Ana kuzusuydum(1), elini sıcak sudan, soğuk suya sokmayan, çarşı-pazar-market gibi hiçbir angarya ile meşgul olmayan, sudur, elektriktir, doğal gazdır, hiç biri ilgi alanımda olmayan bir evlâttım. Babamı yitirdikten sonra hepsini annem yüklenmişti.
Hoş babam yaşarken de babam yüklenirdi tüm bu işleri, çünkü onun da bir tanesiydim yaşarken. Babam göçünce annem bir başka daha türlü düşkünleşti üstüme. “Evin babası sensin, can oğlum!” tezahüratları benim için geçerli bir nedendi.
Kader, kısmet, şans, ya da Allah’ın lütfu, desteği yaşamım bir başkasında rastlanmayacak şekilde yürümüştü bugüne kadar. Bu şehirde doğmuştum, bu şehirde okulları okuyup bitirmiş, mezunlar olmuştum ve…
Evet ve…
Nüfus kaydım bir uzak diyardan bu şehre göç eden babam nedeniyle o uzak diyar göründüğü için aynı şehirde neredeyse evimde yapmıştım askerliğimi. Eh bu kadar şans ardı ardına olunca iş buluşum da doğal olarak bu şehirde şekillenmişti.
Devletin, hükümetin, siyasetin ensesi kalın çocuklarının bile bu kadar şanslı olacakları aklımın ucundan geçmiyordu. Kim bilir ne torpiller, ne dilekler, istekler olmuştu, aklıma gelmeyen. Sanırım ki başarıya ulaşmayanların son çareleri paralı askerlik yapmak olmuştur, diye düşünüyorum.
Her ne kadar “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir!” denmişse de o ensesi kalınların çocuklarının bu kuralları taktıkları aklımın ucundan bile geçmiyordu. Hele ki terör, asayiş bozukluğu, şehit olma olasılığı olan yerlerde askerlik yapmak mümkün değildi onlar için. Yazları ılık, kışları sıcak yerler askerlik için biçilmiş kaftanlardı muhallebi bebeleri için…
Annemin mikrofonu eline alıp söyleyişine göre evim, arabam, işim gücüm vardı, bu nedenle ev gelin istermiş! Klasik, sözler, söylemler; “Falancanın eltisi, filancanın kız kardeşi, şunun torunu, bunun akrabası…
Varlıklı, hanım hanımcık, okumuş, çeyizi var, işi de var…”
Reklâmlara göre bundan iyisi Şam’da kayısı değil(2), can sağlığı idi, daha ne istemeliydim ki? Ahir ömründe torunlarını dünya gözüyle görüp, sevip, okşamak, yaşamı yettiği kadar da bakıp büyütmek istermiş. Üstelik evimiz çok geniş ve rahatmış da gelin de gelip bizimle otururmuş! Bak! Bak! Bak!
Be güzel annem, sen anlatmadın mı? Babamın ailesi ile beraber yaşamak istemediğini, taş, taş üstüne olur da, ev, ev üstüne olmaz deyip babam borç ve yoklukla savaşırken; “Sevgimiz bize yeter!” diyerek ayrı ev kiralattırdığını, dayayıp döşeyip borçları katmerleştirdiğini, zerre kadar bile tınmadığını, dediğini yaptırmaktan dolayı mutlu ve memnun olduğunu?..
“Benim için düşündüğün de elkızı…
Senin babama yaptığını onun bana, sana, bizlere yapmayacağı ne malûm? Sükûtu hayale uğramamak(3) için kendini ona göre hazırlamanda yarar var!” demem kâr etmemişti.
Önceleri reklâmlarına uygun tarifleri bıkıp usanmaksızın tekrarlarken, eklentisini eklemeyi asla unutmuyordu; “Benimle yaşar!” şeklinde. Onun eklentilerine benim de eklentilerim olmuyor değildi, belki kıskançlık, belki de geri zekâlılık modunda;
“Ha, şu mu? Lisedeyken falancayla konuşuyordu, biliyorum!”
“Ha, bu mu? Falancanın düğününde bir oğlanla dans ettiğini söylemişlerdi!”
“Ah! O mu? Çocukluğumuzdan beri birbirimizi tanıyoruz. O da ben okurken biriyle yemeğe çıkmıştı, üstelik bunu bana anlatırken süzme bir aşk yaşadığını söylemişti. Ama harç bitti, inşaat paydos örneği, oğlan kullanılmış bir kâğıt mendil gibi onu bir kenara atmış, o da yaşama küsmüştü. Bana onu mu uygun gördün anne? Üzülürüm!”
“O kız mı? Geçen sene nişanlanıp ayrılmadı mı?”
“Bu kız mı? Evine dünür gelenlerin hediyelerini beğenmeyip kendilerini eşekten düşmüş karpuza çeviren ailenin kızı değil mi o?”
“Şu kız? Kusur bulamam, çok güzel, varlıklı, iyi bir aile çocuğu ve doktor, ben onu beğensem bile, o beni beğenmez, aynı evde oturmayı dilemeyeceği gibi, beni satın aldığını düşünüp içgüveysi gibi bile düşünüp seni yalnız bırakmamı isteyebilir...
Kaldı ki benim beğenmem değil, sevmem gerek, arada mesafe, meslek ve varlık farklılığı olursa sevgiden söz etmem mümkün mü? Benim gibi bir ibişi(4) onun gibi kariyer(4) sahibi birinin kabul etmesi haddinden fazla iyimserlik değil mi?”
Kısaca; evlilikten değil, evleneceğim kızın geçmişinden çekiniyordum, hatta gerçek anlamda korkuyordum, beynimin arkasına gizlenme çabasıyla işkence yaşatan düşüncelerle…
Ve aramakla bulunmazdı, meğerki rastgele!
Bir yorgun gecemde, rüyamda, kim bilir belki de hayalimde beyaz sakallı, nur yüzlü, kefen gibi beyazlar giymiş bir dede söyledi bu söz dizesini, eklentileriyle.
“Sen arama, o bulacak seni. Miskin(4) miskin, gurk tavuk gibi şehirde oturarak, şehirden çıkmaksızın onun seni bulmasını bekleme. Karşısına çık onun ki, o da seni bulsun, karada, suda ya da havada. Sana çocuklarından, sevdiğinden de ipuçları vermek isterdim, ama onlar bana kalsın, bilirsem ki bana ihtiyacın var, ben tekrar çıkmaya çalışırım karşına, şu ya da bu şekilde.
Ama öylesine alışmışsın ki rahata bu düşünceyi yaşamak içimden gelmiyor. Hadi bana Allahaısmarladık evlât!”
Çekildi, kayboldu, yok oldu dede birden. Sakladıkları ya da söylemedikleri için söz etmem hakkım değildi, hiç olmazsa zamanla, süreyle ilgili bir iki kelime daha ekleseydi ya sözlerine, ben de ona göre hazırlıklı olsaydım.
Üstelik hani meselâ “Canım çekti, şuraya kadar bir gidip döneyim hele!” deyip, onu aramak için bir yerlere gitmeye çalışsam, annem kırkı bırak, seksen türlü ipe-sapa gelmez, ahret sualleri(1) gibi soruları bulur-buluşturur, beni bunaltır ve sonucunda “İllâllah!” dedirtir ve beni vaz geçirirdi.
Yaşlı, beyaz sakallı dede herhalde karada deyince belediye, ya da halk otobüslerini kastetmiş olamazdı. Şehirlerarası otobüslerde ve trenlerde ise sapkınlık derecesinde bir âdet vardı; “Bayan yanı, yabancı bir erkek için olmazdı!”
Öyle ki evli ablayla, kardeşi, ya da kocasından ayrılmış bir anne ile oğlu bir yere gidecek olsalar aynı soyadı taşımadıklarından dolayı dağları bekleyen korku veren bir şüpheyle karşılaşırlardı, her zaman olmasa da garantili bir şekilde çok zaman.
İki sevgili, aynı şehirde okuyan ağabey-kardeş, abla-kardeş baba tarafından soy isimleri farklı üvey kardeşler iseler; “Yassah hemşerim!” tavrıyla ayrı oturtturulurlardı. Hangi firmaya, nereye gidersen git aynıydı durum…
Hatta ve hatta bir yerlerde otobüs mola vermişse bırak el ele tutuşmalarını, birbirine yaslanarak konuşmaları halinde göz hapsinde olmaları doğaldı; “Hooop! Aile var, hemşerim!”
Ayrıca annem şehirlerarası otobüslerle seyahatlere kesinlikle izin vermez, rıza göstermezdi. Otobüs şoförlerinden ziyade benim şoförlüğüme inanır, güvenirdi, esas olarak güvensizliğini saklamak istercesine. Çünkü şehirden uzaklaşmadan bir pikniğe, sinemaya, tiyatroya gitmeye kalkışsam, ezberimdeydi sözleri;
“Evde çok bunaldım, ben de bir hava alayım, araban boş nasıl olsa!”
Sinemada, tiyatroda uyuklar, piknikte yenilene, içilene, arkadaşlıklara karışır, dönüşte arkadaşlarımdan bir kaçını yanımıza alsam, evlerine bıraksam, bırakmak zorunda kalsam, onlar inip de daha arabayı yerinden kıpırdatmadan tenkitlere başlardı; “Bu araba suyla mı çalışıyor, malının kıymetini bilmiyorsun vesselâm.”
Bazen babamın erken göçmesinin sebebini yorumlamaya gerek duymazdım!!!
Evet, güzel annem! Beyaz dede söylemiş olsa da, annesinin kanatları altında civciv iriliğinden ötesine ulaşamamış bir adam adayına kim alıcı gözüyle bakardı ki, üstelik aynı kümeste yaşamak kaydı ya da zorunluluğuyla?
Demek oluyordu ki, ne o yandan, ne de bu yandan otobüslerle bir yerlere gitme şansım yok denecek kadar azdı, hatta sıfırdı bile diyebilirdim.
Gemi, vapur…
Belki olabilirdi, hiç denememiş olmama rağmen, ancak annemin de, benim de çekincelerimiz vardı, boğulmak şeklinde; ecel gelmişse cihane, baş ağrısı bahane(5) derler ya hani, bizim lügatimizde henüz yer bulamamıştı.
Hatta uçaktan bile çekinirdi annem, benimse bu konuda tereddüdüm yoktu. Boğulurken zahmet çekerek ölmek yanında, uçakla düşerek ölmek can sıkmazdı. Hatta belki yara-bere ile kurtulabilirdim belki de, pilot amca bu konuda hünerliyse.
Her ne durumda olursam olayım dünyayı boşu boşuna kirletmek dışında ne bir kaybım ne de bir kazancım olur, olabilirdi. Bazen duraklardı beynim ve bazen şarkılar beni kendilerine esir ederdi; Örneğin; “Bilmem ki bu dünyaya ben niye geldim(6)? Tanrım, beni baştan yarat(7)!” gibi.
Kime ait olduğunu, tam olarak çeviri mi olduğunu şu an hatırlayamadığım bir düşünürün bilge sözleri; “Tanrı’ya, anneme, babama doğduğum için şükran duyamam, ‘Doğmasaydım, eğer yaratılmasaydım, neden yaratılmadım?’ diye bir şikâyetim olmayacaktı ki!” şeklinde.
O halde ne günahlarım için üzülmem, ne de sevaplarım için sevinmem gereksiz, diye düşünüyorum, Tanrının “Beni bil!” şeklindeki emrine uymam gerekse de…
Ömer Hayyam, çok deyişler sıralamış, hepsi güzel, iki-üç tane alıntılasam, yani (Ç)alsam?
“Var mı dünyada günah işlemeyen söyle;
Yaşanır mı hiç günah işlemeden söyle;
Bana kötü deyip kötülük edeceksen,
Yüce Tanrı, ne farkın kalır benden, söyle.
Beni özene bezene yaratan kim? Sen!
Ne yapacağımı da yazmışın önceden
Demek günah işleten de sensin bana:
Öyleyse nedir o cennet cehennem?
Bir elde kadeh, bir elde Kuran;
Bir helaldir işimiz, bir haram.
Şu yarım yamalak dünyada
Ne tam kâfiriz, ne tam Müslüman!
Tanrı bizi çamurdan yarattığında
Biliyordu bu dünyada ne işimiz olacak
İşlediğim günahlar hep onun emriyledir
O halde cehennemde beni niçin yakacak?
Yaşamın sırlarını bilseydin
Ölümün sırlarını da çözerdin
Bugün aklın var bir şey bildiğin yok;
Yarın akılsız neyi bileceksin?”
Türlü türlü yalanlar düşündüm uçmak için. Arkadaşım nişanlanıyor, evleniyor, arkadaşımın ablasının nikâhı var, babası ya da anası ölmüş, trafik kazası geçirmiş gibi…
Bunların hepsi birer kerelik, tek seferlik çözümler, mazeretlerdi, gerekirse gerektiğinde çaresiz kaldığımda uygulamaya koyup gerçekleştirebileceğimi sandığım…
Ama bana devamlılığı olan bir mazeret, yalan, dolan gibi mazeret ya da mazeretler gerekliydi, beyaz sakallı dedenin “O seni bulacak!” dediği, hatta bir bakıma nasihat ya da tavsiye ettiği bahtım olacak onun beni bulması ve bana yâr olması için.
Sözüm belki tam yerine “Cuk oturmadı!” O halde şöyle düzeltmeye çalışsam olur mu ki?
Aksakallı dedenin gönlümün sultanı olacağını işaret ettiği, ama ne şeklini şemailini, ne de zamanını belirtmediği kızın beni bulması, onun için benim beyaz atlı prens olmam gerekiyorsa olurdum. Onu yıllar süren uykusundan uyandırmam için öpmem gerekiyorsa sarılır içtenlikle, gönülden ve istekle öperdim!
Onu hak ettiğime inanırdım, bir ömrü beraber tüketecek olmanın heyecanını yaşardım. Ama kimdi o? Beyaz atlı prens olmak kolaydı benim için (meselâ). Peki gerçekte?
Müdürüme yalvardım, yakardım, sadece izin vermesi için, yolluk falan istemeyeceğimi belirterek. Tek handikap(4) eğer annem daireyi benim için ararsa yalan söylemekte zorlanacak olmasıydı; “Görevli olarak gitti!” demesinin gereği olarak.
Olmazsa cep telefonum vardı ya kendisinde, anneme görevli gittiğim yerden telefon eder gönlünü alırdım (Bir kez daha meselâ).
İlk uçuş, orta koltukta…
Haza(4)…
Maganda(4) ya da Hanzo(4) diyeceğim biri sağımda, bir diğeri yontulmamış kereste gibi yaratık solumda idi, beni karşılamasını istediğim bahtıma göre sessizliğimin işime yarayacağından kesinkes emin olduğum...
İndik, tekerlerin sürtünmesinin beni bu kadar rahatlatacağına inanamazdım. Bu bilmediğim şehirde kalmam gerekli değildi. Terminalin dışına çıkmama bile gerek yoktu, yani uçakla görevimi yapmış olarak geri dönmeyi plânladım, hemen biletimi alıp, kioskta(4) yerimi satılmamış numaralara göre tasarlayarak.
Aynı patronlar, yani pilot, hostesler, kabin memuru uçuş ekibiyle. Tek farkla, dönüşümde fark etmiştim canımı alacakmış gibi bakışlarını üzerimde dolaştıran hostesin. Mucize miydi, aksakallı dedenin bana tarif etmekten sakındığı, kıymetini bilmem, gönül bağımın kördüğüm olmasını sağlayacak?
Bu kez sağımda kılkuyruk(4), uzun kıvırcıkları bir hayli fazla saçlı, kulağı, hatta burnu bile küpeli, hızma mı, halhal mi her neyse, bacakları yarıdan örtüsüz kıllı bir üniversiteli ailesini ziyaret etmekten döndüğünü söyleyen, diğer tarafımda ise pehlivan yapılı bir kokona(4) vardı. Uçaklarda “aile yanı” kavramı olmasa da şanssızlığımı tarife gerek var mı?
O esmer güzeli hostes? Mümkün değildi beni fark etmesi, benim sevgilim, bahtım olması. Güzeldi, gerçekten hem çok güzel, bana ulaşacağını, ona ulaşacağımı tahayyül bile edemeyeceğim.
Bana göre tek kusuru; sanki parlayan alyansını göstermek için ikide bir elini burnuna getirmesiydi, işaret parmağının tersiyle fiskeler gibi. Yüzük, haddimi bilmemin, avucumu yalamamın gereği gibiydi…
Bir süre geçti aradan, artık aksakallı dede için kendimi yollara vurmamın gerektiğine inandığım yıllara gerek olmadığını düşerek. Hamile bir kadın nasıl aşererse(3), ben de, sevgi dağarcığıma hükmedecek olana öylesine aşeriyordum sanki benzetmem pek hoş gibi görünmese de, tarifte zorluk çektiğim.
Müdürüm silâh zoruyla(!) yeni bir deneme için izin verdi bana, yıllık iznimden kesmek üzere kendi paramla göreve gitmem için(!) Bu kez şansımı bir başka şehre doğru gerçekleştirecektim, yine tercih olarak banktan aldığım orta sıra biletiyle.
Unutmamam gerek annemin söylediğini;
“Başka eleman mı yok oğlum, niye hep seni gönderiyorlar?”
Yalan uzmanlık alanım olmuştu, sanki mesleki konuda da uzmanmışım gibi;
“Anne, konu; benim uzmanlık alanım içinde. Dairede bu konuda yetişmiş bir başka eleman yok!”
Vatan, millet, Sakarya ve sonuca ulaşmak, yalan söylemenin ezikliği bir kenara, çünkü anneme anlatmam ve sonrasında onu kendi başına bırakacağımı söylemem çok zordu!
İkinci denememin, birinciden farklı olmasını diliyordum. Çünkü annemi ikna etmem çok güç olmuştu, Allah’tan “Uçak boş gidiyorsa, ben de bunaldım, sıkıldım, seninle geleyim!” gibi bir dileği olmamıştı.
Nasıl ikna ederdim, hâlâ düşündükçe beynim kendine gelmekte zorluk çekiyordu, 10 ton taşıyacak kapasitesi olan eski model bir kamyona 12 ton yük yüklenince yokuş yukarı yağ yakarak çıkışında zorlanması gibi. Tamah(3)? Belki, benim davranışımın adı da tamah olsa gerekti
Bu kez cam kenarındaki, bay mı, bayan mı olduğunu fark edemediğim, parfüm kokusuyla kötü kokusunu, belki de kötülük kokusunu gizlemeye çalışan kikirik(4) yapılı biri vardı yanımda. Daha kemerini bağlamadan, havalandırmayı açmış uçağı değilse de ön arka ve yanlarda oldukça büyük bir topluluğu boyamıştı.
“İyi yolculuklar!” diledim, şüpheyle baktı yüzüme. Utandım kendimden. Çünkü sivil bir polis, görevli, ajan, bir harekât subayı, ya da elemanı olabilirdi, görevden dönen, ya da özellikle kokularıyla göreve giden. Koridor tarafında ise dört kişilik bir ailenin çıtı-pıtı(1) sevimli, edepli bir kız çocuğu vardı, ailesinden neler alması gerekiyorsa, aldığını belli eden, ilkokul öğrencisi olduğu belli sanki bir bebek…
Kişi şansını zorlamamalıydı, ama aksakallı dedeyi dinlememeli miydim?
Müdür izin verdi yine yeni bir görev için, içimden geçenlerin tümünü içtenlikle kendisine anlattığım, bahtım için destekli olmasını dileyerek.
“Gül gibi kızlar var be oğlum çevrende!” derken herhalde hiç birinin koklanmamış olduklarını ima etmiş olsa gerekti müdürüm.
“Benim yaşamım, benim dünyam, benim hayatıma eşik olacak, beni bulup bana âşık olup, yuvamın kadını olacak kişi havada müdürüm. Yeter ki annem sitem ederse, ‘Görevli!’ deyin yeter, ömür boyu size duacı olayım.”
Bu kez şansım yaver gitmişti, her ne kadar pencere tarafında korkak, göbekli bir pehlivan varsa da, koridor tarafında, güzelliği tartışılmayacak genç bir kız, ya da bir kadın vardı. Uçağın dergisini alıp bilmece çözmeye çalışan, bilemedikleri için arka sayfadaki çözümlerden kopya çeken.
“Bilmediğiniz yerleri bana sorun!” demek geçti içimden. Sonra “Bir moktan anlamıyorsunuz!” diyen bilgiç kızın sözleri geldi aklıma(8), vazgeçtim, sustum, sataşmadım.
“İyi yolculuklar!” dememe fırsat kalmadan traktörün, yani demek istediğim uçağın kasisli yollarda ilerlemesi gibi hareketlenmesi ve tekerlekleri pistten kesilir kesilmez dergiyi yerine koyup uyuklama moduna geçmesi şanssızlığım gibi gelmişti bana. Hani ben onu değil, o beni bulacaktı ya sözüm ona…
Bir ara koridor tarafına doğru kaykıldı başı, oysa bana doğru kaykılsaydı şansım olur muydu? Gençti, hem çok genç…
Benim yaşımla kıyaslarsam, hani yarı yarıya olmasa da dörtte üç yaşım kadar vardı, diyebilirim. Muhtemelen arkadaşı olsa gerekti, belki de hayır! Ancak gerçeğim çok açıktı; ben dağ yolunda yonca, o gül dalında gonca(9), ben şairin dizelerindeki gibi görünen, o ömrünün baharında; “Hakkım yok seni sevmeye, çıktın karşıma bilmem niye(10)?”
İndik…
Ve inanılmayacak bir rastlantı, ben havaalanından çıkmaya çalışırken, ismini bile bilmediğim o hostes, tekerlekli valizini sürükleme gayretiyle terminalden içeriye girme çabasındaydı.
O, o olabilir miydi? Belki! Eğer ki elini burnuna getirmezse şansım ne olabilirdi ki?
“Allah’ınızı severseniz efendim, neresi, hangi uçak, hangi saat, şansımı denememe izin verin!”
“Anlamadım, ne alâka?”
“İzin verin, zaman verin, eğer vaktiniz olursa bana zaman ayırın birkaç dakika, sonra isterseniz koyun bir kenara, kendi kendine tükensin ömrüm, umurumda olmaksızın!”
“Şu uçak, şu saat desem de, şansınızın yaver gideceğinden(3) hiç emin değilim!”
“Bana bu şansı tanıyacağınızı vaat ettiniz ya, bu sizinle ikinci kez karşılaşmam, ilk görüşümde elinizde yüzük vardı. Beni reddetmediniz hemen, beni anlatmak istiyorum size, dinlemenizi yalvararak, isteksizlik göstermeksizin…”
“Mademki ‘Peki!’ dedim, bu sizi dinlemek istememin işareti değil midir sizce?”
“Ya uçak dolu olup, herhangi bir yer yoksa biletini iptal ettiren, geciken, yetişemeyen yolcu yoksa?”
“İnsan isterse tekeden süt sağar(3), derler, bilmem anlatabildim mi? Üstelik şansınızı zorlamanız da gerekli değil, personel ve yolcu listemiz her zaman hazırdır, zaten!”
“Ne demek istediğinizi anladım, ama ben personel ve yolcu listesini değil, sizi görmek, iki sözü uç uca eklemek istiyorum, beni reddetseniz de, bilmeniz gereken ilk şey, bugüne kadar gönlüme hükmeden ilk, tek ve son kızsınız…
Özür dilemem gerekli ki; sevdiğiniz, nişanlınız varsa onlara; ‘Vaz geçin benim gönlümün sahibinden, diyemem, boyun büküp sadece sizden özür diler ve haddimi bildiğimi anlatmak isterim size.”
“Bu, ilk kez bir yolcu ile karşılıklı diyaloğum, sanırım uçak inince bitecek, tabii bilet bulabilirseniz…”
“Tekrar yalvarıyorum, Allah’ınızı severseniz, bu benim telefon numaram, ararsanız, ‘Gel!’ derseniz, gelirim. Sonuç sessizlik olursa bu sizi hak etmediğim, rahatsız etmemem gereğinin de ifadesi olarak kalacak içimde. Her şeye rağmen şu an vakit ayırdınız bana, iyi insansınız, hep gülün, gülümseyin, size yakışan bu ve ömrünüz sağlıklı ve aydınlık olsun!”
“Anlaştık! Eğer şansınızı denemek isterseniz, ben görevimin başında olacağım!”
“Adam döverim, bilet çalarım, yolcu eksiltirim, hani meselâ, ama sizinle aynı havayı solumak nimet olacak benim için, şansımı tepmek, vazgeçmek beynimin en ücra köşesinde bile yer almıyor, bana vakit ayırma vaadin mutluluğum…”
“Aynı uçakla geri döneceğim ama…”
“Bu bilmediğim şehirde, ömrümün bilemediğim birkaç saatini değil, bir-iki dakikasını bile tüketmektense aynı uçakla geri dönmeyi yeğlerim. Üç-beş dakika içine sığdırmaya çalışsam da gülümsemenin eksik olmamasını dilediğim, hakkım olmadığını bildiğim yüzünüze bakarak. Çünkü inanmakta belki zorluk çekecek olsanız da bilmeniz gereken şu ki, sizi görmeden, yerleştirdi kalbime sizi, gözlerini gözlerimde bırakarak aksakallı dede…”
“Önce ‘Sahibin varsa!’ sonra da ‘Aksakalı dede!’ Aksakallı dede yanlışlık yapmış, bir başka adresi işaret etmiş olamaz mı?”
“Gaipten haber getirip(3) beni yönlendiren aksakallı dedenin yanlış yapması ihtimalini aklım almıyor. Kaba kaçmasın, ama siz, sizinle olanlara ‘Hayır!’ derseniz, ben gönlümde size yer ayırdım ezelimden, ‘Buyur!’ derim, seni isterim!”
“Git! Hadi biletini al, ama muhakkak, yoksa beni unut, bana bu kadar güzel sözleri ayaküstünde, ucu ucuna eklemeye çalışan genç adam!”
“Nazım!”
“Naz!”
“İbibiklerin ötmesine, sütlerin kaymak tutmasına, tüfekleri askerler gibi çatmama(11) gerek kalmaksızın yakınında, yanında olacağım.”
“Bekleyeceğim.”
“Bekle, güneşe boş ver, dünyamın aydınlığı olmayı dene!”
Anlamıştı demek istediğimi, ama anlamamış olmak tavrındaydı duruşu.
Bilet buldum, hemen girişte, dört numara gibi ayaklarımı sıkıştırarak gitmem gereken şekilde.
Uçak kendine gelmeye başlamadan önce tarifleri yaptı, perdeyi çekti, kendini gizlemek, benden saklanmak istercesine, uçağın yükselişi bitecek uçmaya başlayacaktık nasıl olsa, sadistçe diyeceğim davranışında sanki gözlerinin siyaha yakın mavisi, gökyüzünün mavisinden daha koyu gibiydi, yeni fark etmişim gibi.
Kemer ışıklarının sönmesi, kabin memuru ve diğer hostesin arkalara doğru yönelmesi acele etmem gereken şans göstergesiydi.
Perdeyi açtım, tuvalete yönelecekmiş gibi ve inci taneleri gibi döküldü kelimeler kor dudaklarından, “Ole(12)!” çağrışımlarıyla…
“Allah’ını seversen diye başlayın bakalım Nazım Bey!”
“Allah’ını seversen şu yüzüğü çıkar parmağından, beni engellemesin. İki de bir de alışkanlık olsa gerek şu burnuna dokunma, kocaman edeceksin. Aslında burnu büyük değilsin, kibirli değilsin. Uçakta olmana rağmen başını göklere ulaştıracak gibi gururlu değilsin. Ayrıca benim gibi pespaye(4) bir yolcuya ‘Hayır!’ demeyecek kadar da yüreklisin!”
“Öncelikle şunu bil ki, bu yüzük bir bağıt değil, şimdilik bilmesen de olur. Ama burnum büyük olursa, beğenmez, hoşlanmaz mısın benden?”
“Beğenmeyi, hoşlanmayı değil, seni içimden olduğu gibi dışımdan da sevmeyi, bunu gösterip ispat etmeyi istiyorum. Gönlümdeki, kalbimde kıpırtıların cismimden çıkıp taşacak kadar büyüdüklerine şahit ol istiyorum. İçimden geçenlerin tümünü söylemek, senin için şiirler yazıp dize dize dillendirmek istiyorum. Saçlarını ölesiye koklamak, dizlerine yatıp saçlarımı parmaklarınla taramanı arzuluyorum…”
Siz demeyi bırakmıştım, galiba bırakmıştık da, sen demeler egemendi ve cevap vermesine fırsat kalmadı, önce kabin memuru, sonrasında diğer hostes göründü arkasından, yalanım hazırdı;
“Ön koltuk, bacaklarım uzun olunca sıkıldım, gerildim, hanımefendiden sakinleştirici bir şeyler istedim. Görevi gereği olsa gerek; ‘Hayır’ demesinin yanında, bir doktor şeklinde, sakinleştirecek biçimde konuşması rahatlattı beni.”
Yalandan öleni hatırlamıyorum, kaptan pilotun sesi duyuldu;
“İnmek üzere alçalmaya başlıyoruz!”
Kemerlerinizi bağlayın ışıkları yanmıştı. Küskünce oturdum yerime, üstelik kendimi sorgulayarak; “Bu kadar acele etmeme gerek var mıydı?”
İnerken ışıldayan gözleriyle “İyi günler!” dileklerini aldım, kabul ettim.
Ve film koptu, gerçekten film kopmuştu. Dönüş için aynı uçağa bilet almama rağmen, Naz ile bırak görüşmeyi, konuşmayı görmeyi bile başaramamıştım. İsmi yadigâr(4) kalmıştı sadece, uçak personelinden sorgulayamazdım, umudum verdiğim telefon numarasıydı, inancım oydu ki ben o beyaz sakallı dedenin söylediği ile karşılaşmıştım ve bundan sonra görevli yolculuklara(!) ihtiyacım yoktu.
Ne demişti o dede; “O seni bulacak!” O halde tevekkül(4) gerekti, ömrüm onu düşünmekle, beklemekle nihayet bulacak(13) olsa da bekleyecektim, ancak merakla; “Neden kaybolduğunu” anlayamamış olarak…
Bu seyahatlerimin sona ermesine en çok annem, sonra da yalan söyleme tereddüdü ile diken üstünde oturan(3) müdürüm sevinecekti. Aradaki fark annemin beni bilmemesi, müdürümün ise çaresizliğimi bilmesiydi; “Sırrını söyleme dostuna, dostunun dostu vardır, o da söyler dostuna!” dizesini yalanlar gibi, yanlışlığımı gözlerim önüne serer gibi…
Günler geçti aradan yaşamadığım, yaşadığımı sanıp da kâbuslarla(4) boğuştuğum. Hüznümün, hicranımın bedenime eziyetini desteklercesine...
Bir gün öncem, bir gün sonuma bırakıyordu arta kalanları o gün yaşadığım eziyeti yeterli görmemiş gibi, elem ve merak katkıları döşenmiş olarak…
Bekleyişim öteleniyor, miras gibi üstümde çöreklendikçe çörekleniyordu. Doğan, doğacak güne hükmüm geçmez geçemezdi(14) zaten. Gökyüzüne bakamıyordum, hatta cam damacanalarına bile, maviliklere, maviye küstüğüm için. Nefret ediyordum beyazlıklardan, beni karanlıklara mahkûm ettiği için.
Dile kolay bilemediğim bir süre beni eksiltmişti. Annem söylemese bilemezdim, saçlarımdaki beyazlıkları ve şakaklarıma kar yağmış(15) olduğunu. Çöken avurtlarımı, harelinmiş gözlerimi fark ettim, sırlarının bir kısmı dökülmüş olsa da aynalarda.
Aklımda sadece ismi ve cismi kalmış sevdamda, oysa annem kaç kereler “Evlen!” demişti. Dilim söylemese de bedenim açık veriyordu istemesem de. Ki bunu anneler hissedermiş dolu dolu, fark edermiş, ama Homongolos(16) taklidi yapmakta öylesine ustalaşmıştım ki sanırım annem beni bilememek, anlayamamak modundaydı.
Kara, karanlık, siyah günlerim geçmek, bitip tükenmeyi bilmemekte direniyordu. Yıllar geçmiş gibiydi aradan, o kadar uzun süreyi yitirmiş, yaşamaktan ümidi kesmek yanında vazgeçmek üzere gibiydim, oysa ancak iki ay kadar geçirdiğimin farkında değildim.
Telefonum çaldı; heyecanlı sesi çınladı kulağımda;
“Allah’ını seversen bul beni, büyük şelâleli parktayım!”
“Naz? Hemen!”
En küçük zaman dilimi bile boş geçmesin amacında, dileğindeydim. Deli gibi çevirmiş olmalıydım taksiyi, hem işyerimde kimseye haber vermeden.
Yanına oturduğumda ağlayarak sarıldı, çevremize boş verircesine;
“Yaşamımda ilk kez beni değil, sevgimi isteyendin sen. En mutlu günümdü seninle iki sözün birine “Allah’ını seversen!” diye başladığın, uçaktan iner inmez tıkanıp tükeniveren. Babamı yitirdiğim haberi ulaştırıldı bana…
İlk uçakta hostes koltuğunda yöneldim evime. Senden başka beni teselli edecek biri geçmedi aklımın ucundan bile. Mübalağa değil, onlarca kez davet, evlenme teklifi aldım, ellerimi tutmak, heyecan yaşamak, telefon numaramı almak, ya da numarasını vermek isteyenler oldu...
Ama bir tek sen; ‘Allah’ını seversen!’ diye gözlerini iliştirdin bana ve cesurca, dürüstçe ‘Beni sevmek istediğini’ dillendirdin, kısa bir süre içine, sanki benim de sevilmeye ihtiyacımın olduğunu hissetmiş gibisine.”
Hem söylüyor, hem ağlamaya devam ediyor, ıslak ıslak gözyaşlarıyla nemlenme ötesinde ıslanmış kâğıt mendillerle tekrar tekrar kurulamaya çalışıyordu gözlerindeki yaşları.
Başlangıçta akıl edemedim, gözlerinden öptüm ilk kez onu, onun gibi çevreme aldırmaksızın, ceketimin ön cebindeki mendili verdim.
“Mendil ayrılık demekmiş sözüm ona, batıl itikat(1). Seni sevmek istediğimi değil, kâbus gibi tüketmek zorunda kaldığım günlerden sonra seni sevdiğimi söylemek istiyorum, hemen şimdi dolu dolu. Seni sevmek bir ibadetmiş benim için, yokluğunda hissettim. Sana ulaşamamın hüznüyle seni özledim. Sensiz geçen her anımı heba edilmiş olarak saydım. Seni seviyorum…
Bana vakit ayırdın, bağışladın. Ömür boyu yanında olmama, seni sevmeme izin ver, ‘Hayır!’ deme, sensiz yaşamaktansa ölmeyi tercih edeceğimi bil, ölmem gerektiğini hissettirme bana!”
“Sana muhtaç olmasam; ‘Gel beni bul!’ der miydim?”
“Babana Allah rahmet etsin. Yaşasaydı ondan isterdim seni, şimdi ise annenden isteyeceğim, ama önce ses ver bana; ‘Seni, senden, benim olman için istiyorum!”
“Ne dememi beklerdin?”
“Evet de, ömrüm aydınlansın, senin dünyanı da aydınlatmaya çalışayım!”
“Evet!..”
YAZANIN NOTLARI:
(1) Ahret Sualleri; “Rabbin kim?” diye başlayan ve “Rabbim Allah” cevabı verilmesi gerektiğine inanılan suallerdir. Ancak belki de argo olarak; “Gereksizce, bıktırıcı, usandırıcı, yanıltıcı sualler” olarak kullanılmıştır.
Ana Kuzusu; Sıkıntıya, güç işlere alışmamış, nazlı büyütülmüş çocuk veya genç. Annesi ya da onun yerine geçen başka bir yetişkine aşırı derecede bağımlı olan kişi. Pek küçük kucak çocuğu.
Batıl İtikat; Boş inanç. Korku, umarsızlık, çağrışım gibi nedenlerle beliren, geleceği bilmek isteğiyle rastlanılan benzerlikleri iyilik, ya da kötülüğün ön belirtileri olarak değerlendiren, bilimin ve dinin kabullenmediği doğa üstü güçleri tasarımlayan, kuşaktan kuşağa geçen yanlış inanışlar.
Çıtı Pıtı; Minyon, ince, küçük, cici, Ufak tefek ve sevimli.
(2) Bundan İyisi Şam’da Kayısı; Bundan iyisi Samdak (Güneydoğu Irak’ta Şattülarap civarında bir şehir) Ayısı”dır. Güzel bir de öyküsü vardır. Bizim Türkçemize ise öyküdeki gibi geçmiş olup; “Mevcut durumdan daha iyi bir durumun olamayacağı” anlamındadır.
(3) Aşermek (Gebe Kadınlar için); Özellikle kimi olmayacak şeyleri yemek, içmek için aşırı istek duymak.
Diken Üstünde Oturmak; Tedirginlik duymak, her an kalkmak, konuşmak, şifreleri, şüpheleri açıklama korkusu yaşamak, huzursuz olmak.
Gaipten Haber Almak; Görünmez, bilinmez, gizli âlemden, kâinattan haber almak.
Sükûtu Hayale Uğramak; Düş kırıklığı, hayal kırıklığı yaşamak, hayal kırıklığına uğramak.
Şansı Yaver Gitmemek; Talihli olmamak, bahtı açık olmamak.
Tamah Etmek; Çok beğenip edinmek istemek. Açgözlülük etmek, açgözlü davranmak.
Tekeden Süt Sağmak (Çıkarmak); Olmayacak şeyi olur duruma getirmek. Umulmayan şey ve işlerden fayda temin etmek, çıkar sağlamak, olmayacak işi başarmak.
(4) Handikap: İngilizce engel anlamındaki “handicup” kelimesinden gelmekte olup durumun elverişsiz olması, engel anlamında kullanılmaktadır.
Hanzo; Kaba-saba, görgüsüz kimse.
Haza; Eksiksiz, kusursuz, noksansız.
İbiş; Aptal, şapşal. Orta oyununda aptal uşak rolünü oynayan.
Kâbus; Karabasan. Sıkıntılı, korkunç olayları ve bu yüzden gerilim ve bunalımları kapsayan düş. Bir kimsenin içinde bulunduğu karmaşık, sıkıntılı ruh durumu.
Kariyer; Meslek. Üniversite öğretim üyeliği mesleği.
Kılkuyruk; Kılıksız, züğürt, değersiz kimse. Aslında bir göçmen kuştur.
Kikirik: Zayıf, ince, uzunca boylu, çıtkırıldım tarifinde bir kimse.
Kiosk; Bir PC, dokunmatik ekran ve yazıcıdan oluşan sistem, fare ve klavyesi yoktur. Tüketiciler için bilet alma, rezervasyon vb. işlemleri için kullanılır. Asıl anlamı “köşk” tür.
Kokona; Süse, püse düşkün, çok süslenen kadın. Müslümanlarca Hristiyan kadınlara verilen isim.
Maganda; Giyimi kuşamı yerinde olmakla beraber yontulmamış, görgüsüz, kaba saba kimse.
Miskin; Sümsük. Uyuşuk davranan, aptal, mıymıntı, sünepe, pısırık.
Pespaye; Düşük nitelikli, beş para etmez, aşağılık, alçak, soysuz.
Tevekkül; Her şeyi Tanrı’ya, yazgıya bırakma, yazgıya boyun eğme, her şeyi Tanrı’dan bekleme.
Yadigâr; Bir kimse ya da bir olayı anımsatan nesne, anımsanmak için bir kimseye verilen nesne.
(5) Ecel geldi cihane (cihana), baş ağrısı bahane; İnsanlar önünde sonunda öleceklerdir, ölümden kaçış yoktur, onun için insanlar hiç beklenmedik bir şeylerin neden olması ile ölebilir, çünkü insanların belirli bir yaşam süresi olup o süre dolduğunda mutlaka öleceklerdir anlamında bir deyim.
(6) Bilmem ki bu dünyaya ben niye geldim… “Neden saçların beyazlanmış arkadaş…” diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Cengiz TEKİN’e, Bestesi; Hüseyin Rıfat ŞENGEL’e ait olup eser Muhayyerkürdî Makamındadır.
(7) Gülmeyecek bu yüzü neden verdin bana ya rab… şeklinde başlayan “Tanrım beni baştan yarat” şeklinde ünlenen Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Muzaffer ÖZPINAR’a ait olup eser Hicaz Makamındadır.
(8) Bir Moktan Anlamamak; Hiçbir şeyi yolu-yordamıyla bilmemek, anlamamak, o konuda bilgisi olmamak. (Fıkradaki kız, çok şey bildiğini sanan ziraat mühendisine soruyor; “Hepsi ot yediği halde, niye ineğin dışkısı yığın halinde, eşek ve atınki takoz gibi, koyun ve keçininki leblebi gibidir?” Mühendis; “Valla bilemedim!” der. Kızın cevabı; “Daha bir b.ktan anlamıyorsunuz, bir de bildiğinizi düşünüyorsunuz!” diyerek lâfı yerine yerleştiriyor.)
(9) Ben dağ yolunda yonca; sen gül dalında gonca… Aslı; “Sen gül dalında gonca, ben dağ yolunda yonca” olarak belirtilen bu Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Orhan Seyfi ORHON’a, Bestesi; Kasım İNALTEKİN’e ait olup, eser Hicaz Makamındadır. Öyküde; söz kaktüs olarak şekillendirilmiştir.
(10) Hakkım yok seni sevmeye… diye başlayan “Arkadaşımın aşkısın” şarkısının orijinali “La Femme de Moni Ami” olup bestesi Enrico MASIAS’a, sözleri (Rahmetli) Fecri EBCİOĞLU’na aittir, sanırım ki o tarihlerde bu şarkıyı Türkçe olarak en iyi seslendiren sanatçı da Juanito idi.
(11) Karagözlüm efkârlanma gül gayri, ibibikler öter ötmez ordayım! Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım. Tüfekleri çatar çatmaz ordayım… Bekir Sıtkı ERDOĞAN’ın “Kışlada Bahar” isimli şiirinden bölümler olup eser, Gültekin ÇEKİ tarafından Rast Makamında ayrıca Türk Sanat Müziği eseri olarak bestelenmiştir.
(12) Endülüs’te Raks; Zil, şal ve gül… şeklinde başlayan Yahya Kemal Beyatlı şiirinin bir beyti şöyledir: “Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü, sürmeli… / Şeytan diyor ki sarmalı yüz kerre öpmeli…” Eser Münir Nurettin SELÇUK tarafından Kürdili Hicazkâr Makamında da bestelenmiştir.
(13) Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Fıtnat DUYAR’a, Bestesi; Yesari Asım ARSOY’a ait olup eser Hüzzam Makamındadır.
(14) Ne doğan güne hükmüm geçer, Ne halden anlayan bulunur… şeklinde Cahit Sıtkı TARANCI’nın “Gün Eksilmesin Penceremden” isimli şiirinin başlangıcıdır. Şiir Münir Nurettin SELÇUK tarafından Türk Sanat Müziği eseri olarak Mahur Makamında bestelenmiştir.
(15) Şakaklarıma kar mı yağdı ne var? Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz? Cahit Sıtkı TARANCI’nın OTUZ BEŞ YAŞ şiirinden.
(16) Homongolos; Gerçek anlamda “Kadın Düşmanı” ya da “Kadınlardan korkan, onlarla herhangi bir yaklaşımı oluşturamayan”, Lügate göre “Kadın Sevmeyen” diyebileceğimiz bir tip olup, Reşat Nuri GÜNTEKİN’in “Bir Kadın Düşmanı” adlı eserinde de adı geçer. (Ayrıca tıp dilinde; “cüce” anlamına geldiği gibi, çirkin bir kayabalığının adı olarak da kullanılmaktadır.)