Önce kafamda, ensemde bir sarsıntı, sonra uğuldayan beynimin uyuşması için burnuma tutulan bir koku…
Kendimden geçmişim…
Kendime geldiğimde, daha doğrusu ne olduğunu bilemediğim iğrenç(1) kokulu tahminen bir kova su gibi bir şeyle kendime getirildiğimde bir Halk Mahkemesi(2) huzurunda, linç edilmek(3), ya da idam kararı verilmek üzere olduğumu zannettim.
Hâkim, Savcı, Yedek Hâkim(!) üç üye, bir de bir kenarda yarım bir sandalyede bacak bacak üstüne atmış bir serseri, aynı zamanda şikâyetçi, şahit, müşteki(1), mazlum(1) biri vardı, gözlerimin bir yerlerden bir nebze(2) ısırdığı(3).
Ancak bu halimde, bu pis kokuda ve yanan mumların iri ötesi is dolu loşluğunda hatırlamam çok zordu.
Aynı müşteki(!) gibi yarı kırık tahta bir sandalyeye oturtulmuştum, ellerim arkadan, ayaklarım topuklarıyla birlikte sandalyeye bağlıydı. Gözlerim yalazların(1) loşluğuna alışma çabası içindeydi.
Üstüme serpilen, dökülen ya da savrulan kanalizasyon kokulu birikim, düşkünlüğümün ispatı gibi midemi bulandırıyordu.
O dökülen bir kovadaki su, herhalde kanalizasyondan alınmış olsa gerekti ve tüm bedenimde beraat ederek azat edilmiş, huzura kavuşmuştu sanırım!
Kova demem sözün gelişi, yan tarafta gözüme çarpan küflü ağzı kesik bir yağ tenekesiydi. Sonramda; “İçinde acaba bir damla da olsa kalmış mıdır ki?” diye muhtaç olacağımı, aynı zamanda kurtuluş müjdecim olacağını aklımın ucundan bile geçirmem mümkün değildi.
Yedek Hâkim dediğim aynı zamanda mübaşir de olsa gerekti!
“Şikâyetçi Ahmet! Babana rahmet! Çektirme bize eziyet! Buyur, gel anlat bi zahmet!”
Şiir gibiydi sözleri, herhalde yakışan da o olsa gerekti!
Ahmet, zahmete girmemek istercesine ayaklarını indirip ağır ağır doğruldu yerinden, yanıma geldi ve;
“Bu adam var ya, bu adam? Önce ‘Niye yan yan bakıyon!’ dedi. Sona esaslıca bi küfür etti. Sona da yere yatırıp dövdü, Eskiden turp idim, şimdi döndüm hıyara! ‘İş göremez raporum’ var, belkim de içkili, belkim de sarhoş gibiydi, galibam!”
Şöyle bir baktım yalanlara ve Ahmet denilen çapaçul(1) giyimli serseriye. Baştan aşağı yalanla sıvalıydı sözleri.
Tek doğrusu kendisini gerçekten dövdüğümdü, ama boyu-bosu yerinde, pehlivan yapılı bu hödüğü(1) dövmeyi nasıl başardığımı şu an tam anlamıyla hatırlayamıyordum.
Hatta nedenini de…
Bir de benden dayak yiyenle biri hariç savcı ve hâkim olan diğer ikisini tanımıyordum bile. Ancak yedek hâkim, mübaşir hatta ileriki dakikalarda yalancı şahit bile olacağı aklımdan geçmeyeni gözlerim bir yerlerden ısırıyordu.
Hatırladım, mahalleye haftada bir pazar günleri kamyonetiyle süt satmaya gelen sütçüydü.
Şu andaki halimin nedenini sorgulayamıyordum, tahminen sorgulayamayacağım gibiydi de, gözlerime ulaşan flu(1) görüntülere nazaran. Öncesinde beynimde yer etmiş görüntülere, hatta iddialı bir deyiş gibi görüyor olsam da edindiğim intibaa(1) göre o mazlum(!) kişi sevilen, sempatik bir kişiydi çevremde, doğal olarak eğer gördüğümü sandığım kişi o idiyse.
İçten pazarlıklı düşüncemi şimdilik erteliyorum, zamanı gelinceye kadar, eğer o zaman gelir, gelebilirse, şu anda ummamın mümkün olamayacağı.
Üçüncü, yani Yedek Hâkim ama bana göre yalancı şahit yer değiştirdi, yanıma dikildi, şikâyetçi mazlumu doğrular şekilde konuştu. Sanki neyi doğru söylemişti, benim inanmam da, inanmamam da ancak safdillik olarak özetlenebilirdi.
Ancak yanıma gelip de dikileni ben bir oyunbozan gibi % 100 isabetle tanımıştım, sanırım aynı zamanda savcı pozundaki kişiyi. Bu; karşımdakinin aklından geçmemiş olsa gerekti. Suçlamasını yapmış kırık-dökük masada aynı yerdeki sandalyemsi şeye poposunu nazikçe iliştirme gayretini yaşamıştı.
“Hâkim(!) bana döndü;
“Diyeceğin bir şey!”
Kusma vaktim gelmişti dobra dobra(2), çekinmeden;
“Siz senaryoyu hazırlamışsınız. Ancak beni hemen öldürün, ola ki, ezkaza(1) hani meselâ buradan kurtulursam, hepinizi teker teker bulup öldüreceğim, bilesiniz, and olsun! Nasıl olsa idam cezası kaldırıldı. Ömür boyu, müebbet, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yesem ne yazar ki?..
İlki; ülkemi sizin gibi dört mikroptan temizlemiş olmak, mükâfat gibi gelir bana, az-buz bir şey mi ki?..
İkincisi de ekmek, elden, su gölden ölünceye kadar çalışmadan yaşamak kime nasip olur ki?”
Hâkim kararlaştırdı, savcı destekledi;
“Ha! Ha! Tuzlayayım da kokma cahil çocuk! Böylece bırakacağız seni burda. Aç susuz, ‘Bir an önce öleyim!’ diye dua ederek gebermeyi bekleyeceksin! ‘Allah’ım canımı al!’ diye yalvaracaksın! Bilmem yakarışların ulaşacak mı Mevlâ’ya? Hadi sana başarılar…”
Etrafına bakındı.
“Diyeceğin bir şey!”
“Hadi çocuklar, her bir yeri kapatın, kapıyı da iyice kilitleyin. Rahatça gebermesi için bağlarını kontrol edin! Bir iki gün sonra gelip geberip gebermediğine bakarız. Geberdiyse ellerini ayaklarını çözer, öylece bırakırız. İntihar etmiş olamaz mı? Olur da bizim o anda ‘İyi adamdı rahmetli!’ dememiz şart mı, işte o konuda karar veremiyorum, bir türlü! Zaten bu bizim değil, polisin görevi…”
Gırgırlarını da geçtikten sonra toparlandılar, iltifat etmem gerekliydi. Son bir gayretle yerimden kıpırdayamaksızın, hiç de umutlu olmama rağmen arkalarından bağırdım;
“Öldürmediğiniz için pişman olacaksınız!”
Birbirine karışan “Hah! Hah! Ha!” kahkahalarından sonra büyük bir gürültüyle kapandı demir kapı ve sonra sessizlik egemen oldu çevreme.
Fareler, kara böcekler, sarıca arıları, karasinekler, gündüzü gece olarak şaşırmış sivrisinekler, nasıl girdiklerini bilemeyip de çıkma çabasında olan güvercin, serçe ve sığırcıklar…
Bana sonumu kabullenmeyip direnip çaba göstermemi, çareler üretmemin gereklerini anlatma çabasındaydılar. Güçlendim. Yaşamaya ve ahdimi(1) gerçekleştirmeye mecburdum. Nihayeti dört mikrop eksilecekti yeryüzünden, eğer ben beni bulur, bulabilirsem, ama nasıl?
Ayağa kalkmak için gayretli oldum. Gidenler mumları söndürmüşlerdi. Işıktan ziyade, ısı-ateş önemliydi, kendim için asabiyetimde.
Tenekeye takıldı ayağım. Kısmet ayağıma gelmişti. Yatmağa çalışırken, yatarken başımı çarptım sert zemine, umursamadım, kurtuluşuma kuşlarım ve böceklerimle karar verdiğim için.
Çok uğraşacak olsam da, tetanos(1) olma ihtimalim olsa da kendimi yaşama, düşündüklerimi cehenneme (Yahut da Eşek Cennetine(2)) yönlendirecek tasavvurumu gerçekleştirmeye çalışacaktım.
Ne demişlerdi; “Azimli sıçan (yani fare) duvarı delerdi.(4)” Yeter ki üzerimdeki kanalizasyonu atayım, elimi ayağımı çözeyim azimli bir fare gibi davranacaktım, duvarı delmek için.
Uğraştım, yoruldum, gün, ya da saat kavramı olmadığından belki de günler boyu saatler süren. Açlık ve susuzluğuma yorgunluk da eklenince sızdım kaldım yattığım yerde.
Yanımdan yarı meraklı, belki de veba(1) ile ilintimi sağlama çabasında geçen fareler, üstümde gayret verme çabasındaki kanat sesleri benim kendime gelmemi sağladı. Fareler dişleri, kuşlar gagalarıyla bana yardımcı olmayı deneseydiler, olmaz mıydı? Hani meselâ?
Şaklabanlığımın gereği yoktu! Yapacaksam azimli fare gibi devam etmeliydim çabama, hem bu; bunları bana haksızca yapanları öldürmek, yok etmek için de gerekliydi, ayrıca.
Azimli fare olmaktan başka çarem olmadığının bilinci içindeydim, henüz beynimdeki bir kısım yetileri yitirmediğimi önemserken. Kanalizasyondan üstüme atılan suyun etkisi tüm vücudumda kaşıntılara, kasıntılara, yerlerde sürtünmem nedeniyle yaralanmalarıma sebep oluyordu.
Sırtımın kaşıntısı ile baş edemiyordum. Sandalyenin yarım-kırık arkalığı usturupluca(1) kaşınmamı engelliyordu.
Dindar mıydım? Değildim! Ama en az beni bu hale koyan ve ölüme itekleyenler kadar Allah’ı biliyordum ve Allah’a şimdi oldukça ihtiyacım vardı;
“Yardım et Allah’ım!”
Hep iyilere, doğrulara, İslâm’ın beş, İmanın altı şartına uyanlara yardımcı olacak değildi ya Tanrı! Bazen kontenjandan, kötü olmasa da huzurunda iyi görünmeyen ancak kendini iyi sananlara da dualarında ulaşamaz mıydı Tanrı? Ulaşırdı tabii, hem muhakkak!
Sanırım hapsedilişimin ikinci gününün ortalarında iplerden azat olmuş el yordamı ile de olsa çevremi kontrol etmeğe başlamıştım. Günün nerelerinde olduğumdan saatlerden haberim yoktu.
Ancak sızan ışık huzmelerinden gündüzü çevremde göremeyip de tahmin ederek, dokunarak, elleyerek, kurcalayarak ve ayak desteğiyle görebildiklerimi bilip tanıyabilme amacıyla yokluyordum.
Başlangıçta; “İhtiyacım olabileceğini düşünmemiştim!” dediğim olay iplerimi çözmemde beni destekleyen(!) tenekede susuzluğumu iğrenerek de olsa giderecek bir damla bile su bulamayışımın umutsuzluğu idi.
Musluk gibi bir şeyden “Tıs!” sesi dışında bir şey gelmemiş, helâ gibi yerlerde ise rezervuarların tümü boştu. Bulunduğum yer eski bir depo olsa gerekti, ya da hangar…
Direnmeme, köşe-bucak araştırmama rağmen dermanım tükenmek üzere, özellikle yaz sıcağının çinko sac tavandan etkisi nedeniyle susuzluğum had safhada idi.
“Şöyle bir yaz yağmuru yağsa, sac tavan aralarından sular süzülse…” diye hayal ettim, olmayacak duaya “Âmin!” dercesine.
Kanaatime göre hapsedilmemin üçüncü gününün ortalarında olsam gerekti. Yağmur sesi yerine, bir motor sesi ilişti kulağıma. Elime bulabildiğim ağırca demir gibi bir şeyi aldım, el yordamıyla.
Işığın sızdığı kapı olduğuna inandığım yere çömelerek heyecanla kapıya uygulanacak anahtar sesini dinlemeye koyuldum.
Garabet(1) ya da aptallık, anahtar sesini duyma çabasındayken hırıltıyla çıkan nefesimin dışarıdaki tarafından duyulacağını akıl edememiştim.
Kapıyı açmaya çalışanın, hırıltılı sesimi duyup da eline komando bıçağını(34) alanın Ahmet olduğunu bilmem de mümkün değildi.
“Keser döner, sap döner…” sözümü tamamlayamadım, Ahmet’in tedbir amaçlı olarak kapıdan girişini gördüğümde.
Yavaştı. Gözlerini karanlığa alıştırma çabasında gibiydi.
Elimdeki ağır şeyi olanca gücümle, daha doğrusu kalan, yitirmemeye çalıştığım gücümle Ahmet’e vurdum. Elindeki bıçakla bir-iki defa sallanan Ahmet yere yuvarlanırken elindeki bıçağı da kalbine saplamakta başarılı olmuştu! Hatta öyle ki sırtından ucu bile gözüküyordu testere şeklindeki bıçağın.
Ahmet yoktu artık! Katili kendisiydi, eh biraz da yardımcı olduğumu yadsıyamam, ama katil değildim, hem asla. Oracıkta bıraktım onu, olduğu gibi. Ceplerini karıştırdım, arabanın anahtarını ve biraz para buldum ceplerinde, cüzdanı ya da kimliğini belli edecek bir şeyi ya yoktu, ya da benim gözüme ilişmemişti.
Arabada ufak bir şişede ısınmış da olsa, dörtte bir oranında su vardı, bir dikişte bitirdim, beynime kan yürümeye başlamıştı.
İlk rastlayacağım bakkal, çakkal, market, benzinlik ne olursa olsun, üzerimde bonus(1) olarak kalan kokuların insanların tahammül sınırlarını zorlamaksızın, Ahmet’in, artık rahmetli Ahmet demem gerek galiba cebinde tesadüfen(!) elime geçen paralarıyla başlangıçta su ve nefsimi köreltecek(3) bir şeyler alacaktım.
Düşünceme göre, biraz geriye giderek söylemem gerekirse ölenlerin nasıl olsa paraya ihtiyaçları olmazdı. Bu arada hemen eklemem gerek ki, Ahmet’in bıçağını emanet olarak üstünde bırakmış olmama rağmen, ona yararı olmayacağından emin olduğum iki tabancasına zahmet olmasın diye(!) el koymuştum.
Akıllı adam olsa gerekti kısmen de olsa, hayret ettiğim şey tabancanın birinin toplu(5), birinin şarjörlü(5) olmasıydı, hikmetinden sual olunmaz.
Askerden kalma alışkanlık…
Şeytan dürttü sanki kontrol ettim, ikisinin de mermileri silme doluydu. Torpido gözünde de kutular vardı, üstünde mermi resimleri olan, ancak içlerini kontrol etmeme gerek yoktu.
İçimden geçen; iki tabancanın da kayıt dışı olduğu, hatta mimli olduğu(3) idi. Ufak, ya da büyük, çalma, gasp(1), hatta cinayet gibi işlerde kullanılmış olabilir miydi? Olurdu tabii. Şüphe değil, neredeyse biliyordum gibime geliyordu.
Zaman düşünerek geçireceğim zaman değildi. Susuzluğum aklımı başımdan almak üzereydi, oysa aklımı başıma devşirmem(3) gerekliydi, daha yapacağım işlerim(!) vardı, kendime söz verdiğim; mutlaka bitirmem gereken.
Biri gitmişti, kendi kendine. Şimdi ahrette canı sıkılıyordur. En az biri daha yanına gitmeliydi ki, bezik, tavla oynasınlar, sonra biri daha gitmeliydi ki prafa oynasınlar, eh en sonuncusu da giderse tercih kendilerinin olurdu; briç, konken, maça kızı, okey-mokey sorguya çekilecekleri zamanlara kadar vakitleri olacaktı!
Bir bakkalın önünden geçiyorken bağırdım;
“Bakar mısın biraderim?”
“Biraderim” bakkal bey kapıdan çıkar çıkmaz yüzünü buruşturmuştu.
“Su ve bisküvi gibi bir şeyler lütfen!”
Şöyle bir üstüme-başıma, şeklime-şemailime, saçıma-sakalıma baktı. Yalandan kim ölmüştü ki;
“Bir çalışma için kanalizasyona inmiştim, kapak üstüme düştü, ancak üç günde duyurabildim sesimi, susuz ve açım, eve gidip yıkanacağım, ama şimdi midemi bastırmam gerek!”
Bakkal uzattığım parayı belki de çekindiği, iğrendiği için almadığı gibi bir litre olan su şişesini, birkaç bisküvi, kraker koyduğu poşeti de elime dokunmamaya dikkat ederek, muhtemelen de tiksinerek bana uzattı.
Su şişesinin kapağını açmamla o koca şişeyi bir anda bitirip dibine darı ekmem(3) duygulandırmış olsa gerekti bakkalı. Eliyle “Bir” işareti yaptı ve içeri yöneldi.
Dışarı çıktığında, bir başka poşet; içine bir şeyler yerleştirdiği bir somun ekmek, bir rulo havlu kâğıt ve yine bir şişe su ve süt vardı ve gene parasını almak istemedi.
Unutmamalıydım; her ne kadar veren el, alan elden hayırlı idiyse de, sağ elin verdiğinden sol elin haberi olmasın(6) istenmişse de gün gelince teşekkür etmeliydim, tıpkı…
Tıpkı deryada bir balık gibi olmaksızın; “İyilik yap, denize at, balık bilmese de, Hâlik bilir(6)!” denmiş ya!
Uzaklarda bir duvar dibine çöktüm, kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde, aklımın başıma gelmesi için. Ekmeğe sütü katık ederek sünnetleyecektim. Nasıl olsa vaktim müsaitti. O kör ve izbe(1) yerde, arkadaşları merak edip, ölüyü bulacaklardı da;
“Yahu bu nasıl ölmüş, öldü mü, öldürüldü mü? Hem arabası vardı, n’oldu acaba?” diye mi soracaklardı ki?
O halde arabadan ve kirlerimden bir an önce kurtulmalı, eski sade(!) halime dönmeliydim, hem de hiçbir iz bırakmadan…
Tabancalardan? Hele bir dursunlar şimdilik, üzerlerinde sensor mü vardı ki, benim yakalanmama neden olacak? Hem niçin? Ölenin göğsünde bıçak üzerinde, o ağır demir gibi şeyde parmak izim? Kendimi korumuştum sadece…
Nefsi müdafaa(2), desem, yanlış, yalan değil! Eğer ki bulunursam, daha önceden hiçbir vukuatım yoktu ki, GBT(1) derdim olaydı?
Ancak…
Diğer üç yalancıyı, tarifime göre “Eşek Cennetine” bulup postalamadan yakalanırsam, bu; hiç de hoş olmazdı diye düşünüyorum, bana göre…
Neden yalancı, ya da yalancı şahittiler? Çünkü o kadar uzun ki, anlatmaya değmez, ama kısaca demeliyim ki, hani “İman gücüyle(2) pehlivan-kikirik(1)” dövüşünde, sandalyede oturana sopa atmıştım ya! O olay vacip sınırını aşıp farz olarak gerçekleştirilmesi gereken bir durum olduğu için gerçekleştirilmişti (tarafımdan)!
Farz durumu; tek başına benimle baş edemeyip de güruh(1) toplayıp bana iftira eden dörtlü içinde dünyaya ilk veda edene aitti.
Sapa, izbe, yürüyerek ve kimseye görünmeden evime ulaşacağım bir yer arıyordum, altımdaki arabadan kurtulmak için…
O da ne Trafik ışığında duruşum, yanımda dönüş sinyali veren bir araba ve içinde üç çakaldan ikisi…
Gökte ararken yerde bulabileceğim. Demek ki Tanrı defterlerinin dürülmesi için vakit yitirmemelerini öğütlemiş, ya da yaşadıkları süreyi yeterli görmüş olsa gerekti!
Şarjörlü tabancadan şarjörü çıkartıp, namlu ağzında mermi olmadığına kanaat getirdikten sonra, altımdaki arabayı ne olacağını umursamaksızın, çalışır durumda ve olduğu gibi bırakıp yanımda duran arabanın arka kapısını açarak silâhı şoför koltuğuna yönelttim;
“Gideceğiniz yere beni de götürün, demek isterdim, ama üç gün kadar önce kahkahalarınızı attığınız yerde, yeniden kahkahalarınızla hatıralarınızı canlandırmaya ne dersiniz?”
Suskunlaştılar. Araç vitesteyken o şaşkınlıkla ya debriyajdan ayağını kaldırıp gaz pedalı yerine frene bastı, ya da ayağını debriyajdan hızla çekti ki araç aniden istop etti.
“Yolcu yolunda gerek, çalıştır, topukla ve gideceğimiz yere ulaşalım bir an evvel. Üstümdeki kokuya da aldırmayın, nasıl olsa evvelimden tahammüllüsünüz!”
Ulaştık…
Kapının yanındaki cesedi görünce irkildiler. Ayrı ayrı olduklarında ödlek(1) olacakları, ödlerinin(3) bilmem neye karışacağını o an itibariyle bilmem mümkün değildi.
“Sen mi?” dedi şoför olan.
“Yoo! Kendisi düşerken. Şu anda bile dermansızken o bıçağı göğsünden saplayıp da sırtından nasıl çıkartabilirdim ki? Aman, sakın ha, sizler bıçak sahibi olup da üstüne düşmeyin sakın. Bu nedenle üstünüzde bir yerlerde bıçak-makine falan bir şeyler varsa göreceğim şekilde usulca saplarından tutarak yere atın…
Zahmet olacak, ama lütfen!” derken şarjörünü çıkarttığım boş tabancayı da kendilerine doğrultmayı ihmal etmedim.
Maşallahları vardı her ikisinin de, depo gibiydiler, bedenlerinin alabileceği kadar.
“Size; ‘Beni öldürün, yoksa ben sizleri öldürürüm!’ demiştim, gülmüştünüz. Şimdi söyleyin bakalım hanginiz Ahmet ağabeyiniz gibi acele, hemen ve kesin olarak ve kesin yoldan eşek cennetine, pardon, affedersiniz ahrete gitmek ister. İdam mahkûmlarına bile son dilekleri sorulurmuş, ben de onun için soruyorum…”
İkisi de birbirine baktı, bana göre korkuyla ve sessizce. Devam ettim;
“Veyahut da size bir şans vereyim, hanginize rastlarsa artık. Rus Ruleti(7) oynayın aranızda, sırayla. Kurtulan serbest kalacak, isterseniz söz vereyim!”
Mırın-kırın ettiler(3), galiba ya da herhalde ikisi de “Ölmek için” genç olduklarını düşünüyor olsalar gerekti.
Elimdeki boş tabancayı uzatmadan evvel yazı-tura atışı yaptım. Şoför olmayan kazandı, “Şu!” diyemiyorum, çünkü isimlerini bilmiyordum, tabancayı uzattım kendisine;
“İşte bunu yapmayacaktın salak!” dedikten sonra tetiğe bastı bir kaç kez, malûm “Çıt” sesinden başka bir ses çıkmadı.
“Galiba sizler, benim tedbir almaksızın elinize dolu silâhı vereceğimi sandınız, öyle mi? Gerçekten öylesine kof ve aptal, yani salak mı gözüküyorum sizlere, karanlığa alışamamış gözlerinizden uzakta?”
Sessizlik oldu, yere atılan boş tabancanın kuru gürültüsünde. Şehir eşkıyalarının yere bıraktıkları tabancalardan birini alıp dolu olup olmadığını kontrol edip onlara doğrulttum, parmağım tetikte olarak. Belimden çıkardığım tabancayı uzatırken tembih etmeyi de unutmadım;
“Tabancayı kendiniz yerine, bana doğrulttuğunuz anda, her ikinizin de şansı kaybolacak, ikinizi de aynı anda mıhlarım, askerliğimi komando olarak yaptığımı da giderayak öğrenmiş olursunuz bu şekilde…”
Sessizlik sessizce devam ediyordu. Toplu tabancayı namlusundan tutarak şoför olmayana uzattım, yalanla donatarak, çünkü toplu tabancanın her ihtimale karşı ilk gözü boştu;
“İçinde tek mermi var, ne çıkarsa bahtınıza. Boş-dolu, ikiniz de arka arkaya sırayla deneyeceksiniz. Bana yönelik en ufak hareketinizde ikinizi de aynı anda zımbalarım. İkincinin de şansı sıfırlanır.”
Şoför olmayan tabancayı şakağına dayadı, “Çıt!” sesi ulaştı kulağına, mutlulukla uzattı tabancayı şoför olana.
Şoför olan, tereddütle aldı tabancayı, şakağına dayadı. “Pat!” ya da “Dan!” sesi, ilk deneyenin mutluluğu olmuştu. Diğerlerinin de boş olduğu, yaşama tutunduğu inancıyla yere düşmekte olan şoförün elinden tabancayı aldığı gibi oynarcasına şakağına dayadı;
“Dan!”
Gözleri hayretten büyüyerek açılmış gibiydi, Rus ruletinde, tek mermi değil, benim buluşum olarak tek boş hazne olacağını hesap edememiş olsa gerekti!
Kendileri etmiş, kendileri bulmuştu, hâlâ masumdum, yemin etsem başım ağrımazdı, kendileri kendilerinin katilleriydi, muhtemelen intihar etmiş olduklarını bile düşünebilirdim, kendi adıma tabii!
Artık bulunduklarında hafiyeler kendilerine göre ne gibi kurgular oluşturabilirlerse oluşturabilirlerdi, hiçbir buluşun bence sakıncası yoktu!.
Ancak, öncemde de dediğim gibi karenin tamamlanması gerekti, gidilen yerde üç kişiyle maça kızı, briç, hokey falan oynanamazdı, bu nedenle gittikleri yerde dört olmalarında zaruret olsa gerekti. Ama nasıl?
Doğrusu sütçünün eceliyle ölmesini beklemek hiç de akıl kârı değildi. Ama hem katil olmayı istemiyordum, hem de zaten katil olacağım, hiçbir makine ya da aletim yoktu. Hepsini ufak bir parmak izi temizleme hamlesiyle benim için kendilerini feda edenlerin(!) yanlarında bırakmıştım. Arabayı da onların yanında bırakmış, yayan-yapıldak(2), leş gibi kokumla evime yöneldiğimde.
Öteki, yol ortasında çalışır vaziyette bıraktığım arabanın akıbetini, direksiyonda ki, torpido gözündeki, hatta iki aracın kapı kollarındaki ve su şişesindeki parmak izlerimi, belki çok sonraları şahadeti(1) gerekecek bakkal kardeşin zihnindeki görüntümü hiç aklıma getirmiyordum, hani meselâ minareyi çalan kılıfını hazırlarmış gibisine.
Minareyi çalmamıştım ki, oysa kendisini çalmam için ne kadar da ısrarlıydı!
Yıkandım, çıkardıklarımın hepsini banyoya ait sobada yakarak…
Doğal bir yaşam biçimindeydim, vicdan azabı(2) da hissetmeksizin, “Eden bulur!” tavrında ve sütçüyü düşünerek. Karanlık bir gecede karşısına geçip “Bö!” deyip korkutsam altına kaçırma takviyesi ile dördüncü olarak arkadaşlarına kendini eklemesi mümkün olabilir miydi acaba?
Ya arkadaşlarına katılmaz, kendini eklemezse…
Al başına belâyı, üstelik iftira ve yalana alışkındı, nasıl olsa bülbül gibi öterdi polislere kendi katkısı dışında ne ya da neler uydurabilirse.
Hele ki meselâ öncesinde polis amcaları kendilerine göre öldürdüklerimi, bana göre benim için kendilerini feda edenleri bulmuşlar ve dedektifler işlerine koyulmuşlarsa.
Yalan makinesi(8) mi vardı o zamanlar, ya da var olsa da gerek mi görürdü polis amcaları, belgeli ve kesin ikrar(1) gibi sözlerine karşın? İlk GBT almamın ve hak ediyor olmamın diploma gibi heyecanını yaşardım herhalde.
Aslında “Bö!” demem de imkânsızdı, kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini sütü nereden getirdiğini falanı-filânı bile bilmiyordum ki! Sadece arabanın korna sesi ve pazarları öğle-ikindi arası gidip gelişi vardı aklımda.
Atalarımız; “Olmaz, olmaz!” demişler, ama bal gibi de olurmuş.
“Yıkanıyorsun, yakman gerekenleri yakıyorsun, işin-gücün var, intikama doymamış gibi aklın hâlâ havalarda…”
Doğrusu bu sözü kendi kendime söylerken yerden-göğe kadar haklı görüyordum kendimi;
“Be nokta-nokta adam (Uygun sıfatı bulamadım)! Kişi kendisi kendisine ne küfretmeli, ne de hakaret etmeliydi, değil mi? Ufacık bir ima, istihza, sitem ya da çuvaldız yerine iğne ile idare etmeyi bilmeliydim. En büyük hatalar tarih olarak takvimlerde, zaman olarak saatlerde ve televizyondaydı.
Aslında televizyona gücenmemem gerekirdi, çünkü “Bugün Pazar günüdür, abim gezer günüdür!” şeklinde bir türkü çığırıyordu, tombulca teyzenin biri televizyonda.
Pazar olmasına pazardı da, ama hangi pazardaydık? Pazar olan tatil yaptığımız pazar mı, sebze-meyve satılan pazar mı? Beynim uyuşuktu, farkında değildim. Bilmek kolaydı ama.
Pencereden kafamı uzatıp dinlerdim; “Domates, biber, patlıcan…” gibi sesler meyve pazarını, değilse sütçünün kornası sütçünün pazarı demek olurdu. “Domates…” sesi yoktu.
“Allah!” diye ünlemesem de şöyle kenardan-köşeden, ya da hatta yarım litre süt almak için kendimi göstersem fena mı olurdu? Diğer üçünün yokluklarını bilmese de hissetmiş olsa gerek diye düşündüm.
Bu; sıranın kendinde olduğunu sene bitmeden(!) kendinin de hesabının görüleceği şeklinde bir işaret olabilirdi bana göre.
Tuttum bu fikrimi…
Sadistlik kol geziyordu beynimde, kuyrukları birbirine değmeyen tilkiler gibi. Elimdeki süt kabını ve poşeti sıkıca kavradım, aslında süt almak için niyetim kalmamıştı, belki de böyle birine para vermemek, muhtemelen de acımak geçmiş olabilirdi aklımdan, bilgisizlik konusunda uzman gibiydim, şu anda.
Sütçü yorgun, dalgın ve benden haberdar olmasa gerekti.
Kendisine doğru geldiğimi görünce uzaklardan da olsa sarardığına şahit oldum, yaklaşırken.
Şeytan görmüş gibi gözleri börtledi(3) birden, dudakları titremeye, burun delikleri açılıp kapanmaya başladı. Muhtemeldir ki, bilmese de benim ahretten değil, cehennemden kesin dönüş yapmış(!) bir hayalet olduğum inancında olsa gerekti!
Öne arkaya kaykıldı bir süre ve boylu boyunca içi kof bir meşe ağacı gibi boylu boyunca uzandı asfalta, ne bir kelime çıktı ağzından, ne de “Hık!” gibi bir ses.
Üstelik de o sersemlikle kafasını da yıkılış gücü yahut da serbest düşme ivmesiyle(9) çarpmıştı asfalta!
Süt sırasındaki caminin hocası bilgiççe baktı, eğilip kulağını göğsüne dayadı, ikna olmamış olsa gerek ki, bilgiçliğine ek olarak uzman bir doktor gibi göz kapağını kaldırıp gözüne baktı ve;
“Ölmüş!” dedi.
Süt sırasındaki kadınlardan ikisi;
“Ana! Ölü ölmüş!” diyerek asfaltın öbür ucuna ulaşma çabası göstermişlerdi. “Ana” kelimesinin ikinci “a” harfinin cüssesi birinciden daha büyük ve uzundu. Ben dâhil oradakiler meraklıydık.
Gerçi ben pek niyetli değildim, ama gençlerden biri cep telefonunu açıp polisi aradı.
O arada bir kısım söz ve seslenişler, hepsi birden konuşuyor olmalarına rağmen kulağıma ulaşma çabasındaydı;
“İyi adamdı yahu!”
“Ne oldu ki böyle birdenbire?”
“Kimseye zararı yoktu rahmetlinin…”
“Kimsenin tavuğuna ‘Kışt!’ dediğini duymadık!”
“Başı önündeydi!”
“Çoluk-çocuğu müzmehel(1) olcek şincik!”
“Hilesi, hurdası yoktu garibin!”
Kulaklarımı kapadım, yoksa “Bir de bana sorun!” diye bağıracaktım neredeyse…
Gelen polis mahalleliyi tanıyan biri olsa gerekti, benim tanımadığım;
“Hayda! (İkinci ‘a’ harfi uzun) Amma da ilginç yav (‘a’ harfi gene uzun)! Aynı mahalleden, aynı sokaktan hatta kapı bir komşu olanlardan birinin bir cadde ortasında, diğerinin bir hangar önünde bırakılmış arabaları, arabanın birinin sahibinin bıçakla öldürülmüş olması, yanındaki ikisinin silâhla öldürülmüş, ya da intihar etmiş olmaları, üstüne de diğer yan komşu olarak bu cansız beden…
Hayret bi şi yav (‘a’ harfi gene bu kez uzundan da uzun)!” dedi.
Ben sebeplerin eseri olsam da masumdum ve galiba adalet yerini bulmuştu!..
YAZANIN NOTLARI:
(*) Kendilerine göre şekil ve kuralları olan oyun (kumar) çeşitlerinden aklıma gelenleri kaydettim, izahlarını yapmak gerekli değildi bana göre.
Ve yine bana göre dünyada zekâyı yönlendiren en güzel oyun satrançtır.
(1) Ahd (Ahid, Ahit); Bir işi ne olursa olsun yapmak için kendi kendine söz vermek. Bir şeyin tanıklığını isteyerek doğrulamak, yemin etmek.
Bonus; İkramiye, fazladan ödenen bir meblağ, prim, kâr payı, teşvik primi, sürpriz.
Çapaçul; Kılığın veya eşyasının düzgün ve temiz olmasına özenmeyip düzensizlik içinde yaşayan, bir bakıma pasaklı kişi.
Ezkaza; Kaza eseri, istemeden olan bir şey.
Flu; Tam olarak belli olmayan, fotoğrafta net olmayan görüntü, bulanık.
Garabet; Yadırganacak yönü olma, gariplik, tuhaflık.
Gasp; Zorla, izinsizce, yapmak, etmek, zorlamak, almak, çalmak şeklinde yapılan eylem.
GBT; Genel Bilgi Tarama.
Güruh; Değersiz, aşağı görülen, küçümsenen topluluk.
Hödük; Esas anlamı görgüsüz, kaba, anlayışı kıt olmakla beraber korkak, ürkek anlamlarında da kullanılmaktadır.
İğrenç; Tiksinti. Bir şeyi, bir kimseyi, bir düşünceyi, bir davranışı vb. kötü, ya da aşağı bularak ondan uzak durmak duygusu. İğrenme, iğrenilme.
İkrar; Bildirmek. Saklamayarak söylemek, açıkça söylemek, gizlemeyip açıklamak.
İntibaa; İzlenim. Bir durum veya olayın duyular yoluyla insan üzerinde bıraktığı etki, imaj. Uyaranların, duyu organları ve ilişkili sinirler üzerindeki etkileri.
İzbe; Basık, boş, nemli, kuytu (yer).
Kikirik: Zayıf, ince, uzunca boylu, çıtkırıldım tarifinde bir kimse.
Mazlum; Zulüm görmüş, haksızlığa uğramış, kendisine zulmedilmiş. Sessiz ve boynu bükük. Sakin ve yumuşak, halim-selim.
Müşteki; Şikâyet eden. Durumundan ya da bir şeyden yakınan, yakınıcı.
Müzmahal; Şeklinde söylenmekle birlikte yöresel olarak “müzmehel” şeklinde kullanılmaktadır. Anlamı; “İşe yaramaz duruma gelmek, yitirilmiş, yok olmuş” şeklindedir.
Ödlek; Korkak, tabansız, yüreksiz.
Şahadet; Tanıklık, şahitlik (Şehadet; şehitlik ile karıştırılmamalı).
Tetanos; Yaralara bulaşan bir bakteri ve bu bakterinin hazırladığı zehrin yaradan vücuda girmesiyle ortaya çıkan genellikle öldürücü olan hastalık.
Usturupluca; “Derli-toplu, akla mantığa uygun, ortama yakışır bir biçimde, ustalıklı ve uygunca, kırmayacak ve üzüntülere neden olmayacak bir biçimde.”
Veba; Hasta farelerden insanlara geçen bir mikrobun yol açtığı bulaşıcı ve öldürücü hastalık. Kimi hayvanlarda görülen hastalıklara da bu ad verilir.
Yalaz; Alev, alaz. Yanan ve ışık veren gazların, değişik biçim ve büyüklükteki dilleri.
(2) Bir Nebze; Çok az şey, az, pek az. “Bir parça.”
Dobra Dobra (Konuşmak, Söylemek); Çekinmeden, sakınmadan, korkmadan, açık açık, açıkça, korkusuzca.
Eşşek (Eşek) Cenneti; Kaba anlamda şeddeli olarak sadece eşşeklerin gideceği ahiret, öteki dünya. Eşşeklik edenler istisna değildir.
Halk Mahkemesi; Şiddete başvuran bir kısım grupların kendilerince suçlu gördükleri kişileri cezalandırmak için oluşturdukları kurul, grup, bir araya geliş (Linç alanına yaklaşık bir girişim).
İman Gücü; Herhangi bir şeye olan inancın yoğunluğu ve bu inancın inanan kişiye manevi, ruhsal olarak etkisi.
Nefsi Müdafaa; Nefis müdafaası. Kendini, öz benliğini koruma.
Vicdan Azabı; Başkasına zarar verdiğine inanan bir kişinin duyduğu pişmanlık duygusunun bir ifadesi. Suçluluk duygusuyla ilintili olup kişinin kendi kendine yönelttiği bir kızgınlık halidir.
Yayan Yapıldak; Yayan ve yalınayak, yalınayak yürüyerek.
(3) Aklını Başına Devşirmek (Toplamak, Almak); Aklını derlemek, toplamak, düzgün duruma getirmek. Akıllı işler yapmaya çalışmak. Akılsızca yaptığı işlerden vazgeçmek, normal hareket etmeye başlamak.
Dibine Darı Ekmek; Bir şeyi sonuna kadar tüketmek, bitirmek.
Gözleri Börtlemek (Pörtlemek); Börtlemek, az haşlamak anlamında olan kelime, yöresel olarak gözleri börtlemek; gözlerin olağandan fazla ve hayretle açılması anlamındadır (Guatr Hastaları gibi).
Gözü Isırmak; Bir kişiyi tanır gibi olmak.
Linç Edilmek; Hiçbir adil yargılama olmadan insanların ölümle cezalandırması.
Mırın Kırın Etmek; Bir isteği yerine getirmemek için çeşitli sebepler ileri sürmek, nazlanmak.
Mimli Olmak; Genel olarak davranışlarından kaygı ve kuşku duyulmak, kötü olarak bilinmek, mimlenmiş.
Nefsi Köreltmek; Nefsin isteklerinden herhangi birini üstünkörü gidermek. Bir şeyin zayıflamasına, şiddetinin yoğunluğunun azalmasına sebep olmak.
Ödü Patlamak (Kopmak, Karışmak); Ani bir olay nedeniyle çok korkmak.
(4) Azimli sıçan duvarı deler; Bu sözde çok zaman eylem ile hayvan karıştırılmaktadır. Sıçan; fare anlamındadır ki öyküde de hissettirilmiştir.
(5) Toplu Tabanca (Altı Patlar); Mermileri şarjöre değil de dönen top içerisine yerleştirilen tabanca.
Şarjörlü Tabanca; İçi mermiyle doldurulan bir nevi mermi kutusu olan tabanca.
Komanda Bıçağı; Asker bıçağı. Kasatura. Öyküde söylenmek istenen testere gibi tırtıklı bıçaktır.
(6) Sağ elinle yaptığının sol elinden haberdar olmaması; Bir hadis değil, Kur’an’da bir itiraf. Aslında; “Birine yaptığın iyiliği gizli tut, herkesin önünde yaparsan o kul incinebilir!” Ve gösterişi yasaklamaktadır. Günümüzde fitre, fidye ve zekâtların uygulamasına yanlış olarak “Alıp kabul ettin mi?” gibi rencide edici bir uygulama. Yapılmamalı, bence! Asıl olan kişinin kendisini göstermesi değil, kendini göstermeden muhtaç olanı sevindirmesidir.
İyilik yap denize at, balık bilmezse Hâlik bilir. İyilik yapmanın karşılık beklemeksizin yapılmasının gerektiğinin, iyilikle yapılan hiçbir şeyin karşılıksız kalmayacağının ifadesidir. Bir bakıma sağ elin yaptığından sol elin haberinin olmamasının gerektiği gibi.
(7) Rus Ruleti; Sonucu kötü de olabilecek çok tehlikeli iş olmakla beraber toplu bir tabanca içine tek kurşun koyarak tarafların sıra ile kafalarına götürerek tetiği çektikleri manasız güç gösterisi olan oyun.
(8) Yalan Makinesi (Poligraf): Sorgulama sırasında insana bağlanarak yalan söyleyip söylemediğini tespit etmeye çalışan alet. Temel olarak kan basıncı ve nabız atışındaki artış gibi adrenalinin yan etkilerini ölçerek çalışır. Cleve Backster tarafından icat edilmiştir. Özellikle Amerika’da büyük ölçüde kullanım alanı bulmuş, bir dönem adli delil olarak bile değerlendirilmiş, daha sonraları tarafsız uzmanların görüşleri doğrultusunda, bu makinelerin doğruluğu %50 ye %50 olarak değerlendirilmeye başlanmıştır.
(9) Serbest Düşme İvmesi; Havada serbest bırakılan cisimlerin düşmesi ile ilgili fiziksel bir kavram.