Tabiri caizse zımbacık(1) doluydu metro denilen yeraltı treni, bir tatil öncesinin yani Cuma akşamının mesai sonu insanları ve hatta benim gibi öğrencilerle.

Parfüm kokularına karışan iğrenç ter ve ağız kokularına insanların ciğerlerinin tahammüllü olması mümkün değildi, iyi ki ara duraklarda vagonların kapısı açılıyordu da rahatlıyordu insanlar azıcık da olsa.

Sözüm ona beyaz koltukların yaşlılara, hamilelere, gazilere, engellilere ait olması gerekiyordu. Oysa kitap okumaya, cep telefonu ile oynamaya, uyuklamaya ve metronun karanlık duvarlarına bakmaya meraklı evli bile olmadığı halde hamile taklidi yapan, elinde süs için bile yüzüğü olmayan, belki de (affedersiniz) o gece hamile kalma inancında olan(!) o kadar çok yanlış ve hatta kötü sıfatlarını saymakla bitiremeyeceğim “Genç” demekten bile utanacağım insanlar vardı ki!

Neymiş; iş-okul yorgunuymuş, stresleri(1) varmış. Çok zaman muhtemelen bilet bedeli ödemediği, kart basmadığı çocuğunu özenle bir kişilik yer kaplayacak şekilde koltuğa oturtmuş anneleri de görüyordum. Bana göre kendinin hamile, çocuğunun hasta, ya da özürlü yalan-dolan taklit yapmalarını da görmezden gelmem mümkün değil. Tümü; dün ben de senin gibiydim, yarın sen de benim gibi olacaksın sözünü umursamaz gibiydi.

Yaşlı-başlı, gerçekten hamile, ancak hamileliği belli-belirsiz insanlar, özürlü olduğu belli olmayan topal, çolak, sağır gibi insanlarımız tutunacak bir yer bulamadıklarından, belki de boyları yetişemediğinden genelde birbirine yaslanarak ya da tutunarak gidiyorlar, metronun ani hareketlerinde de savrulma, hatta zemine kapaklanma haklarını kullanıyorlardı!

Sadece onlar mı? Tahminime göre hafriyat-moloz kamyon şoförlüğünden, artık her ne şekilde olmuşsa(!) metro sürücülüğüne terfi ettirilmiş biri, ya da birileri kullanıyor olsa gerekti yeraltı trenini. Zira tıpkı kamyon gibi kullanıyordu treni, insanları hiçe sayarak.

Bazı parasına kıyamayan sosyete dilberleri, kokonaları(1) ile bakımsız keçi gibi sakallı adamlar ile öcü gibi giyinmiş kadınlar kendilerinden başka Müslüman olmadığına, kendilerinden başka herkesin inançlarının yanlış, eksik, tutarsız ve hatta şüpheli olduğu düşüncesinde olanlar da dört bir yana savruluyorlardı, aynı kuvvetle. Etki-tepki meselesi(2)...

“Of! Öf! Pöf! Uy! Ay!” vb. gibi sözleri zapt etme gereğini hissetmiyordu hiç biri, serbest bırakıyorlardı ağızlarından kelimeleri, azat edercesine. Zahmet olmayacağına inandıklarında da özür diliyorlardı, ayakları kaza ile kendi ayakları altında kalanlardan, dirsek, kafa attıklarından, yumruklarının kaza ile nerelere geldiğinden bihaber(1).

“Özür dilemek” deyince özrün cesametini(1) de belirtmekte yarar var. Ağız yayılarak, kısaca “Pardon!” deniyordu, “o” harfi sülâlece dudaklarında misafir olmuşçasına, “İster kabul et, ister kabul etme!” tavrında. Mübareklerin Fransızcaları Fransızlardan bile ileriydi.

Genelde son durak yolcuları, göz aşinası(3), ya da tanıdıkları, kanepeleri işgal etmiş(!), ara istasyonlardan birinde inecek olanların başlarında aportta bekliyor(4), oturan daha yerinde iyice doğrulmadan, poposunu yerleştiriyordu kanepeye, her ihtimale karşı bir muhtaç kişinin o yeri kapmasını engellemek istercesine.

 Doğal, olağan, normal gibi görünen ancak farkı fark edilecek bir akşamüzeriydi, üniversiteden dönüşümde yaşadığım, daha doğrusu yaşamak zorunda kaldığım.

Yanımda tutunmaya çalışan 50-60 belki biraz daha fazla yaşlardaki amca, başarılı olamamış, önce üstüme kaykılır gibi olmuş, sonra kalabalığın ve tabanın izin verdiği kadarıyla boylu boyunca uzanıvermişti koridora.

Nefes alamıyor gibiydi, çantamı başının altına koymaya çalışırken, sürücü kursundan ve televizyon programlarından öğrendiğim kadarıyla nabzını, nefesini kontrol ettim, bir taraftan da trenin istasyona girmesini fırsat bilerek bağırdım;

“Kapı açık kalsın, yardım edin amcayı dışarıya alalım!”

Treni kaçırmamak amacında olan iki genç, duyarsız insanların tavırlarına akıl erdirememiş gibi yardımcı olmuşlardı amcayı perondaki cam platformu üzerine yatırmışlardı. Burada “Duyarsız” sözümü geri almak zorundayım. Çünkü tren kapısında duran bir-iki duyarlı kişi kapıların kapanmasını engellemiş ve gençler de amcayı bıraktıktan sonra koşarak trene yetişmişlerdi. Sağ olsunlar!

İş başıma düşmüştü, yoksa amca Niyazi olacaktı, kaba anlamda. Yahut da olmuştu da ben farkında değildim. Nabzını kontrol ettim, durmakla çalışmak arasında tereddüt geçiriyor gibiydi, acele etmeliydim!

Burnunu çamaşır mandalı gibi sıkıp, avurtlarını bastırıp nefes vermeye hemen saniyeler ertesinde de iki elimin desteği ile kalbine masaj yapmaya çalıştım, cankurtaranın boğulmak üzere veya boğulmuş mayolu bir teyzeyi havayı yaşarken yaşama döndürmesini hatırlayarak. Belki de bunda sürücü kursunda öğrendiklerimin de etkisi olmuştur, bazı şeyleri kulak arkasına atmaktansa(4), öğrenmenin yararlılığını keşfetmiştim.

İnsanlar umutsuz yaşayamazlardı, ben de umutluydum, cankurtaran gelinceye kadar plajdaki genç cankurtaran arkadaş gibi olmak için tüm gücümü yitirinceye kadar kullanacaktım. Kullandım da...

Çevremde yer yarılmış, tüm insanlar kaybolmuş, yok olmuş gibiydi, yalnızdım, tek başımıza...

Belki güvenlik kameralarından görerek ilgilenen, belki de inen, acelesi olan yolculardan birinin ikaz ettiği görevli başımıza gelmişti, kurtarmıştım galiba, ama devamı mutlaka olmalıydı.

 Amca kendine gelmişti, gözlerini açmış, hayretle, ama sessizce bize bakıyordu.

“Cep telefonunuz ve yakınlarda bir taksi durağı varsa bir taksi çağırın lütfen…

Ve yardım edin, onu taksiye bindirip hastaneye götüreyim. Ambulansa gerek yok. Bak, amca konuşamıyor bile. Bana göre durumu pek hayra alamet(3) değil, gene de mademki yaşama döndü, sonuna kadar direnmesi, yaşamda kalması için gayret edeyim. İnsanlık görevim bu!”

Görevlinin;

“Telefona gerek yok, taksi durağı hemen çıkışta, şuracıkta, iki-üç adım ötede...” şeklindeki sözlerini, sözlerimin hangi aralığına sıkıştırdığını hatırlamıyorum.

Takside amcayla beraber arka koltuğa oturduk. Amca başını omzuma koydu, kesik kesik nefes alıyordu. Şoföre zamanın birinde bir yakınımızı ziyaret için gittiğim, bildiğim tek hastane adını verdim.

“Bir üzüntün mü, bir sıkıntın mı var amca?” diye sorduğumda, sadece gözlerini kırpıştırdı, sol kolunu ovalıyordu devamlı olarak, yüzü mavileşmeye başladığında hastaneye ulaşmıştık.

Bir öğrencinin cebinde ne kadar parası olabilirdi ki, öğrenci yurdunda kalıyor ve yokluklarla mücadele ediyorsa hele.

Görevliler sedye ile acil kapısında göründüklerinde akıl edebildim çözümü.

“Şoför Ağabey! Param yok, üstelik bu amcayı daha önce ne gördüm, ne de tanıyorum. Çantam, Nüfus Kâğıdım sizde kalsın. Durağınızı biliyorum. En kısa zamanda gelip borcumu ödeyeceğim!”

“İnsanlık öldü mü be genç arkadaşım? Sok o kâğıdı cebine, al çantanı da. Aklına gelirsem öder sonuçta da amcanın sağlık durumundan haber verirsin. Olmadı, helâl-hoş olsun. Haydi yetiş amcaya, selâmetle...”

Yüzüne baktım sadece, simasını beynime yerleştirmek için, ancak amcanın peşinden koşmak arzusuyla beynim meşgul olduğundan, şoför ağabeye teşekkür edip-etmediğim aklımda kalmamıştı.

Kapıdan girmek üzereyken göğüslendiğimde doktorların ve hastane polisinin ahret sualleri(5) ile karşılaştım;

“Kimdim? Neydim? Nesi oluyordum? Nedendi?” vb. gibi sorgulu sözler...

Ancak cevaplamamı bile beklemeksizin amcayı soymuşlardı, bir sürü kordonlar, burnuna ve kollarına takılmış bir sürü bir şeyler vardı, acil odasının sıyrılan perdesinin arasından görebildiğim kadar.

Bir hemşire hastanenin amblemini taşıyan mavi bir çuval şeklinde poşeti uzatırken, düşüncesini söyleme gayretini yaşadı;

“Torbada üstünden çıkanlar var. Cep telefonu, saat, ilâçlar, cüzdanı, Nüfus Kâğıdı falan... İşlemlerini yaptırırsınız. Şimdilik kefeni yırttı(4). Ama gördüğüm, hissettiğim, geride kalan bilgilerime göre, uzuna yakın bir süre misafirimiz olarak kalacak gibi, sosyal güvencesinin olduğunu düşünüyorum, cüzdanını kontrol ederseniz herhalde bir kısım bilgilere ulaşabilirsiniz. Amcanın durumunu anjiyo(6) belirleyecek, şimdilik telâş etmeyin!”

“Hemşire Hanım! Amcanın adını bile bilmiyorum. Üniversite öğrencisiyim, onu getirdiğim taksinin parasını bile ödeyemedim. Adı ne? Yakınları vardır mutlaka, onlara haber ulaştırmak isterim.”

“Verdiğim torbadaki ceketinin cebinde cafcaflı(1) bir telefon var. Kullanmasını biliyorsan, şifresi yoksa aç karşına ilk gelen numaraya telefon et, yalnız ortalıklardan kaybolma ki, amcanın kayıt-kuyut işlemlerini tamamlayabilelim! Lütfen!”

Emir gibiydi sözleri hemşirenin, her ne kadar son tarafa “Lütfen!” sıkıştırmış olsa da.

Ve eğer ben telefonla birine, birilerine ulaşırsam, bu emre uymak gibi hiç niyetim yoktu.

Hemşirenin cafcaflı dediği telefon, arkadaşlarımın bir ikisinde gördüklerimin benzerlerinden biriydi. Benimki ise asarı atika(3), araba park ederken geriye ya da ileriye kaymasın şeklinde takoz olarak bile kullanılabilirdi!

Tuşa basar basmaz bir görüntü geldi ekrana. Güzel bir yüz, sevgiyle, şefkatle bakan, kim olduğunu bilmemin mümkün olmadığı, belki de amcanın kızı olsa gerekti. İlk sıradaki “Kızım” yazılı tuşa bastım, muhtemelen amca telefonu açar açmaz miyop-hipermetrop iki yön etkili gözlüklerine davranmadan konuşabilmesi ve anında bulabilmesi için baş tarafına birkaç “a” harfinin arka arkaya yerleştirildiği.

Daha “Alo!” bile demeden, “Efendim baba!” dedi, meraklı bir kız ya da kadın sesi.

“Telâşlanmayın efendim, başka çarem olmadığı için babanızın telefonu ile ulaşmaya çalıştım size. İlk söyleyeceğim şey; babanız şu anda iyi!”

“Kimsiniz, ne demek istiyorsunuz, nerde babam ve niye?”

“Bakın hanımefendi, ben kim miyim, önemi yok! Babanız metroda rahatsızlandı. Ne kendisini tanırım, ne de ismini bilirim. İnsanlık görevim onu en kısa zaman içinde hastaneye yetiştirmekti. Yetiştirdim...

Şu anda hastanenin Acil Servisindeyim…

Ve hemşirenin tarifine göre şu anda babanız için meraklanmaya ve endişelenmeye gerek yok. Ancak kayıt falan için ‘Hastaneye acele gelseniz, fena olmaz!’ demek isterim. Çünkü amcanın yanına, tanışmıyoruz diye, hatta adını bile bilmediğim için almadılar. Sanırım sizin yaşayacağınız bir sorun olmaz...”

“Bekleyin, hemen geliyorum!”

Bu, beklediğim bir söz değildi. Öğrendiğim kadarıyla iyilik yapanın, iyilik bulması gerekiyordu.

Oysa belki de telâş ve heyecanından dolayı teşekkür etmediği gibi bir de emir vermişti; “Bekle!” diyerek...

Güzel kızdı. Peki, ben kimdim, neydim, paçoz(1), meteliğe kurşun atan, haklarının neler olduğunu bilmeyen bir öğrenci, kimliksiz, hatta kişiliksiz, işte o kadar! O halde haddimi bilmeliydim(7). Amca beni muhtemelen hayal-meyal görmüştü, tekrar hatırlayabileceğini hiç sanmıyordum.

Amcanın o güzel yüzlü kızı -aklım karışık- belki beni görür, tahmin edip tanıyabilirdi. Böyle durumlarda kişilerin angut bakışlı yapıları(3) olduğunu ve hastanenin güvenlik kameralarını unuttuğunu sonralarımda aklıma getirecektim.

O kızcağızla karşılaştığımızda o heyecanımı görebilirdi, etkilendiğimi fark edebilirdi. Bu ise; sağ elin yaptığından sol elin haberi olması felsefeme iyilik yap, denize at, balık bilmese de hâlik(8) bilir düşünce tarzıma tersti. O halde usulca sıvışmalı, savuşmalı, toz olmalı, kaybolmalıydım. Belki bunda bir tilki gibi uzanamayacağım üzüme koruk gözüyle bakacak olmamın çekincesi, mazereti olabilirdi.

Danışmaya yöneldim, amcanın telefonundaki yüzü gösterip telefonu banka bıraktım;

“Bu, kalp krizi geçiren amcanın telefonu, resimdeki kızın kendisi birazdan burada olacakmış gelip alacak babası ile ilgili kayıt falan işlerini kendisi halledecek. Bana acil bir telefon geldi, karım sancılanmış, doğuracak mı ne, ben hanımefendiyi bekleyemeyeceğim.”

Memurun bir şey söylemesine fırsat bırakmaksızın kapıya yöneldim. Neden böyle bir yalana başvurduğumun bilincinde değildim, kendime hayret etme dalgınlığımla telefondaki güzelle çarpışmaktan son anda sakınabildim kendimi.

Galiba güzelliğinin şaşırtıcılığıyla geriye dönüp bir kez daha görmek istemem yanlışlığımdı ve esas yanlışlık şu ki o da dönmüştü geriye, sanki göz göze gelmemiz gerekli ve şartmış gibi.

Danışmadaki memur onun sorgulamasına gerek kalmadan, ismimi bilmese de;

“O genç adam şimdi çıktı, eşi rahatsızlanmış, telaşlıydı, acele ediyordu, belki de kapıda karşılaşmışsınızdır!” ya da benzeri sözlerle beni ifşa edecekti ki bu, hiç de hakkım olmayan minnettarlığını belirtmek için beni aramasının gerekliliği olacaktı, düşüncelerimde ne kadar bencilsem, ne kadar haksızsam? Hakkında zırnık kadar bilgim olmayan, etkilenme hakkım bile olmayan bir genç kız adına konuşurcasına düşünmem bile anlamsızdı.

O halde karanlığa ulaşmalı, gecelere hazırlanmalı, bulunmayacak gibi gizlemeliydim kendimi. Hatta öyle ki, karanlıkta göz kırptığım bile hissedilmemeliydi, kısaca her nedense mantıksızlığımın ağır bastığı bir düşüncede yok olmalıydım.

Amca beni hatırlamasa bile hangi vakitte metroya bindiğimizi hatırlayabilecekti belki. Eee! Ben de hastane kulvarında arkaya dönerek kendimi belli ettiğime göre tanınmam, yakalanmam zor olmayacaktı. Zıpırcasına düşünceler, kendini bir şey...

söylemek istemediğim bir şey sanıyormuşum gibi.

Neden sakınıyorduysam, neden gizlenmeye ve kendime bu kadar fazla önem veriyorduysam? Alt tarafı; “Teşekkür ederim!” ve karşılığı; “Bir şey değil! Önemsiz! Değeri yok! Değmez! İnsanlık görevi!” ya da benzeri sözlerle geçiştirilecek bir kaç söz dizesi olacaktı. Herhalde evli değilse, benim gibi çulsuz biri onun beyaz atlı prensi olacak değildi ya! Böyle bir şansı olabilir miydi? Olasılık ya da?

Ne oluyordu bana? Ağzı açık ayran delisi(3) gibi davranmak, kukumav kuşu(3) gibi dalgınlaşmak, hayal dünyasında yorulmak. Bir resmin(9), bir bakışın(10) birçok şeyler anlattığının, hatta konu harici olsa bile, ne söylediğinin değil, nasıl söylediğinin birçok şeyler anlattığının(10) bilincinde olmama rağmen bir genç kızın yüz güzelliğinden etim ne, budum ne ki etkilenmek hak mıydı bana?

Bu davranışıma etkilenmek değil, düpedüz arzulamak, istemek demek daha doğru, gerçek ve dürüstçe bir cevap olmaz mıydı, gerektiği için? Bir genç kızı sevmek yerine onu doyum sağlayan bir obje olarak görmek edepsizlik değil miydi? O halde terbiye sınırlarını aşmaksızın düşünmeyi ertelemek değil, temelli bırakmalıydım onunla ilgili düşüncelerimi bir kenarlara, ama nasıl?

Tekrar, ama neler oluyordu bana zapt etmekte zorluk çektiğim, inisiyatifimi(1) yitirir gibi olduğum bu görünüşte? Kendim, kendimi(11) anlayamıyordum ki, kendimi kendime anlatıp çözümleyeyim ruh halimi. Benim beni bana anlatmaya çalışmam öylesine zordu ki!

Kimdim? Kimdi o?

Ve kimdi o kalp krizi geçirdiğini gördüğüm yaşlı adam? Övünmek mizacıma tersti; “Yaşama dönüşünü sağladığım” gibi bir sözü sarf etmekten çekindiğim. Neden anne yoktu, ya da başka birileri, ihtiyar amcanın durumunu merak edip de peş peşe hastaneye gelmeye erinenler(4) kimlerdi?

Ben, bendim. Bir yaşlı adam, bir genç ve güzel bir kız. Bir bilinenle iki bilinmeyeni çözmek, yüksek branşlı matematikçi, bir üniversite öğrencisi olarak, hatta Cahit ARF(12) olsam bile mümkün müydü?

Bir satranç düzeninde piyon olmayı bile beceremeyen bir Tanrı kulunun, şah ya da vezir olmayı değil, Tanrıya ulaşmayı düşlemesi mümkün müydü, makul müydü, mantıklı mıydı bir görüntüyle, bir sesle, bir görüşle?

Başlangıcımda mı olsa gerekti, gökte ararken, yerde karşıma çıkan? Gökyüzünde arayacakken, yeryüzünde araştırmaksızın bulduğum, hem de benim için gerekmeyen, gereksiz olduğunu düşündüğüm bir zamanda neden görünmüştü ki?

Hayallerimi zorlasam bile bu çulsuz, züğürt, güçsüz olduğum anda gönlümü nasıl verebilirdim ki, benden haberi bile olmayan birine? Gönlümü, başlangıç düşüncelerimi yok etmiştim. Düşündüğüm, gözlerimin önüne yerleştirdiğim enstantanelerle(1) onu fiziksel bir nesne olarak görmeyi zihnimde yok etmiş ve...

Evet, ve hayal dünyamda hiç de hakkım olmadığını bile bile sevdiğimi, daha dürüst bir söylemle sevmeye başladığımı hissediyordum o genç kızı.

Hakkım yoktu, ama haddimi de bilmeli, elim böğrümde, kimsesiz kalacak olsam da saklanmalıydım, ama nasıl? Yüzümü, şeklimi değiştiremezdim ki kanun kaçakları veya gizli itirafçılar gibi saklanmak, tanınmamak ister gibi, maddi boyutunu hesaba katmaksızın.

Saçım, sakalım birbirine karışıncaya kadar bir serseri, apaş(1), berduş(1) gibi evimde, göz hapsinde gibi derslerimde başarılı olamazdım ki, düşünmekten, hayal etmekten, rüyalarıma sınır koymaksızın.

O halde, peki, nasıl? Derslerimde başarılı olmak ve ona ulaşmak neden gerekliydi ki benim için, sadece resmini, cismini ve sesinden başka bir şeyleri bilmeksizin?

Düşünmekten yorulmuştum, yorgunluğum her şeyi oluruna bırakmamı emretmişti. Allah’ın diğer kulları sevgili değillerdi indimde. Ben, Allah’ın sevgili kulu olarak bana gereken işareti vereceğini umuyordum. Ne ilkel, ne bencilce düşünce idi, sanki Allah huzurunda sevilen tek insan olduğumu düşünmek?

Zübeyir olan ve ne maksatla, nasıl, niçin ve anlamı bilinmeksizin konulduğuna inandığım ismimin anlamı, dürtüklemiş olabilir miydi düşüncelerimi? Evet, ya da hayır, önemli değil, önemsiz...

O ismini bile bilmediğim genç kız, kalbimin tüm bölmelerinde, beynimin tüm hücrelerinde yerini almış, gönlümü hizmetine amade olmak üzere esir ve işgal etmişti.

Ben, bende değildim, ben beni ona bırakmıştım, haberi olmasa da. Bedenim bana yüktü artık, taşıyamıyordum, azat ettim kendimi kendimden. Yüreğimdeki umutsuz, haddini bilmeyen, haklarından bihaber sevgi tutuyordu beni ayakta, herhalde aşk böyle bir şey mi olsa gerekti, ilk kez duygulandığım, maalesef yaşadığım da diyebileceğim?

İnsanın başına ne gelirse meraktan gelirmiş, ya da benzeri bir söz geçiyor aklımdan. Evet, amca da, ben de, o genç kız da hiç bir kimse değildik biz, ama insandık. Amcanın sağlığını, durumunu merak etmiştim. Bana göre Sarı Çizmeli Mehmet Ağa görünümlü olsa da, yasak güzelliğe rastlamaksızın amcanın sağlığı hakkında öğrenme isteğimi nasıl gerçekleştirebileceğimin şaşkınlığını yaşıyordum.

Tek umudum; bana yaşanan o ilk anlarda emreden, hemşireye bir kez daha rastlayıp, yalvarıp-yakarıp, sorup-öğrenip ortadan kaybolmaktı, malûm sol el, sağ el kuramı.

Bu arada hemen ifade etmem gerek ki; borç-harç taksinin parasını ödedim; “Ne gereği vardı ki, genç arkadaşım?” tezahüratına değinmeksizin. Eee! Mademki amcanın durumunu öğrenmek istiyordum, “Ölmüş eşek kurttan korkar mıydı?” bu sefer de haberli olarak bir çiçek yaptırdım, yasak savar gibi bir şişe kolonya ile gitmek bana yakışmazdı!

Allah her insanın gönlüne göre verir, Acil Bölümünde rastladım hemşireye ya giyiniyor, ya da soyunuyordu, nöbete gelmiş veya dönüyor olabilirdi. Hemen tanıdı beni;

“Gel bakalım kaçak adam, karın doğurdu mu, bari?” dedi, hatırlamışçasına, kendisine haber uçurulmuş olsa gerekti. Sözlerindeki imayı anlamamazlıktan gelemezdim;

“Gizli bir hoş görmediğiniz sitem anladım sözlerinizde?”

“Nedenini bilmem mümkünsüz, ancak evli olmadığına dair bire beş yüz iddiaya girerim ki evli değilsin, sırf kaçmak için uydurduğun bir öykü gibi geldi bana. Sanırım; sağ el, sol elden habersiz kalsın gibi bir düşünce, yanılıyor muyum? Şimdi de amcayı merak ettin, ziyarete geldin, değil mi?”

“Haklısın abla!”

“Bir kere abla denecek kadar yaşlı değilim genç adam. Amca, iyi, hatta iyiden de çok iyi. By Pass(6) yerine iki stentle(6) yeniden yaşama döndü, gözün aydın!”

“Peki, güzel bayan, bu çiçekleri; adımı, cinsimi, şeklimi belli etmeksizin, ‘Biri’ diyerek, ‘Geçmiş Olsun!’ dileklerimle kendisine sunar mısın? Oda kapısını da açık tutarsan uzaktan da olsa görmek de isterim, benden haberi olmasın, arzusuyla!”

Olay gerçekleşti, uzaktan geçerken şöyle bir bakınmıştım, birilerini arar gibi. Galiba ben kendime güvenip öyle sandım. Amca yaşlıydı, ihtiyardı ama bunak değildi, aklımdan geçiremediğim. Hemşirenin, beni söylediğini sanmıyordum. Söylemiş olabilir miydi? Belki...

Ancak amcanın göz ucuyla da olsa kimi bilmesi gerektiğini bildiği aklımın ucundan bile geçmemişti. Nasıl ki, kızının tümü beynimin en uç hücrelerindeydi, galiba ben de bir insan olarak amcanın beyninde yer etmiştim (bilemezdim)...

Sonralarında günler geçti aradan, unutmam gereken, derslerimde başarılı olmam için. Özlem nedeniyle bazen dersleri, hatta vize sınavlarını bile unuttuğum doğan günlere hükmümün geçmediği(13), günler geçmeye başladı sakladığım ve saklandığım.

Hiçbir arkadaşımın bilmediği tek gerçek, ya da yaşamımdaki tek değişiklik hayal etmek, rüyalarımda o eşsiz güzelliği görmek, mutlu olmak, ancak sabahları gerçekler yüzüme çarpıldığında hayalet gibi olmamdı.

Duvar takvimindeki, hapishane duvarlarındaki gibi çarpı işaretleri o kadar fazlaydı. Geçen aylar bir kaç sayfa olarak takvimin berisine kıvrılıp, sinmişlerdi, hak etmediğim onsuz geçen günlerimin izahı gibi.

Kendime bakmaktan vazgeçmiştim, istemesem de. Arkadaşlarımın;

“Ne kadar zamandır yıkanmadın sen, leş gibi kokuyorsun, şu saçlara, sakallara bak, yağır gibi(1). Git şöyle adamakıllı bir tıraş ol, temizlen, hamam paklar seni. Doğru, dürüst adam ol, içimize katıl, her ne derdin, hayal, ya da rüyan varsa da, bizim bilip tanıdığımız Zübeyir ol!” demeleri kendime getirdi beni. Kendim olmak zor olacaktı, ama deneyecektim.

Denedim ve oldu da...

Allah’ın sevgili kulu olmam girdi devreye. Metronun yürüyen merdivenlerinde karşılaştık, istemesem, tanımıyor gibi görünsem de onunla göz göze.

Ve yanındaki amcayla.

Genç kız amcaya bir şeyler söyledi. Amca önce gözlerini kıstı, sonra gözlüklerini takıp başını eğdi. Yürüyen merdivenin son basamaklarında haddimi ve haklarımı bilerek, diğer bir yöne gitmeye çalıştığımda bir el dokundu koluma, beni irkilten ve bir ses ulaştı kulağıma beni iliklerime kadar titreten. Genç kız karşıma geçti;

“Bir dakika genç adam! Babam size bir hikâye anlatmamı söyledi; Bir varmış, bir yokmuş şeklinde başlamayan, doğrudan doğruya yaşanmış. Yaşlı bir adam metroda rahatsızlanmış, daha doğrusu kalp krizi geçirmiş, genç bir adam onu hastaneye yetiştiriyor, kızına haber veriyor, yalan söylüyor ve kaçıyor…

Ancak vicdanı el vermiyor, bir de ziyaretine geliyor. Hemşireye, babamın açıkgözlülüğüne, hastanenin güvenlik kameralarına önem vermeksizin, neden?”

“Birincisi; minnettarlık ve teşekkür beklemediğim için. Biliyorsunuz sağ elin yaptığından sol elin haberinin olmaması gerçeği, gizli olması gereken bir ibadet gibi...

İkincisi; üniversite öğrencisi olarak bir kısım konularda aceleci olmamın gerekliliği…

Üçüncüsü; insanlar haklarını da, hadlerini de bilmeliler, üstelik ikaz edilmeden. Ben ikaz edilmeyi beklemeksizin hakkımı ve haddimi bilmemin gerekliliği ile sizin deyişinizle kaçtım! Şimdi de teşekkür ettiğinizi düşünerek ‘Bir şey değil!’ diyerek yeniden kaçmak istiyorum. İzin verin, azat edin beni, lütfen!”

“Bir hayat kurtardınız bilgeliğinizle. Bir ömre katkınız oldu, benim de babasız kalıp yaşamımın kısalmasına engel olduğunuz için. Bizim anlatmamız ve sizin de dinlemeniz gereken şeyler için şuradan şuraya gitmeniz için iznimiz yok…

Mutlaka bizimle gelmeniz için ısrarcıyız. Herhangi bir bekleyeniniz varsa telefon edin, gecikeceğinizi, hatta gelemeyeceğinizi, misafirimiz olacağınızı söyleyin...”

“Israrınızı anlamakta zorluk çekiyorum, nihayeti insanlık...”

“Ve kaçmak...

Sebebini söylemek istemediğiniz...”

“Dediğiniz anlamsız hanımefendi, sadece insanlık...”

“Adım Zühre, babam da Zühtü. Tren geldi, hadi gidelim ve devamını evde konuşalım, yemeği de beraber yeriz!”

“Israr...”

“Ediyorum! Sanırım çekinceniz yoktur. “

Amca söze hiç karışmamıştı ve aklımın ermediği beyaz koltuklarda oturan gençlerden birinin yerinden kalkıp amcaya yer vermesiydi. Saklamamam gerekir, sonuç her ne olursa olsun, şu an mutluydum ve bunun bir ömür boyu bana yeteceği inancını yaşıyordum.

Biz ayaktaydık, doğal olarak. Benden önce davrandı, yani kırk yıldır, ya da önümüzdeki yüzyıllarca sürsün isteğimdeki yıllara yetecek kadar arkadaşmışız gibi yüzünü bana döndü, burnunu göğsüme dayadı.

“Mis gibi sabun kokuyorsunuz, banyodan yeni çıkmışsınız galiba, keşke üstünüze kuvvetli bir şeyler giyseydiniz, üşütüp hasta olmanızı istemem!”

Söyleyecek bir şeyler bulamamış gibiydim, bu ilgisinin mutluluğunda, “Hık! Mık!” diyerek savuşmak, hissettiğimin, beklediğimin yanlışlığına inanarak.

İndik trenden, ufak bir yürüyüşle eve ulaşma gayretindeydik, onlar baba-kız kol kola, ben meraklı bir üvey evlât gibi peşlerindeydim.

“Yanıma gelin, değerli bir insansınız, yanaşma(1) gibi, hizmetli gibi arkamızda olmanızı yakıştıramıyorum size. Ayrıca aklınızdan geçen bir kısım sualler olduğunu düşünüyorum, “Kimim, neyim, ne yapıyorum?” falan gibi…

Cevaplamaya çalışayım yol boyu, zamanı değerlendirme amacıyla. Siz de bana anlatırsınız yeterince. Kalanını da evde, yemekte konuşuruz, hatta yatıya kalırsanız, yatıncaya kadar bile.”

Tökezledi babası, tutmak isterken sesi kesilir gibi oldu, sözlerinin devamını getirmeyi unutmuş gibiydi, devam ederken;

Her şeyden önce kadere, hayır(14) ve şerrin(14) Allah’ın emri olduğuna kısaca Allah’a inanırız, rahmetli annem de...

Eğer siz elinizi uzatmasaydınız belki babamı kaybedebilirdim, eğer Allah yazdıysa. Kaybetmesem bile kalp krizinin darbesi, etkileri kalır, kalabilirdi babamda. Hastaneye yetişti, daha doğrusu yetiştirdiniz, stentler takıldı ve babam yaşama döndü, yaşama tutundu şimdi yanımda gördüğünüz gibi...”

Bu kez belediyenin yapmak zorunda olmadığı(!) asfaltın azizliğine takılıp sendelemek sırası Zühre’de olsa gerekti, görevini tamamlamasına bir taraftan, ellerim titreyerek, kalbimin olağandışı çarpıntısına engel olma gayretiyle ben, diğer taraftan amca destek oldu.

“Teşekkürler...

Babamı da yitirseydim, temelli yalnız kalacaktım, anladınız mı şimdi neden size rastladığım için çok sevinmemin ve ısrar etmemin nedenini, minnettarlığımı anlatmak istememi? Bir yıl kadar önce yitirdik annemi, aynı kalp krizi sebebiyle, o gün yanında, çevresinde sizin gibi kendine uzanacak bir el olmadığından…

Babam emekli oldu, ben bir süreliğine kaydımı dondurdum üniversitede. Öyküm bu kadar. Babamla ilgilenecek birini bulursam, eğitimime devam etmeye çalışacağım. Yoksa yok! Merak ettiğinizi sandığım öyküm bu kadar, zaten eve de geldik. Evde sıra sizde, adınızı bile bilmediğim siz sıranızı evde savacaksınız, her ne şekilde olursa...

Lütfen!”

Galiba ters günlerimden birindeydim yine. Her nedense sözlerin tonu, ertesinde “Lütfen!” denilmiş olsa da bana emir gibi geliyordu ve ben sinirlenerek haddimi aşma çabamdan dolayı utanıyordum.

Elimdeki poşet ağırlık ediyordu bana, öyle ki koktuğundan bile endişe ediyordum; Mis gibi kokmak ve poşet...

Önüme herhangi bir çöp kutusu, çöp konteyneri ya da benzeri çıkmamıştı, poşetten kurtulmam için.

Evden içeri girdik, poşetin varlığı yük olmaya başlamıştı artık elimde değil, omzumda.

“Babacığım, sen uzan dinlen! Ben şimdi hemen kombiyi yakarım. Damar yolu açma(6), enjeksiyon(6) eforlu test(6), sintigrafi(6) falan yordu seni, üstelik titizliğini de sona erdirdi. Duşunu alıncaya kadar ben hem sofrayı hem de ilâçlarını hazırlarım. Kan tahlili falan için aç kaldın, seni güzelce doyurmam gerek!”

Bana baktı;

“Evet, adını bile bilmediğim beyefendi? Mutfakla ilgili bazı konularda ilginiz, bilginiz varsa, bana yardım etmeyi düşünür müsünüz? Söz veriyorum, bir kez daha ziyarete gelirseniz, bana vaktini de belirtirseniz, sizi sadece masa başında babamla sohbet ederken bırakacağım, her şeyi tek başıma ben üstleneceğim!”

“Adım Zübeyir efendim!”

“Adım Zühre, demiştim!”

“Anladım Zühre Hanım! Pek evcimen(1) değilim. Çok sıkıştım mı en iyi yaptığım şey ekmek arası kaşar peynirli sandviç gibi bir şey. Israr üzerine arkadaşlarla gittiğim birkaç piknikte karışık salata yapmışlığım var!”

“Tamam, o dediğiniz çoban salata. Ben babamla meşgul olup sofrayı hazırlarken siz de centilmenliğinizi gösterin bakalım bir ve bu arada anlatın anlatmaya çalışın, uzaktan da olsa duyabileceğim bir sesle, kimsiniz, ne yaparsınız ve en önemlisi tekrar, neden?”

“Gene aynı noktaya geldik, takıldık. Önce lâvabo nerede, ellerimi yıkamalıyım. Arkadaşlarımdan birinin yeğeni; ‘Sokaktan gelince eller yıkanır!’ demişti, söz, alışkanlığım oldu. Sonrasında siz salata malzemelerinin yerini gösterin, limon, zeytinyağı, babanızın diyeti(1), perhizi yoksa tuzun yerini işaretleyin…

Beni ben başıma bırakıp babanızla meşgul olun. Söz veriyorum, doğduğum tarihten bugünlerime kadar her şeyi ve nedenlerimi anlatmaya çalışacağım, dürüstçe, yalana sapmadan, içimden geldiği gibi, bu evden kovulmayı göze alarak bile. Buna, beni bir dinleyene ihtiyaç duyuyorum çünkü, bu kapıyı siz araladınız, düşüncem o kapıyı kapatmanıza imkân vermemek...”

“Sanırım çok vakit alır, siz en iyisi babamla karşılaşmanızı ve sonrasını, sonranızı anlatın!”

Başlangıç olarak, hatta hemen bazı şeyleri sıralamak istemem, karşılığında alelusul reddedilmem hoş göreceğim bir şey değildi, ama isteğe uymam gerekliydi.

“Tamam!”

Bir kaç dakika, belki de bir kaç saniye sonra yanıma geldi, galiba yemekleri öncesinde hazırdı, tencereleri ocağa yerleştirdi, tabakları ve aksesuarları acelesi varmış gibi masaya yerleştirirken, söz yetiştirmeye çalıştı;

“Babam banyodan çıktıktan sonra; ‘Sıhhatler olsun!’ derken elinin öpülmesinden mutluluk duyar, rica etsem, lütfen!”

“Tabii Zühre Hanım!”

İşlemi başarıyla gerçekleştirdim, tekrar mutfağa dönerken.

“Babam için domateslerin kabuklarını soyuyorum. Havuç rendelemeye gerek yok, zaman alıyor çünkü. Bakalım karışık salata nasıl bir şeymiş, marifetini(1), maharetini(1) görmek, farklılık varsa öğrenmek isterim...”

“Tehdit etmemi hoş görün lütfen. Böyle soğan doğrar gibi ince ince istihza ile alay ederseniz, hiçbir şey anlatmaksızın, teşekkür etmenizi bile beklemeksizin kapıyı dışarıdan kapatır, isteseniz de, istesem bile bir daha ortalıklarda gözükmem. İster misiniz?”

“İstemem, sadece karışık salata sözü hoşuma gittiği için tekrarladım. Tamam, çoban salata, ama içine ne yeşil, ne de kuru soğan koymayalım, lütfen. Yasaklandığı için değil, alerjisi(1) var, benim aklımda olduğu için.

Evet, şimdi bir kez daha kaçma ve kapıyı dışarıdan kapatma ihtimalinizi yok etmek istiyorum. Merakımı bağışlayın, sizi dinliyorum! Ama önce sofraya oturalım demek isterim, bu arada söylemek istedikleriniz varsa da dinlemek!”

“Çok çocuklu bir ailenin, okumaya niyetli, ailesinin ekonomik güçlüğü nedeniyle bursla okuyan, öğrenci yurdunda kalan, üniversite son sınıf öğrencisiyim efendim. Gayret ediyorum, sanırım mezun olacağım. Niyetim önce askerlik görevimi yerine getirmek. Sonrası Allah Kerim…

Devletim öğretmen olarak görev verirse atayacağı yerde öğrenci yetiştiririm. Olmazsa dershanelere başvururum, uzman olarak polis, asker olmayı denerim yahut da ne bileyim taksi şoförlüğü, bodyguardlık(1), garsonluk ne bulursam onu yaparım, kimseye muhtaç olmamak, aç kalmamak için...”

“Annemin kısa da sürse tedavisi, vefatı, babamın ilgiye muhtaç olması nedeniyle ben de üniversite eğitimimi dondurmak zorunda kaldım. Gelelim son soruya...”

“Neydi o?”

“Kaçman, saklanman, gözükmemen, artık ne anlıyorsan o? Deminden beri, ailem, karım, eşim gibi bir söz çıkmadı ağzından. Bu nedenle ‘Evliyim!’ gibi saçma yalanlarla yola çıkma istersen, demek isterim!”

“Bakın Zühre...

Hanım. Çulsuzum, işim yok, okula aldığım bursla devam etmeye çalışıyorum. Bilmem pabuçlarım dikkatinizi çekti mi? Böyle züğürt, güçsüz ve miskin(1) bir durumda sizlere görünmek, bir bakıma merhamet dilenciliği(3) yapmayı düşünmedim, kayboluşumun nedeni bu. Umarım anlatabildim?”

“Henüz anladığımı sanmıyorum!”

“Affınıza sığınmam mümkün değil, mademki her şeye rağmen beni merak ettiniz, cesur olacağım, doğrulardan şaşmayacağım, ama dürüstlüğümü bağışlayacağınızı ümit etmek istiyorum!”

“Dürüst olmanızı alkışlayacağım, bunu kesinlikle bilin lütfen!”

“Babanızın telefonunda resminizi gördüm, sonra da sesinizi duydum. O anda aklım gitti başımdan, yürüyüverdi susuz çöllere. Babanız can çekişirken hakkım olmayan düşüncelerimden utandım. Çünkü yaşamımın hiçbir bölümünde, üniversitedeki arkadaşlarım dâhil, böylesine bir duyguyu yaşamamıştım. Bu nedenle hem ortam için, hem size karşı haddimi bilmem gereğini düşündüm…

Hele ki kaçarken sizi gördüğümde amcanın başsız kalması endişem yok oldu, ama ben beni yitirdim o anda, sahipsiz kaldım, gereği de buydu zaten. Kaybolmam, hatta yok olmam mutlaka şarttı gönlümün önerisine göre ve kayboldum, amacım bulunmamak üzere idi...”

“Bazı şeyleri anlar gibiyim, ama son kez neden?”

“Beni bulduğunuz, ya da diğer bir anlamda yakaladığınız ana kadar sabit fikrimdi bu benim, ama sizi tekrar görür görmez, ayaklarımın titremesini engelleyemedim. Bu, bir bakıma yelkenleri suya indirmemin emri gibiydi, direnemedim, hem direnmek geçmedi içimden, bir kere daha yanında olmak, gözlerine bakmak ve sonrasında temelli yaşamınızdan çekilmekti, amacım. Şu anda bu konuda başarılı olamayacağımdan eminim, ama sizin gülen dünyanızda yer almam mümkün değil. İsminizi öğrendim, memnunum. Annenizin vefatına üzüldüm, babanızın sağlığına yeniden dönmesine sevindim…

İşte hepsi bu! Biraz evvel tehdit şeklinde söylemiştim, ama gerçeğim bu. Sizlere karşı hak ettiğime inandığım bir hakkım yok, defolmam en iyisi, kapıyı dışarıdan kapattığımda bu yok oluşumun da gerçekleşmesi olacak, serbest bırakman umuduyla!”

“Peki, açık sözlülükle söylediğiniz anlattığınız gerçekler karşısında, senin, bak dikkatle dinle beni, ‘Senin!’ diyorum, ilgini çekenin bu söyleminde hiç mi hakkı yok? Mademki ilgini çekmişim, mademki gönlünde ilk yaşamaya başlayan benim, o halde benim de bir söz hakkım olması gerekmez mi? Minnettarlığımın ötelerine geçmemi sen dâhil kim engelleyebilir ki?”

“Ben de ‘Sen!’ demek istiyorum, kendini zorlama lütfen Zühre, hele, hele ki acıma bana çulsuzluğumu göz ardı edercesine. Bu kırar, yıpratır beni. Bırak! Hülyalarımda böyle kal, esirgeme kendini rüyalarımda ve şu ana kadar unutmadığım, yaşayacağım her anımda seni düşünmeme izin ver, ekmek, su, hava gibi sana muhtaç olduğumu bilerek...”

“Söylediklerini anlamını bilerek mi cümleler haline getiriyorsun, farkındasın değil mi, neler söylediğini zırvalama modunda. Salatayı yapmayı bitirdin. Hadi, masaya oturalım, söz ver devamlı bana bakacaksın ki seni nasıl etkilediğimi ben de düşüneyim…

Babam dinlenmiştir, giydireyim onu, sakın kaçmaya kalkma, zaten kapıyı kilitlemek gibi bir huyumuz var, fark ettin mi bilmem, camdan atlamaya falan da kalkışma, yüksekteyiz, bir yerlerin kırılır neye, istemem. Telefon numaranı, internet adresini vermeden kaybolursan, varsa hakkım, bağışlamam, bil!”

“Özür dilerim, çok kaba bir deyim var, söylemekten utanırım, söylemeyeceğim, ama beni etki alanına hapseden güzel kız, ben okurken ancak nefsimi köreltebiliyorum(62), diyorum sen bana cep telefonu numarası bir kenara, internet adresimi soruyorsun…

Nadiren dersler için süreli olarak fakültede bilgisayarlara, internete girebiliyorum, işte o kadar. Demem şu ki; bugün davetinizle, her ne yemek olursa olsun, sade suya çorba bile olsa midem uzun zamandır ilk kez bayram edecek. Peşinen teşekkür ederim…

Ve hakkım, haddim olmayan sözlerimle beni yanlış değerlendirmemen için bağışlaman geçer aklımdan.”

“Hele bir karnını doyur, aklın başına gelsin, evvel emirde üniversite son sınıfa gelmişsin, hâlâ cep telefonun yok, bu benimle bir daha görüşmek istememenin ispatı gibi olmuyor mu? Eğer kabul edersen, eski model telefonlarımız var atmaya kıyamadığımız birinden birini seç, artık zahmet olacak kontörlü hat al ve içinden geldiğince ya da biraz abartayım özlediğince, seni baştan aşağı tanıyıp gönlümü vermem için bana seni anlat, biraz giderin olacak, ama değmez mi?”

“Peki, demekten başka çarem yok galiba!”

Cevap vermedi, ya da vermek istemedi, babasının odasına giderken haince diyeceğim bir şekilde gülümsemesi canımı acıttı, hatta yaktı.

Elini öptüm babasının “Sıhhatler olsun efendim!” diyerek. Mutlu olduğunu hissettim, gözlükleri yoktu gözlerinde sıkıntısının miyop artı hipermetrop olduğuna kani oldum tekrardan. O da beni alnımdan öptü.

Zühre nasıl konuşması gerektiğini plânlamıştı, biliyordu, az buçuk da olsa bana yasakladığı olmayan doğrularla sözlerini destekleyerek.

“Zübeyir, üniversite son sınıf öğrencisiymiş baba. Yurtta kalıyormuş. Sizi sevmiş. Gene gelmeyi, elinizi öpmeyi düşündüğünü söyledi bana, mutfakta yardım ederken!”

Yüzüme baktı amca teklifsizce, yerinden kalktı, odasına gitti, yemeğini yarım bırakıp;

“Bak oğlum! Bu benim eski takım elbisem, neredeyse gıcır gıcır(3) diyebilirim. Kalp krizi olayından sonra zayıfladım, bana bol geliyor, giyemiyorum. Sanırım eski beden ölçülerimiz aynı.  Hemen şimdi kalkıp benim odamda giyinip gelmeni istiyorum. Eğer kabul edersen de mutlu olacağımı bil!”

Askıyı elime tutuştururken odasını gösterdi. Bir yaşlı adamın evinde en az ya da en çok neler olabilirdi ki? Duvarda bir büyük resim, sanırım yitirdiği eşi olsa gerekti, kızı annesinin modeliydi sanki. Onun altında anne-kız aynada görüntü gibi. Ve solgun, siyah-beyaz gelin-damat resmi, bilinmesi gereken. Duvarda kılıflı bir Mushaf(1), etajer üstünde muhtelif ilâçlar, sürahi ve birinde muhtemelen protezlerini, yani takma dişlerini koyduğu içinde çalkantılı su olan, diğeri ters çevrilmiş iki bardak ve bir tabure vardı.

Giydim, hani cuk oturdu(4) desem, ısmarlama damatlık olarak yaptırmışım gibiydi desem, ancak tarif edebilirdim bedenime uygunluğunu.

Tezahürat zamanım gelmişti, salona girerken; öncelikle elini öptüm; “Sağ ol amca!” diyerek.

“Bundan sonra bununla ve sık sık gelirsen mutlu edersin beni, bizi. Ötekileri bir poşete koysun Zühre, ister götür, ister bırak, eksiği-gediği-söküğü varsa kızım yapar, tamamlar, temizliği, ütüsü gerekiyorsa onu da ben hallederim, camiye gidişlerimden birinde. Bir de beni hastaneye yetiştirmen var, mutlaka masrafın...”

“Zühtü Amca, en son sözünüzü tamamlamanıza yaşım müsait olmasa da, özür dileyerek izin vermiyorum. Bırakın sizi hastaneye yetiştirmiş olmamın mutluluğunu yaşamaya devam edeyim. Ayrıca üstüme tam oturan bu elbise için teşekkür etmeme izin verin. Ancak uygun görürseniz, yurda yine eski elbiselerimle gideyim. Beni bilip tanıyan arkadaşlarımın; ‘Çulu düzeltmişsin, hayırdır?’ gibi sataşmalarına tahammüllü olamam. Ama bayramda, seyranda giyeceğimden emin olun.”

“Sevdiğin yemekleri yaptığımda da davet beklemeksizin yeni elbiselerini giyip gelmen beklentimi zihninden çıkartma lütfen!”

“Gelmeyi ben de isterim, hele ki şimdiden sonra...”

Ancak karakterim bir büyüğüm karşısında cümlemi tamamlamamı uygun görmüyordu.

Yemeklerimizi yedik, amca abdest aldı, odasında namaza durdu, ben Zühre’nin sofrayı kaldırmasına yardım etme cesaretini yaşadım.

“Bir daha gelmemi bekleme, bu kadar değer verirseniz, iyice bağlanırım, gün gelir sen bu beraberlikten bıkar, beni itekler, kapı önüne koyarsan, yaşayamam!”

“Yanlış sözler...

Şu anda sana karşı duygularım minnettarlık modunda. ‘Hiçbir şey hissetmiyorum!’ demem de mümkün değil. Yakışıklısın, saygılısın, dürüstsün, bana ilgini tüm cesaretinle söylememiş olsan da kaçmayıp gizlenmemeni istek haline getireceğim kadar da iyi niyetlisin. Anlatabiliyor muyum?”

“Dinliyorum, sesinde yaşıyorum.”

“Peki neden başın eğik, neden gözlerime bakmaktan çekinir gibisin?”

“Bir Tanrı kuluna nasihat ediyorsa, kul başını kaldırabilir mi?”

“Bu kadar çabuk?”

“Kaderimde daha önce beynime, gönlüme yerleşmişsin hiç de çabuk değil!”

“Zübeyir! İsmini içtenlikle söylediğime inan. Belki bana sevmeyi öğretirsin, elimi tutar, sarılır, öpersin, sensiz olamayacağımı anlar, ben de senin gibi heyecanlanırım. Ben de sen olurum. Duygularını hissediyorum. Seni hep görmeyi, hep yanımda olmanı istiyorum. Benden seni esirgeme...

Babamdan başka kimsem yok, yol-iz bilmiyorum. Öğret bana; yaşayayım, yaşadığımı bileyim. ‘Babamı da yitirirsem, ne yapacağım?’ diye düşünmemi engelle! Sevdiğini hissediyorum, anlıyorum, ben de seni sevmeyi, sana bağlanmayı istiyorum, yaşat bu duyguları bana, elim hep elinde kalsın, bırakma!”

“Bu kadar çabuk, demiştin, bu kadar kısa zaman içinde tüm sözlerini noktasına, virgülüne kadar yerleştirdim beynime. Beni kabullendiğin sürece yanında olacağım. Yaşamımda sensin, ahretimde de sen olacaksın yalnız...

Okulumu bitirmem için destek ol bana, askerlik görevimi bitirmem için tahammüllü olmayı da sen öğret bana. Yaşamımın başlangıcısın, sonuna kadar da senin olmama izin ver, başım dik, bir evi geçindirecek olacağıma inandığım güne kadar da kalbine, gönlüne yerleştirmeye çalış beni!”

“Tüm sözlerini bir akşamda bitirme. Haydi şimdi toparlan, babamla birlikte uğurlayalım seni. Belki yemek yerine bir simit-çay ikramında, ya da derslerinden vakit bulup bana ayırdığında şehrin sokaklarında el ele dolaşırken bakarsın, bağlamışsın beni kendine. Ben o zaman o bağlamı kördüğüm yaparım yahut da kördüğüm yapmana yardımcı olurum. Öğrettiğinde sevmeyi öğrenirim. Hadi babama ‘Allahaısmarladık!’ de. Namazı bitmiştir sanırım.

Ve inanıyorum ki, her zaman içinde olduğuma inandığım dualarına bu kez seni de eklemiştir, mutlaka...”

Ayaklarımı sürüyerek ayrıldım, gidesim olmamasına rağmen. Ama mecburdum ve ben mecbur olmayı sevmiyordum. Hele ki unutmamam gereken, koktuğuna inandığım hamam poşetini unuttuğumu bilmeden, hatırlamadan.

Islık çalmam gerekti mutluluktan, ama bilmiyordum ki ıslık çalmayı.

Otobüse, metroya binmeyi düşünmedim. Gece boyu da sürse, bekçiler, polisler, geceyi meyhanede fazla mesai yaparak(!) geçirenler karşıma çıksa da umurumda değildi. Her ne kadar sonuncular en basitinden “Yan baktın!” kavramıyla üstüme çullanmaya kalkışsalar, biriyle-ikisiyle baş edebilirdim de, dört bir taraftan kuşatırlarsa, o zaman da kendimin ne kadar pahalı olduğumu gösterme gayreti yaşardım...

Yeni bir gün, yeni dersler, yeni umutlar demekti...

Ertesi gün, ertesinin ertesi gün ve günler sonuna bir kala. Artık Zühre’nin hediye ettiği diyeceğim, dersler süresince sessizde olan cep telefonum sarsıldı. Mesajdı. Zühre dışında telefonumdan haberdar olan yoktu. Yerimde kalmak için zor zapt ettim kendimi. Mesaj, belki de derste olduğum tahminiyle yalnızca iki kelime idi;

“Kandil! Gel!”

“Kandil simidi almak dışında bir şey geçmedi aklımdan. Kapıda karşılanmak hoş bir şeydi, ama gözlerine bakınca ayaklarımın titremesi, elini uzattığında avucunu öpmeme ses çıkarmaması yüreğimin yerinden çıkmasına sebep olacaktı nerdeyse...

Sofra hazırdı, söz arasında mantı sevdiğimi söylemiş miydim, hatırlamıyorum, ama erkeğin kalbine giden yol (midesinden değil) mantıdan geçer sözü benim için söylenmemiş, Zühre kendi akıl etmiş olmalıydı.

Amca odasından çıktı, herhalde akşam namazını kılmıştı, takkesi başındaydı, unutmuş olsa gerekti. Sofraya oturmadan evvel elini öptüm;

“Nasılsın amca, mevlidi beraber dinlemek için davetinize sevindim!”

“Doktorum, hemşirem olan kızım başımdayken kötü olmam mümkün mü? Üstelik Allah’ın lütfu ve desteğiyle beni yaşamam için hastaneye yetiştiren bir oğul yanımdayken?”

“Önce unutmadan söyleyeyim, şu bizim evin anahtarı. İstediğin zaman sorgusuz, sualsiz bizi kapıya gelme zahmetine sokmadan gelebilirsin. Sadece kapıdan girerken öksürür gibi yap ki, toparlanmak gibi yapmamız gereken bir şeyler varsa yerine getirelim. Ben evdeysem ne âlâ, yoksam babamla oturur sohbet edersin, babamın askerlik, futbol hatıraları, rahmetli annemle serüvenlerinin tükenmez olduğunu bilir, öğrenirsin böylece.”

Hatırlamak istercesine durakladı bir süre, mutfağa yöneldi tekrar, çaydanlığa su konulduğunu hissettim sanki, geldi!

“Şu dolapta pike, battaniye var, yorgunsan dinlenebilirsin istersen. Boğazın gidişiyorsa buzdolabında bir şeyler, ekmek kutusunda kraker falan bulabilirsin. İç çamaşırların da şurada temiz bir poşet içinde, giderken almayı unutma!”

“İç çamaşırlarım? Umarım bakmadın, elin değmedi!”

“Ne varmış yani? Yatılı yurttasın, bir kısım imkânsızlıkları yaşayabilirsin. ‘Hiç olmazsa katkım oldu!’ diye gülümsememi, mutluluğumu engelleyemezsin ya!”

“Çok utandım, bir anda yerin dibine soktun beni, kendimde değilim, hemen gidiyorum!”

Amca kolumdan tuttu, onun bu kadar güçlü olacağı aklımdan geçmemişti.

“Otur oğul! Yaşamında basit şeyler için utanma ve üzülme, üstelik yaşamım...”

Yine minnettarlık dolu övgülerle beni boğmak üzere olduğunu hissedip, sözünü kesmek zorunda kaldım.

“Sevgili amcam! İkide bir minnettarlığınızı yüzüme vurmanız üzüyor beni. Eğer ki bir kez daha babalı-kızlı bu konuda ağzınızdan bir söz duyarsam, sizinle yaşamak bana mutluluk veriyor olsa da bir daha gelmemek üzere kaybolurum!”

“Konu anlaşılmıştır oğlum! Sözünü bir vaat olarak anlamak istiyorum. Eğer ki her Cuma akşamı ders kitaplarını da alarak bundan sonra bir gece için de olsa, bizimle yaşarsan söz veriyorum, bu konuya bir daha hiç değinmeyeceğim.”

Zühtü Amcanın “Bundan sonra” sözlerinin “Öldüğümde gözüm arkada kalmasın!” anlamında gibi yorumladım, galiba doğrusu da buydu, benim istediğim.

 “Anladım amca!”

“Peki, gelecek haftadan başlayalım mı?”

“Ne istersen, ne düşünürsen onu yap Zühre, sadece yamyam tavuk(15) olmasın, ne olursa olsun yeterli benim için.”

Amcanın yanında ona “Zühre!” demiştim, utanmaksızın, aklıma başka bir şey gelmeksizin, belki de amcanın diyemediğinin, ancak hissettiğimin tasdiki gibi.

“Anladım, peki!”

“Yedik, içtik, afiyet olsun hepimize!”

 Amca, takkesinin varlığını yeni fark etmiş gibiydi, lâvaboya yönelirken. Ben de Zühre’ye yardım etme gayretini yaşadım, tabakları, aksesuarları getirip götürerek, üstelik kendimi zapt etmekte zorluk çekerek.

Son seferde amcanın odasına yönelip namaza durduğunu fark ettim, mutfağa girer girmez sarıldım Zühre’ye öptüm. Elini kaldırdı,

“Tokat atacak mısın, kıyar mısın bana? Üstelik tokadın sesini duyunca babanın merak edeceğini, koşup geleceğini tahmin etmiyor musun? Buna izin vermek içimden gelmezdi, ertele şimdilik! Dün bir, bugün iki, acele davrandım, zapt edemedim kendimi, dayanamadım, tutuklu kaldım sende(16), hakkım olmadığını bile bile öptüğüm için özür dilerim. Çok güzelsin, üstelik de bana iyi geldin, iyisin. Beni bağışlayacağın umudunu yaşıyorum.”

“Öyle çekinircesine, fırsat bu fırsat deyip yalapşap öpüş mü olurmuş?”

“Çekmedin kendini, sen de öptün, istedin beni, değil mi?”

“Ne yapaydım, içimden geçeni engellemeye mi çalışsaydım? Ama hazır değilim. Hadi bana yarın çay-simit ısmarla!”

“Olur, ertelediğin tokat atma hakkını da o zaman kullanırsın, yanağımı uzatırım...”

“Beni sevdiğine eminim. Tepkim anlamsız ve anlaşılmazdı, istediğimi düşündüğüm halde. Ama bana sevmeyi anlat, nasıl sen olurum öğret bana, yaşamımda ilk kez nefesini soluduğum sensin. İsterim ve dilerim ki bu nefes sonuma kadar devam etsin. Bir ömrü seninle uzun uzun yaşamam için, senin beni sevdiğin kadar benim de seni sevmemin gerekliliğini anlat bana…

Dilim dönmüyor, daha fazla devamı için. Ama beni azat et şimdi, ister kandili dinle babamla, ister babamın elini öp ve git! Yarın simit ve çayımızı üleşirken bıkmaksızın, üşenmeksizin, sıkılmaksızın ve çekinmeksizin göğsüne yaslanmamı sağla.”

Zühtü Amcanın öksürük sesiyle toparlandık. Ancak sözlerine devam etmekte sakınca görmedi Zühre.

“Gelecek Cuma akşamından itibaren babamın dediği gibi burada kalacakmış gibi gel, kitaplarınla. Pijamanı hazır edeceğim, eşofman takımını da. “Duş yapacağım!” dersen bir takım iç çamaşırı, gömlek, tişört ve havlu da hazır ederim. Yeter ki ilk karşılaşmamızdaki gibi sabun kok, nefesini kokunu esirgeme benden.

Ve sen askere gidince sensizliğe nasıl dayanıklı ve sabırlı olacağımı hecelet bana...”

“Sözlerinin ne anlama geldiğini biliyor musun?”

“Sözlerinin ne anlama geldiğini sana sormam gibi mi?”

“Evet! Öğretmeme gerek yok. Sevgi nedir, biliyorsun, ama ifade etmekte zorlanıyorsun.”

 “Seni seviyorum!”

“İşte bu kadar! Ben seni ömrümün tümünü sana adayacak, sensiz bir yaşamı düşünemeyecek kadar seviyorum seni. Bu nedenle her Cuma akşamı ‘Gel!’ teklifine uyacağım. Seninle aynı mekânda uyumaktan mutluluk duyacağım. Babana duyduğun şefkatle onun üstünü örtüp, yorganını sıkıştırırken; ‘Bakalım, bu adamın da üstü başı açık mı?’ diye bana da baktığında istekle ve sevgiyle öpmeni bekleyeceğim.”

İkinci bir öksürük sesi, televizyondan Kur’an sesinin gelmesi fısıltı ile sözlerimizi bitirmemizin gerekliliği gibi göründü bize!

“Çok uzun konuştuk, babam belki tasdik ve destekleme niyetinde gibi olsa da belki gücenebilir. Onun için haydi git! Gitmeden önce de babamın elini öpmeyi unutma!”

“Seni?”

“O hakkını kullandın, yenisi daha sonra inşallah! Bana sevmeyi öğrettin, sevgiyi biliyorum artık...”

Mevlidi dinlemedim...

Önce simit-çay, tek özelliği tokatlaması için yanağımı şişirerek uzattığımda tokat atmak yerine öpmesi ve sonrası her seferinde mükâfat hak ettiğim Cuma akşamlarıydı, sadece bir kez sınav nedeniyle gidemediğim...

Mezun oldum. Zamanın dur-durak dinlemeye hiç arzusu yok gibiydi. Zühre sevginin özü aşkı öğrendi kendi kendine, desteğim olmaksızın, bana da yaşadığımın aşk olduğunu anlattı. Yaşamımda kendi başıma yiyemeyeceğim yemeklerin tümünü yaptı bana, bilip, okuyup, öğrenip...

Öğrenci yurdundan ayrılmam gerekliliği emredildi kibarca yönetim tarafından. Telâşımı fark edince;

“Yerin hazır, hem gönlümde, hem evimizde!” dedi Zühre. Yaşadığımı hissetmem için, her gecenin belirli bölümlerinde üstümü örttü benim de, şefkatle, içtenlikle ve hiç birinde de beni ödüllendirmeyi unutmadı! Benim söylemem gerekenleri hep o söyledi;

“Sen olmazsan yaşamımda ölüyüm!”

Benim, o olmazsa yaşamımın olmayacağını bilmez gibiydi.

“Askere gitme! Hep yanımda kal, hep benim ol!”

Kutsal bir görev olduğunu, görevimi yaptıktan sonra hep onun olacağımı sanki bilmiyordu.

Bir şeyler söylesem, söylemeye çalışsam, ya karşımda hayalet gibi duruyor, ya sözlerimi dinlemiyor, ya da bir kulağından girip diğer kulağından çıkıyordu (sanki).

Hiç umudum olmamasına rağmen gerek bilgisayarına girip internetten, gerek aldığı ilânı çok gazetelerden, gerekse dolaşırken beni hiç yalnız bırakmıyordu. Onun bana bir çırpıda bu kadar düşkün olacağını rüyamda görsem, inanmakta zorluk çekerdim.

Ellerimiz, imkân ya da gözlerden uzak fırsat buldukça dudaklarımız beraberdi, aşkımız cisimlere hükmetmeyi öğretmemişti, ayrı olan sadece bedenlerimizdi.

İnsanın yaşamında belki de bilmeden bir düzen oluşmuşsa, her şeye rağmen Tanrı, kurallar, zorunluluklar o düzenin bazen kesintiye uğramasını gerektiriyordu, tıpkı benim örneğimde yaşadığım, yaşamak zorunda olduğumuz gibi. Ekmek elden, su gölden örneği yaşamımı tüketirken farkında olmadığım günlerden birinde askere celbim gelmişti er olarak.

Zühtü Amca ki “Oğul!” demesine rağmen hâlâ amca hüviyetiyle başımda idi, yol parası deyip bir sürü kâğıt parayı cebime istiflemiş, bankamatik kartını vermek istemiş, sonra bankamatiğe parmağımı okutturarak şifreletmişti, belki bir bildiği, ya da hissettiği bir şeyler olsa gerekti.

“Nüfus Kâğıdını, diplomanı, başka ne evrak varsa üzerinde sana askerdeyken gerekmeyen hepsini bırak oğlum, ne olur, ne olmaz!” derken ‘Olmaz’ kelimesindeki “a” harfini belki de farkında olmaksızın uzatmıştı, hani üç elif uzunluğu(4) kadar.

Yapılacak sınav, önce eğitim alacağım sınıfı, sonra da çekilecek kura ile ulaşacağım yeri belli edecekti.

Hepsi olmuş, gerçekleşmişti. Askerliğin gerektirdiği ne, ya da neler varsa yaşıyordum. Posta İdaresinde sivil vatandaş olarak aldığım posta kutusuna yığışan mektuplar “Gayret et, sabret!” gibi teselli edici değil, hüzün dolu olunca ne yapacağımı, ne yapmam gerektiğini bilemiyordum.

Hele ki yasaklara uymaksızın cep telefonumun SIM kartını(17) çıkartıp posta kutusunda muhafaza edip, bulduğum imkânlarla telefon açıp da seslendiğim anlarda desteğim olmadığı için yıkılıyordum, süresiz.

Bir gün, hissettiğim kadarıyla olağan olmayan bir gün komutanım, benim çarşı iznine çıkmamı emretmişti, nedenini bilmediğim, ama yalan söylediğini anladığım. Çünkü sigara içmediğini bildiğim halde; “Sigara al, şu mektubu da postalayıver!” demişti, para uzatarak.

Bizlerin mektuplarının “Er Mektubudur. Görülmüştür!” şeklinde postalandığını, asker olarak postaneden mektup atmamızın mümkün olmadığını bilmiyordu sanki.

Ancak çoğumuzun özellikle “Sevgili mektupları” gibi mektupları hamiyetsever(1) vatandaşlara postalatması gayet kolaydı, hatta çok zaman pul parası bile ödemeden başarıya ulaşanlarımız bile vardı.

Postaneye girdiğimde dünyam aydınlandı birdenbire, gözlerime inanamadım. Zühre karşımdaydı. Göğsüme kapanmadan bir kaç cümleyi arka arkaya sıralama gayretindeydi;

“Dayanamadım, özledim!”

“Bana sevmeyi öğret, dediğinde canımı böyle yakacağın aklımdan bile geçmemişti!”

“Hadi, gizli bir yerlere götür beni, sensizliğin azabını yok edecek gibi sarıl bana, öp avuçlarımı, sen dönünceye kadar yıkama isteğim olmasın avuçlarımı. Sonra öp beni dudaklarının izini de saklayayım tümümde.

Ta ki dönünceye kadar, komutanının izin verdiğini biliyorum, yalvar-yakar başarılı oldum. Sabah geldim, aynı uçakla belki, akşama döneceğim, babamın verdiği izin bu kadar. İzin vermiş olsa da sen başımda değilsen, bu bilmediğim yerde, bir otelde kalmak için nasıl cesur olabilirim ki?

Sen yanımda olsan, başımı yaslasam göğsüne cesur olmam gerekmezdi, dünyamsın çünkü benim.”

“Beni boğmayı bırak, ertele! Dönüşümde senin olmam, benim olman için bekle beni. İş bulamasam bile, baba demek istediğim amcadan isteyeceğim seni, ‘Ömür boyu mutlu edeceğim!’ sözünü vererek. Ancak mademki geldin sefalar getirdin, deva oldun bana, mademki döneceksin cefalar bırakacaksın bana…

Seni yaşayarak bitireceğim bu görevi. Gayretli olacağım. Eğer sen de gayretli olursan izin kullanmayayım, terhis ve teskere sonuna bırakayım iznimi ve asla ayrılmaksızın beraber olalım. Beni mutlu ettin, sevindirdin. Senin mutlu olmana harcamak için tüm yaşamımı sana adıyorum.”

Yemedik, içmedik, gün boyu birbirimizde yaşadık. Bizim olan tüm zamanda ne kediler, köpekler, ne arılar gibi uçanlar rahatsız etmediler bizi, yaşadığımız mekânlarda.

Akşam oldu ve hüzünlendim(18), bu ayrılık demekti çünkü. Uçak havalanırken beni de götürsün istedim, uçakta yer yokmuş(!), gizli-saklı, bagaja vermeksizin kalbimi, gönlümü ve beynimi götürdü yanında!

Ve günler, sevdiğim tarafından azat edilmiş olmama rağmen geçmek, bitmek bilmedi bir türlü. Sonunda bitti.

Postaneye gittim; “Vatan borcu biter bitmez ordayım!(19) sözüne sadık kalarak. Posta kutusunu kapattım, telefonumu, birikmiş mektuplarımı aldım. Sim Kartını yerine taktım. Yoklukları yaşadım. Hiçbir araç beni sevdiğime götürmek düşüncesinde değildi. Yoktu bir kişilik yer bile. Mecburen geceyi, belki de gecelerin birkaçını yokluk seansları ile bu şehirde geçirecektim.

Nefsim köreltilmek ister gibiydi, bir pastanede çay-simit ne kadar güzel giderdi, mektupları okurken ve telefonla geleceğimin işaretini vermek isterken. Simit yoktu, poğaça vardı, doyunmak için arzum da yoktu zaten.

Otele kaydımı yaptırmak için yönelirken gençten biri yaklaştı yanıma;

“Yardım edeyim abi!” dedi, böyle bir centilmenliği aklıma sığdırmam mümkün değildi, bavulum kapıp-kaçacak kadar hafif değildi, ama gafil avlandım(4), aklımdan geçmeyen gerçekleşti. Öncesinde biber gazı yedim, sonrasında burnuma tutulan bir şeyle de kendimden geçtim.

Kendime geldiğimde, iç çamaşırlarımla karakoldaydım, battaniyeye sarılmış olarak ve görevli polislerin şaşkın bakışları karşısında.

“Kimseyle ihtilâfım, düşmanlığım, kinim, garezim yok, mümkün de değil zaten şehirde kimseyi tanımam etmem, askerden dönüyordum. Beni bu hale getiren, askerlik görevimi bitirmiş olmamın sevinciyle oluşan dalgınlığımdan yararlanmış bir profesyonel olsa gerek. Neyim var neyim yoksa almış, tığı teber(3) bırakmış beni.

Bu halimle bile bankadan para çekme imkânım var. Bu durumda herhangi bir yere çıkamam, mümkünse bedeli hemen ödenmek üzere bir arkadaş bana göre bir takım elbise, gömlek, pabuç alabilir mi acaba?”

“Önce kimsin, nesin anlat bakalım, ondan sonra yardımcı olmaya çalışalım.”

“Adım Zübeyir. Bu gün bitti askerliğim. Nüfus Kâğıdımın, teskeremin ve izin kâğıdımın birer sureti karargâhta var. Komutanımın ismi; Zülfü. Telefonla sorabilirsiniz, gerekirse telefon bedelini bankamatikten çekip ödeyebilirim.”

Aralarında konuştular, güvenlik kameralarının olmaması benim için dezavantajdı, kaba-saba tarifimden de bir şey çıkaramamıştı polis kardeşler, ben de ümit var değildim zaten.

Bayram arifesi olsa gerekti, ya da benim gibi teskere alanların çokluğu nedeniyle taşıtlarda yer yoktu, ancak iki gün sonrası gelip-dönen uçakta bir kişilik yer bulabilmiştim, rica-minnet(3).

Boşu boşuna geçirmek zorunda olduğum iki gün içinde olanlardan, yaşananlardan, ya da mucize eseri yaşamamın gerçeğini öğrenecektim, şaşkınlıkla. Çünkü inkisarla(1) kendimi iki gün için otelin odasına kilitlemiş, dış dünya ile irtibatımı hemen hemen kesmiştim. Telefonum yoktu, ya da teskerem dışında beni belli eden ve parmağımla bankamatikten çektiğim para dışında hiçbir şey yoktu üzerimde…

Uçtum ve kondum...

Bomboş ellerle kapıyı çaldığımda kapıyı açan Zühre’nin büyümüştü gözleri, kocaman kocaman. Babası da onu yalnız bırakmayı yeğlememişti sanki.

“Sen...

Sen...

Sen....”

Bayılıverdi Zühre aniden, kollarımı ancak yetiştirebilirdim tutmak için onu, anlamayarak şaşkınlıkla. Zühtü Amca Zühre’den daha dayanıklı olsa gerekti, her şeye rağmen sebebini anlayamadığım.

Zühre kendine geldi, kanepe üzerine usulca yerleştirdiğimde.

“Seni bırakmam, bensiz ölme!” dedi ayağa kalkmaya çalışırken, bedenimi elleriyle kontrol eder gibi.

“Ben sensiz yaşayamam, ‘Öldü!’ dediler, ben de ölmeye hazırlandım, babamla beraber, iyi ki geciktik ölmek için!”

Kucakladı, babasının hoşgörüsüne sığınarak (sanırım) yüzümü, gözlerimi, saçlarımı, nerem rastlarsa öpüyordu. Zühtü Amca da katıldı sonra bize, üçümüz birbirimizde neremiz rastlarsa öpüyorduk;

“Allah’ım Zübeyir’i esirgediğin için çok şükrediyoruz!”

Amca odasına dönmüştü anlayışla. Göğsüne yaslamıştı Zühre beni, saçlarımı parmaklarıyla okşarcasına tararken dua ediyordu;

“Çok şükür Tanrı’m, çok şükür Allah’ım bir başka ölen kişi için sevinilmez, ama beni bana bağışladığın için sana şükürler olsun Tanrım!” diyerek anlattı.

Tüm bedenimdekileri, çantalarımı ve bavullarımı çalan, satın aldığı bir biletle yakın bir şehre gitmeye çalışan hırsız, teröristler tarafından sorgulanmış, söylediklerine inanılmadığı gibi, hakaretlerle donatılmış;

“Teskere almış, bir de sakal bırakmış deyyus(1)!” deyip tekrar konuşmasına fırsat bırakmaksızın otobüs içinde infaz etmişler(4) onu. Nüfus Kâğıtlarındaki isimlere bakarak bir kaçını daha infaz edip, bir kaçını da alarak “Defol!” olarak önce Türkçe, sonra bilinip anlaşılmayan bir lisanla, anlaşılmayan sözler sarf edip otobüsün yola devam etmesi için havaya ateş açmışlar.

Sonrası muamma(1) idi...

Şehre ulaşan otobüste ölenler tespit edilmiş, yararlılar askeri hastaneye sevk edilmişlerdi. Üzerlerinden çıkan, otobüsün tabanına atılan belge ve bilgilere göre ilgililer haber verilmesi gereken adreslere haber vermek için yönelmişti ilgililer.

Bavulum, çantam, belgelerim Zühtü Babaya verilmişti, çünkü annem-babam olmasına rağmen, yaşamda Zühre dışında kimsem yoktu ve teskeredeki ikametgâh adresim Zühtü Baba idi.

Evet, Baba! Bu nedenle ilgililer sözlerini “Şehit” falan gibi kelimelerle süsleyerek Zühtü Babama bana ait olmayan haberi; “Akrabanız şehit oldu!” şeklinde vermişlerdi, bana ait olanları iade ederek.

Hiç olmazsa ölümümle geleceğini şekillendirmek için Zühre morga gitmiş, ayak başparmaklarında yazılı isimlere bakmış, gördüklerine inanamamış, tüm ölenlerin örtülerini çekinmeksizin, korkup endişelenmeksizin kaldırıp yüzlerine ayrı ayrı bakmış ve tereddüde düşmüş, benim ben olmadığım ölüm haberine inanmak istemeyerek, tereddütle, kendine iade edilen her şeye karşın.

Zühre’nin umudu, yaşadığım, ama teröristlerce rehin alınanlardan biri gibi olduğum yer etmiş zihninde. Kurtulacağım düşüncesini yaşamak istemiş, ölenin neden benim adıma morga yatırıldığını bilmeksizin.

Beni gördüklerinde kendisinin ve babasının kendilerinden geçmelerinin sebebi, bana karşı aşırı duygusallıklarının olduğunun farkına varmıştım.

Ben severken, ölmezdim ki, nasıl bilmezlerdi ki? Ben Zühre’siz olamayacağıma inanırken, o bir çırpıda, bir görüşte bensiz olamayacağını şekillendirmişti, önce “Sen” deyip sonra göğsümde bayılarak.

“Bundan sonra bir saniye bile bensiz kalmana iznim yok, sen de bir saniye bile sensiz olmama, kalmama izin verme, sakın!”

Zühtü Babanın bu hüzne, sonrasında sevinç ve mutluluğa yüreği dayanamamıştı, yapmamız gerekenlerin hiçbirini yaşayamadan, kaskatı kalmıştı yatağında. Biz karı-koca olmaksızın aynı yatakta nefeslerimizi üleşirken, amca eşinin yanına yol almıştı.

“Benim sana sığınmamı kabullen! Yaşamda senden başka kimsem yok, kalmadı, sen sığınağım ol, koru, kolla beni, kalbimin, gönlümün, beynimin tüm varlığımın sahibi olarak hükmet bana!”

“Ben dünyamda sen olduğun için varım. Babanın naaşı üzerine yemin ederim ki yaşamım senin üzerine kurulu olacak, dünya umurumda değil, ben seni benimle üleşeceğim, ömrümün son anına kadar...”

En sonunda akıl ettim;

“Allah babamıza rahmet etsin, toprağı bol olsun. Keşke bizi özeneceği, belki de özendiği şekilde görebilseydi...”

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Zübeyir; Yazılı küçük şey.

 Zühre; Çoban yıldızı, Venüs.

Zühtü; Her türlü zevke karşı koyarak kendini ibadete veren.

Zülfü, Zülfi; Kılıcın kabzasına iliştirilen süs.

(1)

Yağır; Sırt, arka, atın omuzları arasındaki yer, semerin açtığı yara gibi anlamları olmakla birlikte asıl anlamından farklı olarak yöremde “çok kirli, pis, yıkanamayacak kadar berbat” anlamlarında kullanılan bir deyimdir.

Yanaşma; Genellikle bir çiftçi yanında çalışan işçi, tutma. Bir bakıma besleme.

Enstantane; Bir anda olan, şipşak. Bu yöntemle çekilen fotoğraf.

İnisiyatif; Gerekli kararları almayı bilen kişinin niteliği. Karar verme yetkisi. Öncecilik, üstünlük.

Paçoz; Paçavra elbiseler giyinen, üstü başı dağınık, bakımsız kişi.

Cafcaflı; Gösterişli, fazla şık, şatafatlı (Karışık, gürültülü, patırtılı, hatta tehlikeli anlamları da vardır).

Bihaber; Habersiz, bilgisiz.

Cesamet; Büyüklük, irilik.

Kokona; Süse, püse düşkün, çok süslenen kadın. Müslümanlarca Hristiyan kadınlara verilen isim.

Stres; Kişide bir kısım sorunların yol açtığı ruhsal gerilim. Ameliyat şoku, travma, soğuk, heyecan gibi etkenlerin iç organlarda ve metabolizmada oluşturduğu bozuklukların tümü.

Muamma; Anlaşılmayan, bilinmeyen bir şey. Bilmece.

Deyyus; Karısının ya da kendisine çok yakın bir kadının iffetsizliğine göz yuman, hatta onu pazarlayan kimse.

İnkisar: Aslında inkisar şeklinde yazılmalıdır. Kırılma, gücenme, incinme anlamında kullanılan bu kelimenin diğer bir anlamı ilenme, ilençtir.

Hamiyetsever , Hamiyetperver;  Hamiyetli, hamiyet sahibi.

Mushaf; Kuranı Kerimin sahifelerinin bir araya toplanarak kitap haline getirilmiş şeklidir.

Marifet; Herkesin gösteremeyeceği beceri, beceriklilik, hüner, ustalık, ustalıkla yapılan şey.

Maharet; İşi yapmakta ustalık, eli yatkınlık, beceri, beceriklilik.

Alerji; Aynı miktar ve koşullarda başka kişiler için zararsız olan farklı yabancı maddelere karşı, bazı kişilerin duyarlılık göstermesi.

Bodyguard (Badigard); Can güvenliğinin tehlikede olduğu bir kimseyi saldırılardan korumak üzere görevlendirilmiş kişi. Koruma görevlisi, fedai, muhafız, sakınan.

Miskin; Sümsük. Uyuşuk davranan, aptal, mıymıntı, sünepe, pısırık.

Evcimen; Evine, ailesine çok bağlı olan. Ev işlerini iyi bilen, becerikli, hamarat. Aklı başında, sakin.

Diyet; İslâm hukukuna göre, öldürme, yaralama ya da gasp, hırsızlık gibi olaylarda suçlunun ödemek zorunda olduğu para, kan parası. Sağlık için yapılan perhiz, rejim.

Apaş; Kabadayı, külhanbeyi, hayta, serseri, serserice yaşam şekli.

Berduş; Başıboş, serseri, pis, bozuk, bakımsız.

(2) Newton Hareket Yasası; Bir cisme bir kuvvet etkiyorsa, cisimden de kuvvete doğru eşit büyüklükte ve zıt yönde bir tepki kuvveti oluşu. Burada dikkat edilmesi gereken bu kuvvetlerin aynı doğrultuda olduğudur. Bu yasa çok zaman şu cümle ile akıllarda kalır; “Her etkiye karşılık eşit ve zıt bir tepki vardır!”

(3)

Göz Aşinalığı; Karşılaşılan bir kimseyi önceden kısa bir süre görmüş olmaktan doğan tanıma. Uzaktan ve zaman zaman görmekten ileri gitmemiş olan bildiklik, tanıdıklık, bilinmelik, tanışıklık.

Rica-Minnet; Teşekkür etme anlamında dileme, isteme, yalvarma, istirham.

Tığ-ı teber, (Tığteber) (Şah-ı merden ekiyle); Aslında; “Tığ; silâh, teber; hilâl biçimli, şah-ı merden; mertlerin şahı şeklindedir (Hazreti Ali olarak tarif edilirse de). Türkçemize yerleşmiş anlamı; sersefil kalmak, beterden beter, ya da rezilden rezil olmak, elinde avucunda ne varsa yitirmiş, her şeyini kaybetmiş olmanın sonucu gibi bir anlamdadır.

Gıcır Gıcır; Tertemiz, yepyeni, pırıl pırıl. Gıcırtı.

Merhamet Dilenciliği; Duygu sömürüsü. Acıma duygusunun istismarı. Şefkat, ilgi, koruma,  iyilik yapılması için dileme.

Ağzı Açık Ayran Delisi (Gibi Bakmak); Yeni gördüğü her şeye alık alık bakan, anlamsız bir hayranlıkla seyredip şaşıran, basit şeyleri bile aval aval izleyen, amaçsız, serseri bir şekilde, ne yaptığı belli olmaz bir şekilde dolaşmak, çevreye aptalca ve hayranlıkla bakmak.

Angut Bakışlı Yapı; Bakışların boş, bomboş, donuk bir şekilde olmasının tarifi.

Asar-ı Atika; Eski yapılar, yapıtlar.

Hayra Alâmet Değil; İyi bir durum belirtisi yok.

Kukumav Kuşu; Baykuşgillerden kahverengi tüylerinin üzerinde beyaz benekleri olan, kafasını 1800 çevirebilen bir baykuş türü. Türkiye’de her mevsim rastlanan bir kuş türü olup, küçük memelilerle, böcek ve sürüngenlerle beslenen genellikle düşünceli gibi durağan hali olan kuş (Öyküde durağanlığı vurgulanmıştır).

(4)

Zımbacık (Tıka Basa) Dolmak; Arapça; Lebalep, Türkçede lebalep olarak  (Leb; Dudak demektir) dolmak karşılığı olarak kullanılan yerel bir deyimdir. Bir şeyin ağzına deyin, silme dolu olduğunu vurgulamak için kullanılan genel sayılabilecek bir deyimdir.

Üç Elif Kadar Uzatmak; Bir harfi olağandan üç misli kadar fazla uzatmak.

İnfaz Etmek; Öldürmek. Yargı kararını yerine getirmek, uygulamak.

Gafil Avlanmak; Gafil olma halinde yakalanmak. Çevresinde olan bitenlerin farkına varmayarak, gerçekleri göremeyerek, sezemeyerek şaşkın bir duruma gelmek ve sonuçlarına katlanmak.

Cuk Oturmak; Tam yerine denk gelmek, uygun gelmek, yakışmak.

Erinmek; Kendinde bir gevşeklik duyarak bir işi yapmaya eli varmamak, üşenmek, tembellik yapmak.

Kefeni Yırtmak; Ağır bir hastalıktan kurtulmak, iyileşmek.

Aportta Beklemek; Avın ve kendilerine gösterilen şeyin üzerine atılıp getirmesi için köpeğe verilen bir komutun gereği gibi olmakla beraber, hazırda bekleme, harekete geçme bekleme anlamındadır.

Kulak Arkasına Atmak; Önem vermemek, dinlememek.

(5) Ahret Sualleri; “Rabbin kim?” diye başlayan ve “Rabbim Allah” cevabı verilmesi gerektiğine inanılan suallerdir. Ancak belki de argo olarak; “Gereksizce, bıktırıcı, usandırıcı, yanıltıcı sualler” olarak kullanılmıştır.

(6) Anjiyo; Anjiyokardiyografi sözünün kısaltılmışı. Damar sertliği hastalığının belirtileri ortaya çıktığı zaman veya kalp krizi gibi damar tıkanıklığı durumlarında damarların görüntülenmesi olarak uygulanan tetkik yöntemi.

By-Pass; Yan geçit anlamında olmakla beraber kardiyoloji bağlamında kalp damarlarında tıkanık olan yeri ek damarla geçme, atlama, dolaştırma, aşma. Çözüm aynı zamanda stent ya da balonla da gerçekleştirilmektedir.

Damar Yolu Açma; Sıvı ilâçları bir kaç kere enjeksiyonla zerk etmek için damara açılan özel tertip.

Eforlu Test; Zihince, bedence bir kısım bulguların tespiti için yapılan test, çaba, emek.

Enjeksiyon; İğne vurma, yapma. Sıvı ilâçları bedene zerk etme.

Sintigrafi; Gama ışınları yayan radyoaktif bir izotopun organizma içindeki yolunu izlemek temeline dayanan teşhis yöntemi. Tarama. Radyoizotop görüntüleme.

Stent; Tıkanmak üzere olan damarın içine konan araç. Kafes.

(7) Haddini Bilmek; Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yeteceğini bilerek onun ötesine geçmemek, ölçüsünü bilmek. Başkalarının kusur ve yanlışlarını istihzalı bir şekilde yüzüne vurmamak gerekliliği. Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî’ ye sormuşlar; “O kadar yazarsın, o kadar okursun, ne bilirsin?” diye. Şu cevabı vermiş; “Haddimi bilirim!”

(8) İyilik yap denize at, balık bilmezse Hâlik bilir. İyilik yapmanın karşılık beklemeksizin yapılmasının gerektiğinin, iyilikle yapılan hiçbir şeyin karşılıksız kalmayacağının ifadesidir. Bir bakıma sağ elin yaptığından sol elin haberinin olmamasının gerektiği gibi.

(9) Ressama sormuşlar; ‘Mutluluğun resmini çizebilir misin?’ diye.  Ressam; “Ben çizerim de siz anlayabilir misiniz?’ demiş. ALINTI

Nazım HİKMET’in Abidin DİNO’ya “SAMAN SARISI” şiirinin ilk dizelerindeki soru; “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin? İşin kolayına kaçmadan ama...”

(10) Duygular vardır, anlatılmayan, sevgiler vardır, kelimelere sığmayan, bakışlar vardır insanı ağlatan, insanlar vardır ki asla unutulmayan. İşte sen onlardansın! Victor HUGO

Ne söylediğin değil, nasıl söylediğin mühimdir. Akıllı ölçüp tartarak kalp süzgecinden geçirerek söylemek gerekir ki karşımızdaki incinmesin.

İnsan ne söylediğini bilmeli, fakat her bildiğini söylememelidir.  Namık KEMAL

(11) Aşk yüzünden ben kaybettim kendimi, kendime kendim lâzımsam, kendim bulsun kendimi… (Aklımda yanlış kalmadıysa Yunus EMRE’ye ait olan söz.)

(12) Cahit ARF; Türk matematikçi ve bilim insanı. TÜBİTAK Bilim Kolu Başkanı (11.10.1910-26.12.1997) “Arf Sabiti, Arf Halkaları, Arf Kapanışları” gibi terimlerin sahibi. Aynı zamanda Helmut HESSE ile beraber HESSE-ARF Kuramını geliştirmiştir. 10 TL lik banknotlarda resmi vardır.

(13) Ne doğan güne hükmüm geçer, Ne halden anlayan bulunur… şeklinde Cahit Sıtkı TARANCI’nın “Gün Eksilmesin Penceremden” isimli şiirinin başlangıcıdır. Şiir Münir Nurettin SELÇUK tarafından Türk Sanat Müziği eseri olarak Mahur Makamında bestelenmiştir.

(14) Hayr (Hayır) ve Şer; Bir karşılık beklemeksizin yapılan yardım, iyilik, iş, yararlılık, güzellik ile kötü eylem ve kötülük. Kur’an, Bakara Suresi, 216. Ayet; “Umulur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırdır. Ve yine umulur ki; bir şey de sizin için şerdir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir!” şeklindedir. Amentüde; “Hayrihî ve şerrihi mine’İlâhi Teâlâ” (Hayır ve şerri Allah’ın yaratması (olduğuna inandım)” anlamındadır.

(15) Yamyam Tavuk; Tavukların yenmeyen kafa, tüy, bacak ve iç organlarının rendering denilen işlemden sonra tavuk yemi yapılarak tavuklara yedirilmesi bir bakıma kendileri kendilerinden parçaları yedikleri için “Yamyam Tavuk” denmeyi hak ediyorlar.

(16) Ben sende tutuklu kaldım, Sezen AKSU şarkısı.

(17) SIM Kart (Subscriper Identfy Module, Abone Kimlik Modülü); Günümüzde tüketiciye sunulan cep telefonlarından birinin GSM (Global System for Mobile) denilen sistematik çalışmasının eseri bir bakıma mikroçip şeklinde tüm bilgilerin üzerinde toplandığı kart.  Cep telefonlarının kimlik kartı denebilir. Telefonun numarasını, pin kodunu ve o kişinin rehberi kayıtlıdır. SIM Kartı yoksa telefon mobil ağa bağlanamaz.  CDMA (Code Division Multiple Access) telefonlar; SIM Karta ihtiyaç duymamaktadır.

(18) Akşam oldu, hüzünlendim, ben yine… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Semahat ÖZDENSES’e ait olan bu eser Uşşak Makamındadır ve yorumunu en iyi şekilde yapan da aynı sanatkârdır.

(19) Karagözlüm efkârlanma gül gayri, ibibikler öter ötmez ordayım! Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım. Tüfekleri çatar çatmaz ordayım, Vatan borcu biter bitmez ordayım… Bekir Sıtkı ERDOĞAN’ın “Kışlada Bahar” isimli şiirinden bölümler olup eser,  Gültekin ÇEKİ tarafından Rast Makamında ayrıca Türk Sanat Müziği eseri olarak bestelenmiştir.