Kıskanırdım...
Nedenini bilmez gibi, özenerek...
Benden bir kaç yaş ötesinde, orta yaşların biraz ilerisinde, ismini, cismini başlangıçlarda bilmediğim biriydi o.
Tek işaret; bir kaç kez rastlamış olmakla beraber her gün yaşadığına inandığım iki katlı ahşap evin penceresine bakmasıydı. Sanırım o evde oturan kim ise onun dışında, o garip adamı bilen, anlayan, çözen yoktu gibime gelirdi.
Kıskanırdım, meraklıydım da, zehir hafiye olmasam da, tarım konusunda, yasaların belirlediği çizgide bilirkişiydim ya, merakımın sonucunu alacağımdan emin gibiydim. Kimse; yoğurdum kara demezdi. Herkes kendince haklıydı.
Ancak ben bildiğim, ispat edebileceğim her konuda yargıç, avukatlar, diğer bilirkişi ve yerel temsilci ile gerekirse göğüs-göğse, aslında beyin-beyine demem gerek, mücadele eder ve zıtlaşırdım. Aklın ve mantığın en çok birbirine uyumluluğunu kanıtlayınca da her zaman olmasa da çok zaman akan sular durur ben de gururlanırdım.
Adını ve öyküsünü sonralarımda öğrendiğim genç ilerisi adam, onu her gördüğümde dört bisiklet tekerlekli arabasının direksiyonundaydı, gidon(1) yerine, o direksiyonu nasıl edindiği soru işaretli...
Arabası dikdörtgen şeklinde, önde hurç(1) olduğunu sandığım birikintiyi yok sayarsam, devamlı olarak boştu, ya da benim her rastladığım anda. Ne yiyip-içtiğini, nerede yatıp-kalktığını bilmezdim, sanırım benim gibi bilmeyenler de çok olsa gerekti.
Önemli ayrıntı, ya da hatırımda kalan tek işaret ikindi ezanı duyulduğunda sırra kadem basıp(2), ortalıklarda gezinme hakkını sıfırlamasıydı. Bunun mutlaka araştırıp bulmam gereken bir nedeninin olduğu kanısındaydım.
Merak işte, belki hiç kimsenin ilgilenmediği, belki çaresizlikleri nedeniyle adamsendeci tavırlarla(3) üstünde durmadığı bisikletli adama yardım etmek için düşüncelerim zorluyordu beni, bilip öğrenmem için biriken sorularla, “Kimdi, ikindi ezanına uyumu nedendi, aynı pencereye mutlaka bakıp yok olması niyeydi?”
Saçları sıfır numaraydı, hissettiğim, gördüğüm, ya da rastladığım kadarıyla ya günaşırı, ya da üç günde bir sakal tıraşı olduğu intibaını(1) bende yaratmış olmasıydı. Güldüğünü hiç görmedim desem yalan değil, bembeyaz dişleri bakımlı olmakla beraber bir kaç tanesi eksikti, dişlerinin aksine gözleri kirli sarı, yosun tutmuş gibiydi, belli ki ağlamaktan (sanırım), “Ah!” çekişlerinde bunu hissediyor, görüyordum.
Ağzından; “Ah!” dışında “Destur(1), varda(1), dokunmasın!” sözlerinden başka bir söz duymadım, dolaysıyla dilsiz olması düşünülemezdi. Muhtemelen yaşadığı herhangi bir olay, şok nedeniyle ancak bu kelimeleri tutabilmiş olabilirdi aklında.
Gamsız gibi görürdüm onu, bu nedenle kıskanırdım, dünyanın tüm dertleri benim üzerimdeymiş de, çözüm için araştıran benden başka biri yokmuş gibi. Benim için en çok çözüm gerektiren konu, ikindi ezanı sonrası sürati, kayboluşu ve dolaştığı her vakitte, en kötü ihtimalle kayboluşu öncesinde hep aynı pencereye bakmayı ihmal etmemesiydi.
Merak bu ya yahut da yardımcı olma arzusu, sormalı, soruşturmalı, olabileceksem derdine çare olmaya onu yaşama döndürmeye çalışmalıydım.
Önce o ahşap evin kapı zilini çaldım, bir kaç kez. Kapı; duvardı(3), açılmadı.
Cevap verip vermemekte tereddüdü, ya da bilgisi olmadığı için şüpheli gözlerle bakan komşu evlere, mahalle muhtarına, evin sahibi olduğu söylenen müteahhide, hatta yakın caminin imamına, henüz delikanlı, ya da genç kız olanlara bile sordum, fikirleri, düşünceleri olabilir diye.
Ve öğrendim, öğrenmek istediklerimin bir kısmını da olsa, bütününe ulaşma gayretiyle. Sonuç bir bakıma bana yasalarla verilmiş bilirkişilikle benzer gibi görünse de bağlantısız gibiydi. Bu da benim canımı hem sıkmış, hem de üzmüştü, olağandışı.
Bisikletli adamın ismi Yılmaz, her gün açık olan penceresine bakıp da göremediği evdeki şimdi yaşamda olmayan genç kızın ismi ise Yıldız idi.
Yıldız’ın babadan kalan, tapusu üstüne olan yarıcı usulüyle ekip-biçtirdiği kuru tarım arazisi yapılacak gölet ya da barajın su havzası içinde kalacağı için istimlâk edilmişti. Cahildi Yıldız, denilene uymuş, vergisi az olsun diye tarla bedeli az belirtilmişti insanlar(!) tarafından. Dolaysıyla da kamu yararına ödenen istimlâk bedeli(3) devede iki kulak(3) kabilinden kalmıştı.
Kapısına gelen “Bir dost hatırına” diyerek, para-pul istemeksizin, karşılıksız olarak cehalette tavan yapan aklına uyarak avukatın tavsiyesi, ancak davayı kazanma konusunda söz vermemesini dikkate almaksızın çaresizlikle keşif sırasında bulunması ve dava açılması için avukata muvafakat(1) vermişti.
Keşif bir bakıma bilirkişi heyetinin raporuyla sözüm ona Yıldız’ın lehine idi, zararın neresinden dönülürse kâr kabilinden.
Devlet akılsız değildi! Onlar tenkisi bedel(3) davası açmıştı, konusunda oldukça üstünde uzman ve profesyonel olan avukatlarıyla.
Yıldız cahil, avukat da karşılık olarak tezyidi bedel(3) davası açmayı akıl edemeyecek kadar akılsız hatta cahil olsa gerekti, ya da bu gibi konularda eğitim kusuru olan, uzman olmayan, yasak savar(2) kabilinden, sonucun nelere mal olacağını bilmeksizin ve “Bir dost hatırına” olaya katılan.
Aslında avukatın günahına da girmemek gerek belki. Karşısındakiler profesyonel denmişti ya, bazı şeyler unutulmuş, uyutulmuş, kaza ile sümen altında(3) kalmış veya gitmesi gereken yer yerine bir başka adrese gitmiş olabilirdi örneğin tebligat ya da tebligatlar gibi!!! Art düşünceyle oturduğum yerde kimseyi suçlamamın makul ve mantıklı olduğunu söylemem oldukça zor.
Devlet kazanmıştı davayı, yargıç, bilirkişiler, avukat...
Hepsi donanımlı ve taraflı olduklarından dolayı...
Yıldız’ın davayı kaybetmesi doğaldı, söz verilmemesi, profesyoneller karşısında avukatının dik duramaması nedeniyle. Bu, öncelikle ve özellikle Yıldız’ın ana olma hayallerinin sona ermesi anlamındaydı.
Anne-kız bir süre elde-avuçta olanlarla idare etmeye çalışmışlar, Yıldız’ın babadan kalan dul, yetim maaşlarıyla savunmaya, avunmaya çalışmalar…
Söylemek gereksiz, tarla olmayınca yarıcı da yoktu, oradan gelen bereket de. Dolaysıyla deyim yerine oturursa; cascavlak ortalıklarda kalmışlardı.
Bakkaldaki, fırındaki utançla tahammül etmeye çalıştıkları veresiye defterleri her aybaşı alınan maaşlarla kapatılamaz olmuştu. Kasap, market, mandıra unutulan mekânlardan bir kaçı idi sadece. Kış ise zalimdi. Tek boğaz belki geçinmeye yeter diye düşünmüş olsa gerekti Yıldız, hayalleri de suya düştükten sonra.
Bir çare gelmiş akıllarına anne-kızın; babalarından kalan evi satmak, denize düşen yılana sarılır örneği. Evin babası sağken peşlerinde dolaşan müteahhide karı-koca Nuh deyip de Peygamber demeksizin satmaya yanaşmadıkları müteahhide yönelmişlerdi...
Naz, kahır, kendini ağırdan satmak, özellikle menfaat göstergesi nedeniyle müteahhit halden anlamak yerine, diz çöküp yalvarmalarını bekler gibiymiş.
Öncesinde kendi için evlerinin yollarını aşındıran müteahhit tarafından unutulmak, hele ki tanınmayacak şekilde unutulmak gücüne gitmişti Yıldız’ın, hazmedememiş, incinmişti. Koyunun olmadığı yerde keçi Süleyman Çelebiydi. Veren elin alan elden hayırlı olmasına, sağ elinin yaptığından sol elinin haberinin olmaması gerektiğini bilmez miydi müteahhit?
Bilmesine, bilirdi de, yapacak bir şeyleri yoktu, muhtaçlardı ve Yıldız’cık onarılmasının mümkün olamayacağı bir bunalım içine sürüklenmişti.
Al takke, ver külâh pazarlık etmişti müteahhit. Evin babası ölmeden evvel 100 dediği eve bu kez ağırdan alıp 50 demişti müteahhit. Sonunda da 80 e razı etmişti anne-kızı. Ev bedelini peşin ödemiş, ilâm(1), tapu, noter, birikmiş vergiler gibi konuları da ayrıca halletmiş ve ev kendisinin olduktan maada, iyilik yapma gayretini de yaşamıştı;
“Elimde işlerim var. Kira vermeksizin ölene kadar oturabilirsiniz!” demiş, bu daha da tahammül edilmez bir yük yüklemişti Yıldız’cığın sırtına.
Yılmaz’ın yardım tekliflerini şiddetle reddetmişlerdi anne-kız. Özellikle Yıldız, sırf oğlan tarafının bir kısım dilek ve arzuları nedeniyle evlenememişti Yılmaz’ıyla. Ne hakla kabul edebilirdi ki desteğini. Konu-komşunun, bakkalın-çakkalın yüzlerine bakabilmek için müteahhidin teklifine rıza gösterip kabul etmekten başka çareleri yoktu.
Müteahhidin iane(1) ya da sevap işler gibi tavrından dolayı küçüldüğünü hissetmiş, minnet ezmeye başlamıştı, Yıldız’ın zayıflamış, gücünü, mantığını yitirmiş bedenini. Yılmaz’ın yolunu beklemiş vedalaşmak ister gibi; “Seni sevdiğimi, seni canımdan çok sevdiğimi bil!” demiş, ikindi ezanı okunurken son sözü o kadarla kalmış.
Ertesi gün Yıldız’cığın evinde hüzün, çığlığa karışan gözyaşları oluşmuş, Yılmaz’a malûm olmuşçasına yine bir ikindi vaktinde endişeyle ulaşmış Yıldız’ın evine.
Yıldız aşağılanmaya dayanamayıp, basit nedenlerle de sevdiğine ulaşamayacağına inanıp, bir parça çarşafı ip yerine boğazına dolayıp asmıştı kendini, dünyadan ayrılmayı kafasına takmışçasına, arkasında niçin ve nedeni belli eden tek satır bırakmamış, Yılmaz’a söylediklerini yeterli görmüş olduğundan olsa gerek.
Yılmaz, öğrenir öğrenmiş durgunlaşmış anında uygulamak istemiş düşüncesini, kararlılıkla. Felsefesi, benim düşünceme göre; Yıldız yoksa kendisinin de yok olması olsa gerekti. Ana yola çıkmış, moloz taşıyan kamyonlardan birinin önüne atmış kendini.
Kamyon şoförü onun uzaklardan tavrını hissedince ve sonrasında görünce aniden frene basmış, Yılmaz’a çarpmış, altına almış, ancak ezmemiş. Kırığı çıkığının olmaması başarı gibi görünse de darbe sonunda yara, bere, morluk, kızarıklık başarısızlık olmuş. Daha fazlasının da olacağı o anlarda bilinmeksizin.
Günlerce hastanede yatmış Yılmaz. Beyninin olmadığı fark edilmiş, hard diski(3) arızalanmıştı; “Destur, varda, dokunmasın!” idi aklında oluşan sözler, tüm sorulara cevap olarak.
Ana gibi yar olmazmış! Annesi kucaklamış, her sabah işine(!) gitmesi için bisikletini hazırlamış, ikindi ezanına kadar görevli gibi. Kimselerin bilmediğini annesi biliyor olsa gerekti.
Yapmam gereken bir şeyler olmalıydı, yitirilmiş bir yaşamı geri getirmem mümkün değildi, ama o yaşamı yitirten sebepleri araştırmam, bulabilirsem hatalı olanlara ya da bundan yararlananlara ders vermem, hiç olmazsa -eğer varsa- vicdanlarını kanatmamdı.
Yemedim-içmedim, Yıldız’cık geri gelemezdi, aklını yitirenin aklını geri getirmem, hatta beynini onarmam bile mümkün değildi, ancak yapmam gereken bir şeylerin olduğu inancındaydım, Tanrıya inanan bir insan olarak.
Yıldız’ın annesinin benden haberi yoktu, hatta benden haberinin olmaması konusunda dirençliydi, direniyordu basbayağı, bana göre. Tanrının can olarak kendisine emanet ettiğini ona kızı gibi hemen iade etmek yerine kalan ömrünü kimsesizliği ile tüketme gayretinde olsa gerekti...
Süratliydi Yılmaz, ikindi ezanını duyup, pencereye hüzünle bakıp belki de en son vitesle(!) ve gazını sonuna kadar bastığı arabasıyla koşturuyordu. Takip etmekte güçlük çekiyor, yürümek yerine peşi sıra koşar adımlarla takip etmeye çalışıyordum kendisini.
Yılmaz nihayet bir apartmanın kapısı önünde durdu, arabasını özenle park edip(!) kilitledi, hurç dediğim bohçayı koltuğunun altına aldığında apartmanın üst katlarından bir pencere açıldı sessizce, otomatla kapının açıldığını duydum, benden kimin haberi vardı ki, dikkatli olayım?
Birinci aşama tamamdı, düşündüklerime göre.
İkinci aşama, Yıldız’ın intiharına sebep olan istimlâk dosyasıydı, isimler ve özellikle Yıldız’ın sorumluluğunu yüklenen avukattı, söz vermemiş olsa da bana yararı olacağından şüphelendiğim. Tutkum, bir kaç kez tekrarladığım gibi bana yararı olmayacak olsa da bir yanlışlığın düzeltilmesi, hiç olmazsa iade-i itibar(22) kavramının gerçekleşmesi idi, para-pul-zaman, hatta israf gibi gözükse de çabam önemsizdi.
Bir dost, bir tanıdık, bir isim aradım adliye koridorlarında, daha önceki bilirkişilik görevlerimden aklımda kalan. Hatta yere oturduğumda tozlanan pantolonumun arkasını silkelemeye çalışırken, diğerlerinin carcar konuşmasına(2) aldırmayıp da beni; “Elinizi-kolunuzu sallayarak konuşmayın!” diye azarlayan, yargıca bile sarılabilirdim, yardımı olsun da, ne kabilinden olursa olsun anlamında, Yıldız dışında elimde hiçbir veri, ipucu, done olmaksızın...
“Yılmaz ve Yıldız dünlerin Romeo ve Jülyet’i(4) gibiydiler. Vicdan azabı(3) çekiyorum. Beyim dayanamayıp göçtü. Tanrı belki de düğün-dernek gibi kaprislerim yüzünden aldı Yıldız’ı. Yılmaz’ı da beni cezalandırmayı düşünerek bakmak için bu hale getirdi. Hüznüm bugünler için değil, ben ölünce yarınlarda ne yapacak oğlum?”
Hamakat(1) yüklü bir savunma gibiydi Yılmaz’ın annesi Nuran Teyzenin sözleri. Hipnoz(1) edilmiş gibiydi vaktinden önce çökmüş, gözlerinin altında torbalar oluşmuş, başörtüsü altına saklamaya çalıştığı saçlarının tümünün beyaz olduğuna inandığım yaşlı kadını dinlediğimde.
“Yaşamda, ölümden başka her şeyin çaresi var efendim. Yeter ki Yılmaz beni görsün, bir ağabey gibi bana inansın. Çözüm üretmek için gayretli olurum, hatta siz yaşarken bile. Tek isteğim, bildiğiniz, bilebildiğiniz, hatırlayabildiğiniz kadar karanlık noktaları, püf noktaları(3), ipuçları, aydınlatmaya yarayacak Yıldız’ın ölümüne neden olan bilgiler. Doğal olarak bir canın yaşama vedası yanında, diğer bir yaşamın beynindeki hasara neden olan olaylar...”
“Oğlum, iyi diyorsun, hoş diyorsun da, Yılmaz’ın Yıldız’a sonsuz sevgisinden, bir kısım sıkıntıları, ya da benim zorladığım nedenler dolaysıyla hüznünden ve sonrasında kendini kamyon altına atmasından başka bir şey bilmiyorum ki ben!”
“Peki! Yılmaz’ı trafik kazasında iyileştikten sonra doktor-hastane gibi bir yerlere götürdünüz mü, iyi olma şansı için?”
“Nasıl olsun ki oğul? ‘İntihar Teşebbüsü’ diyerek devlet çekti elini oğlumdan. Babamızdan kalan dul maaşım ile geçinmeye çalışıyoruz. Babasından oğluma ayrıca bir şey vermediler...”
“Peki! Yılmaz’la Yıldız’ın annesinin bir kısım şeylerden bilgisi, haberi olmuş olabilir mi, belgeler gibi örneğin!”
“Kızını yitireli beraber inzivaya çekildi(2) Hatice. Dışarıya hiç çıkmadığını söyledi komşular. Dul maaşını her aybaşında bankadan görevlendirilen bir memur getiriyormuş kapısına. Keza ihtiyaçlarını da yandaki apartmanın kapıcısı alıp getiriyormuş. Sesi-sedası-soluğu bile hissedilmiyormuş. Benim duyduğum bu, kapısını çaldım, beni bile kabul etmedi.”
“Peki, Hatice Teyzeye siz ısrar etseniz, hatta benim ona kızının ve sizin oğlunuzun haklarını savunmak için gayret edeceğimi söyleseniz, kapısını açmak için gayret etmez mi acaba? Dediğim gibi ne Yıldız’ı getirebilirim geri, ne de Yılmaz’a beynini iade edebilirim…
Sana kötülük edene sen iyilik et denmiş. Konum intikam ya da bu çocukların yaşamlarına sebep olanlara kötülük de değil, sadece gerçekler ne ise öğrenmek, yanlışı ya da yanlışları olan varsa yasaların uygulanmasını sağlamak, haksızlığa uğrayanlar varsa ki hepimize göre hissettiğim kadarıyla var, haklarının gecikmiş olarak da olsa verilmesi...”
Hatice Anne, Yıldız’ın annesi zor ikna oldu, Nuran Annenin, Yılmaz’ın annesinin sesini duyarak. Kızının ölümünden sonra banka memuru dışında bana göre kapıyı ilk kez açtığında beni de görünce tereddüt etti önce biraz, hatta sitemle baktı Nuran Annenin yüzüne.
Mecbur kalmıştı bizi içeriye almaya. Bir şeyler anlatmaya ne mecali(1), ne de isteği var gibiydi. Tüm bilmek istediklerimi sınav soruları gibi soru-cevap şeklinde sormama da neden yoktu, sadece gereğince sordum, cevap beklemeden;
“Rahmetli Yıldız’ın dolap gibi bir şeyleri var mıydı? Varsa oralara Yılmaz için koyduğu kâğıtlar, hatıralar var mı? Merak etmeyin sevgi dolu olduğuna inandığım mektuplara dokunmak gibi bir niyetim yok, asla! Sadece isim olan bir kartvizit, bir tebligat, tarih, dosya numarası gibi şeyler aradığım. Sonrasında inancıma göre hakkınızın iadesine kadar bir daha rahatsız etmeyeceğim sizi, görmeyeceksiniz yüzümü bile...”
Çekmecesini gösterdi, eşeledim(2), eşelendim, mutlu olmaksızın elime geçenler için sevindim. Düşündüğüm gibi avukata ait bir kartvizit, mahkemeye davet, kararla ilgili sapsarı bir kâğıt...
Kâğıt önemli değildi, ama üstündeki tarih ve dosya numarası yönümü çizmeye yetmişti. Kartvizitin arkasına not aldım;
“Sadece bunu alıyorum. Hatıra değeri varsa cebime not alıp da bırakabilirim.” diyerek teşekkür etmeye meyilliydim ki Nuran Anne benden önce ayaklandı;
“İkindi yaklaşıyor, Yılmaz çaresiz kalmasın, ben eve yetişeyim!”
“Siz de aşağıya inmeyin efendim, ben kapıyı dışarıdan kapatırım!”
Pencereden bakıyor mu, diye merak edip kafamı kaldırdığımda muhtemelen ve belki de bana öyle geliyordu ki, ya da kanaatim öyleydi ki banka memuru dışında kızını yitirdikten sonra ilk kez birilerinin arkasından bakıyordu. Çünkü pencereyi açmış, iple bağlı bir sepeti aşağıya uzatmak üzereydi.
Karşıdan gelen kambur, ya da kamburumsu adam yan apartmanın kapıcısı olsa gerekti. Aklıma göre; her gün aynı saat için sözleşilmiş olsa gerekti.
Yılmaz’ın annesi aceleciydi, bir anda kayboldu köşenin ilerisinden. Kapıcı sipariş listesini ve parayı aldı, gitti ve döndü, ayağına çabuk(3) bir insandı galiba.
Ben kazık çakmış gibi, mostralık(1) dikine bir soba borusu gibi önüne geçemediğim bir hisle bahçe duvarına dalgınca yaslanmış duruyordum, beklentim varmışçasına, ama değil!
İkindi ezanı okunmaya başladığında;
“Destur! Varda! Dokunmasın!” sözleriyle sıyrıldım dalgınlığımdan. Yılmaz da, Nuran Anne de, ben de el salladık birbirimize, hangimizin hangimize el salladığı belirsiz.
Kapıcının getirdiği sepetin içine iki satır karalayıp kapıcının izniyle koydum sepete;
“Ben Yıldırım! Beni evlâdın say Hatice Anne!”
Duygu sömürüsü(3) yapmayı biliyor muydum, yoksa yeni mi akıl etmiştim, gecikmiş bir şaşkınlığı yaşar gibiydim? Sonucunda duygu sömürüsü yapmanın mükemmel bir buluş olduğunu öğrenecektim. Ama nasıl? Faydası olmasa da sevinçle, zaman henüz erkendi çünkü.
Karttaki adrese gittim. Avukat Hanımın kapısında tıpkı Cuma namazına giden bakkalların, terzilerin, berberlerin; “Cuma namazına gittim, gelcem!” diye hırsızlara davetiye çıkaran kargacık-burgacık(3) yazılı karton parçaları gibi, düzgün bir bilgisayar çıktısı olan bir levha vardı, zaman belirtisiz; “Duruşmadayım, döneceğim! Yılnur”
Gerek camiden, gerekse duruşmadan dönüş vaktini bilmek için onları beklemek zorunda olan insanların müneccim(1) ya da kâhin(1) olmaları gerekti, sanırım.
İzin almıştım, bekleyecektim, kapı önündeki paspası alıp merdiven basamaklarından birinin üstüne koyup, miadını doldurmuş(2) olması gereken mendilimi üzerine koyarak çöktüm, tam anlamıyla. Gaflet(1) içinde olmalıydım ki yanıma ne gazete, ne de kitap almıştım.
Merdivenden çevik bir atlet gibi çıkan güzel tarifi içine sığdırmamın mümkün olamayacağı tarifsizliği görünce, avukatın o olduğunu bilmeksizin, her kim olursa olsun düşüncesiyle toparlandım.
Yaşamımda böylesine bir güzellikle öncemde hiç karşılaşmadığım için zübük(1) gibi alt dudağımı ısırdığımın farkında değildim.
Pantolonumdaki olası tozları silkelemeye çalışırken istisnai(1) güzelliğine hayran olarak “Yılnur Hanım!” dediğimde, “Benim, buyurun!” deyince apışıp, şaşırıp, tongaya basmış(2) gibi kalakalmıştım!
Gerçeği söylemem gerekirse, dilim tutulmuş olmasa da, hafızamda biriktirdiğim söz konularını ve isteklerimin neler olduğunu unutmuştum, hiçbiri kalmamıştı beynimin bir bölümümde bile ki hatırlamam için ipucu olsun. Ağzı açık ayran delisi(3 tarifine uygun olsa gerekti tavrım (sanırım).
“Bağışlayın efendim! Beynimde konumla ilgili çok şeyi hazır etmiştim, bana yardımcı olmanız, müvekkiliniz(1) olmam, avukatım olmanız dileğiyle. Ancak öylesine güzelsiniz ki, güzelliğiniz ve parmaklarınızın boşluğu nedeniyle heyecanlandım ve unuttum söylemek istediklerimi…
İzninizle söylemeliyim ki, bir keşifte aynı şu anda karşınızda olduğu gibi, pantolonumdaki tozları silkelediğimde “El-kol hareketleriyle konuşma!” deyip yargıçlık hakkını kullanan kişi beni azarlamış, kısaca fırça yemiştim. Şimdi benzer şekilde “Güzelsiniz!” dememi unutun ki bir de güzel bir avukattan fırça yemeyeyim...”
“İyi olur! Daha ‘Merhaba!’ demeden, isminizi, kim olduğunuzu, sorununuzu bilip öğrenmeden iltifat mı, sarkıntılık mı, bir bakıma haneye tecavüz mü diyebileceğim yanlışlığınızın farkında değilsiniz galiba. Bence arzu etmeseniz de hiç oturmadan kapıyı dışarıdan kapatmanızın yararlı olacağını düşünmekteyim!”
“Etmeyin Avukat Hanım! Konu ile yakınlığınız dolaysıyla bedeli ne olursa olsun ben size muhtacım. Hatta peşin ödemem gereken miktarı, konuyu açıkladığım zaman belirtirseniz bir miktarını hemen takdim edebilirim!”
“Maddiyat, daha sonraki üçüncü-beşinci basamak…
Buyurun, nasıl yardımcı olmam gerektiğini anlatın, sizi dinliyorum.”
“Karıştığınız ve yitirdiğiniz bir tenkisi bedel konusunu...”
“Hatırlıyorum, konum harici olmasına rağmen, bir yakınımın ricası ile taraf olduğum bir konuydu, ilk, tek ve son, konuya hâkim olamayıp da yitirdiğim için hüzünlü...”
“Evet, sonucunu bilmediğiniz için hüznünüzün daha da artacağını kesinlikle düşünüyorum. Avukatı olduğunuz, tek geçim kaynağı babasından kalan tarla olan o genç kız, tarlasının elinden gitmesinin, hayallerinin, öncelikle ve özellikle anne olma umutlarının sona ermesi bunalımıyla intihar etti…
Yaşamda değil, yaşamıyor şimdi. Bu kadarla da kalmadı, onu yitirmenin üzüntüsüyle, sevdiği, yuva kurmayı istediği genç de yaşamdan ayrılmak istedi, ancak başarılı olamadı. Şimdi Mecnun gibi(3), deli-divane(3) sokaklarda; ‘Destur! Varda! Dokunmasın!’ kelimeleri dışında dilinden başka hiçbir söz dökülmeyen! Buna bağlı olarak bebelerini yitirmiş iki annenin bitip-tükenmeyen hıçkırıkları...
Düşüncelerinizi zorlamıyorum değil mi, efendim?”
“Aynı hüznü yaşamaktayım, hıçkırıklarımı zapt etmek için uğraştığıma inanın, lütfen!”
“Evet, belki işe yaramayabilir. Bütçesi ne olursa olsun, yasaların verdiği haklar olsa gerek, belki de bilmediğiniz, üstünde sebatla(1) durmadığınız yahut da duramadığınız. Hatta belki, sıfatını söylemekten çekindiğim yanlışınız olabileceği de aklımdan geçmiyor değil. Bir yakınınızın hatırı için, itiraf ettiğiniz gibi bilmediğiniz bir konuda, çaba harcar gibi gözükmenize...”
“Önce iltifat, şimdi hakaret mi maksadınız?”
“Bağışlayın! Sözlerimi bitireyim, sonrasında nasıl anlarsınız, nasıl kapının dış tarafına kapıyı kapatmam emriyle postalarsınız, önemi yok benim için. Sadece bilin ve vicdanınızın emrettiği şekilde bana destek olmaya çalışın…
Devam etmeye çalışayım aklımdan geçenleri sırlamak için. Ne demiştim? Tamam, çaba göstermişsinizdir muhakkak, inanıyorum, bilenlerden bir şeyleri daha detaylı, etraflı öğrenip başarısızlık yerine başarıyı tadaydınız, sanırım şu anda daha içtenlikle hissettiğinize inandığım hüznü yaşamazdınız. Bense ölüme neden olan yanlışlık için size dozajı ağır bir şekilde yüklenmezdim…
Şimdi söyleyin güzel hanımefendi, avukat olarak değil, bir kadın olarak sözlerimde yanlışlığım olduğunu düşünüyor musunuz, kabullenmediğiniz güzelliğiniz için söylediklerim dışında?”
“Susmam gerektiği inancındayım, sözlerinizi tartmam şu psikolojik anımda mümkün değil. Zehir-zemberek(3) ağır olsa da sözleriniz, devam edin lütfen!”
“Yasalar sizin konunuz, bir kısım şeyler yarım-yırtık(3) da olsa beynimde yerleşik gibi olsa da. Konuya egemen olmasanız da, bilmeseniz de, okuyup, araştırıp, bilip, konusunda uzman olan avukat ya da savcı, yargıç kimlerse onlardan öğrenip ölmüş bir garibin hakkını iade etmek için bir çaba göstereceğiniz umudundayım. Bana yardım edeceğinizi vaat edin, lütfen!”
“Sözlerinizden etkilendim, düşüneceğim, vaat değil, söz vereceğim!”
“Bilesiniz ki olay sonunda kaybetmemiz olası gibi görünse de ne benim, ne annelerin ve duygu sömürüsü yaptığımı düşünseniz de sizin kazancınız olmayacak. Eğer ki açabileceğinizi düşündüğüm dava lehimize sonuçlanır, yani davayı kazanırsak, elimize geçecek tüm parayı Yıldız’cığın annesi Hatice Teyze belirlediği bir hayır kurumuna bırakacak, kuruşuna bile dokunmadan…
Bazen böyle, mesleğimle hiç ilgisi olmamasına rağmen belki genlerimden gelen bir iteklemeyle öylesine çok konuşuyorum, bağışlayın, devam edeyim mi?”
“Maşallahınız var, hukukla ilgili bir işiniz, ilişkiniz olsaydı keşke?”
“O halde birkaç yüz kelime daha ve sonra birkaç kelime için size şans tanıyacağım!”
“Allah razı olsun, demem mi gerek!”
“Gereksiz, hem şimdi benim varlığıma boş verin, karşımızdaki öldükten sonra da olsa bir insanın iade-i itibarı konusunda var mısınız, yok musunuz? En basitinden adliyede bu konunun dosyasını ve emsal olacak dosyaları almanızın zor olmayacağı kanaatindeyim. Çünkü ben bir vesile ile arşivde eşindim, eşelendim. ‘Nasıl?’ diye hiç sormayın. Beni görmeseniz, bir çay içimini bağışlamasanız bile, ölen birini yaşama döndürmemiz, beynini yitiren birinin beynini iade etmemiz mümkün değil…
Ancak adalet gereğine ulaşmalı diye düşünüyorum, sizce de öyle değil mi hanımefendi, yani Avukat Yılnur Hanım?”
“Kim olduğunuz benim için önemli değil Yıldırım Bey! Keza, etkilenmeniz, etkileme çabanız da. Konum değil, ama araştıracağım söz. Danışacağım bu konudaki meslektaşlarıma, ağabeylere. Eğer konu iade-i itibar ise ve kazanç herhangi bir yardım kurumuna devredilecek olsa da hiç bir şey talep etmeden gereği için çaba göstereceğim. Benim hatam, bilgisizliğim, tecrübesizliğim olsa da bu konuda sizin yanınızda, sizinle beraber olmaya çalışacağım.”
“O halde vakit, nakittir, Avukat Hanım. Bir ölüye saygı için hemen adliyeye arşive gidin ve vaktiniz uygun olursa bana da birkaç dakika yetmez, birkaç saat ayırın lütfen!”
Ne dediğimi anlamamış gibi yüzüme baktı Yılnur, oysa mesleğindekilerin tümü bir hareketten, bir mimikten bir bakıştan farklı anlamların çıkacağını çok ve en iyi bilen insanlardı. Ayrıca bir bakışın da, bir sözün de anlamını(5) bilmeyecek kadar cahil olamazdı Yılnur, mümkün değildi…
Bir ateşi yakmak için bir kıvılcım, körüklemek için bir üfürük yetmez miydi? O kıvılcım, o üfürük eğer içinde bir şeyler kıpırdatmışsa, renk vermeye başlatmışsa kim inkâr edebilirdi ki etkisini?
“Hemen!” deyince aceleciliğim dolaysıyla soyunmaksızın ayakta durduğundan çantası içindeki bir kısım dosya ve evrakı masasının üstüne yığdı, dışarı çıkmamı bekler gibi yüzüme baktı. Ben angutluğumu(2) angutlukla çarpar gibiydim düşüncelerimde, ama iki kere iki telâşıyla değil, milyon kere milyon gibi, sersem sepelek(3).
“Yardım ister misiniz, geleyim mi sizinle? Ya da raflardan tozlu dosyaları almaya çalışırken, dengenizi yitirip merdivenden düşer gibi olma ihtimalini yok etmemi...”
“Yoo! Böyle bir şey beklemem!”
“Oysa ben beklemenizi arzulardım. Örneğin merdivenden düşer gibi olsanız, ben sizi kucağımda tutup kahramanınız olsam, siz de bana baygın baygın bakıp ‘Yakışıklı!’ hatta ‘Yakışıklım!’ deseniz...”
“Bakın Yıldırım Bey! Hayal dünyanız çok geniş, ya da çok kitap okuyorsunuz veyahut gizli-kapaklı-saklı siz de bir hukuk mensubusunuz? İtiraf etmeliyim ki sözleriniz ezberinizden tekrarlanmış gibi geldi bana. Bunu yapmayın, tekrarlamayın lütfen!”
Herhalde aşırı durgunluğunda; “Ben sizin bildiğiniz kızlardan değilim!” cümlesini de ekleyecekti, sanırım son anda vazgeçti.
“Bir şans verin bana, tanıyın ve...”
“Sakın cümlenizi tamamlamayın. Bir yanlışım varsa düzeltme çabasıyla avukatınız olmayı istedim, işte o kadar. Ancak sanki evde kalmış kart, nasibine ulaşamamış biri gibi düşündüğünüz hele ki bu amaçla sarkıntılığınız hiç hoş olmadı, üzüldüm…
Sanırım sizinle baş edemeyeceğim, bu nedenle sizi bu konuda uzman olan bir ağabeye yönlendireceğim. Bir saniye lütfen, kartını bulup hemen getireyim size, ben de aklımda bir şeyler kalmaksızın işlerime yöneleyim izninizle!”
İçeri girip kapıyı kapattı, elinde bir kartla çıktı dışarı.
“Adaşınız bir ağabey, sanırım konunuzu çözümlemekte benden daha doğru ve farklı davranır, diye düşünmekteyim.”
“Peki, bana herhangi bir şekilde iyi dilekte bulunmayacak mısınız?”
“Hak ettiniz mi?”
“Size gözlerim ve sözlerim dışında bir temasım oldu mu?”
“Anlamadım!”
“Sarkıntılık dediniz de. Şunu bilmeniz gerekir ki, ne yapayım yaşamımdaki ilk ve tek olan ve de son olmasını dilediğim gerçeğim bu. Beni bu şekilde kovsanız da, incittiğinizi fark etmemiş olsanız da yüzünüz güzel, sözleriniz doğru. Görür görmez etkilendim, buna hemen sevgi demem uygun değil. ‘İlk bakışta aşk’ gibi sözlerime katlanmanızı da ummam, elimi uzatsam tutmanızı bekleyemem…
En hafif deyişle bunlar düpedüz benim düşüncelerim olmaz, olamaz. Sizin bana ayıracağınız günler olması dileğindeyim, güzel, iyi ya da değil. Sadece sırtınızı dönmeyin, gülümseyin ve kovmayın beni lütfen. Benim hakkımdaki dilek ve düşünceleriniz iyi olmasa da olur, yeter ki bana tahammül etmeye çalışın!”
Ses çıkarmadı Yılnur, geri çekilerek kapıyı kapattı, umudum; onun çalışmak için değil, düşünmek için kapıyı kapattığı şeklindeydi.
Aynı paspası aldım altıma, mendilimin hangi yüzünü kullandığıma şaşkınlıkla karar vermeksizin serip merdivene çöktüm yeniden. Bürosunun evi de olduğu kanısında değildim, üstelik evi ise de sabaha kadar bekleyecektim.
Bilmiyordum, ama aklımda kalmış; eğer ki hissettiğim aşksa, aşkta gurur olmaz, inat olurdu. Eh! Ben de inat konusunda usta olmasam da, çırak da sayılmazdım, demek ki ılımlı bir kalfa olmamın kimseye, özellikle Avukat Hanıma zararı olmazdı!
Merdivenlerin otomatları bir yanıp bir sönüyordu, belki varlığımdan, beden ısımdan, belki de alt katlardaki hareketliliklerden. Eski binaydı, asansörü yoktu, ama bu kata çıkıncaya kadar nefes nefese kalmak da doğamız dışındaydı.
Kapı açıldı ve sözü “Deli misiniz?” demek oldu.
Şaklabanlık şansımı denemek, bir bakıma şansımı yitirmemek için iyi bir söz gibi geldi bana sözleri;
“Emredin, sizin için deli olayım, delireyim!”
Gülümsedi, bu daha da fazla şımarmam, pardon cesaretlenmem demekti;
“Güzel hanımefendi, bakın, düşüncelerinizde hâlâ aynı konumdaysanız inanın üzülürüm. Ritmini karşınızda yitirmiş kalbim anormal çarpmaya başlar, belki beyin damarlarım çatlar, mevta olurum. Siz de ayağınıza kadar gelmiş Yıldırım’ı kaçırmış olursunuz, demedi demeyin lütfen. Farkındaysanız ayağınıza kadar gelen kısmeti demedim.”
“Cesursunuz, ama bağışlayın sormam gerek; raporunuzu nereden aldınız?”
“Yok, ama emredin Mazhar Osman’a(6) başvurayım hemen, birkaç gün içinde elinizde olur; delidir, ne yapsa yeridir şeklinde. Ama beni bu davanın sonuna kadar bir kenara itin. Söz veriyorum, gözlerinize bakmak dışında hiçbir eylemim, hareketim olmayacak size karşı, yeter ki Yıldız’cık ve Yılmaz için elinizden neler gelecekse yapmak için gayret edin…
Hatta isterseniz şu andan itibaren gözünüzün önünden de silineyim. Ama unutmamı beklemeyin benden. Gerekirse telefonla haber verin işlem sonucundan, eğer beni görmek istemezseniz...”
“Düşüneceğim!”
“Yarın sabah adliyeye mi, büronuza mı geleyim, tabii tahammüllü olursanız?”
“Sıkboğaz(2) etmeseniz...”
“O halde sizi evinize bırakayım!”
“Evimi öğrenmek için?”
“Aklımdan geçmemişti, ama fena olmaz!”
“Dürüst olun!”
“Peki! İzin verirseniz, hiç olmazsa merdivenlerden inerken arkanızdan gelebilir miyim?”
“Allah’ım suçum neydi?”
“Karşılaştık, benimle ilgilenmedin, sadece konuya egemen olmaya çalıştın!”
“Ben avukatım, ama sizinle baş edemiyorum! Taksi çağırmıştım, bekliyordur, daha fazla uğraşamayacağım sizinle!”
“Ben de gelsem sizinle, istemezseniz yanınız yerine ön koltukta otururum!”
“Defol! Sabrım taştı artık!”
“Kızma! Hemen defoldum!”
O gitti, akşam da bitti hüzünlendim. Gerçekten yüreğimin kaldıramayacağı, onu etkilemeye çalışıp da kızdıracak şekilde etkilenmiştim, kendime karşı dürüst olmam gerek, hoş dürüst olmasam da bana yararı var mıydı, olacak mıydı?
İşte bu nedenledir ki defolmak zoruma gitmişti. Üstelik adliyede mi, bürosunda mı bekleyecektim? O kargaşada unutmuştum sormayı, ya da o söylemeyi unutmuştu, arada fark yoktu.
Ancak cihar atıp şeş oynasam(2) da kazanacağım şüpheliydi. Çünkü Ağustosta suya girsem suyun balta kesmez buz olacağı(7) kesindi. Gene de umutsuz olmak yakışmazdı bana. Önceliğim yazı-turada idi. Rahmetli sporcu bir futbolcu “Atatürk’ün yüzü yere değmesin, gelmesin!” diyerek kale-top seçimlerinde hep tura(2) dermiş. Ben de ulu önderim Atatürk’ümden cesaret alarak “Tura” dedim. Avukatı bürosunda bekleyecektim, şans göstergem öyleydi.
Sabah ezanında hazırlanmaya, muhtemel vakitte de merdiven nöbetime başladım, ancak bu kez hazırlıklıydım, paspas üstüne beyaz bir ambalaj kâğıdı sermiş, ayrıca yanıma gazete de almıştım...
“Gene mi?”
“Gene, ama dün sarf ettiğim sözlerimin hiç biri olmaksızın!”
“Ayılıyorum, bayılıyorum, kalbim çarpıyor gibi sözlerle duygu sömürüsü yapmaksızın söz mü?”
“İki garibin konusu her ne şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın, o zamana kadar söz. Ancak sonuçta benimle kahvaltı, öğle, ya da akşam yemeği için siz de bana söz verirseniz!”
“Vermezsem?”
“Keşif, ya da tespit için verdiğiniz adrese yönelmeye çalışırım. Sonuçtan sonra ister adliyede, ister büronda ol, bu merdivenler benim mekânım olacak!”
“Bana söz gelmesi umurunuzda olmayacak, kurtuluşum yok, yani. İşiniz, gücünüz yok mu sizin, yoksa mirasyedi(1) misiniz? Ola ki tanıştık, size ‘He!’ dedim, nasıl bakacaksınız bana?”
“Seni her gün bir kere görmek, elini incitmeksizin bir kez tutmak için hamallık da, amelelik de, kamyon muavinliği bile yaparım. Taş taşırım sırtımda, yara, bere, yağır(1) olsa da bedenimde. Eşşeğin olurum seni taşımak için, köpeğin olurum seni kendimden bile korumak için. Eğer ‘Peki!’ dersen, söz veriyorum, dava sonuçlanıncaya kadar, ya da sen elini uzatıncaya kadar içimden geçen her sözü, her eylemi yutacağım, unutacağım inan!”
“İnandım, sevindim, sözlerin bana cesaret ve gurur verdi, mert, doğru ve dürüst bir insan olduğuna inandım. İsteğin için ben de söz veriyorum bir yemeğe sizinle çıkmak için, kim bilir belki öncesinde elimi tutmanıza bile...”
“Allah!” deyip yönelmiştim ona, sevinçten kucaklamak ister gibi, daha dün bir, bugün iki… Körkütük sarhoş(3)...
“Teşekkür ederim Allah’ım!”
İşte böyle kelimeleri, cümleleri şaşıracak kadar. Kendimi vurgun, âşık hissetmeye başlamıştım durup dururken, yani ilk karşılaştığım anın takviyesi gibi. Acaba (bana göre) sözümü henüz tutmaya başlamamışken sarılsam, ellerini tutsam, öpmeden gözlerine bakıp; “Seninim! Seni seviyorum!” desem tepkisi ne olurdu ki? Bilemezdim, ama bildim ötelerimde, ötelerimizde...
Yılnur ağabeylere danıştı, arşivden o dosyayı, o paftadaki(1) dosyaları getirdi, karşı karşıya beraber inceledik, baş başa olmaksızın baş başa vererek. Düşündüğüm gibi, dosyaların içinde aynı bilirkişilerin raporlarında bile farklılıklar vardı, ekilmeyen mahsul ekilmiş gibi, rantabilite(1) hesaplarında farklılıklar vb. gibi.
Akılsız olmayan devlet, elemanlarının tarlaların tümüne tenkisi bedel davaları açmalarında çoğunda başarılı olmuşlardı. Uyanık çiftçi, akıllı ve bilgili avukatlar ve tarafsız dürüst bilirkişilerin tezyidi bedel davaları hariç.
İçlerinde kadersiz olanlar Yıldız’cık ve köyden şehre göçmüş, toprağın kıymetini ve değerini bilmeyen eski çiftçi, şimdilerde şehirli olanlar, çocukları, hatta torunları idi.
Eski toprak ve bilgiç çiftçiler üçgen şeklindeki toprak parçalarına “Müselles” derlerdi. Bir tarlada müselles konumu olan tarlanın değeri arttırılırken, diğer bir tarlada eksiltilmişti yahut da tepkisiz kalmıştı. Başını kaldırmakta bile zorlanan yargıç ne yapsındı ki? Hukuka ek olarak bir de ziraatı okuması, eğitimini alması mümkün değildi.
Yıldız’cığın tarlasında kullanmaya elverişsiz sadece bir müselles parçacığı kalmış tarlanın tümü havza içinde kabul edilmiş, ancak o müselles değerini yitirmemişti.
Davayı açtı, beni itekleyerek, aramıza kilometrelerce uzunluğunda bir mesafe koyarak. Yasalar karşısında avukatın da, Yıldız’cığın da tanıdığı olmama rağmen Yılnur’un itirazı sebebiyle bilirkişi olmadım.
Ancak güvendiğim iki dürüst arkadaşımın da bilirkişi seçilmesi için Yılnur’a zorlaması gerektiğini önermeye çalıştım. Ben de avukatın danışmanı bir ziraat mühendisi olarak yanında olacaktım.
“Ellerini sallayarak konuşma!” diyen yargıcın karşısındaydım ve tanıdığı için şaşkındı muhtemelen. İlk keşfimizde zıtlaşmamızın ve haklılığımın raporda ispatı karşısında doğru karar vermişti, bana göre.
Bilirkişiler haksızlığı ispat ettiler, Avukat Hanımın uyaran destek, örnek ve önerilerini de dikkate alarak raporlarını yazdıklarında. Hâkim karar verdi, belirlenen bedel farkı faiziyle birlikte bir hayır kurumuna devredildi.
Tüm gelişmeler basit bir şekilde birkaç dakika içinde olmadı tabii. Yılnur’un koyduğu mesafeyi azaltmaya çalış, dosyaları incele, mal sahibi çiftçilerle görüş, arazi yapılarını incele, öncelikli üretimleri belirle, arabamız olmadığı için araç kirala, şoförün kaprislerine katlan, patlayan teker için yardımcı olmak mecburiyetinde kal, Yılnur’un pabuç topuğunu tamir ettir, yemek yeme adabını bilmeyenlerle aynı masada oturmak zorunda kal vb. vb...
Olay bitmişti, sıra sözün gerçekleştirilmesine gelmişti, aramızda yazılı olmayan bir bağıt gibi.
“Evden al beni!” dedi, tuttuğum taksiden evinin önünde inerken elini uzatıp.
Endişelendim, hiç gereği yokken;
“Elimi uzattım, tuttun, yemek mi? Avucunu yala!” der gibime geldi. Bu kadar zaman sözüne sadık olarak davran ve boş bir süt şişesi gibi kapı önüne bırakıl, hazmedemezdim. Bu; hayallerimin esiri olmam(8) anlamında olmasa gerekti.
“Ya herro, ya merro!(3)” sözü geçti aklımdan, bir yüzük aldım, sakladım cebime, ola ki hissetmesini istemeyerek.
Bir taksi tutup geldim evinin önüne, avukat kıyafet ve cüppesi dışında görüp tanımadığım güzeli karşımda gördüğümde şaşkındım. Ben benden uzaklaşmış, vazgeçmiş, tuttuğum taksinin şoföründen bile kıskanır gibiydim.
Elimden tuttu, ölebilirdim!
Taksinin kapısını açmamı bekledi, kanepe de ilerledi ve “Gel yanıma!” der gibi, oturacağım yeri tokatladı, okşadı sanki. Taksi hareket ettiğinde kolunu koluma doladı;
“Biliyor musun, yaşamda hiç kimse senin gibi merdivende oturup da beklediği için nöbet tutamaz...”
Ek mum ışığında öncesinde Türk Sanat Müziği, sonra batı parçaları ve dans müziği. Bana bakıyordu, her halde dansa kaldırmam için davet bekliyordu:
“Yaşamında hiç hanzo(1) ile karşılaştın mı?”
“Anlamadım, hem ne âlemi var, bunun şimdi, şu ortamda, söylemen gerekenleri beklerken?”
“Sorumu şöyle düzenlemeye çalışayım, dans etmesini bilmeyen hanzo demek istedim, o benim işte!”
“Bahane uydurma. Kendini bana teslim et, ‘Seninim!’ demiştin zaten. Benimsin, sar beni, izinlisin, içinden geçeni söyle!”
“Sonra beni ailenle tanıştıracak mısın?”
“Sözlerine bağlı, ilk sarkıntılık ettiğinde söylediğin sözler gibi bir şeyler söylemek geçmiyor mu aklından?”
“Bırakmadın ki?”
“Neyi?”
“Aklımı!”
“İade etsem?”
“Seni çok seviyorum, ilk karşılaştığımız gün olduğu gibi...”
Sadece yüzüme baktı, bence mutluydu, öyle anlamıştım gözlerinden. Yerimizden kalktık, bir kaç kez ayağına basıp, bir kaç kez de elim(1) olmayan kazalar sonrasında öğrendim(!) dans etmeyi (galiba)! Şeytan kulağına kurşun(3), öğretmen yetenekli olunca, neler kazanç olmuyordu ki?
Bize alkol yakışmazdı, yan masalardan kahkahalar yükseliyordu durgunluğumuzda...
Müzisyenlere “Dur!” işareti yaptım, mikrofonu elime alarak;
“Değerli insanlar, iki dakika bana ve bize izin verin lütfen!” dedim, Yılnur’un şaşkın bakışlarını önemseyerek diz çöktüm, yüzüğü çıkardım cebimden ve;
“Seni seviyorum! Evlen benimle!” dedim...
YAZANIN NOTLARI:
(*) Bilirkişilik ve yasalarla ilgili bilgilerim kısıtlı, görevli olarak çalıştığımda aklımda kalanlar, rastladıklarım, tespitlerim. Doğal olarak bir yargıç gibi çok şeyleri bilmem, karar vermem mümkün değil. Hiçbir kurum ve kuruluşu aşağılamak da içimden geçmez. Ancak yaşadıklarımdan öyküye yansıttıklarımın hepsi gerçektir, öykünün özelliği hariç.
Bilirkişi; İhtisas sahibi olduğu konuda bilgisine başvurulan kimse. Belirli bir konudan iyi anlayan, bir anlaşmazlığı çözümlemek için kendisine başvurulan kimse. Eksper.
(1) Destur; “Yol veri! Savulun! İzin verin!” anlamındadır. Çiş yaparken şeytandan, cinlerden sakınmak için kullanılan boş inanç sözü. İzin, müsaade.
Elim; Acınacak, acıklı.
Gaflet; Gafil olma hali. Gafillik. Aymazlık. Dalgınlık. Dikkatsizlik. Boş bulunma. İhtiyatsızlık. Nefsin arzularına uyarak zamanı önemsiz şeylerle geçirmek.
Gidon; Bisikletin ön tekerlek maşası üstüne bağlanmış, iki elle kullanılan yön değiştirme aracı.
Hamakat; Geri zekâlılık, bönlük, ahmaklık, budalalık.
Hanzo; Kaba-saba, görgüsüz kimse.
Hipnoz; Telkinle yaratılan yapay durum.
Hurç; Yorgan, yastık, giyecek vb. koymaya yarayan kumaştan yapılmış özel çanta.
İane; Yoksullara yapılan nakdi yardım. Umumi menfaatlere hizmet eden kuruluşlara karşılıksız olarak yapılan bağış.
İlâm; Bir davanın mahkemece nasıl bir hükme bağlandığını gösteren resmi belge. Yargı Belgesi. Bildirme, anlatma, belli etme.
İntibaa; İzlenim. Bir durum veya olayın duyular yoluyla insan üzerinde bıraktığı etki, imaj. Uyaranların, duyu organları ve ilişkili sinirler üzerindeki etkileri.
İstisnai; Benzerlerine uymayan, kuraldışı olan, ayrıklı, ayrıcalıklı.
Kâhin; Gelecekle ilgili olarak görünmez evrenden haber vermek, geleceği bildiği düşüncesinde olan.
Mecal; Can, dinçlik, derman, canlılık, güç.
Mirasyedi; Çok savurgan kimse. Kendisine önemli bir miras kalan, mirasa konan kimse.
Mostralık; Göstermelik. Kötü ve yersiz davranışlarıyla göze batmak.
Muvafakat; Uygun görme, onama, kabul etme.
Müneccim; Yıldızların durumundan ve hareketlerinden anlam çıkararak falcılık yapan.
Müvekkil; Birini kendine vekil olarak seçen, vekillik veren, vekil eden.
Pafta; Büyük harita, plân veya modeli oluşturan ayrı parçalardan her biri. Yiv açan alet.
Rantabilite; Belli bir dönemde elde edilen kârın işletmedeki sermayeye oranı.
Sebat; Sözünden veya kararlarından dönmeme, vazgeçmeme, bir işi sonuna değin sürdürme, direnme, yerinde durma, kımıldamama, kararlı olma.
Varda; Dikkat et, savul, destur.
Yağır: Sırt, arka, atın omuzları arasındaki yer, semerin açtığı yara gibi anlamları olmakla birlikte asıl anlamından farklı olarak yöremde “çok kirli, pis, yıkanamayacak kadar berbat” anlamlarında kullanılan bir deyimdir.
Zübük; Çıkarcı, yüzsüz, pişkin kişi. Aziz NESİN’in bir romanının adı.
(2) Angut Gibi Düşünmek (Bakmak, Angutluğu Yaşamak); Bakışların boş, bomboş, donuk bir şekilde olması. (Aslında angut bir kuştur ve her şeye rağmen eşinin başında ölünceye kadar bekleyen duygusal bir kuş olup Google’da etraflıca anlatımı vardır).
Car Car Konuşmak; Yüksek sesle, çevreyi umursamaksızın, uluorta, sonucunu düşünmeksizin konuşmak.
Cihar Atıp, Şeş Oynamak; Hile yapmak. Üçkâğıtçılık yapıldığının belirtisi olabilir mi? Yani olanla, olması gereken yerine uygulamanın kişinin lehine olan davranışı biçiminde yorumlanabilir belki.
Eşelemek; Bir işin sonunu, aslını anlamaya çalışmak, kurcalamak. Dağıtıp karıştırmak. Toz, kül gibi hafifçe karıştırmak.
İnzivaya Çekilmek; Toplumdan kaçıp, hiçbir şeyle ilgilenmeyerek tek başına yaşamak, kendi köşesine çekilmek.
Miadını Doldurmak; Vaat edilen zaman ya da yerin sona ermesi durumu.
Sıkboğaz Etmek; Bir şeyi yaptırmak için birini zorlamak, baskı altına almak.
Sırra Kadem Basmak; Ortadan yok olmak, ortalıklarda görünmemek.
Tongaya Basmak; Tuzağa düşmek, hile, düzene maruz kalmak.
Tura Harikası; Metin Oktay, kaptan olduğu futbol maçlarının seremonilerinde top ve kale seçimleri için Yazı-Tura para atışlarında Atatürk’ün yüzü yere gelmesin diye tercihini hep “Tura” şeklinde yaparmış (Tura; Metal paranın resimli yüzü).
Yasak Savmak; Bir şeyi gereğince olmamakla birlikte şimdilik, gönülsüz olarak, hatır kırmamak için, üstünkörü bir şekilde, işe yaramaz bir biçimde yapmak.
(3) Adam Sendeci Adamsendeci); Vurdumduymaz, önemsemeyen, değer vermeyen.
Ağzı Açık Ayran Delisi (Gibi Bakmak); Yeni gördüğü her şeye alık alık bakan, anlamsız bir hayranlıkla seyredip şaşıran, basit şeyleri bile aval aval izleyen, amaçsız, serseri bir şekilde, ne yaptığı belli olmaz bir şekilde dolaşmak, çevreye aptalca ve hayranlıkla bakmak (bu durumda ağız açık, dil de hafifçe dışarıya doğru çıkıktır).
Ayağına Çabuk; Alışılandan veya gösterilenlerden daha kısa bir zamanda, tez olarak iş yapan.
Deli-Divane; Çılgın, aşırı deli.
Devede Kulak; Kıyaslanan şeyler arasındaki orantısızlığı belli etmek için kullanılır. Bütüne göre çok ufak bir parça.
Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar.
Hard Disk (Harddisc); Sabit disk de denilen, bilgisayarın kendisine yüklenen bilgileri sakladığı, depoladığı donanım.
İade-i İtibar; Bir şeyi eski haline getirme. Kaybedilen saygınlığı, güveni tekrar kazanma.
İstimlâk Bedeli; Toplumun faydalanması için yapılacak hizmetlerde gerekli olan şahıslara ait gayrimenkullerin kamu tüzel kişilerce satın alınmasında ödenen bedel.
Kapı Duvar; Ses, seda çıkmaması durumu, başvurulduğunda yanıt alınmayan kimse ya da yer. Aldırmaz, vurdumduymaz kimse.
Kargacık, Burgacık; Daha ziyade yazılar için kullanılan şekilsiz, düzensiz anlamında yazı.
Körkütük Sarhoş; Kendini bilmeyecek kadar sarhoş.
Mecnun Gibi; Deli, çılgın, sevdadan kendini kaybetmiş, tutkuyla sever gibi, cin tutmuş, cinlenmiş gibi olan.
Püf Noktası; İşin en can alıcı noktası. İncelik ve dikkat isteyen en hassas nokta.
Sersem Sepelek; Sersem bir şekilde, sersemliği geçmeden.
Sümen Altı; Hasıraltı. Bir kısım bilgi ya da belgelerin ilgililere ulaşmasını engellemek için bir kenarda unutulması işlemi. Genellikle sümen denilen masa üstü muhafaza dosyası içinde.
Şeytan Kulağına Kurşun; İyi bir durumdan, işten, gidişten söz ederken “Aman nazar değmesin, kötülerin şerrinden korunsun, şeytan uzak dursun!” anlamındadır.
Tenkisi Bedel; Azaltma, eksiltme bedeli.
Tezyidi Bedel; Çoğaltma, artırma bedeli.
Vicdan Azabı; Başkasına zarar verdiğine inanan bir kişinin duyduğu pişmanlık duygusunun bir ifadesi. Suçluluk duygusuyla ilintili olup kişinin kendi kendine yönelttiği bir kızgınlık halidir.
Ya Herro, Ya Merro: Genelde “Ya herrü, ya merrü” şeklinde de kullanılan bu deyim, “Her şey olacağına varır, inceldiği yerden kopsun, ne olursa olsun, sonucuna katlanılacak bir olgu” denilebilecek bir deyimdir
Yarım-Yırtık (Yarım-Yamalak);Eksik, kusurlu, üstünkörü.
Zehir-Zemberek; Son derece ağır ve sert bir biçimde. Son derece acı.
(4) Romeo-Jülyet (Romeo ile Jülyet veya Romeo ve Jülyet); Orijinal adı; “The Most Excellent and Lemanable Tragedy of Romeo and Julyet” isimli William SHAKESPEARE’ye ait tiyatro eseridir. Sinemaya da uyarlanmıştır. En önemli monolog; “To be or not to be, that is the question (Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele) bölümüdür.
(5) Bazen küçük bir bakış insana dünyaları verir, bazen o küçük bakış, insanı cehennemin derinliklerine yollar. Jean Jack ROUSSEAU
Bir bakışın kudreti bin lisanda yoktur. Bir bakış bazen şifa, bazen zehirli bir oktur… Bir bakış âşığa neler neler anlatır… Bir bakış bir âşığı saatlerce ağlatır… Victor Marie HUGO
Gerek yok her sözü lâf ile beyana, bir bakış bin söz eder, bakıştan anlayana. MEVLÂNÂ
Hani gözler vardır, sözleri anlatır, hani sözler vardır, gözleri anlatır, bir de aşk vardır seni anlatır. ALINTI
(6) Mazhar Osman; Ord. Prof. Dr. Mazhar Osman, ruh ve sinir hastalıkları uzmanı olup, Türkiye’de ilk modern ruh sağlığı hastanesini kuran Türk hekimi. Türkiye’de akıl ve sinir hastalıklarının çağdaş yöntemlerle tedavisine öncülük etmiş, bu nedenle bu hastalığı gösterenlere “Mazhar Osmanlık” deyimi kullanılmıştır.
Meşhur deli doktoru Mazhar Osman’a kızan biri; “Asıl deli, manyak sensin!” diye bağırmış. Mazhar Osman gülmüş… “Senin bana deli demen bir şey ifade etmez, ama ben sana deli dersem o zaman bitersin...”
(7) Kara bahtım kem talihim, Taşa bassam iz olur… diye başlayan Adana Yöresi Türküsünü Aziz ŞENSES isimli üstat derlemiştir. Ağustosta suya girsem, balta kesmez buz olur, eklentisidir.
(8) Hayallerinin Esiri Olma, Tahayyül edebilir ve fakat hayallerinin esiri olmazsan... Paul VALERY’inin “EĞER” isimli şiirinden.