Abdestle - ezanla - namazla - niyazla, oruçla - ramazanla, hac - zekâtla pek ilgisi yoktu genç adamın. Denilebilir ki bektaşinin dediği gibi; camii ile ilgisi; “Bayramdan bayrama!” idi. Ancak bu Cumartesi farklıydı.

Kendinden farkı olmayan amcaoğlu, akrabası ve iş ortağı her ikisinin de üzerinde çok emeği ve hakkı olan Serdar, babasını yitirmiş, annesinin arzu ve dileği ile camide yedi mevlidine katılması gerekmişti Sergen’in.

Oysa düzenlediği öylesine güzel plânları vardı ki o öğle ve öğleden sonrası için...

Bir kız arkadaşı vardı, henüz gereğince ve gerektiği şekilde ve kadar yakınlaşmamış olsalar da konuştuğu, ileri seviyede adımlar atmak, evlenmek, yuva kurmak, çoluk - çocuğa karışmak için arzulu, istekli ve ikna etme(1) çabası içindeydi; “Nuh deyip de peygamber dememekte inat ya da ısrar eden genç kızı.

Çok naz âşık usandırır diye düşünmüyordu, ama sevgisindeki kısıtlılığı da inkâr etmeyi aklından geçirmiyordu.

Soy soya, bulgur suya çeker, derlerdi, her ne kadar sözle ilintisi yok gibi görünüyorduysa da kanaatince aynı yöne bakmaktaydılar(2). Ve bunun “aşk” olduğunu varsayıyordu Sergen.

Genç kızın adı? Ne önemi vardı ki, kendisini sakladığına, elini uzatmadığına göre? Genç, güzel, alımlı, kendine düşkün, güzelliğine inanan ve oldukçanın ilerisinde varlıklı bir ailenin kızıydı işte!

Gene de onu saklamaya gerek yok; Selenay dışarıdan, herkesin görebildiği gibi bile görünen güzellikte bir kızdı.

Mevlit(3); gereği gibi bitmiş, gülsuları serpilmiş, nane şekerleri üstüne yerleştirilmiş güllü-sakızlı-lokumlu külâhlar dağıtılmıştı.

Mevta(3) evine gidildiğinde, karşı komşunun da kapısı açılarak sadece yakınlara değil, gelenlerin tümüne kıymalı pide, ayran ve helva, ayrıca seccade, tespih, takke, örtü dağıtılacaktı, cinsiyetlerine, ya da arzularına göre.

Camilerde yapılmaması gereken şeyler vardı, örneğin, şaka, espri, gülümseme gibi, özellikle birinin mevlidi okunurken ve sonrasında “Allah kabul etsin!” nidaları sonrasında yapılmaması gereken yanlışlıklar; vasatlık dışına taşan bağnazlık(3), sofuluk ötesinde yobazlık(3), mürtecilik(3), ticanilik(3), din tiranlığı(3), yetmezlik, kalitesizlik, vasıfsızlık gibi...

“Münacat(3) kısmı pas geçilmemeliydi?”

“Elifi uzatması gerekirdi, besmele öyle mi çekilir canım?”

“Dua kısmı neydi yav? Acelesi mi vardı? Daha ikindiye çok var, neydi kısa etmesinin sebebi?”

“Aç gelenler ‘Doyunsunlar(1)!’ diye mi  kısa sürdü mevlit de, dua da!..”

Oysa hadi bayram, Cuma namazlarını, mevlit öncesi vakit namazlarını bir kenara bırakalım, hacı-hoca takımı gıybetin(3) de iftira kadar günah olduğunu bilmezler miydi?

Sergen dışarıya çıkmakla, geride kalıp beklemek arasında tereddüt içindeyken; “Neden itekliyorsunuz ki kardeşler?” diyemeden çoraplarıyla dışarıda bulmuştu kendini, yalınayak kalma mecburiyetiyle, çünkü titizdi, o çoraplarla pabuçlarını giyemezdi.

“İyi ki çalınma ihtimaline boş verip dışarıda bırakmışım pabuçlarımı. Yoksa çıplak ayakla Serdar’a git, çorap ve onun bir numara büyük pabuçlarından birini dilen, “Of ki of!” diye söylendi kendi kendine.

Çoraplarını çıkarmış, ayak tabanlarını silip çıplak ayakla ayakkabılarını giymeye çalışırken dikkatini çekmişti öncesinde gülümseyen, sonrasında buğulu gözlerini, ahu bakışlarını saklamaya çalışan genç kız.

O genç kız dışındakiler;

“Allah rızası için, Allah muradınızı versin, muhtacım, eşim yatalak, çocuğum hasta...” gibi vaveyla(4) içinde bırakma gayretindeydiler Sergen’i. Karun olsa da hepsine yetişmesi mümkün değildi, eli cebine gitmedi.

Zaten felsefesine tersti, dilenciye, bilmem neredeki cami inşaatları, ya da Kur’an Kurslarına para yardımı yapmak. Atatürk’ün kurduğu Diyanet(3) gereğini yapsaydı ya, normal zamanda üç-beş ihtiyar kişi ile cemaati(3) olan ve sayılmayacak kadar cami inşaatları ve Kur’an Kursları için.

Belki şu denilebilir; “Be kardeşim, diyorsun ki dinle-imanla ilgim yok, hem de o devasa(4) camilerin boş olmasından bahsediyorsun? Nedendir bu ikilem(4)? Dinsiz misin, imansız mısın?” gibi, devamını deist(3), ateist(3), gâvur(3), münafık(3), sığ fikirli(3), ikiyüzlü gibi kelimelerle süslemeye gerek görmeksizin!

Cevabı şöyle olabilirdi Sergen’in; “Be kardeşim, gören göz kılavuz ister mi? İnsan hiç mi geçmezdi camilerin önünden, ezan sesini duyunca saygıyla durup dinlemez miydi, makamı, tecvidi(3) yeterince olmasa da ve camiye giden çoğu yaşlı insanları görmez miydi, sayılacak gibi, kadar?

Hatta özellikle mescitlerde hoca izinliyse ve onun dışında kimse hocalığa, müezzinliğe soyunmamışsa, ya da bilgisizlikten, cehaletten, çekingenlikten, hatta ‘Yanlış yaparsam?’ korkusundan dolayı hocalığa, müezzinliğe soyunamıyorsa, talip olmuyorsa cami kapısına kilit vurulması yaşanmayan bir olay değildi ki?”

Aslında bu söyledikleri geçiyorken fark ettikleri değildi Sergen’in. Oturduğu ev, gökdelen denilecek gibi 16 kat, 64 daireli bir site bloğuydu, cami minaresine neredeyse tepeden bakıyor, ezan sesinde saygısını yitirmeksizin dinliyor ve “Maalesef” kapsamında özellikle tatil günlerinde en çok da yazları akşam ve yatsı namazlarında gelen geçeni görüyor ve hayıflanıyordu(1).

‘Ülkemizin % 99 u Müslüman!’ diye iddia ediliyor ya, sanırım % 98 i Müslüman görünen, belki de az bir miktarı Cumalarda, Ramazanlarda Müslümanlığı hatırlayanlar olsa gerekti.

Bir ekleme yapmak gerek, evet Sergen’in dinle-imanla arası olmamasına rağmen, bir yaz akşamı serinliğinde yahut da bir kış akşamının merkezi ısınmasında canı çektiğinde bira içerken ezan sesini duysa, hemen çekiyordu bira bardağından elini ve cemaat dağılıncaya kadar da bir daha dokunmuyordu, Müslümanlığı, ya da gâvurluğu bu kadardı!

Evet, pabuçlarını giymeyi başarıyla tamamlamıştı, çekecek ya da kerata bulamadığı için çıplak ayakla zorlanarak.

Kapıda çıkışı bile engellemekten çekinmeyen dilenci görünümlü herkes, duygu sömürüsü(5) yaparken o genç kız sessiz bir şekilde kenarda büzülmüş olarak duruyordu, Sergen onu görüp düşünürken daha da sessizleşmiş, boynu utanır gibi daha da bükülmüştü sanki.

Diğerlerine göre vaktinden önce bir kaç teli kırlaşmış, kara kalem eseri gibi siyah saçlı kızın başı açıktı, diğerlerini umursamaz şekilde; “Ben buyum!” der gibi, fısıldamayı bile bilmez gibi, o seslere karışmamaya özen gösterircesine, bir çantayı omuzuna asmış, sadece bir market torbasını açmıştı avuçları arasına.

Dudakları sade ve etli, burnu mantı gibi, sağ yanağının üstünde yere paralel kocaman denilecek 3-5 santim uzunluğunda dar bir yara izi ve o izin üstünde de bir ben vardı. Gözleri, evet kapkaraydı, merhamet değil, yardım diler gibi, yakınına gelinceye kadar izlediği, gördüğü, hatta beğendiği, şeklini beyninin tüm zerrelerine, hafızasına yüklediğiyle Sergen’in.

Etkilenmişti, kendisinin olması için yalvar-yakar peşinde olduğu Selenay’ı unutmuş gibiydi, odaklanmıştı karşısındakine, ya da bir mıknatısın ters kutuplarından biri gibi yönelmişti genç kıza doğru.

Hissettiğinin merhamet mi, şefkat mi, sakınılması gereken bir sevgiye ulaşmak için tırmanış mı olduğu konusunda tereddüt içindeydi, hatta bilmiyor, anlamıyordu, kendini zorlasa bile.

Kimdi, neydi ve hem sebebi neydi, o suskun ve buğulu gözlerle utanır gibi sessiz duruşunun. Karşısına gelinceye kadar kendi kendine sorup cevapsız kalan sorulardı beyninden geçenler.

“Neden?” diye sordu, gözlerine bakmak için başını kaldırmasını ister gibi.

“Yardım etmeyi düşünüyorsanız, edin. Yoksa affedersiniz, çok özür dilerim, ‘Size ne?’ demem gerek!”

Gururluydu da genç kız. Sergen felsefesi gereği hiç âdeti olmadığı halde cebinden bir şeyler çıkartıp o market poşetine koymaya çalışsa, bu genç kızın başlangıç tepkisi gereği kabullenmeyip kendini refüze edebilir(1) inancını yaşadı.

Vazgeçti, Türkçemizde yazılması mümkün olmayan “Cık, Çik, Jık!” gibi sesleri çıkartarak geri döndü.

Genç kızın düzgün Türkçesi, güzelliği ve gururu etkilemişti Sergen’i, kendine hiçbir umut vermeyen bir bağı olmasını unutmamış olsa bile. İzleniyormuş gibisine geldi, umutla “Kalp kalbe karşıdır(6) düşüncesiyle. Döndü, göz hapsindeydi(1), evet!

Utanmış olsa gerekti, belki de mahcup, aynı kelimelerle düşüncesini anlatma çabası içindeydi Sergen, genç kız başını eğdi önce, sonra sırtını döndü, gittiği yönü bıraktı arkasında iz olarak sadece.

Selin’in masum, kimsesiz ve sahipsiz yüreği; yerinden çıkacak gibi çarpmaya, bir kedi ağzında çırpınan serçe gibi çırpınmaya başlamıştı karşısındaki yanına geldiğinde.

Sergen dâhil, Yaradan’ın hiçbir kulunun bilemeyeceği bir yaşam biçimine bürünmüştü buğulu gözlere ek olarak ahu bakışlarıyla, kendi kendine söylenerek uzaklaşan genç kız;

“Kim bilir kimin nesi, kimin fesi?..

Bu kadar varlıklı ve elit zümre içinde, benden uzak olması gereken biri o, her kimse. O halde haddimi bilip(7) kaybolup yok olmam bir daha gözükmemem ve yüreğime taş basıp(1) unutmam gerek!”

Durgunlaştı bir süre düşüncelerine ara verir gibi ve devam etti;

“Ne gereği vardı dilenmenin, zıtlaşmanın, azarlar gibi davranmanın, ilk kez olsa da? Ömür boyu süreceğine inandığım bu yükü nasıl taşıyacağım? Bu yangını yüreğimden nasıl düşüreceğim? Ömür boyu yan da aklın başına gelsin şaşkın Selin! Yanmaktan başka şansın yok, çünkü!”

Sergen, her şeyi bir kenara bırakıp peşinden gitse, takip edip, izlese...

Daha bir hafta önce toprağa verdiği, kendinde büyük emekleri olan amcasına, onun geride bıraktıklarına, hatta kendisine bile ayıp olmaz mıydı?

Suskunca ve alıkça bakındı etrafına, çevresindekilerin kendini fark edip etmediklerini sorgularcasına Sergen. Herkes amcasından, muhterem, eli açık, yardımsever olduğundan, camiye yardımda en önde gelen biri olmasından bahsediyordu, ölen birinin arkasından yapılan yalakalık ne işe yarayacaktıysa?

Kendine döndü tekrar. Karşısında olmayanı tahayyül edip omuzlarında bir yük gibi duran, çok nazın aşığı usandırdığını bilmeyen Selenay’la karşılaştırma gayretini yaşadı.

İkisi de güzel ötesinde güzellerdi, belki birbirinden farkı olmayan, ancak bir farklılık vardı ikisi arasında, çözümleyemediği, çözümlemesinin mümkün olamadığı. Okumuş, tahsilli, üniversite mezunu olmasına rağmen genlerinde gizli olduğuna inandığı aptallığını sorgulayamıyordu.

Sabreden derviş örneği geldi aklına, sevinircesine gelecek Cumartesinin kendisi için bulunmaz bir fırsat olacağına inanırcasına. Allah’ın Cumartesileri eksik değildi ya! Önündeki Cumartesi olmasa da mutlaka bir değeri, katsayısı yüksek bir inanç ve desibel(4) gücüyle; “Neden?” diye soracaktı tekrar, karşısındaki ismini bile bilemediği genç kıza.

Olur muydu? Olurdu tabii, hem neden olmasındı ki? Aklı karıştı birdenbire Sergen’in; Cumartesi, Cumartesi olmasına olurdu da, her Cumartesi mevlit olması ve o adını, sanını, nedenini, niçinini bilmediği, edepli, gururlu, buğulu gözlere sahip güzel kız orda olur muydu? Hem ne malûmdu ilk kez denemediği, kalabalığı görüp de geçerken şansını sınamak istemediği?

İçinden “Dilenci” demek geçmiyordu, ısrarla dilinin arkasında çörekleniyordu(1) o söz. O zaman ayıkla pirinci taşını, ya da ölme eşeğim ölme, avucunu yala modunda sükûtu hayal(5)...

Ancak neden unutmayı, unutma gerekliliğini geçirmiyordu ki aklından, o kadar mı etkilenmiş, hatta duyguları o kadar mı canlanmıştı, itiraf etmekte zorlansa da o kadar mı canı yanmıştı, karşıdan da olsa gördüğünde?

Şans insanın yüzüne bir kere gülerdi. Üç kez denilen şey çekirgeye ait bir deyimdi ki; o da üç kez zıplamazmış! Bir de; “Şeytan kulağına kurşun(8)! Yeşil tuttum bir Allah(8), celleşanuhu(8)deyip tahtaya üç kere vurmak gibi saçma bir dizi vardı, hurafe(3) ya da batıl itikat(3) olarak, şans, kader, kısmet ve talihle ilgisi olmaksızın.

Sergen’in bu düşüncelerine sebep bir süre Cumartesilerde ağaç olup beklemesine, araştırmasına, gittiği yönde kaldırım taşlarının hatırlarını ve adetlerini saymasına rağmen buğulu gözlerle karşılaşamamasıydı.

Yeni edindiği felsefeye göre; mevlit yok, o mahzun, buğulu gözlerle kendini tersleyen, içinde sımsıcak olarak yer almış olan genç kız da yoktu.

Ne yapsındı, bayram değil, seyran değil, durup dururken mevlit mi okutsaydı? Çevre muhtarlara sorsa, kendince ne cevap veren olurdu tanısalar bile, belki de bir buğulu göz sözüne karşılık sinema, tiyatro, musiki, magazin gibi herhangi bir dalda yıldız olanların kataloglar içindeki resimlerini gösterirlerdi gibi geliyordu kendine…

Mevlit konusu aklına yatmıştı, demek ki yaklaşık 40 gün kadar olmuştu amcasını yitireli, belki de 52, zamanı nasıl harcadığını, ya da etkilendiğini açıkça itiraf ettiği genç kızı aramakla ömründen ne kadarını tükettiğini hayıflanarak da olsa bilmeksizin.

Bunun için amcasının ölüm tarihini gizlice araştırıp, beynine gizlemeli, sonrasında da acısını depreştirmeden(1) bu mevlit fikrini yengesinin aklına sokmalı, yerleştirmeliydi.

Yerleştirdi de, hem başarıyla...

Ancak aynı başarıyı, içten pazarlıklı olarak okunan mevlitte yaşayamadı Sergen. Çünkü deyim yerindeyse o genç kız, “Geçiyorken uğradım” modunda kalabalığı görünce o günkü mevlitte muhtemelen şansını denemek için o kenarda beklemiş olsa gerekti, herkes car car(1) duygu sömürüsü yaparken o utancıyla kenarda sessizliğe bürünmüş, sonrasında da sanki yer yarılmış, temelli kaybolmuştu.

Selin lise son sınıf öğrencisiydi. Selen ablasının gündeliklere gitmesi ile yaşamlarını devam ettiriyor, onun desteği ile okulunu bitirmeye gayret ediyordu, ne işe yarayacaktıysa? Lise mezunu olmasına, başarılı olacağına inandığı bir iş aramasına rağmen bulma yönünden kısmeti olmayan ablası şimdilerde gündeliğe gidiyordu.

Başlangıçlarda bir bebeğe bakmış, bebek büyüyünce aile anaokulu fırsatını değerlendirerek kapı önüne koymuşlardı onu. O zamanlar devamlılık nedeniyle sıkıntıları da, güç durumları da olmamıştı.

Selen, kardeşine okuması için her türlü desteği vermişti;

“Ben aç kalırım, susuz, uykusuz yaşarım, ama sen üniversiteyi de okuyup adam olacaksın ve ahir ömrümde(3), evli-barklı, çoluk-çocuklu olsan bile bana bakacaksın, beni rahat ettireceksin. Ben de senin işin-gücün olursa bebeklerine seve seve bakacağım!”

Adını henüz bilmediği Sergen’le karşılaştığı günkü hareketi, gördüğü kalabalık ve sesler dolaysıyla ilk ve son kezdi, ilerisini tahmin bile edemeyeceği, pişmanlığı yaşadığı.

Sergen, dünyada ölümden başka her şeyin çaresi olduğuna(9) inanıyordu, ancak çaresizdi. Sora sora Bağdat bulunurdu, eğer Bağdat diye bir yer varsa ya da bir bilen varsa da kimdi, kime soracaktı? Arayan Mevlâ’sını da...  

Kendini etkileyen buğulu gözlerin sahibini de bulabilir miydi acaba? Dünya kazan, kendi kepçe olsa ömrü yeter miydi bulmak için? Bir çuval pirinç içinde bir beyaz taş parçasını, bir yığın saman içinde bir iğneyi bulmak zor olmasa da, kolay da değildi!

Vazgeçemezdi, elindeki tek ipucu buğulu gözlerin adımladığı yöndü. Tek ipucu ile de sorununun çözüleceğine inanıyordu Sergen. Sorun? Evet, benliğinde onu özlemek gibi bir sorun yaşıyordu. Gittiği yön kazan olsa gerekti, o halde kepçenin de göreve başlaması mecburiyeti olmalıydı...

İş-güç? Sermaye ortak, mağazalardaki görevleri de ayrı ayrı üstlenmişlerdi, kendi Kırtasiye Mağazasında, Serdar ise Manifatura-Giyim-Kuşam Mağazasında idi. Tek zorunluluk işten kaytarmak, ara sıra da olsa Sergen’in kendi mağazasına şöyle göz atmasını istemekti; bunun için de içinden geçeni Serdar’a dobra dobra anlatmaktan(1) başka şansı yoktu.

Gerek amca çocukları olarak aile hukuku ve gerekse de herhangi bir konuda yalan söylemek konusunda başarısızlığı engeldi buna, “Aramızda kalsın!” diyerek anlatacaktı Sarı Çizmeli Hanım Ağa kisvesindeki(4) hakkında buğulu gözlerinden, ahu bakışlarından başka bir şey hatırlamadığı genç kızı.

Elemanları zehir zemberek(5) canavar gibiydiler, bir kaç gün, hatta on beş-yirmi gün firarda olsa bile hissettirmezlerdi yokluğunu. Yokluğunun sebebini, amacını bilmedikleri takdirde mağazada sorun çıkmayacağından emindi.

Kepçe olarak yönünü çizdi, kazan içinde bulması gerekeni bulmak için. Muhtemelen tek sakınca, pek olacağını zannetmiyordu, ama hani çok naz âşık usandırır deyimi ile tarif ettiği Selenay’ın meselâ içinde özleyip, kendini mağazada araması, görüşmek istemesi olabilirdi ki, gülü seven dikenine katlanmalıydı.

Selen ablaydı, doğal olarak, öncesinde belirtildiği gibi. Selen ve Selin bir baltaya sap olamamış babaları nedeniyle çileyle geçirmişlerdi ömürlerinin bir bölümünü. Babaları ayrıca şiddet, yokluklar ve kaprisleriyle annelerinin yaşamdan çabukça kaybolmasına neden olmuştu.

Babaları kendi rahatı için kızlarını çocuk yaşlarda evlendirmeye, diğer bir örnekle satmaya kalkışmıştı; odalık(3), kuma(3), cariye(3) olmaları umurunda olmaksızın, yeter ki kendisi rahat etsindi. Kızları direnmişlerdi, anneleri garibandı, ama okuyan ve okumakta olan kızlar babaları için bile eli maşalıydı(5).

Olmamıştı, rahat edememişti adam. Bir gece ansızın gelen Azrail babalarının mundar(4) olarak göçüşünü gerçekleştirmişti babalarının. Niye mundar? Çünkü kızların zor belâ(5) kazandıkları gündeliklerine zorbaca el koymuş ve zıkkımlanmıştı o gece. Tanrı belki de çektikleri eziyeti yeterli görerek garip, öksüz kızların yüzlerine bakmıştı.

Bu arada söylemekte sakınca yok, babaları, anne dedelerinden kalan oturdukları evi bile satmaya kalkışmıştı anneleri daha sağken, zorlayarak. Evden başka dikili bir ağaçları bile olmayan anneleri, kızları için direnmiş, belki de bu direniş annelerinin erken göçmesine neden olmuştu.

Genç kızlar, anne yok, baba yok, dedikodusu çok bir mekânda yalnız başlarına yaşamak zorunda kalmışlardı; “Bir of çeksek karşıki dağlar yıkılır! (10)  yahut da “Bilmem ki bu dünyaya biz niye geldik? (11) küskünlüğünde.

Akşamlar elem demekti, iki kardeş için de. Selin okuldan, Selen gündeliğe gittiği evlerden döner dönmez dedikodu yükü altında ezilmemek için sokak kapılarını kilitleyip karanlığa mahkûm ediyorlardı kendilerini.

Kiler gibi yerde Selin ders çalışmaya çalışıyor, Selen fiziksel yorgunluğuna ek olarak gönül yorgunluğuyla sızıp kalıyordu yatağında yazları. Kışları ise aynı yorgan ve yatağı üleşiyorlardı koyun koyuna üşümemek için, bir bakıma odun-kömürden tasarruf etme amaçlı.

Dünyada, daha doğrusu Türkiye’mde ve söz konusu etmek zorunda olunmayan bir kısım Müslüman denilen ülkelerde kadın olmak handikaptı(4), kadının değeri yoktu, ikinci sınıf vatandaştı, Atatürk’ün eserlerine hor bakan(1) erkekler için kadınlara her türlü zulmün yapılmasında hatta öldürülmelerinde sonsuz hakları vardı!

Öldürülmeyi hak ediyorlardı kadınlar; namus, şehvet, para, geçimsizlik, kıskançlık...

Her ne olursa olsun? Yaşamaları için tek hakları; çocuk doğurmaktı onların. O da kısır değillerse, yoksa doğurmadıkları, doğuramadıkları için onlar da hak ediyorlardı ölümü, aşk neydi ki? Sadece seks ve çocuk yapmak için muhtaçtı erkekler kadınlara.

Ve “Kadına el kalkmaz!” sözü Deyimler Kitapçığında yer alan, erkek milletini hiç ilgilendirmeyen bir sözdü.

Sosyal hayatta asla yerleri yoktu kadınların, erkeklerine göre. Eğitim mi? Pöh! Ne gerek vardı onlar için? Doğursunlar, emzirsinler, doyursunlar yeterliydi. Öcü gibi kapanmış olsalar da pencereden bakmalarına, sokağa çıkmalarına, komşuculuk oynamalarına izin vermek bile bağıştı, hatta lükstü onlara.

Hem hatta ne gerek vardı sokağa çıkmalarına, neymişti o, otursunlardı oturdukları evlerinde yerlerinde ve daha akla gelmeyen niceleri...

Selin ayyuka çıkan(1) dedikodular nedeniyle bunalmış, son sınıfta olmasına rağmen neredeyse okulu, okumayı bırakma raddelerine gelmişti. Aslında yanmak, ilgilenilmek mutlu etmişti onu, ancak “Yandım!” diyerek nasıl uzatırdı ki elini, adını bile bilmediği birine?

Boynunun büküklüğü ondandı. Bu nedenle yolu üzerinde olsa da bir daha hele ki Cumartesilerde, kalabalıklar görüntüsünde o caminin önünden geçmemeliydi, öncesinde de düşündüğü gibi bu fakir halinde asla haklarını ve haddini bilme gerekliliğini unutmamalıydı.

Genç kızın, yani Selin’in bu düşüncelerini hissi kabl el vuku(5) ile gaipten haber alma(5) imkânı da olsa, müneccimlere(4), falcılara danışsa bile bilmesi mümkün değildi Sergen’in. Yaşamı yoksullaşmıştı, o buğulu gözlere, ahu bakışlara ihtiyaç hissettiğini belgelemiş gibiydi kendine, yiyemiyor, içemiyor, uyuyamıyordu.

Yer yarılsa, gök çatlasa, dünya-âlem üstüne çullansa, gündüzler geceye karışsa, hatta nefes almayı unutsa bile onu aramaktan, bulma umudundan vazgeçme gibi bir düşüncesi yoktu Sergen’in.

Nazlanan arkadaşına eskisi gibi tahammülü değildi, görme, konuşma arzusu kalmamıştı. Neredeyse, utanarak ya da sitemle de olsa; “Sen bana göre solda sıfırsın!” ya da “Mendil cebime koyduğum kürdan kadar bile değerin yok arttık!” diyecekti, diyebilirdi de, ama yapamazdı, karşısındakini bu kadar aşağılayamazdı. Hem hakkı yoktu, hem de edebine, aile terbiyesine yakışmazdı.

Selenay kapris yapmayı bırakmış, doğru-dürüst davranışlar içine kendini yerleştirmiş olsa da, geçmişteki beraberliklerine saygı duymakta devam etse de bazı şeylerin devam etmesi zor gibi görünüyordu kendine Sergen’in.

İyi ya da kötü yaşanan bir birlikteliğin sona ermesi için duygusal bir tazminat(5) ödemesinin gerekmediği düşüncesindeydi. Onun kendinden sonraki kendi yaşamı için söz söylemesine gerek yoktu, ancak incinmesini düşünmesi de etik olamazdı, haksızlıktı.

Artık yaşamı yüzyıllar sonrasına kadar sürse de, hemen şu an bitse de kalbinin tüm hücrelerinde, gönlünün tüm boyutlarında ve beyninin tüm zerrelerinde tek bir görüntü vardı; buğulu gözler, ahu bakışlar...

Ve o buğulu, ahu dolu tutku Sergen’e bilmediği o genç kızdan başka her şeyi yasaklamıştı.

Cumartesiler tükenmezdi, insanlar umutlu olmayı bilip anlamasalar, düşüncelerinde uzak kalıp gecikseler, hatta Cumartesilerde saklansalar da. Her ne kadar perşembenin gelişi Çarşambadan belli ise de, Cumartesinin gelişi de Cumadan belli olmaz mıydı?

“Üstümde bir kırıklık var patron! Bugün beni idare ediver, söz; bugünkü harçlığımı istemeyeceğim, seninkine de dokunmayacağım!”

“Zırvalama Sergen! Aynı rüya mı gene, yoksa hayal mi ettin gene?”

“Sus Allah aşkına Serdar, ‘Sır’ dedim, ‘Umutsuz bir vaka(5)!” eklentisiyle sana değil mi? Söylediğime beni bin pişman etme, yerin kulağı var! Haydi koçum izinli say, beni! İçimde bir his var, ‘Umutlan!’ diyerek gülümseyen...”

Deliye her gün bayrammış, kendi bayramın için farklı görünsen de. İyi tarafıma geldin, izinlisin, haydi git! Ama artık bul şu buğulu gözlere sahip genç kızı. Sen aramaktan yorulmadın, ama bana gına geldi(1), hafakanlar(1) basıyor, dinlenip dinlenip...”

“Gönlümü aydınlatayım, sana bir tatil süresi vermek düşüncesindeyim, söz, benim için azıcık daha sabır, lütfen!”

Çıkmaz ayın son çarşambasına, ya da katırlar doğuruncaya, ya da balıklar yüzmekten sıkılıp da kavak ağaçlarına tırmanıncaya kadar mı demek istediğin? Güldürme insanı!”

Tanrı büyük, istediğinde ne yapıp eder, uygunsa gereğini yapardı, üstelik ertelemeksizin, kullarının şans, kader, kısmet diye nitelendirdiklerinin tamamen kendi eseri, kendi belirlediği gelecekler olduğunu bilmelerini beklercesine.

Geçmiş, geçmişti. Geleceği ise sadece Tanrı bilirdi. O halde Tanrının yaşam için bağışladığı bugünü gereğine uygun kullanmak için(12) emrini hissettirmesinde beis yoktu.

O şartı hissetmişti sanki Sergen. Bayram namazları dışında ilk kez Cuma Namazı için camiye gitmiş, yanındakilere, önündekilere bakarak, kopya çekerek, onlara uyarak namazı kılmıştı. Amcasının 7. ve 40. mevlitlerinde başarılı olamamıştı, bunun son şansı olduğu inancını yaşıyordu, Cumartesi olmamasına rağmen. Tespih sonrası duasında tekrar tekrar dileği onu görmek, konuşmak ve sonrasında hayatı üleşmekti.

Camiden çıkışta...

“Aman! Sağ ol Tanrım! Teşekkür ederim Allah’ım!” şeklinde zırvaladığının farkında değildi. “Rüya, serap, hayal olmasın!” diye dua ederek peşinden yürümeye başladı, bir uygun yerde; “Bir dakika!” demeyi düşlüyor, düşünüyordu ve sonra derdini anlatmaya çalışacaktı.

 Genç kız hissetmiş olsa gerekti, durdu ve geri döndü, yaklaşmasını bekledi ve Sergen’in kendisine yönelttiği soruyu, unutmamış olarak aynen sordu;

“Neden?”

“Önce siz söyleyin, aylar öncesinin nedenini?”

“Ablamın desteği yeterli olmasına karşın, kalabalığı, dilenenleri gördüm, özendim, boş bulundum ve yaşamımda ilk ve son kez dilendim!”

“Ben de tüm yaşamımda biriktirdiğim düşüncelerle ilk kez, sessiz ve utanır bir şekilde duran bir genç kıza rastladım, üstelik diğerlerinin hiçbirinde olmayan buğulu gözlere, ahu bakışlara sahip. Yardım etmek geçti içimden, çekindim, tepkinizi görünce reddetmeniz ihtimali benim saygı duyup gerilememi emretti.”

“Hissetmişsiniz, teşekkür ederim, konu kapanmıştır. Güle güle! Lütfen!”

“Bakın gençsiniz, güzelsiniz, etkileyicisiniz. Sanırım okulunuzdan geliyorsunuz, çantanızda kitaplarınızın olduğunu görür, öğrenci olduğunuzu hisseder gibiyim!”

“Diyelim ki, öğrenciyim, affedersiniz, ama size ne?”

“Edepli, terbiyeli, okuyan ve ‘Ablamın Desteği’ dediğinize göre içimden geldiği, hissettiğim kadarıyla bir kısım sıkıntılarla karşı karşıyasınız!”

“Nereden çıkartıyorsunuz ki bunu?”

“Bakın güzel kız! Benim yaşlarıma gelince siz de benim gibi birçok şeyi hissedip, bilip anlayacaksınız!”

“Ne alâka, hem o kadar da yaşlı görünmüyorsunuz. Özür dilerim, kimsiniz, şu ana kadar konuşmamıza rağmen sizi tanımıyorum. Çevremdeki çok insanların dilleri pabuç gibi(5), ablam da, ben de babamız ve annemiz olmadığı için dedikodudan sıyrılamadık bir türlü. Şimdi beni biri sizinle görse dakikasında bana dedikodu denizinde yer ayırır. Bana söz gelsin ister misiniz?”

“Asla! Ben okudum, ama bir baltaya sap olamadım yeterince. Akrabam diyebileceğim arkadaşlarımın mağazaları var, biri manifatura-giyim-kuşam, diğeri kırtasiye üzerine. İkisi de daha doğrusu küçük olan amcası sayesinde köşeyi döndükleri için iş yerlerinin ismi; Köşe. Adına yakışır şekilde iki caddenin kesiştiği yerde köşede, banka karşısında. Sanırım çabucak bulursunuz.”

Bir şeyleri söylemesini unutmuşçasına, yalan söylemeye devam etme arzusunu yaşamıştı Sergen;

“Bir şeyi daha itiraf etmeliyim ki, arkadaşın amcasının unvanı ‘Köylü’ imiş. Adı da ‘Şemsettin’ olunca ‘Köşe’ ayrıca onun unvan ve isminin ilk ikişer harfi ile de oluşmuş gibi. Sanırım bu kadar tarif yeterli. Hadi çantanızı bırakın ve size bazı şeyleri söylemem ve teklif etmem için izin verin, sizi istediğiniz mağazada patronlarla tanıştırmak için bekleyeyim.”

“Güzel konuşuyorsunuz, sözlerinizden etkilendim, ancak ‘Peki!’ demem mümkün değil. Bizim okulun basketbol takımının saat 16 da maçı var kapalı spor salonunda. Ne diyecekseniz orada söylemeye çalışsanız ve sonrasında azat etmeye çalışsanız beni!”

“Ne yani içimden geçen ‘Arkadaşım ol!’ demekse o koskoca kalabalıkta, gürültü-patırtı arasında nasıl anlatırım ki içimden geçenleri, düşüncelerimi? Üstelik daha öğrencisiniz de. Yani bir bakıma benim o zamandan birikmiş düşüncelerime halt yemişim(1) demem gerek. Umarım ‘Arkadaşım ol!’ sözlerimi ciddiye almamışsınızdır, inanıp da dikkate alsanız ona da ‘I-ıh!’ demem…

Ancak bunlar böyle ayaküstü dillendirilecek şeyler değil. Söz, size sataşmayacağım, sarkıntılık etmeyeceğim, hatta size lâf gelmemesi için yanınızda bile oturmayacağım, eğer belli bir boşlukta sesimi duyuracak kadar arkanızda, iki-üç mesafe uzak yanınızda oturabilirsem, mağaza sahibi arkadaşlarımdan hangisiyle görüşmek isterseniz, part-time(5) da olsa çalışmanızı temin için görüşmenize aracı ve gayretli olmaya çalışacağım.”

Nefesi tükenir gibiydi Sergen’in, genç kızın durgunluğundan, sessizliğinden beyninde buğu ve ahudan başka bir görüntü olmadığından durakladı, sesi de kısılır gibi olmuştu, boğazını temizledi, devam etmeye çalışarak, kesik kesik...

“Söz vermemi isterseniz söz…

Beni istemezseniz, maça gelirim, siz gelmezsiniz, ya da bulunmayacak yerlerde, benim rastlayamayacağım yerlerde gizlenirsiniz, benim size ulaşmamı engellemiş olursunuz, benden kurtulursunuz, sizin için ayaküstü bu kadar dil dökmeme, şaklabanlık yapmama rağmen. Ama şu anda etkilenişim dışında adını bile bilmediğim güzel kız, umut vermeseniz bile yeni dil dökmelerim için karşıma çıkarsanız sevinirim, sizin için dua ederim!”

Dünyada kadınların daha çok konuştuğuna dair bir intiba(4) vardı, oysa Sergen baz alınırsa(1) erkeklerin daha çenesi düşük olduğu iddia edilemez miydi? Ancak etkilenme sonucu ilerilerini, beğeni dışında daha çok daha da ilerilerini düşünen bir insan ne yaptığını bilebilir miydi, şaşkınlığında?

“Adını söyle bana ki, senin için değerim olmasa da hayalimde isminle kal! Eğer bana değer verirsen, hatta daha da alçalayım, bana acırsan, söyle saat kaçta hangi tribünde ve nerde olacağını söyle, hatta izin ver, biletini ben alayım!”

“Ücret yok, maç bedelsiz ve adım Selin!”

“Peki Selin, ben de Sergen. Spor Salonunu bilmiyorum. Eğer benimle görüşmek istersen, mutlaka diyecek kadar cesur değilim, ben söyleyeceğin vakitten dakikalar öncesinde söyleyeceğin yerde olurum, ya da salon hakkında bilgim olmadığı için A, A-1 ya da 1 Numaralı kapı önlerinde gezinirim. Cep telefonun var mı, bilemiyorum, ama onu da isteyecek kadar cesaretim yok, üstelik benim buna şu anda hakkım da yok, haddimi bilmeliyim.”

“Sanırım, dedikodudan yılgınlığımız(4) nedeniyle ablamla gelirim maça, eğer bir yerlere ev işi olarak çalışmaya gitmemişse. Çünkü lise mezunu, ama iş yok, ya da iş aslanın ağzında. Maalesef annemiz, babamız olmadığı gibi dayımız da yok! Devamlılığı olan bir işi yok ablamın. Önce bebek bakmıştı, şimdi gündeliğe gidiyor, geçinmemiz için, benim okumam için tüm fedakârlığı…

Ben de bu sene mezun olacağım, sanırım ablamdan farkım olmayacak, her ne kadar beni iş sahibi edeceğiniz konusunda umutlandırmış olsanız da...”

“Hadi gecikmeyin, bir gören olmadan evinize yetişin! Görüp pabuç kadar dilleriyle ağızlarını açmaya çalışan olursa, uzaktan da olsa dayıoğlum diyebilirsin, ne bileyim, beşik kertmesi olduğunu, evlenmek için vaktinin geldiğini düşünerek benim geldiğimi, seni memlekete götürmek istediğimi söyle. Sonrasında anlaşamadığımızı ve beni memlekete geri gönderdiğini söyle...

Ya da başka bir şeyler uydur, yalandan kim ölmüş ki? Tek konu hariç şu ana kadar size yalan söylemedim, o tek yalanımı da bana fırsat verirsen mutlaka izah edeceğim...”

Buluştular, uzaktan uzağa, yer önemli değildi, içeride çekirdek çitleme sesleri, tezahürat ve parkeler üzerinde ısınma hareketleri ile tahammül edilemeyecek bir ter kokusu vardı, bir evvelki maçın erkek öğrenciler arasında yapıldığının delili gibiydi bu, kesin olarak bilememiş olsalar da…

“Bir kaç dakika gecikmemizin sakıncası olacağını sanmıyorum, hem zaten skor kopmamışsa böyle maçların son periyotları önemli. Her türlü cefaya katlanarak son periyodu, yukarıdan kapı önünde de seyredebiliriz, ya da istediğiniz kadarını, isterseniz saklamanız gereksiz, ablanızın da şahitliğinde, sakıncası yoksa...”

“Selen...”

“Selen kardeşim? Selin, öncelikle ablanızın hakkı olduğunu düşünerek ona sordum, size de sorayım, sakıncası var mı?”

“Sakıncası yok!”

“O halde dışarılara bir cam kenarına gidelim, dileklerimi, önerilerimi anlatayım...”

“Gençler! Siz baş başa içinizden geçtiği gibi, istediğiniz şekilde konuşun, ben ayak bağı olmayayım(1), maçı seyredeyim. Selin anlattı, hissediyorum ki, ikiniz de birbirinize el uzatmak istiyorsunuz, bu duyguyu yaşamadım, tatmadım, ama hissediyorum. Hadi gidin, uzatın birbirinize ellerinizi, cesaret edin, gurur yapmayın, geçen ve geçecek her an ömrünüze zarar, anlatabiliyor muyum? Bu maçın başlangıcı sizin de başlangıcınız olsun, öncelikle Tanrı, sonra ben şahit olacağım!”

“Büyüksün abla...”

“Büyük olan Tanrı, ben sizin duygularınız yanında küçük, küçücük, çok küçük...”

Elini uzattı Sergen, Selin tedirgindi, ablasına baktı, Selen başını eğip salona yöneldiğinde el ele bir cam kenarı ve vaktinden önce salon dışındaki yanan ışığın yüzlerini aydınlatmasını istercesine karşı karşıya durdular, yüz yüze, aksine yan yana yaşamayı dileyip istemelerine karşın.

“Teklifim şu, benim de akıllı uslu bir işim yok, boş gezenin boş kalfası(5) değilim ama. Bu sözümü sonramda, eğer elini tutmamda sakınca görmeyeceğine inanacağın anda tekrarlayacağım, gerekli çünkü, şimdi bana sorma nedenini.”

“Gizemli konuştuğunun farkında mısın?”

“Değilim, sadece bilmenin gerekli olduğuna inandığım bir kısım konular için seni hazırlamaya çalışıyorum, çalışacağım da...”

“Evli misin yoksa, ayrıldın mı?”

“Sadece değer verdiğimi sandığım bir arkadaşım vardı, beni, varlıklı ve güzel oluşu nedeniyle yok sayan, değer vermeyen, senin gibi sıcaklığını hissettirmeyen...”

“Şimdi?”

“Yok! Daha doğrusu seni görür görmez ben kendimi sana verdiğim için, yok ettim, zaten kısıtlı bir görüşmemiz vardı, ayrı dünyaların insanları olarak, aramızdaki mesafe de uçurum boyutuna ulaştı.”

“Ben sebep olmasaydım!”

“Olmadın, ben istedim. Devam edeyim mi?”

“Evet, lütfen!”

“Önce duygularımla mı başlayayım, düşünce ve tekliflerimle mi?”

“Duygularını hissediyorum, ertele, böyle salon gürültüsü içinde, ekmek arası döner gibi değil, içinden geldiği gibi bir havuz başında, bir su kenarında, hatta bir çeşme başında bile anlatabilirsin, su bereket demektir, ben bu bereketi sindirerek yaşamak isterim. Duygularını, bir rüzgâr gibi hissetmek yerine, bir taç gibi başımda muhafaza etmek isterim. Ertele duygularını, sadece sözlerinin sonunda sana aynıyla cevap vermem için saklanma ve söyle!”

“Anladım! Son olarak ‘Boş gezenin boş kalfası değilim!’ demiştim. Kenarda köşede biraz birikmişim var, maaşım da iyi. Eğer kabul edersen, belirli bir yere, ya da bankaya istediğin miktar kadar bir burs bedeli yatırayım, sadece okuman ve okulu bitirinceye kadar, üniversiteye devam etmek istersen, teklifim üniversite tahsilin boyunca da geçerli olsun…

Bağış, iane değil, kredi ya da kazanılmış bir burs gibi düşün lütfen. Eğer burs kazanırsan, zaten teklifimin geçerliliği de olmayacaktır. Ama bursun olmazsa ve eğer kabul edersen, üniversiteyi kazan, oku, işe gir, yüksel, kazan ve bana borcunu ödemeye başla, artık faiz olarak gönlünden ne koparsa onu da anaparaya ekle!”

“Kabul edemem, her ne kadar içindeki bir kısım şeyleri aktarma çabasında olsan da babamın oğlu değilsin ki, nasıl güvenelim, nasıl ve neden kabul edeyim, ya da kabul edelim ki? Biz abla-kardeş birbirimize yetiyoruz zaten!”

“Doğru, olabilir. Haklısınız da diyebilirim. O zaman teklifimi değiştiriyorum Selin. Size şu adresi vereyim, kardeşim gibi sevdiğim Serdar manifatura ve giyim-kuşam üzerine çalışıyor, sanırım Kırtasiye Mağazası yerine bu mağaza sizin için daha uygun gibi geliyor bana. Kasadaki genç kız hamile, bugün yarın doğuracak gibiymiş. Diğeri, burnundan kıl aldırmayan(1) hanım da tüm işlerin omzuna yük olarak bineceği endişesiyle; ‘Yeni eleman bulun, yoksa işten ayrılacağım!’ demiş. Şimdi düşün Selin, Cumartesi-Pazarları staj gibi neyin ne olduğunu öğrenirsin, okul bitinceye kadar, üniversiteye başlayınca da patrona durumunu anlatırsın, o da sana, ona göre davranır.”

Durakladı bir süre, yalan söyleyecek kadar zeki olmadığının bilincindeydi Sergen;

“İyi arkadaşımdır Serdar, beni kırmaz. Ablan da reyonlardan birinde çalışır, o da lise mezunu demiştin değil mi? Olmadığında kasayı ona devredersin, staj bedeli istemeksizin. Nasıl olsa doğum, doğum sonrası, süt izni derken işin kompetanı(4) olsanız da Serdar sağ kolu saydığı o kızı yerine iade eder ve sizi de açıkta bırakmaz, eminim. Tek, sakınca, vereceği ücrete karışamayacağım!..

Susadım, çenem düştü, dilim kurudu, bir şey ister misin, ama yanımda gel, senden ayrı olmak istemiyorum, bana ayırdığın şu kısacık zaman içinde.”

“Bir su lütfen, pet şişe değil, cam şişe olursa memnun olurum!”

Yoktu, pet şişe suya talim ettiler, boğazını yıkayan Sergen devam etme gayretinde hissetti kendini;

“Bilmiyorum anlatmaya çalıştıklarım yeterli mi? Bu suretle ele-güne muhtaç olmadan, dedikodularla karşılaşmadan çalışırsınız mağazada, mutabık mıyız(4)? Kırtasiyecilik, giyim-kuşama göre zor. İti var kopuğu var, öğrencisi var, velisi var, anası var, danası var, bir dediğini anlamayan, anlasa da bir başkası ya da değişiği için ısrarla ve anlaşılamaz bir şekilde istekte bulunan, pazarlık eden vs. vs. Ama gene de oraya da götürür adaşım Sergen Beyle tanıştırırım sizi. Karar senin ve ablanın Selin, siz bilirsiniz!”

“Maçı seyretmeye gidelim mi, ablam sıkılmasın?”

“Elimi tutacaksan ve beni dinleyeceksen peki!”

“Deminden beri dinliyorum ya!”

“Ama şu andaki son sözümü söylemedim ki?”

“Dinliyorum!”

“Sevgili Selin, ömrümün başlangıcında değil, ama çıplak ayakla pabuçlarımı giymeye çalışırken girdin gönlüme. O gün bugün unutamadım seni, işi-gücü bırakıp hep seni aradım, bana vakit ayırdın, buldum seni ve bilmen gereken şu ki; sevdim seni, seviyorum! Eğer bana güvenirsen, elimi hiç bırakmazsan, devamını da söyleyeceğim sana, ama sonra, çok yakın sonrasında!”

“Sözlerinin sonunda aynıyla cevap vereceğimi söylemiştim sana. Seni seviyorum ben de, sıcaklığın hep avuçlarımda olsun, koru beni yaşamımızın sonuna kadar, bereketim ol, mutluğum ol, yanımda ol!”

Ortam uygun olsa bile saygısızlık ellerden yukarı yükselmemeliydi, öpmek yerine Selin’in elini kaldırdı, önce üstünü, sonra avucunu öptü Sergen.

“Şimdi maçı seyredelim, şu benim cep telefon numaram. Seni tehdit etmiştim, ‘Evinize kadar takip eder, adresinizi öğrenirim!’ diyerek. Sevgimi anlattım, inanman dileğim, çünkü ben sana inandım. Teklifimi ‘Kabullenin!’ demek isterim. Kabullenmezseniz benim sana sevgimden başka elimden gelen bir şey olamaz demek isterim! Senden başka sen yok dünyamda, bundan sonra, şu andan sonra. Ben sana aitim, iste beni ölünceye kadar. Ya da ‘Öl!’ de, öleyim senin için, bensizlik senin için geçerli olacak gibiyse.”

“Ölme! Bak ne dedim sana? ‘Bereketim ol, mutluğum ol, yanımda ol!’ O halde yanlış düşünceler niye hâlâ zihninde?”

“Anladım, ölmek değil, seninle bir ömrü paylaşıp sonra dizlerinde son anımı yaşamak isterim. Ancak sen anlatırsan, ablan ikna olur, abla-kardeş beni dinlemeniz arzum. Bu şimdilik sizin hayatınız; karışmak, yönlendirmek istemem, bu asla mümkün değil, ancak dilerim ki iyi düşünürsünüz ve yalanımı yahut da yanlışımı siz sorgulamadan, öğrenmeden, bilmeden önce ben söylerim sana ve size!”

“Merak etme hakkımızı saklı tutmamızı istiyorsun, öyle mi?”

“İnan ki sana, sevgimize karşı asla bir yanlışım yok, sadece saklanma arzusu ve bu senin için değer!”

Maç bitti, Selin’in takımının kazandığı mı, kaybettiği mi, aklımda kalmamış. Ama Selin sevinçli olduğuna göre kazanmış olduklarını düşünmesi zor olmadı Sergen’in.

“Şimdi diyeceğim ki sizi arabamla bırakayım, dedikodulardan öylesine yılmışınız ki, teklif etmem bile abes. Taksi tutup göndereyim desem, aynı terane. O halde sizi böyle bırakamam. Evinizin olduğu köşeye, ya da istediğiniz yere bırakayım. Oradan da iki-üç adım evinize yürüyüp evinize ulaşın ki, benim de gözüm arkamda kalmasın. Tamam evinizin yolunu bile öğrenmemi istemediğinizi biliyor, hissediyorum. Söz, sizi indirir indirmez arkama bile bakmadan hemen geri dönüp kaybolacağım.”

Sergen’in aklından geçmeyen hatası şuydu; maça şirketin sadece kendinin kullandığı özel araba ile gitmişti, zaten kendinin özel arabası yoktu. O arabayla kızları götürüp bırakmıştı.

Arabanın renginin, plâka numarasının ve arkasındaki cam üzerindeki “Geç kaldı desinler, geçmiş olsun demesinler” yazısının ve Mustafa Kemal Atatürk’ü resmi ile imzasının dikkati çekeceğini, bu anlamlı sözlerin ve şeklin Atatürkçü olan gerek Selin’in ve gerekse de Selen’in özel olarak dikkatlerini çekeceğini, onlar için önemli olduğunu aklından geçirmemiş, düşünmemiş olmasıydı.

Selin zeki kızdı, Sergen’in o kadar dil dökmesine, duygularının birikmiş olarak gösterime girmesine rağmen, bir gün içinde karşısındakinin niyetini, maksadını, çabasını anlayıp bilecek kadar.

Ancak denildiği gibi Tanrı bir yön çizmişse, insanlar o yön doğrultusunda ilerlemek çabasında olmalıydılar. Tanrı insanlara akıl ve zekâ vermişti, yerinde ve zamanında kullanmak için, ek desteğini esirgeyecek değildi ya Tanrı...

Gene de ertesi gün şanslarını denemek istediler abla-kardeş. Camiden mağaza yönüne doğru gelirlerken Sergen çıktı karşılarına;

“Düşündünüz mü gençler?”

“Saklamaksızın düşündük ve karar verdik arkadaşınızın mağazasında çalışmak için. İnsanın devamlı bir işinin olması inkâr edilmeyecek bir sevinç ve mutluluk olsa gerek!”

“Doğal olarak abla-kardeş sevinç ve mutluluğunuz beni de sevindirir, mutlu eder.”

“Gerçek mi?”

“Şüpheniz mi var?..”

İşe başlamışlardı Selin de, Selen de kısa bir zaman içinde hatmedecek(1) gibi ve kadar. Her ne kadar lise mezunu ve lise bitirmek üzere olsalar da zeki idiler, iddia edecekleri kadar.

Sergen, her hafta sonu bir vesile ile geliyordu Serdar’ın mağazasına, kasadaki Selin’e ve reyondaki Selen’e gülümseyerek. Sonra Serdar’ın odasına geçiyor kahve ile kahkahaları, üleşiyorlardı, ama sadece Cumartesi-Pazarları. Sonrasında ise mahzunluk dolu bir hafta giriyordu hepsinin arasına.

Sebep; Sergen’in Selin’in dersleri arasında aklını karıştırmamak, Selen’in ise davranışlarından hissettiği kadarıyla patronuyla sıkı-fıkı olmak(1) endişesini yaşamama arzusuydu.

Selin ve Sergen’in sakin, serbest ve birbirine ayırdıkları tek vakit Cuma akşamında okul tatil olduğunda, beraber yaşadıkları bir kaç yarım saatlerdi, utangaç, sokulgan, öpüşmekte bile endişe duydukları bir orman ağacı gölgesinde, bir su kenarında, bereketi hissederek.

Günler bir süre böyle geçti, mezun oldu Selin. O akşam yemeğe çıkardı Sergen, Selin, Selen ve evde kalmaya meyilli Serdar’ı, gülücüklerle, şaşkın, şapşal ve şaşı gözlerle Selin-Sergen ikileminde.

Selen ve Serdar oralı değil gibilerdi. Biri eleman, biri patrondu netice itibariyle, dağ yolunda yonca, gül dalında gonca düşüncesi tersine tebbet(5) bir dünya içinde görünse de.

Serdar yakışıklı, Selen iş yerindeki kız kardeşinin ablası bir elemandı, işte o kadar, ne yıldızlar, ne de elektrikler egemen olabilirlerdi onlara, olmadı, olamazdı da, imkânsızlığı benimsemiş gibi oldukları için.

Gene de jest(4) gerekliydi. Sergen’le Selin dans müziği çalmaya başladığında ayağa kalkmışlar, Serdar’la Selen de onlara uymak zorunda kalmışlardı, salonun iki ayrı köşesinde, birinde içtenlik gözüken, birinde resmiyet.

“Neden uzak durmakta çekinik oluyorsun ki? Yaklaş bana, sesini, nefesini duyayım, sözlerini duymasam da!”

“Siz bir patron, ben bir maaşlı eleman, nasıl yaklaşabilirim ki size?”

Masada alkol alan ve bunun dozunu artırdığının farkında olmayan tek kişi Serdar’dı.

“Ne yani eksik bir patronla elemanı arasında bir bağıntı, bağlantı olamaz mı, meselâ Sergen’le...” dedikten sonra gafının farkına varmış ve susmuştu Serdar! Düzeltmeyi nasıl yapacağının da farkında değildi, sözü geçiştirdi;

“Sizi sevmek, belki çok erken ama etkilendiğim için evlenmek çocuklarımın annesi olmanızı dilemek acelecilik midir ki?”

“Nasıl olur ki, beni tanımıyorsunuz bile? Evet, yakışıklısınız, güçlü ve zenginsiniz, bu teklifiniz beni satın almak çabası olmuyor mu, çocuklarınızı doğurmak ve sonrasında boş bir süt şişesi gibi kapı önüne konulmak gibi?”

“Mağaza kapısından içeri girdiğin gün etkiledin beni, gözlerim ayrılmadı cisminden. Birazcık da olsa kişiliğim, varlığım dışında ilgi duyduysan bana karşı, ben senin karşında fakirim, tüm varlığım senin olsun, gidelim Notere, Allah huzuruna ya da, benim ol, ben senin olayım, dünyam değişse de umurumda değil!”

“Peki, kardeşimin arkadaşı Sergen!”

“Boş ver! Dünya umurlarında değil ki onların! Birbirini seviyor, istiyorlar ya, önemli olan bu?”

“Boş veremem! Benim için değilse bile kardeşim için önemli!”

“Ben de benim senin için önemli olmadığımı senin için önemli olmam gerektiğini söylüyorum!”

“O zaman dinlenin, yarın yeni ahret sualleri(5) için hazır ve hazırlıklı olun, özellikle kimdir Sergen? Yarın isterseniz yazılı, isterseniz sözlü sınav olarak düşünün. Beni şu andaki sarhoş halinizdeki gibi cidden istiyorsanız, sarhoş kafayla evlenme teklifinizi unutsanız bile bana cevap verin, bir oyun varsa bileyim ve bu oyunun bir parçası olmayayım!”

“Sergen, öteki kırtasiye mağazasında çalışan bir eleman, anladın mı?”

“Yani, sadece eleman öyle mi?”

“Yes be güzel tatlım?”

“Ben de inandım, sima olarak benzerliğinize inanamamıştım, kardeş misiniz yoksa soy isimleriniz de aynı?”

“O kadar uzun boylu değil hanımefendi, sevgili Selen. Ben size ancak cesaretlenip ‘Benim ol, evlenelim!’ diyorum, sen ‘Dedim ki, dedim ki...’ modunda Sergen diyorsun. Baksanıza birbirine sokulmuş, birbirine içlerinden gelen her şeyleri anlatıyorlar ve mutlu olmak yolunda ilerliyorlar, bize ne kim olurlarsa olsunlar?..

Sen de düşün, istiyorsan sen de benimle ilk karşılaşmamızdaki gibi gözlerini benden ayıramıyorsan, beni istiyorsan ‘Evet!’ de ve hemen evlenme cüzdanını alman için ayaklarının önünde diz çöküp ‘Benim ol!’ demek için cesur olayım!”

Allem edip, kellem edip(1) Serdar’ın ağzından aldı Sergen’in adresini Selen. Tanrı nelere kadir değildi ki? Bir kadın, hissedebildiği kadarıyla ta başlangıçtan beri kendine sırılsıklam âşık bir sarhoş ve gizli saklı kalmaması gereken sevdiği ve kardeşi için her şeyi yapmaya arzulu, istekli…

Gece bitti, bitmesine de, dönüş alkol yükü daha az olan Serdar’ın arabasıyla tarif üzerine aynı köşeye kadar oldu ancak, merak ve iyi dileklerle.

Ertesi gün, herkes kendinde, kendi havasında idi. Selen zorladı Serdar’ı;

“Akşamki gibi misin, makul ve mantıklı düşünebiliyor musun?”

“Benim olmanı istemek de, Sergen’i sorgulaman da hepsi aklımda ve söyle, ne yapabilirim, senin, sizin için?”

“Bizi hemen Sergen’in çalıştığı mağazaya götür!”

“Haber vereyim!”

“Hayır, özellikle hayır!”

“Ne kadar zamanda döneriz, kasaya birinin bakması gerek, öncesinde haberim olsaydı, birini ayarlayabilirdim?”

“Gerek yok, sen bizi kapıda bırak, Sergen nasıl olsa geri getirir bizi!”

Sıkı bir pantomim(4), daha doğrusu kızılca bir kıyamet kopacağa(1) benzer gibiydi, Serdar suçsuzdu ama. Sergen her nedense saklanmak istemiş, o da Sergen’e uymuştu.

Serdar kapı önünde bıraktı onları ve anında haber iletmeye çalıştı Sergen’e. “Bir başkasıyla konuşuyordu” o bir başkası deyim yerinde ise eks arkadaşı(5) denebilirdi. İş telefonunu çevirdi, sekreter çıktı, “Acil!” demesine fırsat kalmadı, girmişlerdi kırtasiye mağazasına abla-kardeş.

Öncesinde, mağazaya girmeden önce yan parktaki arabayı gördüler, dikkatli baktılar ikisi de, rengi, Atatürk resmi, imzası ve “Geç” üzerine tarif anında şekillenmişti beyinlerinde, plâka numarası garantili olarak.

Sergen’in her ne sebeple olduğunu bilemedikleri yalandı bu. Mağazadan içeriye girdiklerinde şaşkınlığıyla onun da Serdar gibi patron olduğunu belgeleyecekleri. Acaba sağ eliyle yaptığı yardımın sol elince fark edilmemesini mi amaçlamıştı? Acaba ilgi göstermeyene ilgi göstermesi için bir çaba içine girmiş olabilir miydi? Aşkta saklanmak ne demekti?

Aynı babadan, anneden, kandan olan iki kardeş neredeyse aynı şeyleri düşünüyorlardı belki de. Selen’in tek eklentisi kendisine karşı dürüst olan Serdar’a göre Sergen’in saklanışı, saklanmak isteğiydi ve bu davranışına “dalavere(4), manevra, dümen” demek geçiyordu içinden. Ancak lise mezunu olsa da aldığı eğitim ve öğretim terbiye konusunda kabalaşmasını engelliyordu.

Selin, bir kadının hissetmesi gereken tüm özelliklere sahipti, çok genç olmasına karşın.

Sergen ise, arzuladığı bir kadına karşı mahcubiyet yüklü bir mecburiyet yaşamış, yaşıyor, seviyormuş, ama sevilmiyormuş gibiydi. Bunun için endişelenmiş, saklanmak istemiş, duygularına egemen olduğunu anlatmak için de “Sevgilim!” yerine hep “Sevdiğim’ demeyi bellemişti Selin’e karşı.

Yüreğinde ilk görüşteki kıpırtılar çağlamış, coşkun bir ırmak, heyecanlı çağlayanlar haline dönmüş, engelleme çabası olmamış, yüreğini karşısındakine emaneten değil, temelli olarak vermek için gecesini gündüzüne katmıştı.

Haşlanmayı(1), doğrunun yüzüne çarpılmasını hak etmişti, ama ömrünü adadığına nasıl kıyardı Selin, üstelik varlıklı, zengin, patron diye. Ama sorması gerekliydi. Ancak tek kelimelik bir sual sormaya da hakkı vardı;

“Neden?”

“Ben, ben olmak istedim karşında, beni ben olarak sevmeni. Sana bir kez yalan söylediğimi ve zamanı gelince düzelteceğimi söylemiştim. İşte gizlediğim yalan bu idi, benden önce siz yakaladınız beni, mahcubum!”

“Asla mahcubiyet hissetme! Ben seni, lise öğrencisi olarak sen olduğun için sevdim, şimdimde de değişen hiçbir şey yok!”

Devamını etmesine gerek kalmadı Selin’in.

Kendine has havasıyla, abartılı bir giyim ve adımlarla Sergen’in masasına yaklaştı Selenay adlı genç kız. Boyu uzundu, topuklu ayakkabılarıyla daha da uzamıştı, bu nedenle de Sergen’e tepeden bakması doğaldı.

Elindekini kaybedeceği duyumuyla sarsılacakmış gibiydi, belki de kıskançlık tavırlı gösterileriyle, ayakkabısının ucuyla betonu döverken sordu Sergen’e Selenay;

“Kim bu hanımlar Sergen?”

Sergen ne diyeceğinin şaşkınlığı, mahcubiyetle, dilinin dönmesini engelleme çabasıyla kekeleyerek;

“Mağazaya yeni alınan elemanlar; Selen ve Selin!” dedi.

Selin masayla genç kız arasına girdi, kendisine yakışmadığını bile bile, ancak kaybetmek korkusunu yenemeyerek, genç kızı göğsünden itekledi, Sergen’in ve Selen’in şaşkın bakışlarına aldırmaksızın, ancak nezaket kurallarına uyma çabasıyla.

“Bakın hanımefendi! Sergen sizi sevdi. Ya da sevmek istedi, sizinle bir yuva kurup çoluk-çocuğa karışmak mutlu olmak istedi. Ama siz onu ilgisizliğinizle üzdünüz, biliyorum, belki de istemediniz bile, sizin bilebileceğiniz nedenlerle. Belki standartlarınıza uygun değil, ama bilin ki Sergen iyi bir insan, sevmeye, sevilmeye lâyık ve buna hakkı olan…

Bazı şeyleri yaşım gereği bilemememi makul karşılayın lütfen. O, bir bakışıyla beni etkiledi, bir lise öğrencisi olmama, ona hiçbir şey veremeyecek çulsuz bir kız olmama rağmen. Günlerce düşmedi hayallerimden, sıkılmadı rüyalarımda yer almaktan...”

Anlaşılıp anlaşılmadığından emin olmak ister gibi odadakilerini özellikle de Sergen’in gözlerinde dinlendirdi gözlerini bir süre ve devam etti.

“Ben Sergen’in inceliğinden, tevazuundan gurur duydum. Varlıklı olmasına rağmen kendini neden gizlediğini anlamlandıramadım. Ama inanın sevdim onu, beni tüm varlığımla ona verdim, ama biliyorum ki beni hak etmedi, ya da ben onu hak etmek için aceleci davrandım. Bu nedenle ben şimdi dilenciliğime, ablam gündelikçiliğine dönüyoruz. Alın, sizin olsun, saklanan, sevgi nedir bilmeyen genç adamı, yuvanızın eri, çocuklarınızın babası olsun! Biz haddini bilmeyenler ise, aldatıldığımızı, bizimle alay edildiğini unutmak için evimize dönüyoruz, lüks bir arabayla değil, dolmuşlarla.”

Sonrasını tamamlamakta can sıkıntısı yaşar gibiydi, kendince kahrını tam olarak sergileyemediği inancındaydı Selin.

“Alın, eriniz de, dünyanız da sizin olsun, bizim abla-kardeş mutluluğumuz bize yeter, size ömür boyu mutluluklar...”

Kapıya yöneldiklerinde Selenay’dan belki de kimsenin umamayacağı bir ses yükseldi;

“Git peşlerinden Sergen! Ben değil, o senin. Bu kadar kahırlanmasa, ömrünü bu kadar karartmayı, seni sevdiği için senin mutluluğun için heba etmeye kalkışır mıydı? Seni bana bırakmayı düşünür müydü? İnancıma, hissettiğime göre onun sabahı olmayacak, bu senin de sabahının tükenmesi olacak. Git ve onun ol. Ben hiç senin olmadım zaten. Sen de istesen bile hiç benim olmadın!”

Dalgın, kararsız Sergen koştu arkalarından, dolmuş durağına kadar yönlendirildiğini unutmuşçasına. Henüz kapıdan çıkmak üzereyken yetişti onlara.

“Al beni, ister taç yap başına, ister kanalizasyonlara at. Ben seni ilk gördüğümde buğulu gözlerinde yaşamaya başladım, seni istedim, senin olmak, benim olmanı istedim. İtekleme beni, gerçeği söylediğin gibi tekrarla, beni mezara koyma terk edip de, seninle yaşama isteğimden vazgeçirme beni!”

“Yalanını yakaladım, yalanını gördüm. Sana inanmam zor Sergen!”

“O halde sensiz yaşamaktansa, beni unut!”

Korunmak için yasal olarak verilen silâhını çıkardı arka cebinden, alnına dayarken “Elveda!” sözü tükendi dilinde.

Yakınında olan Selen eline vurdu şiddetle Sergen’in, silâhından çıkan mermi, hatıra gibi tavana çakıldı ve Selen dillendi;

“Mutlu olmak varken, yaşamdan ayrılmayı dilemek doğru olmaz...”

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Buğulu Gözler; Süzgün, dalgın bakışlı, dokunaklı gözler. Yaşlı, dolu dolu nemli gözler.

Ahu Bakış; Güzel, ince, zarif, ceylân gibi bakış.

(**) Selen; Müjde. Varlık, bolluk. Sel gibi coşkun, taşkın.

Selin; Gür akan su. Bodur ve sürekli yeşil kalan bir bitki.

Sergen; Yorgun, perişan. Nesnelerin insanlara gösterilmek ve satılmak için sergilendiği camlı bölme, yer, camekân, vitrin, raf.

Serdar; Önder. Askerin başı, komutan, kumandan, başbuğ, başkomutan.

Selenay; Müjde. Her gece ayın müjdeyle doğuşu.

(1) Allem-Kellâm Etmek (Allem Etmek, Kullem Etmek); Bir işi istediği duruma getirmek için her türlü kurnazca ve hileli çarelere başvurmak.

Ayak Bağı Olmak; Bir yere gidilmesine veya bir işin yapılmasına engel olmak.

Ayyuka Çıkmak; Sesin yükselmesi durumu, açığa çıkmak.

Baz Almak; Esas veya temel olarak almak.

Burnundan Kıl Aldırmamak; Huysuz, geçimsiz kimse hareketi.

Car Car Konuşmak (Duygu Sömürüsü Yapmak); Yüksek sesle, çevreyi umursamaksızın, uluorta, sonucunu düşünmeksizin konuşarak zayıf duyguları istismar etmek.

Çöreklenmek; Bir yerde orada yaşayanları rahatsız etme pahasına sürekli kalmak, yerleşmek

Depreştirmek; Depreşmesine sebep olmak (Depreşmek; Yeniden kendini göstermek, yeniden ortaya çıkmak, yeniden belirmek).

Dobra Dobra Konuşmak (Söylemek, Olmak, Demek, Anlatmak); Açık, net, sakınmadan, çekinmeden, gerekli doğruları, gizlemeden konuşabilmek, söyleyebilmektir.

Doyunmak; Yeteri kadar bir şeyler yemiş olmak, midesi doymak.

Gına Gelmek; Usanmak, bıkmak.

Göz Hapsinde Olmak (Göz Hapsine Alınmak); Gözlenmek, gözlem altında tutulmak. Hiçbir hareketi gözden kaçırılmamak.

Hafakanlar Basmak (Boğmak); Sıkıntıdan bunalmak.

Halt Yemek (Etmek); Uygunsuz bir söz söylemek, uygunsuz davranmak, uygunsuz bir iş yapmak.

Haşlanmak; Sertçe paylanmak, azarlanmak. Sızı verilmek, acı verilmek. Bir şeyin üstüne kaynar su dökülmek.

Hatim Etmek (Hatmetmek); Kuran-ı Kerimi başından sonuna kadar okuyup, bitirmek anlamlarına gelmektedir. Türkçemizde bazen ezberlemek (hatta hafızlamanın benzeri) anlamında da kullanılmaktadır.

Hayıflanmak; Acınmak, yerinmek, esef etmek, kaybedilen bir fırsat için üzülmek.

Hor Bakmak; Değer vermeksizin, önemi olmaksızın, aşağılayarak bakmak. Kıymet vermemek, Ehemmiyet vermemek, adi görmek.

İkna Etmek; İnandırmak, kandırmak.

Kızılca Kıyamet Kopmak; Gürültülü karışıklık, gürültü, patırdı olması, bağırma, çağırma, ağlama, sızlama.

Refüze Etmek; Geri çevirmek, reddetmek, kabul etmemek.

Sıkı Fıkı Olmak; İçli dışlı olmak, çok samimi, teklifsiz birliktelikte, senli benli olmak.

Yüreğine Taş Basmak (Bağrına Taş Basmak); Uğradığı bir zarara, felâkete sesini çıkarmadan katlanmak.

(2) Aşk, birbirine bakmak değil, birlikte aynı yöne bakmaktır.  Antoine de Saint EXUPERY

(3) Din ile ilgili konular;

Ahir Ömür; Türkçemizde böyle bir deyim, ya da söz dizisi yok. Aslı; Ahir-i ömür olup son ömür, ömrün son demleri anlamındadır.

Ateist; Ateizm yanlısı, dinsiz, imansız, Allah’a inanmayan (“Tanrıtanımaz” demek yanlıştır. Ateizm; Tüm Tanrılara ve ruhsal varlıklara olan metafizik inançları reddeden ve var olan gerçekliği inanç yolu ile kabul etmeyen, felsefi bir düşünce akımı. Din ile değil, Tanrı ile ilgili bir kavram).

Bağnazlık; Bir öğretiye, bir dine, bir kimseye, bir şeye körü körüne, aşırı ölçüde coşku ve tutkuyla bağlı olma.

Cariye; Yabancı ülkelerden kaçırılıp özgürlükten yoksun bırakılan, alınıp satılabilen, her konuda efendisinin isteklerine bağlı bulunan genç kadın, halayık.

Cemaat; Bir imama uyup namaz kılan kişiler. İnsan kalabalığı,  topluluk. Bir dinden ve soydan olanlar.

Deist; Deizm yanlısı. Yaratıcı bir güç inancı olan, kehanet, mucize vb. şeylere inanmayan mantıksal yaklaşım sahibi (Deizm; Bütün dinleri reddeden, İlâhi vahye dayalı olmayan felsefi inanç. Allah’ın (Tanrının) varlığına, birliğine inanıp Tanrının  dünya ve evrenin işleyişine karışmadığını iddia eden, dua, ibadet, din, peygamber, kitap, ahiret, melek, sevap, günah  vb. kavramlarına iman etmeyen inanç şekli. Akıl yoluyla her bir konunun çözümünü bulacağını zanneden inanç).

Din Tiranlığı; Dini sömürü, dini baskı.

Diyanet; Din kurallarına tam bağlı olma durumu. (Diyanet İşleri Başkanlığı, 3 Mart 1924 tarihinde Atatürk tarafından kurulmuştur).

Gâvur: İslâm’a göre peygamberi olmayan, Müslüman olmayan kimseler. Dinsiz, merhametsiz, acımasız, inatçı.

Gıybet; Çekiştirme. Dilin afeti. Bir kimsenin gıyabında (arkasından) onun ve yakınlarının kusurlarından hoşlarına gitmeyecek şekilde bahsetmek, konuşmak, yüzüne karşı söyleyemeyeceği şeyleri arkasından söylemektir ki Kur’an’la yasaklanmıştır.

Hurafe; Batıl İtikat. Batıl İtikat; Boş inanç. Korku, umarsızlık, çağrışım gibi nedenlerle beliren, geleceği bilmek isteğiyle rastlanılan benzerlikleri iyilik, ya da kötülüğün ön belirtileri olarak değerlendiren, bilimin ve dinin kabullenmediği doğa üstü güçleri tasarımlayan, kuşaktan kuşağa geçen yanlış inanışlar. Sonradan uydurulan ve genellikle İslâm’ın gerçeği ile bağdaşmayan, bâtıl inançları ve çarpık davranış biçimlerini ifade eden hikâye, söz veya deyimlerdir.

Kuma; Aynı erkekle evli olan kadınların birbirine göre durumu.

Mevta; Ölü, ölmüş kimse.

Münacat;  Divan edebiyatında ve Süleyman Çelebi mevlidinde Tanrıyı öven şiir ya da şiirin bir bölümü. Yakarış.

Münafık; Dini kurallara inanmadığı halde inanmış gibi görünen, ikiyüzlü. Arabozan.

Mürtecilik; Yeni düzene karşı gelme, gericilik, yobazlık.

Odalık; Birisinin nikâhsız olarak karı-koca hayatı yaşayacağı kadın.

Sığ Fikirli; Ayrıntılara girmeyen, yeterliliği olmayan, yüzeyde kalan fikirlere sahip kişi.

Tecvid (Tecvit); (Esas anlamı güzelleştirme olmakla birlikte) Kur’an’ı usulüne bağlı kalarak okuma usulü ya da ilmi denilebilir.

Ticanilik; Yobazlık, aşırı gericilik.

Yobazlık; Bir düşünceye, inanca aşırı derecede bağlılık. Dinde bağnazlığı aşırıya vardırma, başkalarına baskı yapma, fikirlerini değiştirmeme.

(4) Dalavere; Yalan, dolanla gizlice görülen iş.

Desibel (dB); Ses şiddetini gösteren birimin onda biri.

Devasa; Dev gibi, çok büyük.

Handikap: İngilizce engel anlamındaki “handicup” kelimesinden gelmekte olup durumun elverişsiz olması, engel anlamında kullanılmaktadır.

İkilem; Dilemma. Kıyasımukassem. Değişik iki yapıda her iki durumda da doğru davranılmayacak iki olanak karşısında kalıp kişiyi, istemediği halde bunlardan birini yapmaya zorlayan durum. İki önermesi bulunan ve her iki önermesinin sonucu da aynı olan düşüncelerden birini seçme mantığı. Değişik yapıda iki öğenin birlikteliği. İki özellik gösteren durum. Bu durumlarda insan özellikle beğenip istemediği bir seçeneği seçmek zorunda kalmaktadır.

İntiba; İzlenim. Bir durum veya olayın duyular yoluyla insan üzerinde bıraktığı etki, imaj. Bir uyarı sonucu ortaya çıkan durum. Duyu organları ve ilişkili sinirler üzerine yapılan etki.

Jest; Genelde yerinde yapılan ve beğenilen davranış. Ayrıca herhangi bir şeyi açıklamak genelde bedenin, özellikle elin, kolun, başın bir anlam taşıyan, ya da taşımayan hareketi, içgüdüsel, ya da istençli hareket.

Kisve; Kılık-kıyafet, hacıların Kâbe’de üstlerine giydikleri beyaz üstlük.

Kompetan; Uzman, yetkili, yetkin.

Mundar; Murdar. Şeriata uygun olarak kesilmemiş hayvan. Kirli, pis.

Mutabık; Birbirine uyan. Aralarında anlaşmazlık olmayan, uygun.

Müneccim; Yıldızların durumundan ve hareketlerinden anlam çıkararak falcılık yapan.

Pandomima; Pandomim, ya da pantomim de denilmekte olup, kısaca sessiz tiyatro oyunu demek olup, el-kol-beden hareketleri ve yüz mimikleriyle belirtilir ki öykü de kişilerin davranış bozukluğunun ifadesi olarak özellikle belirtilmiştir.

Vaveylâ; Bağırış, feryat, çığlık

Yılgınlık; Yılgın olma durumu, yılgınca davranış (Yılgın; Yılmış, korkmuş, bıkmış, usanmış. Morali bozulmuş, çökmüş).

(5) Ahret Sualleri; “Rabbin kim?” diye başlayan ve “Rabbim Allah” cevabı verilmesi gerektiğine inanılan suallerdir. Ancak belki de argo olarak; “Gereksizce, bıktırıcı, usandırıcı, yanıltıcı sualler” olarak kullanılmıştır.

Boş Gezenin, Boş Kalfası; Yapacak işi olmayıp vaktini sağda-solda boşuna harcayan, ya da harcamaya meyilli olan (boş gezen) insanlar için kullanılan bir halk deyimidir. Bir bakıma aylak, avare.

Duygu Sömürüsü; Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak.

Duygusal Tazminat; Duygularla ilgili, duygulara dayalı, duygusal, hissi olarak ödenmesi gereken, maddi ve manevi değer.

Eks Arkadaş; Mazide bırakılmış kesilmiş, bitmiş arkadaşlık (Eks; Yunanca ‘sız...’ anlamına gelen kelime. Tıpta “Ölüm Hali” anlamına gelir).

Eli Maşalı; Kavgacı, şirret, dayak atmayı seven

Gaipten Haber Alma; Görünmez, bilinmez, gizli âlemden, kâinattan haber alma. Nerede, ne durumda bulunduğu bilinmeyen, göz önünde olmayan, hazır bulunmayan, yitik, kayıp.

Hiss-i Kabl-el-Vuku (Hissikablelvuku); Arapça bir kelime terkibi olup bir olayı meydana gelmeden evvel hissetme, altıncı his, içine doğmak.

Pabuç Kadar Dil; Hemen her söze cevap yetiştirmek, büyüklerine karşı saygısızca cevap yetiştirmek.

Part Time; Kısa, az süreli, bütün gün çalışılmayan, kısmen çalışılan.

Sükûtu Hayal; Düş kırıklığı, hayal kırıklığı.

Tebbet; Kur’an’da geçen  (On birinci sure olup beş ayettir) “Kurusun” anlamındadır.  O zaman; “Tersine tebbet” denilince “Yaşlansın=yaş olsun”, ya da “Nesli devam etsin!” anlamında oluyor gibi bir his oluşmuştur bende.

Umutsuz Vaka · bir kişinin veya kişilerin yaşamış olduğu bir olayın hiç düzelemiceğini ve bir çözümü olmadığını ifade eder. tedavi edilmesi zor, kendi haline bırakılması gereken, iyileşme umudu olmayan kişi. 

Zehir Zemberek; Konusunda uzman kişiler topluluğu. Son derecede acı, ağır ve sert biçimde.

Zor Belâ; Güçlükle.

(6) Kalp kalbe karşıdır; İnsan kalbi, diğer birinin kendine karşı sevgi mi, nefret mi beslediğini hisseder, sevgi varsa sevgi, nefret varsa soğukluk demektir.

Uyandım seninle birden… “Kalp kalbe karşıdır, derler” Aslı GÜNGÖR

Kalp kalbe karşıdır derler, onun için sormadım… Güftesi; Turhan TAŞAN’a, Bestesi; Coşkun  SABAH’a ait olan Türk Sanat Müziği eseri Hicaz Makamındadır.

(7) Haddini Bilmek; Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yeteceğini bilerek onun ötesine geçmemek, ölçüsünü bilmek. Başkalarının kusur ve yanlışlarını istihzalı bir şekilde yüzüne vurmamak gerekliliği. Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî’ ye sormuşlar; “O kadar yazarsın, o kadar okursun, ne bilirsin?” diye. Şu cevabı vermiş; “Haddimi bilirim!”

(8) Şeytan Kulağına Kurşun; Aksama olasılığı bulunan ama buna karşın düzenli bir biçimde yürüyen bir iş, bir durum için “Nazar değmesin!” anlamında söylenen söz.

Yeşil Tuttum Bir Allah; Önceliğin kendinde olduğunu belirten bir söz.

Celle Şanühü; Asıl anlamı Allah isminin geçtiği anda “Şanı yüce olsun” demektir. “Yeşil tuttum bir Allah!” sözünden sonra da her ne konuda olursa olsun “Tamam sıra senin” anlamına gelir.

(9) Dünyada ölümden başkası yalan… Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Mete ÖZGENCİL’e; Bestesi; Yıldız OSMANOVA’ya ait eserdir.

(10) Bir Of Çeksem Karşıki Dağlar Yıkılır”; Derin bir umutsuzluk ve karamsarlık ifade eden, özellikle askerlerin söylediği, askerler için söylenilen bir Kayseri Türküsü.

(11) Bilmem ki bu dünyaya ben niye geldim…  “Neden saçların beyazlanmış arkadaş…” diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Cengiz TEKİN’e, Bestesi; Hüseyin Rıfat ŞENGEL’e ait olup eser Muhayyerkürdî Makamındadır.

(12) Dünya üç gündür; dün, bugün, yarın. Dün geçti. Yarının geleceği belli değil. Öyleyse bugünün kıymetini bil! Dale CARNEGIE.

 Mâzi ile istikbal üzerine demir kapıları kapayın. Gün geçmez bölmelerde yaşayın! Sir William OSLER