Bakmak (Bakınmak); Yeni gördüğü her şeye şaşkınca, alıkça bakma, hayranlıkla seyredip şaşırma, serseri bir şekilde, ne yaptığı belli olmaz bir şekilde dolaşma, çevreye aptalca ve hayranlıkla bakma.
Ağzıyla Kuş Tutmak; En zor, en güç işleri yapsa da, ustalık gösterse de sonuç yok. Ne yapsa, ne etse de başarılı olması mümkün değil.
Alnının Terini Silmek; Çalışarak, emek vererek, hak ederek, kazanma durumunun ifade şekli.
Avuç (Avucunu) Yalamak; Beklenenin, umulanın olmaması, ya da umulanın ele geçirilememesi, umduğunu, istediğini ele geçirememek. Umulan, beklenilen bir şey ele geçirilemediğinde kullanılan bir deyim.
Bakaya Kalmak; Askere gitme vakti gelmesine ve herhangi bir tecil işlemi bulunmadığında askerlik yoklamasını yaptırmamak, askere gecikmiş olarak gitmek.
Burnundan Kıl Aldırmamak; Huysuz, geçimsiz kimse hareketi.
Çıtlatmak; Bir kimseye bilmediği, merak ettiği bir şeyden ancak sezdirecek kadar söz etmek. Bir şeyden “Çıt” sesi çıkarmak.
Darda Bırakmamak; Para sıkıntısı içinde olan birinden alacağını istememek, belirli sonraya ertelemek, herhangi bir yönden karşısındakini zor duruma düşürmemek, bırakmamak.
Elinde Altın Bileziği Olmak; Para getiren hayat boyunca geçimini sağlamaya yarayan sanat veya meslek sahibi olmak.
Erinmemek; Kendinde gevşeklik hissetmemek, bir işi yapmak için gayretli olmak, gayret etmek, üşenmemek, tembellik yapmamak.
Göz Ardı Etmek (Edilmek); Gereken önemi vermemek, verilmemek.
Haşlamak; Şiddetli şekilde azarlamak, sertçe paylamak, azarlamak, dalamak, zarar vermek, sızı, acı vermek. Canını yakmak. (Bir şeyi kaynar suya daldırmak.)
Helâlleşmek; Alışverişte ya da uzun sürecek bir ayrılış sırasında kişilerin birbirlerine haklarını helâl etmeleri.
Hoşgörülü (Müsamahalı) Davranmak; Tolerans tanımak. Kolaylık göstermek, iyi karşılamak, ayıplamamak, hatayı görmezden gelmek, göz yummak şeklindeki davranışlar. Kırıcı ve aşağılayıcı olmamak, affedici olmak, kendi görüşlerimize aykırı olan görüşleri sabırla karşılamayı bilmek.
İlenmek; Bir kimsenin kötü bir duruma düşmesini gönülden geçirmek, ya da bunu açıkça söylemek, bir kimse için kötü dilekte bulunmak.
Kapı Önüne Konmak; İşten kovmak, evden, işten, herhangi bir yerden ayrılmasını sağlamak.
Kendi Kabuğuna Çekilmek; Çevreyle ilgisini kesip, insanlarla görüşmez olmak.
Kol Kanat Germek (Olmak); Yardım etmek, gözetmek, himaye etmek, bir kimseyi koruyuculuğu altına almak.
Kulağına Erişmek; Tam ve sağlam olmasa da bilgi edinmek, bilgisi olmak, öğrenmek istediklerini araştırıp öğrenmek.
Maraza Çıkarmak; Anlaşmazlığa yol açacak davranışlarda bulunmak, çekişmeye, kavgaya yol açmak, kavga gürültü çıkarmak.
Minnet Borçlu Olmak; Bir kimseden gördüğü iyiliğe karşı minnet duymak, gönülden teşekkür borçlu olduğunu hissetmek.
Suspus Olmak; Korku ya da benzeri bir nedenle sinmek, susmak, hiç sesini çıkarmamak, artık işe karışmaz ve sesi çıkmaz olmak.
Teessüf Etmek; Esef (acınma, üzülme, yazıklanma) ettiğini belirtmek.
Vicdanı El Vermemek; Duygusal olarak vicdanının rahat etmemesi, içinden gelen sese kulak vererek acımak, verdiği karardan dönmek, vazgeçmek, yapmamak.
Yeğlemek; Bir şeyi diğerlerinden daha üstün, daha iyi, daha uygun görüp o şeye yönelmek, tercih etmek.
(4) Ucuzdur vardır illeti, pahalıdır vardır hikmeti; Bir malın ucuz olmasında mutlaka bir sebep vardır; tapondur, çalmadır, modası geçmiştir, defoludur, çürüktür, kabadır, kullanışızdır, ya da piyasa da bol miktarda bulunmaktadır. Pahalı olan ise, yenidir, piyasaya yeni çıkmıştır, sağlamdır, biçimlidir, kullanışlıdır ya da piyasada ilk kez görülmektedir. Bu nedenle tercih yaparken bu unsurları gözden geçirmek yararlıdır, anlamında bir söz dizisi.
(5) Sorumlu Yönetici (Mesul Müdür); Herhangi bir işyerinde iş yerinin özelliği nedeniyle, özellikle gıda ve gıda ile temas eden madde ve malzemeleri üreten, işleyen, ambalajlayan, depolayan, nakleden, pazarlayan işyerlerinin asgari ve teknik şartların ikamesinden denetiminden mesul olan gıda mühendisi.
(6) Göbeğini Kaşıyan Adam; Dünyayı umursamayan, genelde satın alınacak tipte, yırtık beyaz atletli, bir elinde sigarası, bardağında birası, diğer elinde televizyon kumandası olan, sıyırdığı atletinin altından görkemli göbeğini kaşıyan insan tipinde bir varlık.
(7) Hakkını, Haddini Bilmemek, Haddini Aşmak, Haddi Ve Hakkı Olmamak; İnsanların haddini bilmeksizin aşıp etrafa gösteri yaparak zarar vermelerinin bir ifadesi. Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yetebileceğini bilmeksizin onun ötesine geçmek çabası yaşamak, ölçüsünü bilmemek.
(8) Bedelli Askerlik; Bedel ödenerek kısa süreli olarak yapılan askerlik görevi.
(9) Vermeyince Mabut, Neylesin Mahmut; Eğer Allah geniş bir yaşama ya da yetenek kısmet etmişse kul sevinir. Ancak Allah’ın vermediğini kimse veremez, verdiğine de kimse engel olamaz.
(10) Cep Delik, Cepken Delik; Hiç parası olmayan, züğürt anlamında deyim; Orhan Veli KANIK’ın Delikli Şiiri’nin ilk mısraı olup, “Kevgir misin be kardeşlik?” şeklinde devam eder (Kevgir; Uzun saplı, yayvan ve delikli kepçe. Kimi sıvıları ya da haşlanmış yiyeceklerin sularını süzmek için kullanılan, genellikle derince ve yuvarlak biçimli, delikli mutfak kabı. Süzgeç. İliştir).
(11) Yollar Yürünmekle Aşınmaz; Eski Cumhurbaşkanlarından, eski Başbakanlardan birinin; “Millete plan değil pilâv lâzım!” sözünün eklentisi olarak, söylediği söz.
(12) Üç (İki) Su Bir Ekmek Yerine Geçer; Suyun ekmek gibi doygunluğunu ifade eden bir söz dizisi. (Atasözü değildir).
(13) Hiçbir şey göründüğü gibi değildir; Bu konuda İnternette de görüleceği üzere birkaç öykü vardır. “Bir köyde yaşlı bilge bir adam; öküzünü yitirip ata kavuşan, oğlunun ayağı kırıldığı için kendisine yardım edemediği için yakınan, kırık ayaklı olduğu için askere alınmayan oğlu için bilge adamla her sohbete gittiğinde, kötü-iyi olmasına aldırmaksızın; aynı sözü söylemiş yaşlı bilge adam”. Bazı yerlerde; “Olabilir de, olmayabilir de!” şeklinde yazılmıştır.
(14) İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı… Orhan Veli KANIK
(15) Bilmem ki bu dünyaya ben niye geldim… “Neden saçların beyazlanmış arkadaş…” diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Cengiz TEKİN’e, Bestesi; Hüseyin Rıfat ŞENGEL’e ait olup eser Muhayyerkürdî Makamındadır.
(16) İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar… “DENİZİN TÜRKÜSÜ” Yahya Kemal BEYATLI (Şiirin en anlamlı en son dizesi).
Tahayyül edebilir ve fakat hayallerinin esiri olmazsan... Paul VALERY’inin “EĞER” isimli şiirinden.
(17) Dolmuş Kâhyası (Değnekçi); Genel olarak dolmuşların düzenli çalışması sağlayan kişi olması gerek. Ayrıca herhangi bir boş kaldırım veya resmi binanın önünü tutmuş gelen arabaların park etmelerini, dolmuşların düzenli çalışmasını sağlayan kişi olması gerek. Ancak yozlaştırılmış bir deyimdir. Genelde hart-hurt edip dolmuş şoförlerini “Gel! Git!” şeklinde inciterek, üzerek ikaz eden, gücünü nereden aldığı belli olmayan, vatandaşı koyun gibi sayan, elinde ne amaçla, ne unvanla ve ne yetkiyle bulundurduğu belli olmayan, düdük ve ne anlama geldiği belli olmayan kolluk takan ve hizmet veriyormuş gibi her dolmuş şoföründen belirli bir ücret tahsil eden tufeyli.