Yaşam bazen, belki çok zaman, belki de her zaman öylesine garabetlerle(1) yüklüdür ki, şaşırırsın, heyecanlanırsın, sevinirsin, üzülürsün, korkarsın, gücenirsin vb. Oysa başkaları yani senin dışındakiler irkilmek bir yana, kaba anlamda iplemezler(2) bile.
Yıllarca alışveriş ettiğin bakkalın ölümü haber olur, “Mezarına gidemesem bile, cenaze namazına yetişeyim hiç olmazsa!” demek gayretin olur!
Mahallenizin en güzel kızına, dışarılardan bir…
Bir…
Sıfat bulmakta güçsüzüm, o genç kızda gönlün olmasa bile hâşâ huzurdan(3) o kız gül bahçesindeki gonca ise karşısındaki deve dikenini yakıştırmazsın o genç kıza. Ama vardır merak ettiğin bir şeyler, oysa bu hak sana verilmemiştir. Kızın boynu büküktür; “Hem ağlarım, hem giderim!” modunda onun boynu büküklüğüne sen de katkıda bulunursun, boynunu bükerek!
En sevdiğin, karşılardan mutlu gibi gördüğün arkadaşın, bir, hatta iki çocuğu varken eşinden boşanır, sebep ne olursa olsun, ister kavga-dövüş-çığırışla, ister karşılıklı anlaşarak.
Giremezsin araya, fırsat kalmamıştır, şans bırakılmamıştır. Boşta kalır çaban, hem çocuk, ya da çocuklar için de. Her ne için olursa olsun koşamazsın, ama korkmuş bir sokak köpeği gibi kuyruğunu bacaklarının arasında sıkıştırarak onlar; “Yok olmanı” istedikleri için yok olursun!
Mutlu olursun sevdiğin birinin kendisinin, kızının ya da oğlunun başarısı, başarıları için. Ancak devamı olmaz. Çünkü ona bu kıvancı veren toprak, su, hava, ateş, vatan ve bayrak onu zapt etmeye yetmemiş, onun değerini anlamayan ve anlamamakta direnen kendilerini milletin vekili değil, efendileri sayan, başarılı insanlara karşı “Kendilerinden değilse” zafiyetleri(1) olanlar, onun beyninin göçünü engellemeyi hatırlarına bile getirmezler. En üst ağız “… tir etmek(4)” şeklinde söz eder.
Akıllarına demiyorum, bu konuda şüphelerim var, tıpkı Einstein(5) gibi; bir-üç-beş değil, sayılarca.
Düşüncelerin sınırları yok, gördüklerine, yaşadıklarına göre. Örneğin benim yaşadığım, beni bu gibi kavramlarla boğuşturup kargaşalıklara ulaştıran bir olay değildi. Üstelik mutlu bir son mu, hüzünlü bir bitiş mi olacağını aklımın ucundan bile geçirip, kestiremeyeceğim.
Bir taşıtta, zımbacık diyeceğim bir şekilde öğrencilerle dolmuştu(2) araç. Şoförümüzün maşallahı vardı, mehter marşı gibi iki ileri, bir geri değil, dur-kalk şeklinde, iki ileri gidiş, bir duruş şeklinde ilerliyordu, doğal olarak trafik sıkışıklığı nedenleriyle.
Dediğim gibi Allah’tan iki ileri, bir geri değil, gıdım gıdım(2) da olsa ilerliyor, ilerlemeye çalışıyorduk.
Göz ucuyla da olsa, kulak kabartmamın şımarıklığı ile de olsa, göz-kulak ortaklığıyla şoförün cep telefonu ile konuşmasına dikkat kesilmiştim. Karşısındakine; “Akşam yemeğinde ne olduğunu” soruyordu. Acil bir durum olsa gerekti, “Akşama ne yiyeceğini” sormaya utandım, ancak içimden geçenleri engellemeyi, ertelemeyi hatta hiç düşünmedim. Tam ağzımı açmak üzereydim ki; şoför benden atik davrandı!
“Allah kahretsin!” Bu şoförün melodik ıstırabının(3) seslenişi idi. Ancak o sarsıntı ile arkamdaki vatandaşa bir şey olmuştu. “Ay!” sesi ile irkildim. Genel olarak otobüslerde insanların, yani kız kardeşlerimizin, ablalarımızın, annelerimizin, teyzelerimizin rahatsız olmamaları için sırtım dönük durmaya gayret ederdim.
“Affedersin küçük abla, özür dilerim!” derken geri dönme gayreti içindeydim.
Akşam yemeğinde ne yiyeceğini soran şoför yavşakça, bu durumdaki insan konumunda görünen birine başka ne denir, bilemiyorum;
“Önümdeki araba aniden durdu, benim suçum yok! Trafik ekibi geleceğinden dolayı arabayı kıpırdatamam!”
“Küçük abla” yoksa “Kızım” mı demiştim, sinirli oluşumda, ancak her iki konumda da sözümde yanlışlığım vardı. Karşımdaki küçük abla değil güzel bir genç kızdı. Üstelik de ayağına bir hayli kuvvetli basmış olsam gerekti, alt dudağını ağzının içine hapsetmiş gibi acı çekercesine şaşkındı.
Henüz tüketmeye başarılı olamadığımız yaz günlerinin sonunda gibiydik yahut da ozon tabakasının canına okumamız dolaysıyla sıcak bir gündü. Yaz nedeniyle çorapsız, açık terlik gibi, boyasız tırnakları yanında ayağının üstündeki pembelikler, kızıllığa, sonrasında morluğa dönme çabasındaydı, fark ettiğim için değil, hissedip tahmin edebildiğim kadarıyla.
“Bağışlayın efendim, affedersiniz, çok özür dilerim. Hem de bir kere değil, iki kere. Üstelik bu kendini bilmez şoför gibi; ‘Ben suçsuzum!’ demek garabetini de yaşamaksızın.”
Alt dudağını ağzından azat ederken, ne demek istediğimi anlayamamış gibi soran genç kız gözlerini devşirdi(2) gözlerime. İzah etmem gerekti;
“İki kez, evet! Birincisi bir hanzo(1) gibi ayağınıza basıp canınızı yaktığım için, ikincisi nasıl söylediğimi hatırlayamadığım bir şekilde sizin gibi güzel bir bayana; ‘Küçük abla’ ya da ‘Kızım!’ diyerek incittiğim için. Büyüklük Allah’a mahsus, ama sanırım aynı büyüklüğü yaşayıp özrümü, affedilme dileğimi kabul edersiniz!”
O, inmeye çalışırken çenemin düşüklüğünü zapt edemiyordum. Sadece gülümsedi, ses çıkarmaksızın ve sonra gözleri açıldı; hayret, endişe, sevinç, mutluluk dolu bir şekilde gibi. Galiba sözlerim bir sebze çorbası, ya da aşçı yemeği oldu, gibime gelmişti;
“Ayfer!”
“Ayla?”
Hüzünlü kız, daha doğrusu aynı yaşlarda gibi gözüken bayan yani Ayfer, otobüsün çarptığı arabanın sahibi, ya da kullanan olsa gerekti. Bana göre dezavantajı hanımefendiliği ve aracın plâkasının bir başka ile ait oluşuydu.
Otobüs şoförünün, yani yolların fatihinin(!) yani ki; “En büyük rakibim THY! YHT!” diyenlerin, bana göre kamyon, kamyonet bile emanet edilmeyecek biri olduğu idi. Gördüğüm ve hissettiğim kadarıyla kurgu hesapları yaptığı, gözlerinin bir çakalınki(1) gibi fıldır fıldır(2) oynayışından belliydi.
Zalimin zulmü varsa, mazlumun ahı, Allah’ı vardı(6)! Bakalım şoför efendi akşam yemeğinde ne yiyecekti? Öğrenecektik, hep beraber!
“Durumunuzdan ve hüznünüzden etkilendim kardeşler! Vaktim müsait, sizin lehinize şahitlik ederim, eğer izin verirseniz…
Çünkü otobüs şoförünün yetersizliği bir yana yanlışları da vardı!”
“Haklısınız! Ben de şahidim!”
“Tek ricam, şimdilik birbirinizi tanımamış olmanız, yakınlığınız her ne olursa olsun!”
“O neden o?”
“Mesleğim gereği, yeterli belge ve referanslarım(1) da olduğundan bir arkadaşımın sürücü kursunda gayri resmi olarak sözde öğretmenlik yapıyorum. İzninizle biraz uzaklaşalım mı Ayfer Hanımdan? Siz gerekirse ona anlatırsınız. Şimdi kaza ile ilgili yorum yapıyormuşum gibi beni dinleme gayretinde olun lütfen, çünkü belki hüznünüze ortak olamam, ama bu şoförün de iyi bir ders alması ve aracınızdaki tüm hasarı gidermesi arzum…”
Şaşkınca baktılar birbirine, demek istediğimi anladıklarını düşündüm, Ayla çünkü yanıma yaklaşmış, Ayfer’den uzaklaşmıştı, ben öyküme başladığımda.
“Sürücü Kursunda çok iyi derece ile sürücü belgesini alan bir kız öğrencimin yokuş aşağı durumda, trafik ışığında dururken arkasından gelen lüks, cafcaflı bir araba çarpmıştı. Gelen Trafik Polisi ölçüp biçiyor ve tutanağını hazırlıyor. Arkadan gelen araba kusurlu, ancak arabasından inmeye bile tenezzül etmiyor(19) genç adam ve bağıra-çağıra; ‘Sen, benim kim olduğumu biliyor musun, ha?’ diyerek ışığa aldırmadan yola devam ediyor…
Sonra ne oluyor, biliyor musunuz? Doğal olarak sormamam gerekti. Kızımız nasıl bir eylemse yokuş aşağı duruyor olmasına rağmen arabasını arkaya kaydırmış(!) ve o mutlu azınlığın arabasında hasar oluşturmuş ve sekizde sekiz suçlu olmuş, imzalamadığı tutanakla. Öykü gibi düşünmeyin, gerçekten yaşanmıştır!”
Ekip arabası geldiğinde sözlerimin ancak son bölümünü bitirebilmiştim. Bilmediğim o kadar çok şey olduğu kanaatini yaşadım ki, söz şahitlik olunca. Descartes gibi akıllı olmadığım(7) için yaşadıklarım doğaldı.
Şoför kurgusunu anlatıyordu; “Öndeki araba ‘Zınk!’ diye durmuş, o da çok dikkatli olmasına(!) rağmen ancak durabilmişti.” Yalanın bini değilse de çoğu bir para idi.
Ayla aldı mikrofonu eline, koluma girerek;
“Biz nişanlımla o sırada ön taraftaydık, şoför telefonla konuşuyordu, dikkatsizdi, aynalara bakmıyordu…
Hatta ani frenle nişanlım ayağıma bastı ve canım çok yandı!”
Desteklemem gerekti;
“Ama özür diledim ya Ayla’cığım!”
“Ben de kabul ettim ya aşkım!”
Ayfer bize bakıyordu garip garip, anlamamış görüntüsünde.
Polisler ad, soy ad, adres bilgilerini alırken öncelik tanıdı Ayla kendine. Kayıtlar alındıktan sonra da bana döndü;
“Hadi sevgilim, söyleyeceklerini söyle beyefendilere de, eve yemeğe yetişelim, daha hazırlamam gereken şeyler var, kuzenler yemeğe geleceklerdi, unutmadın inşallah!”
Ayfer’e döndüm;
“Hanımefendi şu benim telefon numaram, belki aklınızda kalmamıştır. Şoför bir sıkıntı ya da sorun yaratırsa ben Ayla’cığıma ulaşırım.”
“Aşkım, sevgilim, Ayla’cığım” diyen, bendim. Yönetmeni Ayla idi bu Türk filminin.
Elimden tuttu Ayla, ekip elemanlarını ve Ayfer’i selâmladı, şoförün kin dolu bakışlarına aldırmaksızın, sırtını dönmek üzereyken bir şeyler söyleme gayreti yaşadı herhalde ve sonra “Değmezsin!” diyerek tretuvarı adımladı, hiçbir şey olmamış gibi elimi bıraktı, konuşmaksızın, herhangi bir imlâ hatası yapmamayı düşünür gibiydi. Taksi beklemeye başladık ikimiz de.
İşareti alan taksi durunca, emredercesine ön kapıyı göstererek “Binin!” dedi.
Kalabalık bir otobüs durağına yaklaşırken şoföre;
“Durağa ya kala, ya geçe arkadaşı indirelim lütfen!” dedi.
Başka söz etmedi, düşünür gibi, sanki hiçbir şey yaşamamışız gibi.
Ve ben sap gibi duraktaydım, bir şeyleri hayal etme imkânım bile olmaksızın.
Oysa neyi, niçin ve nasıl düşünüp de hayal edebilirdim ki? Nihayeti ayağı ayağımın altında kalmış, özür dilemiş ve darda kalmış bir genç kıza el ele yardımcı olmuştuk, işte o kadar.
O kadar da değil, ama sanırım şairin dediği gibi; “En ağır işçi(8)” olmak üzereydim. Çünkü estağfurullah(9) demeksizin, denmeksizin “Kaz gibi düşünürken(10)” binmem mümkün kaç tane belediye otobüsünün durup kalktığının farkında değildim.
Üstelik duraktaki kalabalık sakinleşmiş, tenhalaşmış, ben angut gibi(10) otobüs durağının neden yerinde sabit olarak durduğunun sebebi ile uğraşıyordum, gerekliymişçesine.
Etkilenme? Neden? Niçin? Bir Türk filminin bir sahnesinde beraber olmuştuk sadece. O başyıldız, ben figüran, o halde Mevlâna gibi haddimi bilmeliydim(11). Bilip öğrenmemin mümkün olduğu birçok şeyi gerçek bir aptal âşık gibi hatırlayıp düşünmemem gibi…
Aşk saniyelerle sınırlı bir yaşam içinde, öyle mi? Çözümsüz bir soru? Ki; bu kendime gelmem için yeterli oldu.
İnsan aklı -kişi her ne kadar etkilenmiş gibi görünse de- unutmaya mahkûmdu(12). Hele ki çaresizlik, umutsuzluk, haddini ve haklarını bilmeksizin…
Karşımdaki kişi sadece ismini ezberlediğim sonuç itibariyle sarı çizmeli genç ve güzel bir bayandı, “Hanım Ağalık” ona yakışmazdı, zannımca. O benim gibi indindeki sabiyi(1) etkileyen mükemmel biriydi.
Sabi? Çocuk? Neler düşünüyordum, geri zekâlı biri olarak? Hemen normal düzeni olan yaşamıma dönmeliydim, yaşamamışım, yaşanmamış gibisine. Zaten karşımdaki üzüm değil, koruktu bana göre(13).
Ve şans; çok ilkel bir benzetme ile çölde kutup ayısı(14) gören bedevi görünüşünden pek de farklı değil gibiydi.
Zordu, zor oldu, ama gereğime, gerçeğime döndüm (sanırım). Çünkü bilmeksizin, anlamaksızın gönül dünyamın kapıları kapanmıştı. Görmüyor, göremiyordum, kör olmadığım halde. Kalbim çarpmıyordu, nefes alırken yaşadığımı düşünürken ve üstelik umulmadık, fark edemediğim değişiklikleri ben başıma yaşarken, arkadaşlarım ikaz ediyorlardı beni, cevaplarım; “Pardon! Affedersiniz! Özür dilerim!” sözleri ile yüklüydü, bağışlanmam için, hatalarım, yanlışlarım karşılığı.
Günler geçmeye mecburdu. Yaşamımız tükenmek zorundaydı, aldığımız verdiğimiz her nefeste, Namık Kemal’in(15), Necip Fazıl Kısakürek’in(15) dediği gibi. Ama boşu boşuna, gayesiz, umutsuz tüketmek…
İşte bu zoruma gidiyordu. İnsanın, yani kısaca, öz ve özet olarak benim bir ömrü ister istemez kara, karanlık bir şekilde harcamaktı yaşam diyebileceğim süre ki, benim için şu zaman itibariyle hiç de gerekli değildi.
Eş-dost-arkadaş anlamında çevrem genişti, ama arayanım, soranım pek olmazdı. Ben ararsam “Eh!” hayatta olduğumu bilirlerdi, hayatta olmam onlar için neden lâzımsa, benim için neden gerekliydiyse, o andan beri?
Hiçbir şey bilmediğim halde unutamamıştım, unutamıyordum, unutamadıktan sonra da bazı süreler fuzuliydi.
Onun ojesiz ayak tırnakları, morarmakta olan ayağının üstü, gözleri, ellerinin sıcaklığı ve yalandan da olsa kısa birkaç an içine sığdırılmış, tatlılığı, etkileyiciliği konusunda şüphenin aklımın ucundan bile geçmediği sözleri o anki tazeliği ile beynimde idi!
Ne çare ki, farkındasızlık galipti; tüm mevcudiyetimi alaşağı etmiş, tuş ya da nakavt etmiş bir şekilde.
Ara sıra mesajlar gelirdi cep telefonuma, çoğu reklâm, davet, ikaz gibi. Pek ilgilenmesem de tıpkı Bektaşi gibi akşamdan (üçüncü “a” harfi uzun) akşama (üçüncü “a” harfi gene uzun) süzerdim, sadece başlıklarına bakarak.
Bir mesaj dikkatimi çekmişti; “Telefon açabilir miyim ağabey? Ayfer” şeklinde.
Yaşamımda Ayfer diye beni “Ağabey” olarak soracak birinin olup olmadığının tereddüdünü yaşıyordum, önünde sonunda öğrenince mutlaka mahcup olacağıma inandığım. Öyle değil mi?
Nişanlı tavrıyla, bütün mevcudiyetiyle beni kendine kul-köle-esir etmiş, nişanlım olmuş Ayla’nın arkadaşı Ayfer’i nasıl unutur, unutabilirdim ki? Dünlerde devamlı olarak aklımdan geçenin, bugünlerde devamı kaçınılmazdı, adam olan ve aklı unutmaya meyilli olmayan için. Hatırlamak içindi beklentim; “Aç! Ara!” demek için “Ağabeyi” olduğum Ayfer’e.
Yok! Kendimi zorlamama rağmen, beynimin hiçbir hücresi geçerli bir tarafa yönlendirmiyordu beni. O halde iyi ve ince bir mizansenle(1) hatırlamış gibi olmalıydım Ayfer’i.
“Merhaba Ayfer! Ne zamandan beri telefon açmak için izin almak mecburiyeti olmuştur ki? ‘Merhaba ağabey!’ dersin, ben de ‘Sesini duydum, mutlu oldum!’ derdim…” diye mesaj çektim, cevabını bekleyerek.
Kısa bir sessizlik oldu. Karşımdaki, başını kuma sokup görünmediğini sanan benim gibi bir hilkat garibesi(3) değildi ki? Benim yaşımın ilerisinde IQ’su(1) olan zeki, akıllı, bilip anlayan, ama karşısındakini de incitmek istemeyen yaradılışta biriydi ki, telefon açarak kendini tanıtmak ve anlatmakla başladı söze, üstelik ince bir istihza ile;
“Ben nişanlınız Ayla’nın okul arkadaşı Ayfer. Otobüsün arabasına çarptığı Ayfer yani!”
Çam devirmekte(2), gaf yapmakta kendi üstümde bir insan tanımıyordum;
“Aaa! Evet, hatırladım, Ayfer! Nasılsın?”
“Ben de öyle düşünmüştüm, iyiyim, dileğim sizin de iyi olmanız!”
“Bağışla! Hatırlamamam mümkün mü?”
“Önemsiz! Kaza sonucunu merak etmediniz, telefon numaramı tutanağa işlerken aklınızda tutacağınızı düşünmüştüm. Neyse! Öncelikle söyleyeyim, dava sonuçlandı, kaybetmedim, kusuru yüzde yüz, yani sekizde sekiz karşı tarafa verdiler!”
“Sevindim!”
“Söylemek istediğim bu değil, önce nişanlınız Ayla’ya söyledim…”
“O bir kurgu idi, biliyorsunuz, şakaya devam etmeseniz demek istiyorum…”
“Ama birbirinize yakışmıştınız?”
“Birbirimizin adını bile bilmeksizin sadece ayağını ezmemle?”
“Bazı tesadüfler geleceğin ve gerçeklerin habercisidir. Hatta bu konuda iddialı olarak konuşmayı isterim. Tanışmak tesadüftür, arkadaşlık seçim, ama aşk tamamen kaderdir. Tesadüfen tanıştığın birisi, bir de bakmışsın hayatının tam merkezine oturmuş(16)…
Ve son yaşayan biri olarak kendi üzerimden bir olay; Arayıp buldukların değil de tesadüfen rastladıklarındır, seni mutlu eden(16). Çünkü nişanlımla, bayan yanı mecburiyeti olmayan bir uçak yolculuğunda tanıştık. Dinliyor musunuz, yoksa usandınız mı?”
“Devam et Ayfer, ama bir şeyler dokundurmadan, yönlendirmeye çalışmadan lütfen, seni merakla dinliyorum!”
“Kazanın olduğu gün, olayı anlattığım nişanlım, bu cumartesi eşim olacak Aydoğan ufak bir kıskançlık krizi ile; ‘Kim bu Ayhan?’ dedi. Tanımıyordum ki siz kimsiniz? Nişanlımın o krizi atlatması için sizi; oynadığınız eserin bir devamı gibi ‘Ayla’nın nişanlısı olarak’ anons etmek zorunda kaldım! Gücenmeyin lütfen!”
“Anlıyorum!”
“Nikâh ve düğüne Ayla’yı davet ettim, geliyor…”
“Yani eşin olacak kişi yeni bir kriz, tatsızlık çıkartmasın diye mecburen davet ediyorsun beni, öyle mi?”
“Düşüncenize saygım var. Ama bilin ki bugüne kadar eksikli olduğum yardımınız için teşekkür etmekti maksadım. Bunun içindi davet isteğim. Kim bilir belki bir kısım şeyler yaşanmayacakmış gibi görünse de gerçekleşebilir. Çünkü Mutlu olmak kaderiniz değil, seçeneğinizdir(17), bildiğiniz gibi sanırım…
Nihayeti ben eşime nikâhtan önce bilmesi gerekenleri söylerim, Ayla ve seninle beraber yaşadıklarımız için, kriz yaratıp masadan ayrılmayacağına inansam da. Çünkü onsuz yaşamaktansa öleceğimi bilir, çünkü seviyorum onu.”
Durakladı galiba bir süre, şüphelendim, “Yazdıklarını mı okuyor?” diye, ama muntazam cümleleri kesik kesik düşünür gibiydi;
“Yahut da Ayla ile yaşadıklarınız için bir yalan uydururum, bana inanır çünkü kocam; ‘Ayla ile Ayhan ayrılmışlar’ şeklinde! Sanırım bu gerçek bir doğru yalan olur, başlamadan bitiş gibi, sadece üçümüzün bildiği, bileceği ve mecburen unutacağı…
Ama inan Ayhan kardeşim, bu hiç içimden gelmiyor, birbirinize şöyle gönül gözü ile bakmayı denemek istemez misiniz? Güçlü olun, kazanın onu, daha ne diyeyim ki?”
Bir şeyler söylememi ister gibi durakladı, montofon(1) sessizliği egemendi, kilitlenmişti, belki de sessizliğimde paslanmıştı dilim, devam etmesini beklerken.
“Ayla sevdiğim bir kardeş, sizi de kardeş görüyorum. Her neyse! Size nikâh ve düğün ile ilgili bilgileri mesaj olarak göndereceğim. Kişisel fikirleriniz, ilginiz her ne olursa olsun kaza ile ilgili olarak yaptığınız şahitlik için tekrar teşekkür ederim, düğünde Ayla’nın yanında yeriniz hazır olacak. Sadece gelmenizi arzuladığımı bilmeniz yeterli. Çok konuştum, fazla meşgul ettim, izninizle Allahaısmarladık!”
Cevabımı beklemedi. Sokaktaydım ve köpeklerin “İhtiyaç Molası” vereceği bir ağaç ya da direk gibi sabit kalmıştım ortalıkta. Üstelik kararsız ve ne yapacağımı bilmez bir durumda. Bir tarafta hiç olmazsa -ölmeden, ömrümü tüketmeden- umutsuzca da olsa sevinçle görebilme isteği, diğer tarafta huzursuzluk gizlenecek olsa da, garantili olarak iteklenecek olsam da temelli uzaklaştırılmam, uzaklaşmam endişesi…
İteklenecek, uzaklaştırılacak, tüm umutlarım kırılacak olsa da gönlümdeki bir anlık mutluluk ve sevincin bana bir ömür boyu yeterli olacağını düşünerek Ayfer’in nikâhına da, düğününe de katılmaya karar verdim.
Niyetim; Ayla’nın nikâhtaki tavrına göre ya gözüne girmek, ya da gözünden düşmek(2) üzerine kurulu idi. Ayfer’e yeniden telefon açmak mı? Nasıl bu kadar yüzsüz olabilirdim ki? Ayfer’in mesajı bana gelmeden önce;
“Ne yalan, ne de doğru söyle, bırak zamanı yaşayayım. Geleceğim mutlu gününüze. Ağabeyin.” diye mesaj çektim. Anında çaldı telefonum;
“Sağ ol ağabey, mutlu ettin beni, dualarım sizinle, sizin dualarınız da bizimle olsun!”
“Âmin!” dedik karşılıklı olarak.
İnsanların ayırımsız, art düşüncesiz inanç ve düşüncelerinin aynı olması mutluluktu. Buraya “Keşke” diye başlayacak bir cümle de sığdırmak isterdim. Ama bu cümleyi değil kurmak, beynimde oluşturduğum karşımdakinin takınacağı tavrı için düşünmek bile kutupta bir hecin devesine(14), ya da sahrada bir kutup ayısına(14) rastlamak, ikisi de bir anlamda gözüküyor olsa da, meselâ sadece bir katırın anne olacağını düşünmek(14) kadar zordu…
“Nikâha saatler kala nikâh salonundaydım!” desem abartmış olmam. Onu ömrümde bir saniye fazladan görmek, ömrümün yıllarca uzaması demek olacaktı. Ancak ilk görüşmemizde taksiden kovarcasına indirdiğinde, giderayak bir selâmı bile esirgeyeni bir saniye fazladan görmekle ömrümün uzamasının ne işime yarayacağını, bilemiyordum.
“Merhaba!” dedim karşılaştığımızda, cevap vermedi, elini uzatmadı.
“Ayağın nasıl?” dediğimde ise;
“O günden bir tek ayağım mı kaldı aklınızda?” deyip, sırtını döndü, salonun bir yerlerine dikildi, oturmak yerine yanına gittim, aynı şekilde durdum;
“Kahrını anlayamıyorum. Ben karşılaştığımız için sevinçli hatta mutluyum, seninse yüzünden düşen bin parça(3). Ayfer anlatmıştır herhalde, onun mutluluğunu alkışlamak için buradaydım. Ama bu zor olacak galiba, senin tavrına kendimi alıştıramayacağım için. Zor olacak ama ben ufaktan yok olayım, ikinci basamak, yani Ayfer’in eşine söyleyeceği ikinci basamağı, yani; ‘Aramız bozuldu, ayrıldık!’ yalanını söylemek sana kalsın Ayla!”
Elimi tuttu, yüzüme baktı, gülümsedi ve emretti “Sen!” diyerek ilk kez;
“Gitme! Kal!”
“Ben de öncelerimin farkında değilmişim gibi “Sen” olmak istedim;
“Gülümsemek bu kadar yakışırken, bunu karşındakinden nasıl esirgersin ki, surat asmayı neden meziyet(1) sayarsın ki?”
Elimi bıraktı bir şeyler söylemek ister gibi, sonra elimi bırakmaktan değil, söylemek istediğinden vazgeçti (sanırım). Devam etmeliydim, gülümsemesinin gülmek olarak şekillenmesi için ve tedbirli olduğumu belirtmeliydim.
“Ayfer’in dediği gibi nişanlıyız, ama ellerimizde yüzük yok! İster misin damat; ‘Nişanlısınız, ama ellerinizde niye yüzük yok!’ derse ve Ayfer’i haşlasa, azarlasa Ayfer’in bizim yüzümüzden üzülmesine katlanabilir misin, böyle bir saçmalığa tahammül edebilir misin, her ne kadar yüzük bizim için önemsiz gibi görünse de?”
“Sen kendine bak arkadaş! Beni kazanmak isteyen bir sürü genç, yakışıklı ve zengin adamdan kendimi korumak için ‘Nişanlıyım!’ diyorum, bu nedenle kendi aldığım tektaş yüzüğüm parmağımda zaten!”
“Demek etkileyen olmamış seni. Peki, herhangi birine acıdığın da mı olmadı? Neyse konum bu değil, ben her ihtimale karşı iki yüzük almıştım, biri parmağımda, istersen ötekini de eğer parmağını sıkmazsa alelusul takıver eline, nikâh sonuna kadar, maksat görünsün!”
“Nikâhtan değil, düğünden sonra iade etmek kaydıyla peki! Ancak sorduğun suale cevap vermekte zorlanacağımı bile bile söylemek isterim ki; suskun, beyefendi, gözlerinden bana daha başlangıçta sevgisini belli eden birisinden acıdığım için değil, etkilenip korktuğum için uzaklaştım, uzaklaşmak istedim ben. Aramadım, sormadım, ama o beni buldu!”
“O halde tarifin ve ısrarın üzerine düğünden sonra ayrılmalıyım senden. Gerçi böyle konularda bilgim kıt! Ancak Ayfer’in neden beni de düğününe davet ettiği anlayamadığım bir konu. Bunun sebebi sadece damadın Ayfer’in kazayı yaşamış olması mı, acaba?”
“Yorum yapma hakkımı saklı tutuyorum, uygun bir zamanda bunu Ayfer’e sorarsın artık. Hem artık sus, geliyorlar!”
Ayla öyle bir yere durmuştu ki, gelin ve damat önümüzden geçmek zorunda kalmışlardı. Ben yüzük olan elimle burnumu kaşımaya çalışırken, Ayfer çekinmeksizin, makyajının bozulup, duvağının kaykılacağından çekinmeksizin Ayla’ya sarılmış, Ayla da onu ensesinden tutarak doğal bir hareket gibi yüzüğünü damada göstermişti. Buna neden gerek görerek icraat(1) haline getirmeye çalışmamızı anlamamıştım, yalan saklanamazdı ki!
Alkışladık…
“Onlar erdiler muratlarına…”
Eklenecek söz; asla ve asla “Biz çıkalım kerevetlerine” olamazdı. Örneğin; “Darısı bizim başımıza!” demek ne güzel yakışırdı bizim için. Ayla hissetmişti sanki aklımdan geçenin ilk bölümünü;
“Sakın dilinin ucuna kadar gelen, ‘Biz…’ diye başlayan bence saçma olan o sözü söylemeye kalkışma, bu beni son görüşün olur, başka bir şey söylememe gerek yok, değil mi?”
“Anladım, peki, seni tekrar görme şansım?”
“Akşama düğün var ya!”
“Anlayamadım, ‘O vakte kadar başının çaresine bak!’ demek mi istedin?”
“Ağzımdan öyle bir söz çıktı mı? Sadece Ayfer’in yıllar sonra bana ihtiyacı olabileceğini düşündüm, her ne kadar günlerdir beraber olsak da…”
“Bir başkasının kendini muhtaç hissetmesi umurunda değil yani?”
“Zırvalama lütfen Ayhan!”
“Zırvalamak da benim hakkım. Şimdi bir yerlere sığınıp zilzurna olmak(2) limitine kadar kendimi harcayacağım. Tek tesellim; ilk karşılaşmamızdaki gibi; ‘Nişanlım, aşkım, sevgilim!’ demesen de ‘Sen!’ demen ve ilk kez adımı söylemen…”
“Zırvalamanın karesine ulaştın, bravo!”
“Yanılıyorsun, düğünde diz çökersem, o zaman zırvalamamın karesinden, küpünden, daha üslerinden bahsedebilirsin belki, yalpalamamı, dilimin dolaşmasını(2) göz ardı edebilirsen.”
“Beni böyle hak etmeyi başaracağını mı sanıyorsun?”
“Başarmam için fırsat ver, öyleyse!”
“Sen yarat o fırsatı, eğer aklından geçenleri, aklı başında olarak, söyler, söyleyebilirsen!”
“Söz! Akşamın gelişini özlemle bekleyeceğim, senin istediğin gibi, herhangi bir garabetten yararlanmayı düşünmeksizin…”
“Umacağım!”
“Ben de umacağım!”
“Hak ettiğinde…”
“Hak edeceğim, umuyor, inanıyorum!”
“Bu kadarı yeterli, Ayfer’e yetişmeliyim!”
Gitti, onu nasıl hak edeceğimi düşünme imkânını bana bağışlayarak…
Düğün vakti gelmek bilmedi bir türlü. Salonu açmak şansımı yitirmiş olmama rağmen, salona ilk gelme hakkımı başarı ile eda etmiştim! İkram teklif etmelerine rağmen zırvalamamak için zıkkımlanma hakkımı ertelemek değil, yok etmiştim. Ben içimdekileri, içimden geçirdiğim gibi anlatmalı, söylemeli, onu sevdiğimi öğrendiği anda, onu istediğimi bilmeliydi.
Genç kızlar geldiler, masaların düzeni için; şu şuraya, şu buraya gibi masalara şablonla isimler yazılmış kartonları masalara yerleştirerek. Ve…
Sahneye, piste en yakın on kişilik masada damat ve gelinin anne ve babaları ile iki kardeşe ve nişanlı olarak ikimiz yer ayrılmıştı.
Zaman, canı istediğinde öylesine çabuk ulaşıyordu ki beklenilen ortama.
Aileler geldi, tanıştık Ayla’nın nişanlısı olarak. Oysa idam hükmünün gerçekleşmesi arifesindeki umutsuz bir mahkûm gibi kabullenmiştim kendimi, aciz, çulsuz, kaderine razı. Bu dünya, bu varlık içindeki insanların doluştuğu dünya benim değildi, olamazdı da. Nikâhtaki kanım, düğün salonundaki görüntülerle perçinlenmişti. Oysa Ayla daha ne yapsın, ne söylesindi ki?
Ayla muhtemelen düğün sonunda emaneten aldığı yüzüğü iade edecek, herkes kendi dünyasına dönecekti, bir bakıma evli evine, köylü köyüne gibi. Ayla’nın ümit var sözlerine karşın bu dünya içinde yer almam zordu, haddimi bilmeliydim, hak etmiş olduğuma inansam da. O halde kimseyi üzmeksizin, Türk filminin ilk perdesi biter bitmez oyun harici olmalıydım, kafama koymuştum.
Gelin ve damatla birlikte göründü Ayla, bir melek gibi, gelinle aşık atar gibi beyazlar içinde, ama hiçbir eklentisi olmaksızın, yalın ve gerçektir ki asla yanına yakışmayacağım.
Ailelerin ellerini sıktı, yasak savar(2) gibi benim elimi de, yanıma otururken.
İlk dansı doğal olarak gelin-damat yaptı.
İkinci dans müziği çalarken gelin ve damat ellerini uzattılar ikimize. Doğrulduk yerimizden, dans ritmine uymaya çalışırken.
“Oğlan sırılsıklam âşık!”
“Kız da pek farklı değil!”
“Diyorsun? Gerçek mi? Baksana kıza, kedinin fare ile oynaması gibi eziyet ediyor oğlana. Bir şey diyeceğim ama yaşıma yakışmayacak!”
“Dert etme, sözlerini de yut! İnanıyorum ki, fazla gecikmeden bir düğüne daha şahit olacakmışız gibime geliyor…”
“Umarım, inşallah! Kız ne kadar saklanmaya çalışırsa çalışsın, oğlanla aynı duyguları taşıyor görünüyor…”
“Demek oluyor ki kız sahip, oğlan köle olacak!”
“Gerçeğinde olduğu gibi, geleceğinde de aynı değil mi?”
Bu sözler söylendi mi, yoksa biz masadan ayrılırken, ayrıldıktan sonra dans ederken söylenmiş olacağını kurguladığım düşünceler miydi, bilmem mümkünsüz…
Boyu boyuma uygundu Ayla’nın ilk kez yan yana gelişimizde ve aramızda mesafe olduğu kanısıyla resmi olarak sarılmıştım. Elimi beline iyice sardı, kulağıma eğilirken;
“Seni sevmeme ne zaman izin vereceksin?” diye fısıldarken, yanağıma usulca ve ufakça dokundurdu dudaklarını.
Dünya benimdi, unutmuştum, beynimde neler olduğunu bile hatırlamıyordum. Aynı sessizlikle fısıldadım;
“Sen kalubeladan(18) beri beni sevmek için izinliydin, unuttun mu?” dedim.
Yaşamımda ilk kez, bir ömür boyu sürecek şekilde dans ediyordum, ömrümü üleşeceğim Ayla ile haddimi ve haklarımı bilerek…
YAZANIN NOTLARI:
(1) Çakal; Aslı bir yaban hayvanı olmakla beraber, Türkçemizde kurnaz, yalancı, düzenci, aşağılık kimse anlamlarında kullanmaktayız.
Garabet; Yadırganacak yönü olma, gariplik, tuhaflık.
Hanzo; Kaba-saba, görgüsüz kimse.
IQ; (Intelligence Quotient) ya da EQ (Emotional Quotient) olarak belirlenen zekâ testi.
İcraat; Yapılan işler, çalışmalar, uygulamalar.
Meziyet; Bir kişiyi, ya da nesneyi, diğerlerinden üstün gösteren nitelik.
Mizansen; Bir oyun düzeni. Bir şeyi, bir durumu, olduğundan değişik göstermek amacıyla hazırlanan düzen (Tiyatrolar için değişik anlamı vardır).
Montofon; Aslı Hollanda menşeli, oldukça cüsseli inek cinsi olmakla birlikte Türkçede kullanımı; Tembellik yapan, oturduğu yerden kalkmakta zorlanan, anlayışı kıt, ya da anlayışsız, basit, vurdumduymaz kimse.
Referans; Bir kimsenin yararlılığını ve yeteneğini gösteren belge. Başvurulması gereken kaynak. Tavsiye, bonservis.
Sabi; Arapçada henüz ergenlik çağına ulaşmamış (küçük) çocuk. Bazı yörelerde meme emen çocuklara da denilmektedir.
Zafiyet; Güçsüzlük, dermansızlık, halsizlik, zayıflık.
(2) Çam Devirmek; Pot kırmak, gaf yapmak, lâfın nereye gideceğini düşünmeden konuşmak.
Dili Dolaşmak; Utangaçlık, korku, coşku, sarhoşluk ya da hastalık gibi nedenlerle söyleyeceğini şaşırıp karıştırmak, söyleyeceklerinin düzeni bozulmak.
Gıdım Gıdım Yol Almak; Çok az olarak, azar azar, yavaş yavaş, dinlene dinlene yol almak.
Gözleri Fıldır Fıldır Oynamak; Telâşlı, meraklı, imalı bir biçimde, art niyetli olarak sağa-sola bakınmak. Zekice, çabuk çabuk, niyeti bozuk bir şekilde her tarafa bakmak.
Gözlerini Devşirmek; Birinin bilinçsiz bir şekilde temsili, zahiri, bilinçsiz bir şekilde bir yerlere, birilerine, bir şeylere bakması durumu.
Gözünden (Gözden) Düşmek; Kendisine değer verenin, verenlerin güvenini, sevgisini yitirmek.
İplemek; Aldırış etmek, değer ve önem vermek, saygı göstermek, önemsemek.
Yasak Savmak; Bir şeyi gereğince olmamakla birlikte şimdilik, gönülsüz olarak, hatır kırmamak için, üstünkörü bir şekilde, işe yarar bir biçimde yapmak.
Zımbacık Dolmak; Arapça; Lebalep, Türkçede lebalep olarak da kullanılmaktadır. (Leb; Dudak demektir) dolmak karşılığı olarak kullanılan yerel bir deyimdir. Bir şeyin ağzına deyin, silme dolu olduğunu vurgulamak için kullanılan genel sayılabilecek bir deyimdir.
Zil Zurna (Sarhoş) Olmak; Aşırı ölçüde (sarhoş) olmak.
(3) Hâşâ Huzurdan; Uygunsuz bir şey söylemek zorunda kalındığında bağışlanma dileği anlatan söz.
Hilkat Garibesi; Acayip, garip, tuhaf şey. Bedeninde doğuştan normal olmayan gariplikler bulunan.
Melodik Istırap; Türkçemizde böyle bir deyim yok (uydurana ait). Acı, üzüntü ve keder, hatta acı çekmenin ritimli, neşeli bir şekilde gerçekleştiğinin, bir bakıma memnuniyet havası içinde gerçekleştiği anlatılmak istendi.
Yüzünden (Gözünden, Suratından) Düşen Bin Parça; Sıkıntısı, öfkesi, küskünlüğü yüz ifadesinden belli olmak.
(4) …tir Etmek Şeklinde Söz Söylemek; “Defol git! Giderlerse gitsinler!” anlamında kötü ve kaba söz.
(5) İki şey sonsuzdur; İnsanoğlunun aptallığı ve evren. Fakat ikincisinden emin değilim. Albert EINSTEIN
(6) Zalimin zulmü varsa, mazlumun ahı, Allah’ı var; Zalimin zulmünü Allah görür ve cezasını verir anlamında bir çok türkü ve şarkılara rehberlik etmiş söz dizisi.
(7) Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir. Bildiğim bilmediğimin içinde. Ve “Ben bilmediğimi bildiğim için diğer insanlardan akıllıyım.” diyen SOCRATES’e ait meşhur sözler.
(8) En ağır işçi benim; Gün 24 saat; seni düşünüyorum! ve Eskisi kadar düşünmüyorum artık seni, beynim yoruluyor. Seni günde bir defa düşünüyorum, o da 24 saat sürüyor!” Ümit Yaşar OĞUZCAN, “AĞIR ŞİİR”
(9) Estağfurullah; Asıl anlamı; Arapça; “Tanrıdan bağışlama dilerim” şeklindedir. Ancak Türkçemizde kendisine olumsuzluk bir nitelik yakıştıran kimseye “Hiç de öyle değil!” anlamında nezaket, bazen de alay sözü. Bunun tersi övülen veya teşekkür edilen kimsenin söylediği incelik ve alçakgönüllülük sözü.
(10) Kaz Gibi Düşünmek; Aslı; B.kunu yutmuş kaz (karga) gibi düşünmek şeklindedir. Belli bir durum karşısında ne yapacağını bilemeyen ve etrafa boş bakışlar atarak çaresiz bir şekilde düşünen kişiler için kullanılan bir deyim (Arpacı Kumrusu gibi düşünmek de bu söze uygun düşünülebilir).
Angut Gibi Düşünmek (Bakmak, Beklemek); Bakışların boş, bomboş, donuk bir şekilde olması halinde (Aslında angut bir kuştur ve her şeye rağmen eşinin başında ölünceye kadar bekleyen duygusal bir kuştur).
(11) Haddini Bilmek; Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yeteceğini bilerek onun ötesine geçmemek, ölçüsünü bilmek. Başkalarının kusur ve yanlışlarını istihzalı bir şekilde yüzüne vurmamak gerekliliği. Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî’ ye sormuşlar; “O kadar yazarsın, o kadar okursun, ne bilirsin?” diye. Şu cevabı vermiş; “Haddimi bilirim!”
(12) Hafıza-i Beşer Nisyan İle Maluldür; Türk Atasözü olup; insan hafızası unutur, ya da hafızamızın eksikliği unutkanlığı doğurur, unutkanlık bir insanlık gereğidir, gibi anlamları vardır. Bir de; insanın özellikle kötü anları, kötü anıları unutması gerekliliğini belirtir şekilde kullanılmaktadır.
(13) Uzanılamayan Üzüme Koruk Demek; Genelde; “Tilki uzanamadığı üzüme…” şeklinde bir deyiş. Tilki her ne kadar etobursa da demek istediğim imkânsızın, imkânsızlığı anlamında. Kişinin başaramadığı bir şey için mazeret bulması anlamındadır. (Benzeri deyim; Ayı ulaşamadığı armuda ahlat, Kedi erişemediği (ulaşamadığı, uzanamadığı) ciğere “Mundar! (‘Pis, kirli’ anlamlarında)” dermiş! Aç tavuk kendini darı ambarında görürmüş! Uyuz keçi oluktan su içermiş! Yılan kendi eğriliğini bilmez, deveye “boynun eğri” dermiş! Keçinin sevmediği ot burnunun dibinde, yılanın sevmediği ot yuvasının başında bitermiş!) deyime yakışan sözler olabilir. Hepsi mazeret uydurma anlamlarında olup tilki ve kedinin farklı anlamlarda yarıştığı bellidir.
(14) Çölde Kutup Ayısına Rastlamak; Aslının tercümesi çokça ayıp olsa da (Maalesef haddini bilmeyen bir kısım siyasetçiler tarafından kullanılması meziyet gibi hakaret anlamında kullanılıyor olsa da) beklenmedik, olması mümkün olmayacak anlamında bir söz, söylem.
Kutupta Hecin Devesiyle Karşılamak; Çölde kutup ayısına rastlamak sözünün hakaret anlamında olasılığın olmayacağı şeklinde daha kibarca bir deyişidir, pek farkı yok gibi görünse de.
Bir Katırın Doğurması (Anne Olması); Katır, doğurma yeterliliği olmayan eşek at karışımı güçlü bir yük hayvanıdır. Ne yazık ki, Tanrı ona anneliği, ya da doğurmayı yasaklamıştır, olanaksızlık içeren konular için kullanılan bir deyimdir, tıpkı “Halamın bıyıkları olsaydı” deyimine benzer.
(15) İnsan her adımını mezardan uzaklaşmak için atar. Yine her adımda mezara bir adım daha yaklaşır. Her nefesi hayatı uzatmak için alır, yine her nefeste hayatından bir nefeslik zamanı azaltır. Namık KEMAL
Aldığımız nefesi bile geri veriyorsak, hiç bir şey bizim değildir. Necip Fazıl KISAKÜREK
(16) Tanışmak tesadüftür, arkadaşlık seçim, ama aşk tamamen kaderdir. Tesadüfen tanıştığın birisi, bir de bakmışsın hayatının tam merkezine oturmuş! ALINTI
Arayıp buldukların değil de tesadüfen rastladıklarındır, seni mutlu eden! ALINTI
(17) Mutlu olmak kaderin değil, seçeneğindir. Dalai LAMA
Mutlu olmak için, içinde bulunduğun andan daha iyi ve uygun bir zaman yoktur! Murathan MUNGAN
(18) Kalubela; Arapça anlamı; “Evet, dediler!” olan bu sözcük, Türkçemizde; “Çok eskiden beri” anlamında “Kalubeladan beri” şeklinde kullanılır.