“Tertip(1)?”
“Yıldırım Çavuşum?”
“Askerliği hemen unutmuşsun asker, ‘Çavuşum yok, komutanım var!’ Esas duruş!”
“Tekmil de vereyim(2) mi komutanım?”
“Bu seferlik affettim, gel kucaklayayım seni Bora!”
“Zaman ne kadar çabuk geçiyor, daha dün gibi değil mi? Aslında yirmi yıl kadar bir süre, vefasızlığımızın simgesi…”
İki orta yaşlı adam, onlara tanıklık eden aşağı-yukarı aynı yaşlarda bir kadın ve biri minyon(1) tipli kız, diğeri pehlivan yapılı, güçlü, kuvvetli olduğu belli olan oğlan 18-20 yaş civarlarında iki genç…
Üniversite kampüsü(1) giriş kapısında gelen-geçenlere ve hayretle açılan gözlere aldırmaksızın iki adamın her şeyi unutmuşçasına kucaklaşmaları yılların birikmiş özlemi gibiydi. Aslında hayret edilecek, garipsenecek bir davranış değildi iki adamın tezahüratı…
Biri, Yıldırım olan az buçuk mürekkep yalamış, askerlikte çavuş olmuş, askerliğinin bitiminde evlenmiş, askerliği boyunca şimdi yanında olan aynı yaşlardaki kadın için bitip tükenmeyen “Ahları, Ofları” çekmiş, yanlarındaki kızın babasıydı.
Diğeri Bora olan, mürekkeple fazla ilintisi olmadığı gibi hırslı olmak yerine kanaatkâr olduğu için askerliğini başarılı(!) bir er olarak, aynı dönem, yani bugünün Türkçesi ile aynı tertip olarak yapmıştı.
İki tertip arasındaki önemsenecek tek fark; Bora’nın askere evlendikten, hatta oğlu da olduktan sonra gelmiş olmasıydı. Askerlik dönemi boyunca ahlar ve oflar birinin sevdiği, diğerinin “Oğlum!” da “Biricik Oğlum!” deyişlerinde hapisti, özellikle ikincisinin kıyas kabul edilmeyecek şaşkınlığında.
Neden şaşkın? Çünkü gabi idi; “Ağaç olmazsa meyvesinin olmayacağının” bilincinde olmadığı için. Karı milleti, sadece doğurmak, soyun, sülâlenin, nesebin(1) ilerlemesi için gerekliydi, yıllarca yanlış bilinen, erkeklerce doğru tanımlanan. Bora’nın başka bir düşüncesi yoktu, Yıldırım’ın kendisini defalarca ikaz etmesine rağmen.
Bu karşılaşmanın birkaç müddet evveline kadar Bora ve oğlunun muntazam bir hayatları vardı. Ne zamanki anne o menhus(1) hastalığa tutulmuş, Bora karısının kadrini, kıymetini(2) o zaman anlamış, evin maddi ve manevi tüm düzeni bozulmuş, Tufan oğlan bu nedenle üniversite sınavlarını kazanamamıştı, o yıl.
Askerliğini er olarak yapan Bora, düşüncelerine eklediği şaşkınlığında, çaresizliğini biriyle yeniden evlenmekle çözümleyebileceğini ummuş, ancak Tufan babasının bu kararını kabullenememiş, onaylamamıştı.
O seneki üniversite sınavlarında, babasının sabit fikrinden ve düşüncelerinden emin olduğu için sadece babasını değil, tüm dünyayı unutacağı uzak illerden bir kaçındaki üniversiteleri tercih olarak işaretlemiş ve kazanmıştı.
Kimsenin kendisini engelleyeceğini düşünmüyordu, düşünse düşünse bir tek kişi vardı, o da yaşamda değildi.
Annesinin “Giderayak(1)” kendisine bağışladığı ata yadigârı ve birikinti ziynetleri; kazanırsa burs, kazanamazsa banka kredisi olarak kendi tahsilini bitirinceye kadar ihtiyaçları için yeterli olacaktı. Yahut da Tufan kendine göre öyle düşünüyordu.
Tanrının yönlendirişi belki de, babası yaşamında “İlk ve son defa” diyerek kayıt döneminde beraber olmayı dilemişti. Muhtemeldi ki; orta yaşlı bir adamın yalnızlığında çaresizliğini bilip anlayacak kadar tecrübeli değildi, bilgisiz, hatta gerzekti Tufan.
Çavuşun kızı ile de karşılaştıklarında başlangıç olarak memnuniyetsizliği açıkça okunmuştu yüzünden. Düşmanının, yani babasının dostu da, çocuğu, eşi de kendisinin babası gibi kendisinden uzak olmalıydı, bu karşılaşmayı abartmış gibi olsa da.
Oysa bu karşılaşmanın kendisi için sadece bir başlangıç olabileceğini düşünebilir miydi Tufan? Çünkü insan fal baktırsa da, müneccimlere(1), cinlere, perilere inansa da, gelecekten mümkünü yok haberdar olamazdı.
Kısaca sığınılacak tek keramet; “Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eyler! (3)” diye düşünmekti.
Baba-oğul; Bora-Tufan, karşıdakiler; baba-anne ve kız; Yıldırım-Önay ve Rüzgâr’dı. Annenin adı Önay olduğuna göre son kız kardeş Sonay olsa gerekti, belki de araya İlkay da sıkıştırılmış olabilirdi; Rüzgâr’ın teyzeleri olarak…
Hani en mükemmel bilgisayarları bile çileden çıkartan bir söz var Türkçemizde; “Ne var, ne yok?” gibi, bir de başına “Eee!” yerleştirildi mi deme gitsin! Anlamı iki kelimeyle de cevaplanabilir, ciltler dolusu kitaplar halinde de…
Bora cümleyi bu şekilde açmıştı;
“Eee tertip! Ne var, ne yok?”
Bu Yıldırım için demekti ki;
“Hanım sen Tufan’ı da, Rüzgâr’ı da al, kayıtlarını yaptır, sonrasında öğrenci yurtlarına da gider kayıtlarını beraber yaptırırız. Biz de bu arada çay içerken iki lâfı uç uca ekleriz!”
“Diyorsun ve buna inanmamı bekliyorsun, öyle mi? Bir çay içimi süre yetecek mi size? Bildiğim, aklımda kaldığı kadarıyla askerlik anılarının maşallahları vardır ve bir de sonlarının öykülerine geçilirse ‘Breh! Breh(4)!’ Bir hafta- on gün size yetmez be Yıldırım!”
“He! He! Haklısın hatunum! Kırk yılın başında bir…”
“Yanlış! Dört yılın başında, hatta dördün bile birkaç eksi küsurunda bir gibi her daim, kim bilir bu kaçıncı angaryan olacak bana. ‘Alacağın olsun!’ diyeceğim, ama kıyamam ki sana!”
“Dünyada ne aşklar varmış yahu, sevgi üzerine düzenli?..”
Bora’nın kendi kendine içinden söylenişiydi bu, belki de hayıflanarak.(2)
Nasıl evlenmişti, ya da evlendirilmişti daha çocukken, hatırlamıyordu bile. Sevgi? Aşk? Hâlâ iddialaşmayacağı konulardı. İddialaşmak için bilgisi, görgüsü, okuyup-yazması olmalıydı. Yoktu! Rahmetli karısı? Onun da kendinden farkı yoktu ki.
Ama Allah var, günahına giremezdi, ölmesine çeyrek kalaya kadar karı olarak karılığını yapmıştı, evine, oğluna ve hatta kendine karşı bile…
Yıldırım, karısının sözlerinin altında kalmaya hiç niyetli görünmüyordu, belki de yaşadığı bölgenin lehçesiyle, yetiştirdi sözlerini son harfleri uzatarak karısının akasından;
“He! He! Kızım sen de bu günden itibaren Tufan Abinin elini bırakma!”
Sonra Bora’ya döndü;
“Valla tertip iyi ki karşılaştık. ‘Kız kısmısı okuyup da n’olacak, otursun evde kısmetini beklesin!’ diyordum, ama annesini kıramadım; ‘Peki!’ dedim. Şimdi de senin oğlanı gördüm ya babayiğit, gözüm arkada kalmayacak!”
“Eee! Kardeşim! Gün doğmadan neler doğar(5), inşallah benim oğlan da, senin kız da hır-gür çıkartmazlar(2), bizim gibi birbirlerine yakın olurlar, kardeş-kardeş okur, büyürler. Gerçi onların indinde bizim değerimiz üç otuz para, ama olsun! Benimkisi annesine oldukça düşkündü, seninki de aynı ayar gibi. Bu konuda % 1500 anlaşacaklarına eminim de konu biz olunca ne yaparlar, bilmem mümkün değil! Ayrıca derslerinde başarıları konusunda hırs yapmazlar, kıskançlıkları olmaz inşallah! Aklıma geldi Yıldırım, başka çocuğun var mı?”
“Bir tek Rüzgâr’ım var!”
“Al benden de o kadar! Rahmetli hatunum Tufan’ı doğururken biraz sıkıntı ve zahmet çekti. ‘Bir daha doğurmak mı, tövbe, tövbe!’ dedi, peşine de bir sürü yeminler kattı. Anlıyorsun beni, değil mi dostum? Neden oğlumla aramda bu kadar mesafe var ve annesinin vefatından sonra neden ikinci bir kadını anne gibi evde görmemek isteğini?”
“Yaşayan bilir, ama anlamaya çalışıyorum!”
Kayıt için Önay, Rüzgâr ve Tufan yönelmelerine çeyrek kala başlamışlardı sözlerine iki asker arkadaşı; tertip.
Ve kendi kendilerine kalınca da birbirinin omzuna vurarak; “Eee! Tertip! Yaa! Tertip! Valla Tertip!” diyerek birbirini sorgulamaları da, konuşmaları da bitmeyecek bir roman gibiydi, süre kısıtlaması olmaksızın…
Nöbetçi Eczane gibiydi Kayıt Bürosu, herkesin derdine ilâç olmak gibi, ya da öğle paydosunu umursamayan bankalar gibi. Eller bilgisayarların klavyeleri, gözler ekranların üzerinde herkese yetişmeye çalışıyordu görevliler. Bir de dâhilden veya cepten omuzlarıyla desteklemeye çalıştıkları telefonlara cevap verme mecburiyetleri olmasaydı!
Rüzgâr ve Tufan’ın kayıtları öğleni biraz geçerek bitmişti. Babalarının umursamaz tavırlarında birer poğaça, birer kutu meyve suyu nefislerini köreltmelerine yetmişti.
Babalar her konuda unutkandılar ve mutlaka dürtüklenmeleri gerekiyordu. Üniversiteye öğrenci kaydındaki ilgiye karşın, öğrenci yurduna kayıtta titizlik ve acelecilik yoktu.
“Galoş geyin, sıraya geçin, bir öğrenci, bir veli, kalabalık yapmaya gerek yok!” Sözlerinde, sözlüklerinde “Lütfen!” kelimesinin yeri olmasa gerekti. Nüfus Kâğıdı, Öğrenim Belgesi fotokopileri, taahhütname, peşinat, kaparo…
Ve sorular; akla ıvır-zıvır(6) olarak ne gelirse. Galiba sorulmayan sadece ayakkabı numaraları ve anne-babanın evlenme cüzdanları örneği olsa gerekti! Ellerinde bavullar, taşradan geldikleri belli olan aile ve öğrencilere eziyet çektirmek de ayrıca ilgililerin istisnai(1) görevleri olsa gerekti!
Ha! Unutmadan ellerine birkaç sayfalık da, genelde tehdit gizliliği olan yurtta uyulacak kurallar listesi tutuşturulmuştu. Galiba engin tecrübeler sonunda edinilen bilgilere göre despotça(1). Birinci Madde ve sonrası;
“Müdür her zaman haklıdır, haksız olduğu durumlarda birinci madde uygulanır!” şeklinde tehditler içeren bölümü de olan. Yan yana iki öğrenci yurdu kız-erkek ayrımlı, tek sekretarya…
Akşamın ışıkları yaklaşırken çaresizlikten bunalan Önay başını eğerek Müdüre Hanımın odasına yöneldi;
“Çocuklarımın üniversite ve yurda kayıtları yapıldı, biri erkek, biri kız yurduna. Artık etleri sizin, kemikleri bizim. Yalnız benim bir kadın olarak kalacak yerim yok. Uygun görürseniz bir boş ranzada bedeli mukabilinde, yoksa kızımın yanında kalayım, birkaç gün daha. Ne zaman sıkıntı hissederseniz, söylersiniz ben de o zaman biletimi alır, memlekete dönerim.”
Müdüre Hanım anlayışlıydı, “Erin, erkeğin yok mu senin?” diye sormadı. Bir görevliyi çağırdı, Rüzgâr’ı bulup getirmesini ve misafir bölümünü açmasını emretti.
İki askerlik arkadaşı bitip tükenmeyen sorgulamaları, cevaplamaları umursamaksızın, sohbetlerine yılmaksızın ve bıkmaksızın devam ediyorlardı.
“Yahu tertip! Askerde çok sigara içiyordun, görüyorum ki, bıraktın herhalde?”
“Sorma tertip, dönüşte benimkinden bi fırça, bi fırça! Komutanlardan bile öylesini yememiştim. ‘Leş gibi kokuyormuşum, elbiselerim de kokuyormuş, beni seviyormuş, ama sigarayı bırakmazsan, hiiiç kapıma dikilme, senin olmam!’ dedi…
O benden vaz geçerdi, ama ben ondan nasıl geçerdim ki? Sigarayı bir süreliğine defi belâ(6) kabilinden bırakmak üzereyken köyün değirmeninin arkında bir gelin ve babasının dolap altında kalarak boğulmaları haberini aldık…
Sonrasında gelen doktorun gasılhanede savcı nezaretinde otopsisinde ikisinin de su dolu ciğerlerinin gelininkinde pespembe, sigara içen babanınkinde ise nerdeyse zift çamuru şeklinde olduğunu söylemesi, nişanlımın sözlerinden daha etkili olmuştu benim için, bu vesileyle de ben sigarayı bıraktım, Önay da nazlanmayı bırakıp karım oldu işte!”
“Hâlâ köyde misin?”
“Yok tertip! Allah ‘Yürü ya kulum(7)!’ dedi, ben de yürüdüm. Şehirde mandıram(1) var! Kazancım iyi, evim, arabam var. Geçinip gidiyorum işte! Sen n’apıyon len?”
“Sorma, ben de geçinip gidiyorum işte, anlatmaya değmez!”
Çocuklarla anne, akşam yemeği için yurt kapısından çıktıklarında, iki arkadaş bitmeyen çene düşüklüklerine ara vermeksizin, yengeç yürüyüşüyle yaklaştılar onlara.
“Tamam mı? Bitti mi? Hadi yemeğe çıkalım!”
“Yoo! Olmaz! Bitmez-tükenmez şamatalarınıza(27) sizlere hiç mi hiç tahammül etmeye mecburiyetimiz yok. Hem iki arkadaş bir araya geldiniz ya, ‘Dedim ki, dedim ki!’ derken bir şeyler de yapındırırsınız, ben çocuklarımı o masalara oturtturmam. Oğlum yanımızda, biz başımızın çaresine bakarız. Siz de kendi başınızın çaresine bakın, nerde sabahlarsanız da orada sabahlayın, çocuklarımın ve benim geceyi geçirmek için yatacak yerlerimiz hazır!”
Önay Anne, Tufan’ı evlât olarak sahiplenmişti, hem neden evlât olmasındı ki? Rüzgâr önce Allah’a sonra oğluna emanet değil miydi? Üstelik Tufan ağabeyliği, Rüzgâr kardeşliği o kadar çabuk benimsemişlerdi ki, Rüzgâr Tufan’a sadece “Abi” diyordu, adını söylemeksizin. Tufan ise içindekileri çözümlemekte sıkıntılıydı, hem de daha başlangıç bile olmadan.
Sayılı günler çabuk geçmiş, üniversite açılmış, anne-babaların gidiş vakti gelmişti. Önay ve Yıldırım evlerine, mandıralarına, Bora da tüm nikâhları ve gereklilikleri yerine getirerek yeni karısına kavuşmuştu.
Kulağına ulaşan sözlere göre, babasının yeni karısı, annesinin, yani babasının eski karısının neyi var, neyi yoksa silip atmıştı bir yerlere, fotoğrafları dâhil. Bu duyum, gücüne gitmişti Tufan’ın. Yaşam için karamsardı ve şükran dolu oluşu tutunacak bir dal gibi gördüğü kardeşi(!), bir bakıma çözümsüzlüğünün nedeni Rüzgâr’dı ve iyi ki vardı…
Birinci yıl sömestre tatili “Lây! Lây! Lom!(6)” tavırlarında, ikinci sömestre yani yılsonu tatili Rüzgâr’ın evde annesine, mandırada babasına yardım etmesiyle geçti. Tufan için durum farklıydı.
Belli birikimlerinin olması için inşaatlarda elleri su toplayıncaya, belli ağrıyıncaya kadar çalışıyordu, kimse “Lise Mezunu” deyip de üniversitede okuyan bir öğrenciye devamlı olarak iş vermek, çalıştırmak düşüncesinde değildi.
En iyisi; az da, çok da olsa, sigortasız olarak patronlara ağız açmaksızın itaat etmekti. Devir öyle bir devirdi çünkü.
İlk yılsonunda endişeleri için Rüzgâr’dan yardım istemişti Tufan. Aslında buna dilemişti, hatta dilenmişti bile denebilirdi. Çünkü annesinden kendine kalan ziynetleri muhafaza etmekte sıkıntı çekiyor, hatta çalınmasından korkuyordu.
“Acaba, annen-baban mezun oluncaya kadar bana yardımcı olabilirler mi?” diye sormuş, sonrasında aklına yeni gelmiş gibi; “Aç, bak! Beğendiğin varsa sormadan alabilirsin!” demişti, Rüzgâr’ın oralı olmamasını göz ardı ederek, oysa mutluluğunun başlangıcını anlatmak istemişti, hem görür görmez diyeceği bir şekilde.
Aslında bu yanlış değil miydi? Eğer art düşüncen yoksa yakınlaşırsan (hani meselâ) o zaman içinden geçeni hediye etmen daha makul ve mantıklı olmaz mıydı be Tufan? Herkes okurdu, liseyi bitirir, üniversiteyi bitirir, çok şey olabilirdi ama adam olmak(8) büyük bir meziyetti(1), ama saklanmaksızın!
İlk yıl böylesine, “Hay-huyla(2)” Tufan’ın içinden geçenleri hissettirmeme gayreti ve suskunlukla, hiçbir etkileme çabası, etkilenme, etkinleşme olmaksızın geçtikten sonra ikinci yılın ilk sömestrsinde ısınmaya, birbirini fark etmeğe başlamışlardı!
Sömestre tatili başlamış ve Rüzgâr sömestre tatilinde Tufan’ı elleri böğründe bırakarak özlemle ailesine yönelmişti. Onu otogarda uğurlarken ellerini bırakmak istemiyordu bu kez, hani babası; “Abinin ellerini bırakma!” demişti ya, ondan ötürü…
Müydü? Gerçek miydi düşünceleri, yoksa sakladığı ya da saklanmaya, saklamaya çalıştığı bir şeyler mi vardı, üstesinden gelmekte çaba göstermeye çalıştığı?
Otobüs terminalden çıkıp kaybolduğunda, içinden bir şeylerin eksildiğini hissedip gözyaşlarını engelleyemedi, erkekler ağlamaz şeklindeki deyişi inkâr edercesine, Tufan.
Evi-barkı, kimi-kimsesi, çevresi yoktu, babasının karısı vardı, annesini yitirdiğinde, davranışlarıyla babasını da yitirdiğine inanıyordu, hele ki kulağına ulaşan haberlere inanarak. Rüzgâr’a; “Gideceğin yere beni de götür!(9)” dese alacağı cevap, ya da tepkisi ne olurdu ki? İçine sığdıramadığı bir düşünceydi bu.
Rüzgâr’a, hele ki onun “Abi!” deyişine, kantinde çay, bisküvi, poğaça hatta kargabeyni(1) eklentisi ile kahvaltı etmeye öylesine alışmıştı ki! Amfide, arkalara yakın orta sıralarda oturmak, her zaman el ele tutuşmasalar da birlikte gidip-gelmek ve “İyi dilekler dilemek” hemen, hatta anında burnunda tütmeye(2) başlamıştı.
Bir hatıra…
Hatta birkaç tanesi canlandı gözlerinde, Rüzgâr’ın yokluğunun hemen ertesinde, her üç sömestrlik devrelere sıkışan.
İlk günlerdi üniversiteye başlayışlarının, öncelikle üniversiteye, sonrasında birbirine alışmaya çalıştıklarının. Rüzgâr arkasından geliyordu Tufan’ın ve Tufan azarlamıştı onu;
“Niye arkamdan geliyon kız? Baban mıyım, deden miyim, kocan mıyım? Gel yanıma, ben senin abinim, yerin de benim yanım!” Sözü şeriat(1), dört hanım gibi sözlerle uzatmasına gerek yoktu! O günden sonra usul usul, aceleleri yokmuşçasına yan yana yürümeye başlamışlardı, elleri boşsa bazen tutunarak, bazen serbestçe, öğrendiklerini, çalıştıklarını birbirine tekrarlayarak.
Ders konuları eğitimlerinin gereği renkler, çiçekler, mevsimler, musiki, şiir olsa da umurlarında değildi. “Leyl sizin, şeb sizin olsun, gece bizimdir, aruz sizin olsun hece bizimdir!(10)" kargaşasında failâtun’larla(1) edebiyat olarak istikbal kaygısında idiler.
Vizelerde, yarıyıl sınavlarında tartışmalarının özelliği vardı; hangisi olursa olsun, notu yukarıda olan aşağıda olana sitemle; “Aynı şeyleri konuşmadık mı tekrar tekrar, nedir bu? Bir sonraki sınavda tam puan almazsan, gözükme gözüme!”
Notları tam puana çeyrek kalalar civarında idi, ama ilk dönem sonuna kadar ne tam puan alabildiler, ne de birbirlerine gözükmekten vazgeçtiler. Tek farkla, kızmakta ve kızdırmakta Rüzgâr’ın üstüne yoktu.
Notu aşağıda ise, alt dudağını sarkıtır konuşmazdı, yol boyu, notu Tufan’a göre yukarda ise, avurtlarını, ya da yanaklarını ağzının içine çekip hapsedip, büzülen dudaklarını da balıkların ağızlarını açıp kapaması şeklinde oynatır, balık taklidi yapardı.
“Yapma kız! Deli oluyom!”
Havada kalan bir söz dizisiydi bu, kalabalıklarda ancak dikkate alınacak. Hatta öyle ki onu otobüsle uğurladığında mendille yanağını kapatıp aynı hareketi yapmıştı Rüzgâr, hüzün yaşamaksızın, arkasında bıraktığının yarıyıl içinde birikmiş hüznünü hissetmeksizin!
Acaba, “Daha henüz erken demeden aklımı başından aldın, yapma öyle!” dese miydi? Zeki kızdı, anlamını çözerdi ki, bu da hakkı değildi Tufan’ın.
Bir başka günlerden birinde, üst sınıf öğrencilerinden biri nadir yalnızlığında çay içerken, Rüzgâr’ın çay parasını ödemiş ve ilerleyen bir zamanda da abisini fark etmeksizin, yine yalnızlığından faydalanıp renkli tükenmez kalem seti hediye etmişti.
Bunun altında kalmak istemeyen Rüzgâr da Tufan’a fazla parası olup olmadığını sormuş, bir arkadaşına hediye almak isteğini söylemişti. Bir bakıma gizli-saklı celâllenme(2) hakkını kullanmamak için olağanüstü bir çaba göstermişti Tufan.
Bayram değil, seyran değil anlamında bir yaklaşımdı bu Tufan için, o çocuğun aklından geçenleri bilmemesine rağmen. Ama koruma içgüdüsünün, ya da kendine itiraf etmekte bile çekindiği duygularının etkisi ile tükenmez kalem setinin bir örneğini alıp kahırlanışını gizleyip, ertesi gün aynı oğlanla buluşmasını rica etti Tufan, Rüzgâr’a.
Ucuz imkânlardan faydalanmaya çalışmak zengin, züppe çocuklarının huyuydu, ya da onlara mahsus bir tavırdı. Duygusallık? Her nedense aklının ucundan bile geçmiyordu Tufan’ın. Aklından geçse de bu konuda beyninde oluşturduğu bir fikir yoktu, bilemiyordu.
Kendince muhteşem bir ders veriş olarak düşündü, yaptığını.
“Ufak tefek(6) gördün de Karamürsel Sepeti(6), sahipsiz mi sandın? Bu benim kardeşim. Bu da sana ait tükenmez kalem seti. Sanırım defolman gerektiğini biliyorsun artık!”
İsmini bile öğrenmek istemediği oğlan şaşkındı, Rüzgâr da…
Nihayeti masum bir birliktelik, bir o kadar da sohbet, ileriye dönük bilgilenme idi. Belki de aklından başka bir şey geçmeyen.
“Neden abi? İyi bir çocuktu bana göre, efendi, terbiyeli, kazayla ayağıma değdi ayakları da hemen utanıp, özür dileyerek çekti. İlgisini mi kıskandın yoksa? Tavrın yanlıştı, desem!”
“Bak küçüğüm! Sanırım bu güne kadarki yaşamında abi diye yakınlık duyduğun biri olmadı. Bunun için olsa gerek benim dışımda bir abi olarak benimsedin bu çocuğu. Evet, ilgisini kıskandım, çünkü sen bana emanetsin ve henüz başlangıçlarımızın bir ilerilerindeyiz. Benim tavrımın yanlışlığı ise hiç de ayıplanacak bir davranış değil. Çünkü sen minnettarlığını başka şekillerde yorumlama çabasındasın…
Tekrar ediyorum küçük kız, bazı şeyler için zaman çok erken. Biraz daha büyümen ve gönlüne hükmedecekle karşılaşman dileğim!”
Suskunluklarında tek taraflı mı, karşılıklı mı, bilinmeyecek bir ikilemdi yaşanan?
Günlerden bir gün bir başka değişik teklifle gelmişti Rüzgâr. Aynı kız yurdunda iki kız kendini beğenmiş, hoşlanmışmış ve “Tanıştır bizi abinle!” demişler, ayrı ayrı. İçtenlikle;
“Ne dersin abi?” dediğinde hiddetlenmişti Tufan;
“Deli misin kız? Aklını peynir-ekmekle mi yedin(2)? Elde yok, avuçta yok! Derslerimiz çok, senin için söylediğim gibi henüz başlangıçlardayız. Aşka-meşke, sevgililere, kızlara ayıracak vaktim mi var benim? Sakın ola sen de böyle bir şeyleri geçirme aklından, daha çok erken, annene-babana söz verdim, alırım ayağımın altına ha!” demişti.
Rüzgâr’ın tepkisi onun kızgınlığını artıracak boyutta idi, gülümsemiş ve yine balık taklidi yapmıştı, avurtlarını içine çekerek!
Yoğun bir hatıra bunalımındaydı Tufan, nasıl olduğunun farkında olmadığı. Gerek öğrenci yurdunda, gerekse sokakta, şurada-burada rastladıkları ona “Abi” diyorlardı, ama hiçbirinin sözü Rüzgâr’ın seslenişi gibi esintili değildi, Tufan’ın kendine göre.
Yakınlığında, ellerinde, gözlerinde, sevgi, hatta aşk üzerine bir şeyler…
Hadi canım sen de! Kendiyle tanışmak isteyen kızlar için aklından geçirdikleri ne ise, başlangıcı için aynı şeyleri düşünmek zorunda olduğunun bilincindeydi. Hem emanete hıyanet olur muydu?
Yaptığı şey tek-tük, ara-sıra, bazı-bazen, özellikle hafta sonlarında sinemaya, tiyatroya götürmesi, hafta başlarında ise saçlarındaki sabun kokusuydu.
Çok değil, ama ara sıra da olsa elinden tutardı Rüzgâr Tufan’ın, hatta koluna girdiği bile olurdu, ama o kadar!
Abi-Kardeş?
İkinci sınıfın ilk sömestrsine kadar olan zaman içinde, fark edilmemesi gereken farklı düşünceler? Ayıp ki ayıp, yanlış ki yanlış, hata ki hataydı, artık ne denirse, Tufan’ın kendine asla yakışmayan, yakışmayacak?
İkinci sömestrde bir gün, bir telefon sesiyle geldi kendine Tufan, arayan o idi;
“Özlemiş, merak etmemiş olsan da ben gene de sana ‘Nasılsın?’ diye sormak istedim!”
“Bu sözler dudaklarına hiç yakışmadı kardeşim!”
“Eee! Bir kere bile gelmedi aklına beni aramak, neden yakışmamış olsun ki?”
Nasıl derdi ki; “Gittin gideli, boynum bükük. Deliye döndüm, sensizlik yıprattı içimi! Şimdi ise gene deli gibiyim, sesini duyduğum için…”
“Annene, babana, sana sevgim ve saygım var kardeşim! Olmadık bir zamanda ararsam merak edersiniz diye düşündüm. O nedenle aramadım!”
“Gerçekten mi? Cep telefonunda mesaj denilen bir bölüm var. ‘Şu gün, şu saatte arayacağım!’ dedin de, ben dağlara, bağlara, bayırlara çıkıp da seslenişini beklemedim mi? Neyse zorla güzellik olmaz ki abi! Demek ki indinde yerim hatırlanmayacak kadar darmış!”
“Gitme, n’olur? Vaktin müsaitse bağır, çağır, sitem et, kız, azarla, haşla(2)! Ama biraz daha konuş benimle. Ve izin ver dönüşünde seni karşılayayım küçüğüm!”
“Bu ‘Küçüğüm’ sözünü de unut artık abi! 18 yaşımı bitirdim, kocaman ablayım artık. Herhalde korkmayacak kadar da yol-iz biliyorum, zahmet etme, kendim gelirim! Konuşmaya devam etme konusunda ise; üzgünüm, o hakkını yitirdin. Belki bir başka zamana…
Özür dilerim, iyi günler…” ve kapandı telefon, Tufan’ın devamında tekrar tekrar aramasına rağmen sesleri buluşmadı bir kez daha.
Bu kez rüzgâr kırılmıştı, dalın üzülmesine gerek kalmaksızın(11)! Rüzgâr; Rüzgâr’dı, dal ise, dal olma hüviyetini yitirmiş kocaman bir odun, kalas, ya da kütük her neyse, Tufan’dı.
Gergin, hayalet gibi bir yaşam, gaipten sesler duymak(2), kendini yitirmek gibi, tüm varlıklara egemen olduğunu zannederken yoksulluk, yoksunluk, dillere destan kimsesizlikler içindeydi ve aklı başında değildi Tufan’ın.
Geçmesini bilemediği günlerden birinde bir telefon daha aldı Tufan;
“Oğlum! Ben Yıldırım Amcan, gündüz otobüsleri için Rüzgâr’a bilet bulamadık, yarınki otobüsle ancak akşam saatlerinde orada olacak. Kendisi istemese de evlât, yarınlarında sen de baba olunca bileceksin, benim duygularımı. Bu nedenle onu karşılarsan baba ve anne olarak seviniriz. Bir de mektup yazdım sana, yardımın için…”
“Ne demek amca, kardeşim, karşılarım tabii…”
Her nedense, durduğu yerde zıplayarak “Allah!” diyecek gibi, kadar sevinmişti Tufan. Demek ki farkında olmadığı sömestre tatili bitmiş, kâbus(1) dolu günleri arkasında kalmıştı…
Otobüsten inerken alt dudağı sarkıktı Rüzgâr’ın, Tufan’ın tezahüratıyla ilgilenmeyi bile düşünmemiş olsa gerekti. Öyle ki otobüsün bagajından bavulunu alırken bile “Sen karışma!” modunda idi hareketi.
“N’aptım sana ben şimdi?”
“Suçlu, suçlu gibi durduğuna göre…”
“Yoo! Sadece tavrından çekindim, yorgunsun herhalde. Seni yurda bırakayım, sinirin geçsin, sonra sakin sakin konuşalım, sıkıntı, dert, endişe ve sorunlarını, hangisiyse, abi-kardeş oldu mu?”
“Olmadı!”
Anlayışsız günlerinin anlayışsızlık dolu anlarından birini daha tüketiyor gibiydi Tufan.
“Peki! Olmadı, olsun! Daha bir buçuk senen var, bana tahammül edeceğin, sonrası…”
“Sen sağ, ben selâmet, öyle mi abi? Unutacaksın, hatıralarında bile yer almayacağım öyle mi?”
“Yok, o anlamda değil!”
“Yok, hangi anlamda peki?”
“Evlenirsin, çoluk-çocuğa karışırsın, o anlamda yani…”
“Bence gittikçe akıl fukaralığını gösterir oldun. Hadi gidelim artık! Tahammülümü zorlamanın âlemi yok!”
Takside, gidinceye kadar başka diyalog olmadı aralarında, arka koltukta mecburen iki yabancı gibi, yan yana, sessiz, sadece Rüzgâr’ın derin, depresyon(1) kokan, sinirle sıvanmış solukları ve Tufan’ın ellerindeki kemikleri kırarcasına çıtırdatması, hatta tenlerinin birer noktasının bile birbirine değmemesi çabasını yaşıyorlardı.
Yurdun kapısına geldiklerinde elindeki ufak çantayı uzattı Rüzgâr;
“Annem verdiklerini güvenle muhafaza edecek, bunun içinde de babamın mektubu ve annemin senin için yaptığı poğaça ve kurabiyeler var. Bana göre; hak etmemiş olsan da; ‘İyi geceler!’ abi!”
Öylesine bir “Abi” demişti ki; kelimede aynı yol yorgunluğunu, hiddetini, sitemini taşıyormuşçasına “i” harfinin uzunluğu olağanüstünün üstünde gibiydi, bir bakıma anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul-zurna az örneği gibi.
Kesinlikle aynı duyguları yaşıyor olmalarına rağmen Tufan; “Emanete hıyanet” ve “Etim-budum ne?” karmaşası içindeydi. Paçaların sıvanmasının bile ancak dere görüldüğünde gerçekleşmesi gereğinin bilincindeydi.
Sevdiğine inandığını yitirmek kaderindeyse, elinden gelen bir şey gelemezdi, bağrına taş basması gerek idiyse yapması gereken.
Düşlerinde yaşamayı umduğu o günlere kadar sabırlı ve sessiz olmalı, üstelik hiçbir şeyi, hiçbir zaman sadece ona değil, dünya âleme hissettirmeme gayretinde olacaktı. Önünde sabırlı olması gereken sadece bir buçuk yıl, üç sömestre vardı zorunlu, sözlerine ve hareketlerine dikkat edip duygularını frenlemesi ve hissettirmemesi gereken.
Kurabiyeler, poğaçalar enfesti, eğer ki yan ranzalardaki koşuşturanlar, hiç olmazsa ikincisini bağışlasalardı kendisine! Birer tane ancak yetmişti adam başı, avucunu yalayanlar hariç!
Sonra mektubu açtı Tufan. Yıldırım’ın kısaca yazdıkları şunlardı;
“Sizlerin yılsonu tatilinizde, biz karı-koca umreye gitmek, mandırayı kardeşinle birlikte sahiplenmeni istiyoruz biz gidip de, dönünceye kadar. Arada bir denetlemeye gelen ve daima destek olan Gıda Mühendisi Hanım kızımız, ikisi usta, ikisi yardımcı olarak dört elemanımız, her türlü bezlerimiz, naylonlarımız, brandalarımız, separatör(1), pastörizatör(1), dezenfektan(1), kalite kontrol cihazlarımız, falan filân bize gereken, ustaların ve Rüzgâr’ın anlatacağı her türlü alet ve malzememiz var…
Ayrıca bir de benim odam var, ben dönünceye kadar senin, sebebini anlatmama gerek olmayan, gitmeden önce senin kalacağın bir şekilde düzenletmeye çalışacağım. Kabul edersen memnun oluruz, yoksa tüm bu işleri tek başına kardeşin üstlenecek, ona kıyamazsın, değil mi? Amcan”
“Kabul!” dedi içinden Tufan, amma velâkin tariflere rağmen bir mok bilmiyordu(2) ki, mandıracılık hakkında. Kabul etmek istemesinin nedeni olarak bütün yaz boşluğunu; Rüzgâr’la birlikte geçirecek oluşu, onun bazı ve belki de her şeyleri bilerek kendisine yol-yordam-usul konularında yardımcı olacağına inanmasıydı.
Aslında itiraf etmeliydi ki, saklamasına gerek kalmaksızın körün istediği tek gözdü, Tanrı destek olmuş, iki göz vermeye yeltenmişti, daha ne istesindi ki? Ama?
“Ama” öylesine uzun ve ev sahipliliği tartışılacak bir kelimeydi ki? Doluya koysan almıyor, boşa koysan dolmuyordu. En iyisi şu ufacık ana sığdırmaya çalıştıklarıyla yetinmek, yarını görmek, anlamak, bilmek, bilmediklerini sormak ve öğrenebildiği kadar öğrenmekti...
Tufan, Kızlar Yurdunun kapısının önünde dikildi uzunca bir süre, Rüzgâr’ın babasının “Abinin elini tut!” komutunu gerçekleştirmeyi bekleyerek. Neredeyse sokak köpeklerinin ihtiyaç molası(!) vereceği bir ağaç gövdesi gibiydi, gelen geçenin belki sapık diye düşündüğü, bazılarının kendine merakla değil, acıyarak baktığına inandığı.
Oldukça önemli olan ilk dersi kaçırmıştı, ikinci derse yetişmeyi plânladı. Rüzgâr’ı anlayamamıştı, yorgunluğu hastalık derecesinde olup okula gelmemiş olabilir miydi? Kafasına vurdu elini yumruk yapıp, yurda gidip niye sormamıştı ki? Necip olsa(6) ağabeyi değil miydi?
Amfide beraber oturdukları yerde de yoktu, onu yitirme olasılığının bu kadar erken gerçekleşeceği aklının ucundan bile geçmemişti, hüzünlenmişti, elinde olmaksızın…
Gözlerini ovuşturdu, amfinin ön sıralarında gizlenir gibiydi sanki Rüzgâr. Oysa bir alay kadın asker arasında bile tanırdı onu. Penguen olsaydı, bir stat birikimi ordu biçiminde kümelenmiş penguenler içinden bile çekip çıkarırdı onu. Ama neden? Eziyet etmek miydi maksadı?
Ders aralığında bir şey olmamış gibi yanına yaklaşmayı denedi;
“Merak ettim!”
“Neden?”
“Kardeşimsin ya! Umarım, unutmadın!”
“Hafıza-i beşer, nisyan ile malûldür(12), derler, unutulanların da unutma hakları yok mudur?”
“Acı…”
“Konuşmuyorum. Söyleyecek bir şeyin varsa seni dinliyorum abi...”
“Babanın mektubundan haberin var mı?”
“Pes! O mektubu babam söyledi, ben kaleme aldım. Bana ilgin öyle bir uç boyuttaki, el yazımı bile tanımamışsın. Ne diyeyim ki, bir kez daha pes ki, pes!”
“Gerçekten haklısın!”
“Keşke haklı olmasaydım!”
“Ben o mektuba karşılık olarak, senin yanında olacaksam; ‘Peki!’ demek istiyorum!”
“Bana değil, aç telefonunu babama söyle. Yalnız bil ki özlemesini unutan bir abi için zırt-pırt mandıraya gelmem, geniş boyutta kendin bakarsın, başının çaresine…”
“Peki! Yeter ki sen üzülme, sitem etme, dünlerdeki gibi, bugünlerde de yanımda ol!”
Dünlerden hazırlıklı gibiydi Rüzgâr, uzun uzun cümlelere gerek bırakmaksızın elini uzattı, Tufan tuttu kendine uzanan o eli, hep öyle kaldı Rüzgâr, günler, aylar boyu hatta. Mümkün olduğunca uzak, imkânlar dâhilinde yakından da yakın.
Ve günlerden bir gün…
Dinlenip, dinlenip sarsılmaya başladı yer, ders sırasında. Kiminin “Deprem” kiminin “Zelzele” diye bağrışıp sıralar üzerinden, hocalar ve asistanlar dâhil can havliyle amfinin kapısına ulaşmaya ve hatta yüklenmeye çalıştığı, Tanrının bir ikazı olsa gerekti bu.
Yaşamda ilk kez karşılaşıyordu Tufan böyle bir durumla, belki Rüzgâr da. Tufan korktu, içindekileri, söylemek istediklerini söyleyemeden, sevdiğini, kendini yitirmek ve belki de beraberce yok olmak gibi. Sonuncusu önemli değildi, kabirde anlatırdı içinden geçenleri, ya da ahrette Tanrının izniyle.
Ellerinden tuttu Rüzgâr’ın, başını göğsüne dayadı, gücünün yettiğince sakin olmaya ve sevdiği insanı sakinleştirmeye çalıştı, farkında olmadığı kalbinin gümbürtüsüydü, koynundakinin sarsıntıların sakinleşmeye gayret gösterme çabası anlarında “Breh! Breh!” sözleriyle kendine geldi ve devamında o felâket gibi söz geldi, kulağına ulaşan;
“Kalbinin bu çarpıntısı da ne?”
“Depremden ve kardeşini kaybetmekten korkmak desem?”
“Peki, inandım!”
“Bu; ‘Breh! Breh!’ sözünü daha önce de duydum gibime geliyor. Nedir bu aynı tandansta(1) söylenen iki kere tekrarlanan kelimenin anlamı?”
“Bir şeyin olağandan öte güçlü, fazla, yalansız-dolansız, gerçekliğin simgesi ve saklama içgüdüsünü anlatan anlamsız, ama anlamı bir anlamda tüm düşünceleri anlatan bir söz…
Tıpkı abime yakışan gibi…”
Sarsıntılar amansızca gibi dinlenip de dinlenip devam ediyordu. Rüzgâr ve Tufan kilitlenmiş gibi birbirinden ayrılmak istemiyorlardı sanki. Saçlarının kokusunu özlemişçesine içine çekiyordu biri, diğeri mutluluğu yaşıyordu, sebebini söyleyemeyenin, söylemeyi meziyet gibi savunanın kalbinin gümbürtüsünde, kucaklayışının sertliğinde ve hatta kendine engel olma, kendini zapt etme çabasında.
Rüzgâr, ses ve söz olarak bilmese de hissettiğiyle mutlu, Tufan ise hareketlerinin ve engelleyemediği çarpıntıları nedeniyle endişeli ve tedirgindi…
Gün ve günler geçiyordu, hepsi de, ikisinin de kayıp hanelerine yazılan, ancak farkında olmadıkları. Monoton ve bir o kadar da sanki sakıncalı bir yaşama dönüşmüştü Rüzgâr ve Tufan’ın birliktelikleri.
Kapılarda buluşma, kantinde çok zaman hareketsiz, suskunca bir kahvaltı, çok zaman “Mö!” iletişiminde ders çalışma, bıkıp-usanmaksızın alt dudağın sarkıtılması, balık hareketi ve rutin, yavan fark edilme korkusu yaşanan günler…
Tufan çok zaman düşünüyordu; “Hani ‘Çirkin!’ dese, değildi ki artistlere taş çıkartacak kadar güzeldi, her şeyden önce iyi bir aile kızı, zeki, hünerli, hatta iddialı bir deyiş, ömrünün her anını çocuklarına, eşine feda etmekte çekinmeyecek yaratılışta bir kızdı Rüzgâr.
Nereden çıkmıştı ki o deprem, nasıl fark etmişti ki Rüzgâr, Tufan’ın kasırga tipli yüreğinin gümbürtüsünü? Tüm kozlar avucunun içindeydi Rüzgâr’ın, sadece beklemesinin gerektiğine inandığı.
Ve Rüzgâr’ın özentisi; “Oh! Sefam olsun(6)!” sözünü sarf edeceği güne kadar sabırlı olmaktı. Aslında Tanrının kadınlara bahşettiği yetilerle güç değildi kendisine ulaşmasını istediği bir kısım sözleri beynini didik didik ederek Tufan’ın ağzından almak.
Ama Rüzgâr istediği için değil, Tufan içinden geldiğince içtenlikle söylemeliydi, hele ki bir de iki elini birden tutup gözlerine baksa, sonra ellerini kalbinin üstüne bastırıp içini söylese, hatta öpse hiç de fena olmazdı yani…
Beklentilerle, ahlarla, oflarla ulaştılar sene sonuna, başarılı bir şekilde. Peki, sene bitmişti de, özellikle Tufan’ın çilesi bitmiş miydi? Nerde? Yıldırım Amcasına karı-koca Umreye gitmeleri için bir vesile ile söz verdiği için, onlara izin vermesi gerekliliği ve edebiyat eğitimi yanında mandıracılık eğitimine başlayacak ve mutlaka “Aferin!” almak için başarılı olacaktı. Niye, niçin, kimden? Soruların cevabı yalnız kendi beyninin otağındaydı.
Ayrıca her bir şey ne dert, ne de gamdı. Sorularının cevabı, içinde gizleyip de bilinmediğini sandığı o muhteşem sevgilisiyle birlikte olacaktı ya, arada-sırada da olsa beis yoktu.
Şehirlerarası otobüste yan yana idiler, “Bayan Yanı” cuntasını(1) dayıoğlu, teyzekızı olarak aynı üniversitenin öğrenci kartlarını göstererek ispat etmişlerdi!
Eh! Yol uzundu, teyzekızı, dayıoğlunun omzuna başını dayasa, ara-sıra ahlarla ve tekrar ahlar ve oflarla içini dökmeye çalışsa fena mı olurdu ki? Hücum silâhı elindeydi Rüzgâr’ın, gözleri kapalı, koynuna sokulmak, bir eliyle sarmalarken, diğer eliyle kalbini kontrol etmek?..
Mümkündü!
Eylemin başlamasıyla, Tufan’ın irkilmesi bir olmuştu, tıpkı daha öncesinde olduğu gibi! Üstelik aynen “Breh! Breh!” nidalarıyla! Engellemesinin mümkün olamayacağı bir hareketti bu Tufan’ın ve bu kozu çok evvellerinde kendi elleriyle teslim etmişti Rüzgâr’a.
“Hayırdır Abi? Kaza falan geçirir gibi mi olduk? Aynı depremdeki gibi çarpıyor kalbin?”
“Git kız! Bu yaşta uğraşma benimle! Çantanda mutlaka minder vardır, git başını cama daya ve öyle uyu!”
“Yani şimdi ben suçluyum, öyle mi? ‘Çek git! Kendi başına zıbar(2)!’ öyle mi?”
“Yok! O anlamda değil, bazen gücüm tükeniyor, elimde değil! Özür dilerim, seni üzmek, kırmak asla aklımın ucundan bile geçmez, yaşamaktansa ölürüm!”
“Yani?”
“Sabret! Biraz daha zaman ver bana, cesaretlendir beni lütfen!”
“Sabır? Peki! Zaman? Ona da peki! Cesaret? Daha nasıl cesaret yaşatayım ki sana?”
Cevap veremedi Tufan; af dilemek, bir söz söylemek yerine bir önceki konumda bağladı Rüzgâr’ın ellerini;
“Buyur, ne hissetmek, duymak, yaşamak istiyorsan. Ancak ikinci bir emre kadar ‘Breh! Breh!’ demen yasaklanmıştır hanımefendi. Kalbimde çarpanın ne, kim olduğunu bildin işte, rahatladın mı şimdi, haddini bil(13), şu an söyleyeceklerim ancak bu kadar…”
“I-ıh! Ne zamanki istediğim söz, ısrar etmeksizin, zorlamaksızın gözlerime bakarak dökülecek dudaklarından, o zaman rahatlayacağım!”
“Çok bekleyeceksin be güzel Rüzgâr?”
“Güzel? Başlangıç kelimen bu olsa gerek, yaşamımda bugüne kadar duyduğum en güzel söz. Ben sabırlıyım, beklemesini bilirim, isteyen sen olduktan sonra…”
Ulaştılar…
Tufan, amcayla ve gözetmen olarak Rüzgâr’la kısa bir staj devresi geçirdi. Sonra anne-babayı Umreye uğurlama vakti geldi.
Önce otobüsle bir toplantı mahalline gidecekler, oradan birkaç hacı adayıyla daha buluşup bir başka otobüsle havaalanına yöneleceklerdi. Tufan’ın centilmenliği ya da Rüzgâr’la bir süre beraber olma art niyeti inkâr edilemezdi.
“Amca ehliyetim var, arabanızla kimseye müdana etmeden(2) sizi uçağa kadar Rüzgâr’la birlikte götürelim!”
“Olmaz, dönüşünüzü merak ederiz!”
“Peki, otobüsle gelip size arkadaş olalım!”
“I-ıh! Ne lüzumu var? Masraf...
Üstelik mandıra başsız kalacak…
Bunları boş verin de yorulacaksınız, belki hasta bile olacaksınız, buna da gönlümüz razı değil!”
“Ona da peki! Ama bağırsanız da, çağırsanız da, dövüp evlâtlıktan reddetseniz de sizin arabanızla sizi otogara kadar götüreceğiz. Konuşma bitmiştir amca!”
“Emrin olur, oğlum!”
“Amca giderayak üzme bizi, özendik, hiç olmazsa buna izin verin anlamında bir sözdü benimki! Hem Rüzgâr fotoğraf makinesini de getirecek hac öncesi otobüs önünde şöyle bir hatıra fotoğrafı çektirsek fena mı olur?”
“Hani benim gibi yakışıklı bir evlâtla fotoğraf çektirmek…
Herkese nasip olmaz da…” diyecekti ama bu haddini aşmak olacaktı, gereksizce sustu. Biliyordu ki büyüklerine karşı yapacağı şakanın, ya da esprinin dozunun fazlalığına hiç gerek yoktu.
Oysa kendisi vesikalık fotoğraf çektirirken bile o kadar zorluk çekmişti ki?
Ve üstelik belki ilerleyen zamanda “Baba-Anne” diyerek ellerini bile öpmeyi deneyeceği vakitler olacaktı!
“Her ne kadar kuzguna yavrusu Anka görünür(14) dense de, kardeşin Rüzgâr da güzel bir evlât, Allah’ım ikinizi de nazardan saklasın! Âmin!”
“Sizleri de amca, güle güle gidin, güle gelin, safalar getirin!”
Arabanın anahtarı edinildi, otogara götürüldü, fotoğraflar çekildi, anne-baba-Rüzgâr, anne-baba-Tufan…
Birkaç kez…
Bir de birilerinin eline tutuşturdukları makinayla hep beraber…
Bir süre beraber gitmek istediklerini söylediler Rüzgâr ve Tufan, herhalde çeşitli ısrar ve baskılardan sıkılmış olsalar gerekti ki, bu kez fırça atmak hakkını kullanmak istemişti, Yıldırım;
“İşiniz-gücünüz yok mu sizin? Mandıra boşta, siz bize hem lâf yetiştirmeye çalışıyorsunuz, hem de daha ilk günden işlere kulak şapırdatıyorsunuz(2), olmaz böyle şey. Hadi bakalım çocuklarım, doğru görev yerlerinize ve bize ‘Allahaısmarladık!’ öpün ellerimizi ve gözümüz arkada gitmeyelim, siz bizden önce hareket edin bakalım!”
Ayrılmak zor olsa da, gerekti. Hareket ederken Rüzgâr sessize yakın seslendi;
“Makinede bir iki poz kaldı, şöyle uygun bir yerlere götür de bir-iki poz fotoğrafını çekeyim Tufan!”
“Tufan? Bir-iki poz fotoğraf? Neden?”
“Tufan! Yalnızız, sakıncası mı var? Bir iki poz fotoğraf! Ben de hiçbir eserin yok, olmasını istemem, suç mu, günah mı, hata mı? Nasıl olsa ya cesaretin yok, ya da saplantıların çok, kalbinin çarpıntısı dışında. O da bana yetmedi, yetmiyor. İzin ver de, hayallerimi, rüyalarımı fotoğrafınla paylaşayım hiç olmazsa.”
“Bunun cesaretle, saplantılarımla ilgisi yok. Haddimi ve hak etmem gerekeni ne zaman sahipleneceğimi biliyorum!”
“Üç yıldır öğrenemedin mi bazı şeyleri?”
“Üç yıl sabrettin de, son bir yılı sabretmekten mi çekiniyorsun?”
“Ama ihtiyacım var, sarıl bana, sevdiğini söyle, öp, ellerimizde yalnızlığımız varken neden içimizden geçenleri üleşmemek için direniyorsun ki? Hadi! Durdur arabayı, çek bir kenara, elim kalbinin üstünde, yap dediklerimi, bu o kadar zor değil, söz veriyorum, yardım edeceğim sana ve asla zorlamayacağım seni bir daha!”
Gevşemişti Tufan, ancak bir ağacın kenarında yer bulabildi, Rüzgâr’ın elini kalbinin üstüne koydu, önce saçlarını kokladı, gözlerinin kapanıklığında dudaklarını aradı sevdiğinin ve sonsuzluğu üleştiler tüm varlıkların şahitliğinde…
Hazırlıklıydı Rüzgâr, fotoğraf makinasının içindeki film kasetinin tamamını bitirmek için. Makinenin sehpası çantasındaydı. Önce Tufan’ı çekti yalnız, sonra kendisini çekmesini emretti âdeta.
Ve sehpaya yerleştirdiği makine ile arabanın önünde, yanında, ağacın ilerisinde, berisinde, beraberce el ele, göz göze, diz dize çekindiler birbiriyle -gizli kalmak şartıyla- resimlerini…
Makine stop-end(6) deyinceye kadar…
Her ne kadar biliyor olsa da dönüşlerinde bir Pollyanna(15) gerçeğinden, ya da mutlaka Ömer Seyfettin’den bir öykü anlatsa Tufan, acaba fuzuli bir davranış mı olurdu? Bir nükte, bir fıkra, bir şiir, mırıldanacağı bir şarkı; enstrümantal(1) fazlalık mı olurdu Rüzgâr için?
O halde kendine gelmeliydi Tufan, gecelerinin rüyalarında, gündüzlerinin hayallerinde çektiği of ve ahların sebeplerine ulaşmayı düşünmeliydi?
Ve dönüşten sonra gündüzleri iş, geceleri yalnızlığın hüznünü yaşamaya başladı Tufan, sırrını açıklamış olmanın mutluluğu mu, amcasına ihanetinin görünüşü mü olduğuna karar veremediği…
Ve bir bakıma asıl ve asil görevi sayılacak güvenlik görevlisi şeklinde mandırada Yıldırım Amcasının arada-sırada da olsa sahiplendiği bölümde geceyi kendiyle üleşmesi derdiydi.
Oda öyle yokluk içinde bir oda değildi, televizyon, piknik tüpü, boş da olsa çakaralmaz bir tüfek(6), duvarda kıble işareti ile tespih, takke ve kenarda seccadesi bulunuyordu.
Ve Yıldırım’ın galiba Tufan gelinceye kadar aklına geldikçe yazıp hazırladığı birkaç sayfalık tembih ya da talimat listesi, duvara sayfalar halinde göze batacak şekilde yerleşik idi.
Odanın tek sakıncası kapısının olmamasıydı, onun yerine camilerde minber girişlerine konan yeşil örtünün asılmış olmasıydı, bir bakıma “Her türlü günah yasaklanmıştır!” anlamında bir şey olsa gerekti.
Ara-sıra da olsa, Rüzgâr da mandıra görevindeki eksiklikleri tamamlamak için görünüyordu ya! Eee! Bundan sonrası can sağlığı, Yan gel Osman(16) örneği. Ya da bundan iyisi; Şam’da kayısı(17) örneği idi, yanlış bir ifade olsa da.
* Ordövr tabağındakiler(6), ya da eklentiler…
* Her sabah Tufan’a “Bir şey lâzım mı?” telefonu ve peynir-süt hariç kahvaltılıklarla mandıraya geliş ve tıpkı üniversitedeki gibi kahvaltı edişler…
* Öğlene, annesinden öğrendiği yemekler, börek, çörek, poğaça takviyeli, akşam yemeği için ayrıca yalnızlığında tüketilmek üzere…
* Akşama; özellikle “Öptüm!” sözü ekli “Hayırlı Geceler!” dileği, Tufan’ın çıldırmasına sebep olmak ister gibi…
Hepsinde atak Rüzgâr’dan idi, akıl ettiği. Tın tın yapılı(6), kaprisli Tufan’ın içinden çok şeylerin geçtiği, çok şeyleri karşılıklı işaretledikleri halde söylememekte, devamını getirmemekte direndiği, ancak arkasından ağzı açık ayran delisi(2) gibi bakışları, sözüm ona içeriden ya da çevreden fark edilmediğini sandığı…
Bir gün, diğer günlerden farklı olarak öğlene doğru elinde bir zarfla geldi sevinci fark edilecek gibiydi, “Abi” demek çıkmıştı aklından, aynı anda seslendiler birbirine;
“Tufan…”
“Rüzgâr!”
“Yeşil tuttum bir Allah! (18)”
“Celle Şanühü!(18)”
“Fotoğraflar çıkmış, amcanın çektiği fotoğraf feleğini şaşırmış(2) bir gudubet(1) gibi çapraz çıkmış, diğerleri düzgün ve muntazam. Seninkileri getirdim sevabıma…”
Zarfı uzattı, içinde anne ve babası ile ortada kendisi olan bir fotoğraf ile anne ve babası ile Tufan’ın olduğu fotoğraftan başka fotoğraf yoktu.
“Hepsi bu kadar mı?”
“Yalan söylemek zorundayım, hepsi yanmış maalesef! Ama gene de kalanlar benim, hani ilerilerde ‘Vazgeçtim, Şaka yaptım!’ dersen diye şantaj yapmam için!”
“Senden vazgeçmem demek; ancak ölmek demektir benim için. Hadi eziyet etme, ne verirsen kabulüm, yeter ki senin-benim, bizim parçamız olsun, yaşamımızın ilerilerinde belki bakıp da özlemle bugünlerden o günlere neden geciktiğimize hayıflanacağımız…
Suçlu sadece ben değilim, ama zaman da; mecbur ediyor beni sensizliğe, çulsuz senin olamam, böylesine ‘Benim ol!’ diyemem sana, annenin-babanın yüzüne bakamam, anla beni ne olur?”
“Anlamakta zorlanıyorum, annemin babama dediği gibi, kereler kerelerce duymama rağmen iftihar ettiğim söz gibi; ben de ‘Sana kıyamam!’ Bunu bil, bugün dâhil ömrünün son anına kadar hep yanında olacağım, kızmam gerekirse sana kızacağım, bağırmam gerekirse gene sana…
Alt not alırsam alt dudağımı sarkıtıp surat asmamaya çalışacağım, ama üst not alırsam, kaderine küs, balık taklidinden beni kimse alıkoyamaz, anladın mı, kıyamadığım adam?”
Sevabına iki-üç fotoğraf verdi Tufan’a ve “Benim” dediklerini de uzaktan gösterdi sadece, Tufan’ın yalvarıp-yakarmalara aldırmaksızın…
Gün bitmişti hem öylesine bir bitiş ki, dünyanın sonu gelmişçesine, her şeyin son bulduğuna inanış gibi…
Be adam, madem saklanacaktın saklanaydın ya, aklından geçenlerin tümünü ertelemek istiyorduysan erteleyebilirdin de, hiç olmazsa iki-üç tatlı kelimeyle uğurlamak da mı geçmezdi aklından? Kasıntı(1)? Bir sözünle sana kul-köle olmuştu, belki ta başlangıcınızda bunu dileyerek…
Bir-iki güzel söz, iyi bir kelâm, özendirici bir iltifat geçmez miydi aklından Tufan? Bulunmaz Hint Kumaşı(19) mısın sen? Okul bitsin, sadece gizlenmeye çalıştığın mazeret ve sadece sıkılmaksızın sarf ettiğin sözler…
“Oysa defalarca tekrarlanmış olmasına rağmen duygularının, bakışlarının, sözlerinin(20) hareketlerinin, kalbinin çarpıntısından habersiz misin be yahu? İliklerin de mi sana haber vermiyor, kurtuluşun değil, kavuşman için? Dün ile bugünün farkı yok gibi! Ama bugünle yarın arasında farkı neden yarınlara erteliyorsun ki, yarınlara bugünlerden başlasan, kim engelleyebilir ki seni?”
Düşünmekten, ama aklına koyduğu çaresizliklerden bunalıyordu Tufan. Güğümlere, bakraçlara(1), şamandıralı güğümlere(6), plastik tas, bidon ve kovalara baktı teselli ararcasına, yalnızlığını, suskunluğunu anlatmak istercesine ve yerinden kalkıp darbelemek bazılarını…
Vazgeçti mantığını kullanarak.
Hay-huyla geçiyordu günler. Günlerden bir gün öğlene yakın, telefon etti Rüzgâr, “Şey” diye “e” harfi oldukça uzun.
“Emret! Yemeği yaktıysan üzülme, dert etme, süt-peynir-ekmek…
İdare ederim. Zaten uzun zamandır zahmet veriyorum!”
“Siteminizi aldım, kabul ettim, yemek yakma gibi bir âdetim yoktur, çünkü özenerek ve başında durarak yaparım efendim. Sadece yarınımı temizlik ve çamaşır günü olarak ilân ettiğim için; ‘Gel! Beraber yiyelim!’ demek istedim. Malûm bu hafta sonu annem-babam dönüyorlar…”
“He! İyi olur! Anne-baba Hacda, kız el işte, göz okul arkadaşıyla oynaşta deyip komşuların seni üzsünler, öyle mi, rızam yok!”
“Aklınla yaşa! Ben de düşündüm, bu nedenle bahçeyi düzenledim ve masayı özlem hakkımı yitirmemek için oraya koydum Gene de; ‘Olmaz!’ dersen gel yemeğini al! Bu arada kirlilerini de getir ki, yıkayıp ütüleyeyim!”
“Böyle bir şey bugünden olmaz, utanırım, hakkım yok, ben yurda dönünce hallederim kirlilerimi. Bu bir, küçük hanım! İkincisi vaktim kıymetli, sermayeyi kediye yükleyip(2) de babandan fırça yememi mi istiyorsun sen?”
“Ben sadece seni görmek, özlemimi dinlendirmek istedim. Babam sana kıymaz, kıyamaz, ben de. Beni görmek istemiyor, ricadan anlamıyorsun, öyle mi? O halde patronun kızı, onun vekili olarak emrediyorum. Bir kalıp keçi peyniri, bir paket tereyağı, lor, süt, yoğurt ve 10 yumurta…
Pardon sonuncusunu geçerken marketten yahut da bakkaldan alıver zahmet olmazsa…”
Babasının kızı olduğun öylesine belli ki, emir-demir (emir demiri keser!) konusu gibi.
“Baş üstüne komutanım! Emirlerinizin tümü yerine getirilecektir. Yalnız mandıraya ait gıda maddelerinin bedelini babanıza hesap vereceğim için tahsil etmem gerekli, bilginizin olmasını dilerim!”
“Ha! Şöyle imana gel! Öhöm! Öhöm!”
“Anlamı?”
“Onu da biliver artık koca adam!”
Alık alık baktı(2) telefona Tufan, anlamak isteyip, anladığını bilip de doğrudan doğruya söylemek istemesini diler gibi.
Bir torbaya doldurdu kirli çamaşırlarını Tufan, yarınları aklından geçirirken. Nasıl olsa yarınlarda belki de karısı hamile iken bu görev ona düşmeyecek miydi? O halde beis yoktu, erinin kirlilerini bugün o yıkardı, yarınlarda iş başa düşünce de kendisi…
Gerçekten bahçeye hazırlamıştı masayı Rüzgâr, sadece çevredeki binalardan değil, dünyanın dört bir köşesinden uydu yayınıyla (sanki) görülüp izlenecek gibi. Üstelik masanın iki uzun kenarlarına oturmuşlardı, karşılıklı, sessizlikle.
Yemek bittiğinde sessizliklerinde sessizliği Tufan bozdu;
“Ben yedim, Allah artırsın, sofrayı ömrümün tek aydınlığı, dünüm ve yarınım olan Rüzgâr kaldırsın!” dedi, tekerlemeyle.
“Acele etmene gerek yok! Tahin-pekmezle ağzın tatlılınsın, sonra kahveni de iç, öyle git, olmaz mı?”
“Neden olmasın, işler beni bekler nasıl olsa, hem yedek patronun emrindeyim ya, yarım yevmiyem delinse de umurunda olur mu senin?”
“Abartma istersen!”
Yarım-yırtık bir “Peki!” çıktı Tufan’ın ağzından.
Tahin-pekmez karışımını masaya koydu Rüzgâr, bir kaşık alıp bazlamasının üstünden yutkunmaya çalışan Tufan, sormak gereğini hissetti;
“Tahine karıştırdığının pekmez olduğundan emin misin Rüzgâr?”
“Neden sordun Tufan?”
“Bana başka bir şey gibi geldi de!”
Aynı kaşıkla karışımın tadına baktı Rüzgâr ve tükürürken;
“Allah benim…”
“İyiliğini versin bir tanem, ömrümün tek aydınlığı, yaşama sevincim…”
“Pekmez yerine nar ekşisi koymuşum, aklım başka yerlerde ya, kavanozları karıştırmışım, olacak şey değil!”
“Aklın bende miydi yoksa?”
“Avucunu yala! Aç tavuk kendini darı ambarında görürmüş…”
”Şunu hiç olmazsa horoz deseydin de utanmasaydım bari!”
“Peki, horoz bey, hemen kahveni yapıyorum!”
“Benimki az nar ekşili olsun lütfen!”
“Kaşındığının farkındasın değil mi? Bakalım ilerilerimizde bu kadar cesur olabilecek misin?”
“İzin verirsen neden olmayayım ki?”
“Pek! Bugünden itibaren, ömür boyu izinlisin sevdiğim adam!”
“Allah razı olsun demem mi gerek?”
“Eh! Babamlar geleceğine göre, bir daha böyle nar ekşili ziyafeti zor bulursun demem gerek, okul bitinceye kadar, o da şüpheli ya!”
“Beni katlet, bu sözleri tekrarlama bir daha. Yıldırım Amcam beni sever, hele büyüyünce; ‘Amca senden bir dileğim olacak, kızını bana ver!” diye çıtlatırsam, ‘Aferin!’ alacağıma bile inanıyorum!”
“Yapma, bu kadar erken, bana acı, kıyma, utandırma beni!”
“Sana; ‘Okul bitmeden gönlümü açıklamam!’ diyerek söz vermişken, babana karşı başımı dik tutarak nasıl söylerim ki böyle bir sözü? Hadi üzülme, bu benim aklıma en son gelecek bir şey ve senin üzüntünü, hüznünü görmektense sensiz geçmesi muhtemelse tüm ömrümü feda ederim, bil!”
Hani sözler vardır, bazısı birkaç kelime, kimi yüklemsiz, kimi özel, kimi genel, kimi acı, kimi tatlı, ama hepsi anlam yüklü. Örneğin; “Harç bitti, inşaat paydos, yolcudur Abbas, sağa sola bakmaz, ya da Nasrettin Hocanın eşeği gibi tam açlığa alışmak üzereyken terki diyar etmesi gibi.
Tufan da tam tam işlerin kompetanı(1), gerçek bir mandıracı olmuştu ki on-on beş gün sonrasında, hacılar dönmüştü Umreden. Ona tespih, takke, seccade ve akik taşından(6) hacı yüzüğü getirmişler, aynı şekilde bir takım da; “Babana götürürsün!” diyerek vermek istemişler, ancak Tufan kabul etmemişti.
“Öf bile denilmeyeceğini(21), biliyorum Yıldırım Amca. Ancak ben babamla övünemedim, gurur duyamadım, annem yaşarken de, doğduğum beriden de…
Belki yeni hanımı da düşüncelerimin, uzaklığımın yanlış da olsa tuzu-biberi oldu. Aslında babam sizin kadar bile babalık yapmadı bana Bu nedenle babama gitmek benim için zül gibi. Bana emekleriniz için sağ olun. Artık size yük olmayayım, yurda döneyim ben…”
“Sonra?”
“Sessizlik, sedasızlık, yalnızlık yüklü Allah Kerim Duası…”
“Bak oğul! Fedakârlığını ödemem mümkün değil, mandırayı yönetmenin hiç önemi yok, değil mi ki Rüzgâr’a ağabeylik ettin, biz de sana güvenip, gözümüz arkada olmaksızın rahatça Umreye gittik-döndük! Dediğim gibi karşılığı asla bedel olarak ölçülemez. Ama gidip de boğaz tokluğuna işler bulup kendini harcamana da izin vermem, göz yummam da mümkün değil…
Kal benimle, hatta bizimle, nasıl istersen, sadece Rüzgâr’ın değil, senin de başındayım ve seni babana göndereceğim, ya da bizzat kendim götüreceğim, bu uzaklığı kapatman gerek, ısın, hepimiz bugün varız, yarınlarda yokuz, bunu unutma!”
Rüzgâr belki belli belirsiz, fark edilmeyecek gibi başını eğmiş, ya da sadece Tufan’ın görebileceği şekilde iki avcunu yalvarır taklidinde birbirine yaslamıştı; “Kabul et!” anlamında gibi.
Tufan dünden razıydı, ama hemen kabul etmemeliydi, biraz da olsa nazlanmasının gerekli olduğuna inanıyordu, ancak tedbirli olmayı unutup yaptığı gafın(1) farkında olmadı;
“Sağ ol Yıldırım Baba!!! Siz söz, düşünce, nasihat, tavsiye ve davranışlarınıza asla ‘Hayır!’ diyemeyeceğim, kıramayacağım değerli bir büyüğümsünüz. Zamanımın boş ve boşuna geçmesindense yanınızda kalıp mandıracılığı değil, ama bana babamdan miras kalmayan büyüklüğü, insanlığı öğrenmek için sizleri rahatsız etmezsem, kalırım!”
“Memnun oldum, sağ ol oğlum!”
Güzel günler yaşamaya başlamıştı Tufan, ekmek elden, su gölden örneği! Sevdiğini her gün görüyordu, mutluydu. Yıldırım’a Baba dediği gibi, Önay’a da Önay Anne demeye başlamıştı.
Önay da oğlunun(!) sevdiği yemekleri öğrenmiş, sırasıyla yapmaya çalışıyordu. Belki de zahmete girmeden, Rüzgâr da herhalde aylak aylak yatıp(92 kendini büyütecek değildi ya!
Rüzgâr’ın gelemeyeceğini söylediği günlerden birinde ya hınzırlık hakkını kullanmak, ya da Rüzgâr’ın kıskançlığının derecesini öğrenmek istemişti Tufan;
“Aklımdayken söylemem gerek! Yarın bir Gıda Mühendisi destek olmaya gelecekmiş mandıraya. Güzel olduğunu, hanımefendi olduğunu söylediler. Ben kendimi korumasına korurum da, nasıl korunurum işte orasını bilemiyorum.”
“Gözlerini oyar, ayaklarını kırarım onun!”
“Yanlış benim gözlerimi oy ki, senden başkasını görmeye çalışan dünyam kararsın, içinde senden başkası olmasın! Benim bacaklarımı kır ki, ömür boyu dizlerinin dibinden ayrılmayayım.”
“Zırvalama! Sen benim dünyam, dünüm, bugünüm, yarınımsın, gözlerime bakmazsan, bana koşarak gelip sarılmazsan ben nasıl yaşarım ki? Yarın yanındayım!”
Gıda Mühendisi, evli-çoluklu-çocuklu, torunlu-topalıklı, 50-55 yaşlarında emekli bir devlet memuruydu ve sadece yanlışlıkların düzeltilmesi için, boş vakitlerinde ara sıra uğruyordu, haberli, ya da habersiz.
Bir vesile ile karşılaşmışlardı Yıldırım’la ve ara sıra gelip yanlışları göstermek, iyilere yönlendirmek için söz vermişti.
Ve geldi, uyarılarını, tembihlerini yaptı ve gitti.
Ve söz vermişti
Günler Tufan için rutin, monoton, tekdüze geçmeye başlamıştı, özellikle yanında olmasını istediğinin yanında olmadığı günler. Tufan sahiplendiği kapısız odada gündüzleri etliye sütlüye pek karışmadan, ama elinden geldiğince(!) bir şeyler yapıyor, yapmaya çalışıyor ara sıra olsa da beceriyordu!
Ancak inkâr edilmesi mümkün olmayan hadi Gece Bekçisi demeyelim de Güvenlik Görevlisi olarak başarısı üst seviyede idi.
Aslında Yıldırım ve Önay; “Yerimiz müsait!” diyerek kendileriyle kalmasını ısrarla rica etmelerine rağmen, kalmayı düşünmemişti Tufan, bir kenarda büzülüp sözlere, eylemlere karışmayan birleştirdiği ellerinin başparmaklarını birbirinin üzerinden atlatan Rüzgâr’a rağmen. Aynı şehirde, aynı havayı solumak yeterliydi kendisi için.
Yıldırım, günlerden bir başka gün Tufan dışarılardayken, gerekli olan bir şeyler için eskiden kendisinin, şimdilerde Tufan’ın olan, bir bakıma kapısı yeşil bir Karagöz Perdesi gibi olan odaya girmiş Tufan’ın çekmecesinde, resimler ve yazılar dolu bir kısım sayfalarla karşılaşmıştı.
Merak etti, resimlerden birinde kendi-eşi ve Tufan vardı ve resmin arkasına; “İşte ailem dediğim; annem-babam ve ben!” yazılıydı. Diğerinde kendi-eşi ve kızı vardı, o resmin arkasına da “Annem-babam ve Tanrıdan sonra tapılacak tek mabut yazısı vardı.
Ne yapacağını bilemez bir şekilde durakladı bir süre, yerine çakılmış gibi. Kâğıtlara göz attı, göz ucuyla. Çeşitli rakamlar, çeşitli girinti-çıkıntı ve karalamalar vardı, hiçbirinde isim belirtilmemiş, tarifsiz hayalî bir sevgiliye gibi, kimsesiz, sahipsiz mektuplar gibi.
Tamamlandığını sandığı bir şiir taslağı çekmişti dikkatini, yazılar gibi girintileri, çıkıntıları, oklarla kıtaların yer değiştirme işaretleri, uyakları tutturmak için hece-kelime gibi artıları-eksileri olan dizeler…
Ayrıca unutulmuş, belki de özenle verilmiş kızına ait olduğuna inandığı bir fular, eşarp, bürümcük(1), çember(1), ya da yazma(1) her neyse başörtüsü gibi bir şey vardı.
“Yalnız senin için öğrenen sevmeyi,
Yalnız senin için çarpan şu yüreği,
Yalnız senin için geçiren süreyi
unuttun mu yoksa, kim?
Özleme dayanmayı coşkuyla bilen,
Ağlarken yüreği, kendisi hep gülen,
Istırabını tebessüm edip silen
unuttun mu yoksa, kim?
Karanlıklardan doğduran tek güneşi,
Susuzken bile söndüren kor ateşi,
Aydınlığa mutluluk yaratan kişi
unuttun mu yoksa, kim?
Dünyaya senin için erkence gelen,
Sen gelince dünyaya, sana ilk gülen,
Seni yaşayıp, yalnızca seni bilen
unuttun mu yoksa, kim?
Bir ömrü karşılıksız sana adayan,
Tek gücü, tek bir kelime olan; “Dayan!”
Cismini esirgemeyip de budayan
unuttun mu yoksa, kim?
Gözlerine mil çekilse bile gören,
Yalnız sana tomurcuk gülleri deren,
Cefaya yalnız da olsa göğüs geren
unuttun mu yoksa, kim?
Yaşasa da sıkıntılar, eza, cefa,
Aradığı tek şeydir gönlünde vefa,
Yanında, yalnız seninle uman sefa
unuttun mu yoksa, kim?
Granitten set yapılsa da önüne,
Barikatlar kurulsa da her yönüne,
Çare arayıp bulan, sensiz ölüme
unuttun mu yoksa, kim?(22)”
Başlangıç olarak susmasının yararlı olacağına inanıyordu. Farkında olunmadan yaşanan bir sevgi ise zararsızdı. Ya karşılıklı ise? Birbirinde gönülleri varsa ve kuş yuvadan uçmaya niyetli ise anne-baba olarak ne yapabilirlerdi ki?
Şimdilik kendi dağarcığı(1) en emin yerdi, çıt bile çıkmazdı, tüm gördükleri kendi aklında kalacaktı, amma velâkin ne yapıp edip, usulen kaza ile ya da tesadüfen(!) kendi başına kızının odasında olmayı deneyecekti!
Çekmeceyi kapatmaya uğraşırken son bir kâğıt uçma hevesindeydi. Tutmaya çalıştı, yakaladı, ancak biraz buruştu ellerinde, haksızlıktı bu, düzeltmeye çalışırken ister istemez gözleri gezindi satırlar üzerinde.
“Annen-baban muhterem insanlar! Nasıl ‘Başlangıcımızdan beri kızınızı seviyorum, onu bana verin!’ derim ki? Deseler ki; ‘Behey çulsuz adam, haddini de mi bilmiyorsun?’ Haksız sayılırlar mı?”
“Bak güzel kız! Şu son sene bitsin, bitesiye kadar bir şeyler gelir herhalde aklıma, yoksa sene ve üniversite biter de ben sana ulaşıp kavuşamazsam, ölürüm!”
“Bak sana; bir daha; ‘Breh! Breh! Pöh! Pöh! Öhöm! Öhöm!” demeni yasaklamıştım ya. Sözümü geri alıyorum. Dünyada bu kelimelerin yakıştığı başka dudaklar olduğunu düşünemem bile.”
“Hani bir de ‘Öfkeleniyorum avurtlarını içine çekip de balık taklidi yapma!’ demiştim ya. Bu taklidi de dünyada senden iyi yapan birinin olduğunu düşünemiyorum. Bu vaazımı da unut gitsin. Aslında dudaklarını sarkıtıp bir şeylere üzülmen yanlış…”
“Dünyada inci gibi dişlerini göstererek gülümseyen tek varlık sen olmalısın!”
“Sakıncalı bir durum; şu kalbimi ikide bir kontrol etme, içinde senden başka kim olabilir ki?”
“Düne kadar karanlıklar içindeydim. ‘Dün’ deyişim senin olmadığın yaşamım. Şimdi aydınlıktayım ve yaşam seninle güzel!”
Yıldırım, elinde olmadan daha sevecen, daha duygusal bir tavır şekline bürünmüştü…
Tufan buruşukluğu giderilmeye çalışılmış sayfayı eline geçirdiğinde, istiflenmiş resim ve notlar nedeniyle mahcup gibiydi, konuşamıyordu, hatta gözlerini bile kaçırıyordu, Yıldırım’dan. Bu, haddini bilmesinin, korkak bir sokak köpeği gibi kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırıp kaçmasının gerekliliği idi bir bakıma...
Yapamazdı. “Öğrendiniz, yok oluyorum!” demekti bu, belki Rüzgâr’ın tahsiline devamına engel bile olabilirdi. En iyisi herhangi bir mazeret uydurup vedalaşmaktı, ancak kendinde hakkı olana haber vermeden olur muydu? Telefon açtı;
“Uygun durumda değilsen, sonra arayayım?”
“Yanlış numara efendim, bu evde öyle biri oturmuyor!”
Konu anlaşılmıştı.
Bir süre sonra beklenen mesaj; “Ara!” şeklinde geldi, aradı hemen Tufan;
“Dışarı çıktım, Büyük Cami önündeki parktayım, ister hemen söyle, ister gel, anlat. Özledim, çünkü…”
“Daha dün görüştük ya!”
“Özlemek için zaman kısıtlaması mı var?”
“Sustum ve hemen geldim!”
Yanındaydı, çevre dar, dedikodu zemini her an hazırdı. Yan yana iki kanepenin iki yakın ucunda birinin elinde gazete, diğerinin elinde kitabı okuyormuşçasına konuşuyorlardı.
“Yıldırım Baba ses etmiyor, ama galiba beni yakalamış!”
“Sanırım Garanti Belgesi için benim odamda da eşinmiş biraz. Ama öyle gizlenmişim ki müneccimlere sorsa, büyü yapsa bile bulması mümkün değildi, sadece kendi Umre fotoğrafları…”
“Ben kaçayım diyorum, okul bitinceye kadar da ses çıkarmayayım!”
“Peki, ben sensiz buralarda ne yapacağım? En iyisi eve gel, beraberce söyleyelim, saklanmayalım, belki böylesi daha iyi olur.”
“Olur, şansımı denemek istiyorum, ama sen üzülürsen ben ölürüm!”
Rüzgâr yanından ayrıldıktan sonra bir süre arkasından baktı, sonra gazetesine bakmaya devam etti, okumaksızın, zamanının ne kadarını harcadığının farkında değil gibiydi.
Aklı başına gelip de gerisin geriye mandıraya döndüğünde Yıldırım’ın meraklı bir şekilde kendini beklediğini gördü;
“Şey! Bir şeyleri düşünmek için hava almaya çıkmıştım!”
“Haber vermedin, merak ettim oğlum!”
“Şey! Size haddinden fazla yük oldum. Utanıyorum da, bu nedenle izninizle okuluma döneyim istiyorum.”
“Rüzgâr’ı almadan mı? Bunu konuşmamız lâzım. Bu akşam bize yemeğe buyur. Ayrılmak için söylediğin şey mazeret değil, otur oturduğun yerde. Gel, anlat ki derdini bilelim, çözüm üretmeye çalışalım!”
Ve dediğini hemen uygulamaya koymak için telefon açtı;
“Kızım, Tufan bu akşam yemeğe bize gelecek, sen neleri sevdiğini biliyorsundur, masayı ona göre hazırlayın. Tatlı gerekiyorsa ve yetiştiremeyeceksiniz, çık, al, lütfen!”
Sözlerinin ciddiyetinden ürkmüştü Tufan, âdeta idam fermanı(6) gibiydi, oysa suçu sadece Rüzgâr’ı sevmekti, sadece “Seviyorum!” deyip başını eğecekti, Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eylerdi. Diğer tarafta ise Rüzgâr, Tufan’ın ani katılımının endişesi içindeydi…
“Hem yemeğimizi yiyelim, hem de iki lâfı uç uca ekleyelim. Söyle bakalım Tufan oğlum, ne güzel amca-oğul anlaşıyorduk, Önay Teyzen de, Rüzgâr da seviyorlardı seni, ne oldu da durup dururken dönmeye kalkışıyorsun?”
Defalarca “Kardeşin” diyen Yıldırım, bu kaçıncı kezdi ki, Rüzgâr diyordu, bunu ne Rüzgâr’ın, ne de Tufan’ın fark etmemesi düşünülemezdi.
Ağzını peçeteyle kapatıp yerinden kalktı Tufan, diğerlerinin hayret dolu bakışlarına aldırmaksızın, önce Yıldırım’ın, sonra Önay’ın ellerinden öpüp Rüzgâr’ın yanında durdu;
“Vereceğiniz her karar için boynum kıldan ince. Onu ilk gördüğüm andan beri Rüzgâr’la ilgiliyim, beğeniyor, hoşlanıyordum. Sevdiğimi anladım. Bu sene son senemiz, bugüne kadar hep kendimi gizledim, kendim kendimle dertleştim, yazdım, çizdim, dizeledim, Rüzgâr’ın bile haberi olmaksızın…
Siz ‘Gel!’ dediniz, mutlu oldum, geldim ve ilk kez sevdiğimi söyledim kızınıza, ama mecbur olarak. Çünkü kalbimin olağanüstü ritmini arttırmasını engellemem mümkün değildi ve bunu Rüzgâr fark etti, ben elimi uzattım, Rüzgâr elini çekmedi…”
Nefesi durgunlaştı, içindekini itirafın kendini zorladığının farkındaydı. Devam etti;
“Karar sizin, ‘Kal!’ derseniz, kalırım, ‘Git!’ derseniz giderim, kararınız her ne olursa olsun, sizlere sevgi ve saygım sonsuz. Bunu bilmeniz rahatlatır beni. Tüm bunları hiç olmazsa son sömestrde, ya da cesaret edemezsem mezun olunca söylemekti maksadım. Ama gerekti, sabredemedim, bağışlamanız dileğiyle dilimi uzattım biraz. Özür dilerim, izninizle gideyim!”
“Otur şuraya, söyle söyle ve kaç, olur mu böyle bir şey? Önce yemeğini bitir ve sonra bekle, bizim de söyleyeceğimiz bir şeyler olur belki. Meselâ senin görür görmez hissettiklerini anne ve baba olarak bizlerin de fark etmemiz uygun zamanı beklememiz gibi. Konu şu an kapanmadı, ama bitti…
Sen yazıp çizmeye, dizelemeye devam et ve fakat birikintilerini saklama, ilgiliye ulaştır ki, içinden geçenleri de bilsin o sevdiğin kız!”
Bu; Yıldırım’ın bildiğinin itirafı gibi bir şeydi. Tufan ile Rüzgâr’ın karşılıklı sevgilerini anne ve babanın da bilmesi kadar olağan ne olabilirdi ki, insan doğasının şaşkınlığı nerede görülmüştü ki?
Yaz tatili karşılıklı gülümsemelerle, ancak söz, vaat gibi hiçbir olasılık yaşanmaksızın bitmişti. Sadece uğurlama sözü önemliydi Yıldırım’ın;
“Kızımız sana emanet Tufan, onu sakın ve koru, sevmeye devam et! Kızım sen de Tufan’ın elini sakın bırakma, sıkı sıkı tut!”
Ne ağabey, ne de kardeş sözleri kullanılmıştı.
Yola çıkmadan evvel Yıldırım dolgunca bir zarf vermek istedi Tufan’a.
“Hakkım yok!”
“Allah aşkına! Hizmetini ödeyemem ama…”
“Al oğlum, al!”
“Ben sizinle mutluluğu, kendime güveni, imanı katmerleştirdim. Ama gene de ısrarcıysanız, o zarf bana yük, ya annemin ziynetlerinin yanına koyun, ya da sizde kalsın. Müsaadelerinizle gün gelecek, gerekecek!”
“Anladım oğlum, bir oğlumuz olsa, ancak senin kadar gerçek bir oğul olurdu. Ben, biz yaşadık, sizlerin de aynı duygular içinde oluşunuz sevinç ve mutluluğumuz, gözümüz arkada değil artık!”
Bu sözlerin “Okulunuzu bitirin, öyle!” anlamını kim göz ardı edebilirdi ki?
Otobüs terminalden çıktığında Rüzgâr’ın eli, yine kalbinin üstündeydi Tufan’ın.
“Hiç sarsıntısı kesilmez mi kalbinin?”
“Ömrüm boyunca asla!”
“Sevmekten vazgeçersen?”
“O zaman ölmüşümdür, ama ölsem de mezarımda seni sevmekten ne Münkir-Nekir(101), ne de böcekler vazgeçirebilir(23) beni, sopsoğuk bedenimi didik didik ederlerken…”
“Sen ölürsen, ben yaşar mıyım, peki?”
“Galiba aynı fikirdeyiz gibime gelir!”
“O halde dinlenip dinlenip beni sevdiğini söyle, ömrümüzü paylaşacağımızı anlat bana, dünyaya gözlerimizi açtığımızda gecikmişiz, bu gecikmeyi mutlulukla kapatacağımızı söyle!”
“Seni sevdim, seviyorum ve hep seveceğim desem, yeterli mi?”
“Göğsüne başımı yasladığımda ellerimi her zamanki heyecanınla tutar, saçlarımı koklamaya devam edersen, tabii ki!..”
Son seneleriydi eğitimlerinin, okul çevreleri için hâlâ abi kardeştiler, hayatın normal akışı içinde ara sıra da olsa kendilerine izin verdikleri “Breh! Breh!” seslenişlerinde…
Sömestreye bir-iki adım kala günlerden bir gün Tufan’a yurt kapısında adı Meltem olan yaşlıca bir kadının kendini aradığı söyledi, yurt görevlilerinden biri.
Rüzgâr’dan başka bir ilintisi yoktu bu konuda Tufan’ın. Bilemedi, tanıyamadı önce, sonra babasının yeni karısı olduğu kanaatini yaşadı, direndi görünmemeye, karşısındaki de direndi mutlaka görmek için, karşılaştılar sonunda.
“Oğlum, desem beni kıracaksın, üzüleceğim, biliyorum. O halde ‘Kocamın oğlu’ diyeyim. Baban hiç iyi değil, hastaneden eve yolladılar, tıbbın çaresizliğinin ifadesi ile. Dünya gözü ile bir görsen, evlât olarak helâllik alıp versen diye düşünüp başımı eğip geldim…
Yaşam senin, asla karışamam, hakkım yok, hele ki senin için ‘El’ olarak. Bu davranışım bir mecburiyet, senin aklını çelmek değil, sadece son anlarını tüketmekte olan bir babaya son olarak da olsa görevini yapman için…
Babanı yitirdikten sonra yaşamında bir daha asla gözükmeyeceğim. Bundan sonrası sana kalmış, sen söylememi istemesen de; oğlum!”
En katı kalbin bile dayanamayıp yumuşayacağı bir andı Tufan’ın yaşadığı. Kalbini, fikrini, zikrini, düşüncelerini bir kenara bıraktı sarıldı Meltem’e;
“Haksızlık ettim, keşke iyi bir insan olduğunu başlangıçta anlatsaydın bana!”
“O kadar sabit fikirliydin ki, inanmazdın ki…”
“Haklılığınızı kabul ediyorum. Yalnız arkadaşıma haber vermeliyim, ders notlarımı eksik etmesin, çünkü mezun olmalıyım, son görevimi yapıncaya kadar da beni merak etmesin. Ayrıca Yıldırım Amcama da haber vermem gerek, sonra beraberce gideriz, olur mu?”
“Olur oğlum!”
Tufan’ın ses çıkarmamasından cesaretlenerek ikinci kez “Oğlum!” demek için kendine güvenmişti Meltem…
Tufan, Rüzgâr’ın “Beni de götür!” demesine ilk defa sinirle cevap vermişti;
“Sen benim olmak istemiyorsun galiba. İkimiz de kaybolursak derslere gökyüzünden inip melekler mi katılıp, not alacaklar, benim sahibim olan meleğim yerine? Sen öğren ki, sonramızda bana da öğret…
Tek ricam babana haber ver, adresi biliyor, gelirse başımın üstünde yeri olacak. Bilemediğim konularda baba gibi benden desteğini esirgemesin. Şimdilik Allahaısmarladık! Bundan sonraki yaşamımızda bu kelimeyi bir kez daha tekrarlamamak umuduyla…”
Meltem ve Tufan beraberce çıktılar yola. Haberi alan Önay ve Yıldırım da her ihtimale karşı gerekebilir düşüncesiyle arabalarıyla çıktılar yola ve hemen hemen aynı anda ulaştılar Bora’nın yanına, belki birkaç dakika, belki 8-10 dakika farkıyla.
Komşular açmıştı Önay ve Yıldırım’a kapıyı, kendinde değil gibiydi Bora. Zorlukla açtı gözlerini, bir deri, bir kemik kalmıştı, doktorlar çaresizliklerini “Ölsün!” diyemeyecekleri için, “Bundan sonralarında yuvasında olsun!” sözleriyle pekiştirmişlerdi zaten. Eklentileri; eften-püften(6) sakinleştirici, uyuşturucu, rahatlatıcı, doyurucu, acılarını azaltıcı ilâçlardı.
“Hiç iyi değilim be tertip! Giderayak seni gördüğüme sevindim, oğlum da gelseydi, dünya gözüyle görebilseydim son kez…”
“Geliyor, birkaç dakika, bir çeyreğe kadar burada olur inşallah!” dediğinde Tufan girmişti odaya, “Baba!” diyerek üstelik hayretle.
Bora doğrulmak istedi yatağından, gücü yetmedi, Tufan kavanladı(2) sırtından, destek oldu sarılırken;
“Oğlum!” dedi Bora ve ekledi; “Allah’ım esirgesin seni, inşallah sen, ben olmazsın!”
Keşke tüm dualar sekerât(1) anında değil, gözlerin, kolların açık olduğu her anda yapılabilseydi.
Son sözleri oldu bu Bora’nın, belki içinden “Allah!” diyerek. Allah’ın onu oğlunu son kez görmesi için ömrüne birkaç dakika ilâve ettiğini, Azrail’in görünmesini ertelediğini düşünmüş olsa gerekti.
Gerçekten Azrail’e karşı birkaç gün daha direndi, gücü belki de ancak o kadarına yetti, bir daha kendine gelemeden, gözlerini açamadan.
Son anlarında doğrulmaya çalışır gibi oldu, dermanının son katresi bir “Puf!” sessizliği ile yok oldu, dudağının sağ tarafında habbecikler(1) halinde tükürüğü kabardığında.
Bekleniyor olsa da ölüm acıydı, gözleri yaşlanan sadece Meltem’di öncelikle, artan hıçkırıklarla ve diz çökerek kocasının elini öperken.
“Yalnızlığına derman olmak istedim, o beni yalnız bıraktı!”
Bora, Tufan’ın annesinin yatağındaydı, başucunda öz annesinin resmi, salonda, odalarda ne varsa annesinden arta kalanlardı.
“Sırası değil, ama” deyip gardırobu açtı Meltem;
“Annenizden tüm kalanlar, düzenli ve tertipli olarak burada, seccadesi, tespihleri, ayakkabıları, terlikleri, mestleri dâhil…
İstersen hemen, istersen istediğin zaman gelip alabilirsin. Ev senin, babanın vasiyeti, ben başımın çaresine bakarım!”
Unuttuğu, ya da söylemesi gereken bir şeyleri söylemek mecburiyetinde hissetti;
“Ben babanın yattığı, annenle üleştiği yatakta hiç yatmadım, annenin yerini almak aklımın ucundan bile geçmedi, benim yerim hep bu kanepe oldu, yıllar yılı.”
Bazı şeyleri söylemenin uygun olmadığı düşüncesinde olsa gerekti Meltem. Tufan kalkıp ellerine sarıldı.
“Anladım, ama geç anladım Meltem Anne. Şom ağızlıların(6) sizinle ve sizlerle ilgili iftiraları, yalanları yoldan çıkarttı beni. Garabet(1) şu ki ben inandım, tıpkı başlangıcımızda şu anda utandığım tepkimde hissettirdiğim gibi. Af diliyorum. Babam vasiyet etmiş de olsa bu ev sizin. Sonrasında ne yaparsan yap, ister yakınlarına hibe et, ister intifa hakkı(6) saklı olmak üzere bir hayır kurumuna devret!..
Mezun olduğumda hayalim gerçekleşir evlenirsem, eşimle, belki torunlarınızla sizi ziyarete geliriz. Siz de gelir biz de kalırsınız. Uzun bir vade, ama ömrünüzün sonuna kadar bana emanetsiniz Meltem Anne!”
“Oğlum!” dedi sarıldı Meltem.
Birkaç gün içinde her şey sona ermişti, bir varmış, bir yokmuş örneği, ancak her şeye rağmen ve hiç olmazsa yedi mevlidi okununcaya kadar orada kalmalarının gerektiğini söylemişti Yıldırım. Gayret edip sabrettiler, farkında değillerdi sömestre tatilinin başladığının.
Tüm anlamlar yüklü; “Yolcu yolunda gerek, Tufan, sen de bizimle gel, teselliye ihtiyacın var, hem kaybettiğin dersleri de telâfi etmelisin!” dedi Yıldırım.
Araba hareket ettiğinde arkalarından bir kova su döktü Meltem…
“Tufan!” dedi Yıldırım ve sustu, herhalde Önay ya dürtüklemiş, ya da çimdiklemişti bir yerlerini, uyur-uyanık arası olan Tufan’ın fark etmeyeceği bir biçimde. Tufan boş bulundu, belki özlem, belki has babasını yitirmiş olmanın acısıyla;
“Efendim baba!” dedi, karı-kocanın hayretle açılan gözlerini fark etmeksizin, günlerin gönül yorgunluğunu sanki tek başına yaşamış gibi, kafasını geriye atıp kaykıldı ve tekrar uyku moduna geçti…
Eve ulaştıklarında Rüzgâr’ı heyecan içinde bekler buldular, bir fırsatını bulduğunda Tufan’ın haber vermesine rağmen.
Oysa anne-baba “Neden haber vermeyi akıl etmedik!” şeklindeki düşünceleriyle hayıflanıyorlardı. Yitirmekten korkmuşçasına aklına hiçbir şey getirmeksizin, önceden gelen anne ve babasını yalapşap kucakladıktan sonra, çantaları getirmekte olan Tufan’a heyecanla sarıldı.
“Başın sağ olsun Tufan’ım, her şeyim!”
Bir gece öncesinden zom olmuş(2) da, ayılmışçasına aklı başına gelmişti Tufan’ın;
“Ne yaptın kız? Anne-baban önümüzde, sesin kulaklarına ulaşmıştır onların, iyice açığa çıkardın bizi!”
“Oğlum; ‘Anlaşıldı!’ demiştim. Hadi git, elini-yüzünü yıka, ya da duşunu al, akşama kadar yat, dinlen! Ben mandıraya şöyle bir bakıp geleyim, annen de kızıyla bir şeyler yapar her hal. Akşama dinlenmiş ol ki, acın her ne kadar taze ise de demek istediklerimi anla, söylemek istediklerini sıraya diz, usulünce nasıl ve ne söylemen gerekiyorsa hazırla ve söyle işte. Sizi böylesine gördükten sonra, bize de anne-babalık yakışır, ‘Hayır!’ dememiz güç!”
“Anladım…”
İkinci kez “Baba” deme hakkını kullanacağının farkına varmış gibiydi Yıldırım, sözünü kesti;
“Hadi! İyi istirahatler oğul!”
Kimse akşama kadar sabırlı olmadı, olamadı, akşamın karanlığı usulünce henüz şehre inmemişken bir arada idiler.
“Allah’ın emriyle…”
“Verdik gitti, oğlum. Mutlu olun!”
Galiba mandıraya gitmişken cebine koyması gerekenleri de halletmişti Yıldırım, belki karısının kaş-göz işaretleriyle, belki aklından, belki de yine karısının telefonuyla.
Yüzükleri çıkardı cebinden, kurdeleye ya ihtiyaç duymamış, ya da akıl edememiş olsa gerekti, parmaklarına taktı ayrı ayrı nişan yüzüklerini, onlar ellerini öperlerken, kendileri de alınlarından öptüler onları, sarılırlarken, hüznün egemen olamadığı mutlulukla.
“Kızım damat adayına usulünce bir kahve yap bakalım, sana tahammülünün ne kadar olacağını görelim!”
Bu; yöresel olarak tuzlu kahve(24) demekti.
“Ömür boyu…” deyip durakladı Tufan.
“Söyleyebilirsin artık oğlum!”
“Ailem, annem, babam… Bugünleri ve yarınları bana bahşeden yüce insanlar…”
“Biz bahşetmedik, sen, sizler kazandınız. Hadi yarından itibaren, bana yardımcı olmaya devam et, ama derslerini aksatmadan. Son sömestreye başlamadan önce nikâh için gereklilikleri öğren, aile arasında kutlayalım, istersen Meltem’i de davet edebilirsin. Göreve başlarsanız hemen, ya da az-biraz sonrasında düğününüzü de yaparız, karı-koca olursunuz!”
“Sağ olun anne, sağ olun baba!” dediler bir ağızdan!
Sadece utangaç kaçamak bakışların yer aldığı akşam şehre indi…
Okula döndüler, son sömestre başladı, başarıyla bitti, buna karşılık ayrılık başladı. Rüzgâr’ın evli görünmesine rağmen ataması yapılmadı.
Devlet burslu okuduğu için Tufan’ı, lâv birikintilerinin alanları kapladığı, yaşamı sadece hayvancılık üzerine kurulu köyden nahiyeye, oradan da belki politik nedenlerle yakışmayacak bir nüfus topluluğunu dikkate almaksızın ilçeye çevrilen bir okula atamasını yapmıştı.
Öyle ki ilçenin anayola bağlantısı için bile 300-400 metrelik, imece ile yapıldığı belli olan yolu taşlardan arındırılmaya çalışılmış toprağımsı bir yoldu.
Kaymakam, şehrin üçten fazla olmayan muhtarları ilçenin zorunlu ihtiyaçları için ciplerle gidip geliyorlardı şehre. İlkokulun olduğu alandaki muhtarla oldukça yakın bir ilişki kurmuştu Tufan. İlçede caminin imamı ile de arası hoştu, sohbet olarak dinini öğrenmeye çalışıyordu, şimdilik kendine göre cemaate katılarak duygu sömürü yapmaya çalışmak uygun olmayacaktı.
Ömer Hayyam şekillendi zihninde; “İçin temiz olmadıktan sonra, Hacı hoca olmuşsun kaç para! Hırka tespih, post, seccade güzel, Ama Tanrı kanar mı bunlara?”
Tufan akşamları dua ediyordu Tanrıya, yalan mı söyleseydi yani, kendi ve sevdiği için, ara sıra da kontenjandan anne-baba olarak saydıklarına. Yatmadan önce tespih elinde, takke başında, akik taşlı hacı yüzüğü ile nişan yüzüğü parmağında olarak ediyordu dualarını, pencereden gökyüzüne bakarak aydın gecelerde yıldızlarla sevdiğine ulaşmayı içtenlikle dileyerek.
Kafasına taktığı felsefelerden biri, ilerilerde Tanrıya şükranını iletmek için, annesi, Önay annesi ve Yıldırım babası gibi namaza başlamaktı.
Kendi mahallesinin muhtarın asarı atika(6) cipi, Tufan’ın ve mahallesinin hizmetinde idi, gerektiğinde iki üç sefer yapacak olsa bile vilâyete. Hocanın okuyup üflemeyle, Fatma Gadinin(1) kocakarı ilâçlarıyla iyileşemeyen hastaları, Ebe Annenin başarılı olamayacağı, ya da olmadığı doğuracak kadınları şehre götürmek, yaşlıların, hastaların ilâçlarını, öğrencilerin kitap, defter gibi eğitim malzemelerini, bazılarının sigara ihtiyaçlarını, er mektuplarını taşımak için vilâyete gidip gelmek onun insanlığının gayri resmi belgesiydi.
Kısaca hayırseverdi muhtar, önce köyün İhtiyar Heyeti odasını vermişti Tufan’a. Sonra kendisi annesinin evine taşınarak, tüm varlığı, hatta eklentileriyle dayayıp döşeyerek Tufan’a bırakmıştı, onun ısrarlı reddedişlerine, “Ben okulun boş olan sınıflarından birinde kalırım!” demesine aldırış etmeksizin.
Mutluydu Tufan. Merak eden öğrencilerine bir şeyler öğretiyor olmanın kıvancı içindeydi, ama yalnızlık büküyordu boynunu, özellikle okul dağıldıktan sonra. Bazı günler şehirden kendi arabalarıyla gelen öğretmenler kalmıyorlardı geceleri. Ders çalışmak, şiirler yazmak, sahipsiz mektuplara devam etmek doyurmuyordu onu, yalnızlığı ölüp bitiriyordu onu, hem biteviye(1).
Babasına mektup yazdı; “Zata Mahsus(6)” şeklinde. Yalvardı; “Özledim, yalnızlık boynumu büktü, misafir odam var, hiç olmazsa bir-iki günlüğüne gelip tesellim olun, sonrasında temelli sizlerin olacağım güne kadar benim sizlerden hiçbir isteğim olmayacak…”
Uygun gördü Yıldırım, yol uzak, güçlü ve yorucu idi. Arabayla yönelmediler menzile. Önce uçakla, sonra otobüsle, minibüsle ve nihayet haber vererek muhtarın cipiyle ulaşacaklardı Tufan’ın ilçe görünümlü köyüne.
Bu zahmetlerin hepsini yol-iz bilmeksizin, hepsini kendisi de yaşamış, çekmişti Tufan, bir-iki farkla sadece. Kendi öğrencilerini başsız bırakmamak, başka öğretmenlere emanet etmemek için sevdiklerinin yanına gitmek yerine onların gelmelerini beklemesinin hakkı olduğunu düşünmekten kendini alamıyordu.
Kendi uçuşunda başından geçenler eften-püften gibi gözükse de zoruna gitmiş, sinirlenmişti.
Karşısındaki “İndirim Belgesini” görmek istemiş, öğretmen olarak tayin emrini göstermişti. Burnundan kıl aldırmama(2) modunda zorla kabul etmişti hanımefendi!
Sonrasında bagajı 300-500 gram kadar fazla çıkmıştı. “Şuraya gideceksin, bir form dolduracaksın, parayı yatırıp geleceksin, ancak öyle biletini verip bagaj işleminizi yapacağım. Sıradaki…” demişti.
Bu ne samimiyet veya laubalilikti(1), evde kalmış kart kız kurusu görünümlü, kaprisli, kendisini hadi matah(1) denilmesin de başka bir şeyler sanan için. Kendi işi bitmeden sıradakini çağırması kendince akla ve mantığa tersti.
Erindi(2) söylenenleri yapmak için. Bavulunu açtı, içinden annesinin hazırladığı kurabiye paketini çıkardı, ağzını iğrenç bir şekilde şaplatırken, sağa-sola ikram gayreti gösterdi, kalanını elindeki gazete-mecmua poşetinin içine koyduktan sonra, taşı gediğine sokmak(2) gerektiğini düşünerek;
“Herhalde yolcuların kilolarında bir sınırlama yoktur, ‘Vatandaşın şu kadar kilodan sonrası her kilo için şu kadar ücret alınır, gibi. Bagajımı tekrar ölçer misiniz görevli hanım?” Hanımefendi demenin âlemi yoktu.
“Yasal sınırlar içinde, ama elinizdeki poşeti görmezden gelmem gerek!”
“Israrcısınız madem, sıradaki, yani şu anda yanımda olan asker arkadaşımın o poşet. Olmadığını ispat edebilir misiniz? Hem size ne efendim? Dışarıda bir değerinde olan bir şeyi havaalanı içindeki yerlerde üç misline almam için bir sebep mi var!”
Aslında ikisinin de sinirliliğinin üst seviyelerde olduğu bir gün olsa gerekti, Tufan’ın sevdiklerinden ayrılmasının gerginliği neyse neydi de, acaba banktaki kendini güzel sanan, gerçekte Tufan’a göre içinde çirkinlik barındıran, belki de falanın-filânın kayırdığı, hatırlı birinin kızı olabilirdi, insanları bu kadar aşağılamaya çalıştığına göre. Bir başka ihtimali ise pas geçirdi aklından Tufan, özellikle, özel olduğu için.
Muhtemelen eğitiminin de az olduğuna inandığı, bir daha karşılaşmamayı umut eden Tufan’ın bilet ve bagaj işlemlerini yapan görevli vatandaş(!) biletini ve bagaj kuponunu atarcasına uzatmıştı Tufan’a.
Göreve başlayacak olmanın heyecanı içindeydi. Yoksa haddini bildirmeyi denemek isterdi. Onun arkasını, sırtını dayadığı bir yer varsa, kendisinin de Allah’ı vardı, aralarındaki güç asla kıyaslanamayacak…
Tufan, anne, baba ve evlendiği halde eşi olmayan eşinin geldiğinden haberdar olunca yerinde duramadı. Göz kararı zihin yorumu yapıp muhtemelen gelecekleri, onlara kavuşacağı zamana yakın anayola çıkmak için toz yolu adımlamaya başladı.
Nereden çıktıklarını fark edemediği birkaç Çoban Köpeği(25) niteliğindeki Kangal Köpeği(25) Tufan’ın giyimi-kuşamı bakımından yabancı, kendilerine ve çevresine zarar vereceğini sanmış olsalar gerekti.
Bir arada dokuzu birden harekete geçti, öneri üzerine eline aldığı değneği kaldırmasına bile fırsat bırakmadan.
Beş-on değil, çoban yetişinceye kadar üç-beş dakika içinde hesabını görmüşlerdi Tufan’ın ve kıçları üzerine oturmuş, derin soluklar alırken, yerdeki hareketsizliğe belki de ödüllendirilmek arzusuyla kıvançla, değneğine dayanmış, ne yapacağını şaşırmış çobanlarına bakıyorlardı.
Sırtta muhtarın cipi göründü, köpeklerin Tufan’ı katlettiği yere kadar geldi muhtar. Arabadan indiğinde Yıldırım, Önay ve Rüzgâr da arkasından indiler cipten.
Muhtar, çobanın çişini yapar gibi, değneğine dayalı, başı eğik durumunu, köpeklerin mutlu gibi durgunluklarını görünce ilk defa yaşamadığı bir şeyleri hatırlamışçasına Tufan’ın üzerine eğildi.
Doğrulduğunda, elini arkasına doğru atıp silâhını çıkarttı, şarjörü kontrol etti ve ödül bekleyen köpeklerin başlarına doğru teker teker ateş etti. İkinci bir şarjörü tabancasına yerleştirirken sinirini alamamış olarak dalgındı.
Rüzgâr tanımıştı Tufan’ı damatlık elbiselerinden, bedenindeki kendince bildiğini sandığı işaretlerden, Tufan’ını yitirdiğini. Parçalanmış tespih taneleri yerinde duran rozeti ve parmağında üst üste sabit kalan nişan ve akik taşlı hacı yüzüğü ile.
O kendisini gördüğünde gümbür-gümbür çalışan yüreği atmıyordu, durmuştu, paramparçaydı, üstü- başı-bedeni.
Vahşet seriliydi ayaklarının ucunda.
Hüzünlü bir kararlılıkla ayağa kalktı, şaşkınlığını ve sinirlerindeki gerginliği boşaltamamış muhtarın elinden silâhı kaptı; “Yaşayamam!” diyerek kulağına dayayıp ateşledi, anne ve babasının, hatta muhtarın “Dur! Yapma!” sözlerine aldırmaksızın. Belki de kendisini ilgilendirmeyen sözleri duymamıştı bile.
Muhtar; anne-babanın elem dolu yüzlerine, büyümüş, şaşkın, kocaman gözlerine aldırmaksızın genç kızın elinden silâhı aldı, tüm şarjörü yeniden boşalttı köpeklerin üzerine, üçüncü bir şarjörü daha, teker teker. Mermileri saymış, ya da hesaplamış olsa gerekti;
“Bu gençlerin ölümlerinin sorumlusu benim!” deyip çene altına dayadığı silâhı ateşledi…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Öyküde Kangal Köpeği cinsini tarifte ve sonucuna etki eden bir olayı bir kaçakçılık öyküsü olarak anlatmam gerek. Görevim gereği; Doğu Anadolu’nun en uç noktalarından birinde, devletimin altıma verdiği Dodge pikapla, terör ya da herhangi bir korku olmaksızın dağ-bayır-ova dolaşabiliyordum.
Bir vesile ile düzgün bir arazide yaklaşık bin kadar olduğunu tahmin ettiğim bir koyun sürüsü, bir çoban ve 9 köpekle karşılaştım. Çobana danışmak üzere kapıyı açtığım da; “Beyim, siz oturmüyorlar mi?” dedi, kapıyı kapatırken. Anlaşabildiğimiz kadar anlaşabildik. Araçtan çıkmamamı, köpeklerin bana acımayacağını söyledi ve “Bu sürü bugün burda, yarın İran!” dedi. Sürü; gidiş yönüne göre konkav bir şekilde idi. Önde en uçta, ufukta bir, onun arkasında bir daha ve sürünün önünde sağ-sol ve ortasında birer, arkasında aynı düzende üç köpek, arka ufukta bir olmak üzere 9 köpek ve bir çobanla idare ediliyordu. En arkadaki köpeğin, kontrolü altında merakla takip ediyordum.
Uzaklardan bir silâh sesi duydum. Pencereyi kapatarak arabamla merakla seğirttim o yöne. Çoban diz çökmüş, bir yanda muhtemelen siyah bir engerek yılanı, bir yanda bir kirpi ve alnından vurulmuş köpeğinin başında duruyordu. Yorum olarak sadece kirpiyi anlamadım. Yılan köpeği ısırmış ve zehirlenerek ölmesine kıyamayan çoban da ıstırap çekmemesi için onu öldürmüş olabilirdi.
Çoban konuşmadı, “Sen inmiyorlar!” dedi. Hırsla yılana da ateş etti bir el.
Ve sonra topladığı taşlarla toprak üstüne gömdü köpeğini. İlerideki köpek öne geçti, arkadaki üçlü köpekten ortadaki ikinci köpek oldu, yollarına devam etmek için.
Ve çobandan kesin talimat geldi, arkamı göstererek; “Sen gidiyorlar, mühendis gardaş!” dedi.
Ve ben, kaçakçılığın ülke ekonomisine neler kaybettirdiğini bilmeme rağmen tek başıma bir şey yapamayacak olmamın hüznüyle arkama bakmadan gittim!
(1) Bakraç; Yöresel olarak sahan, kova cinsi bir kap.
Biteviye; Tekdüze, yeknesak, monoton. Aynı biçimde, hep öyle sürüp giderek, sürekli olarak.
Bürümcük; ham ipekten yapılmış kumaş olmakla beraber, bu kumaştan yapılmış başörtülerine de bürümcük veya bürüncük denilmektedir.
Cunta; Bir ülkede yönetime genellikle silâh zoruyla el koyan kimselerden oluşan kurul. Öyküde katı kurallar anlatılmak istenmiştir.
Çember; Yazma, yemeni, başörtüsü. (merkez denilen sabit bir noktadan eşit uzaklıkta olan eğri. Bu şekildeki meydana getirilmiş sert cismin çevresi, Çocuk oyuncağı, basketbol terimi…)
Dağarcık; Aslı meşinden yapılmış çoban ya da avcı torbası olmakla birlikte bir kimsenin sözcük, ya da bilgi birikimi. Bellek, akıl, hafıza, zihin.
Depresyon; Çöküntü. Uyaranlara karşı duyarlığın azalması, girişim gücünün ve kendine güvenin yitirilerek umutsuzluğun, karamsarlığın güçlenmesi biçiminde beliren ruhsal bozukluk.
Despotça; Buyurucu, azarlayıcı, cendereye koyar gibi sıkıcı bir şekilde. Her istediğini ve dilediğini yaptırmak istercesine. Zorbaca (Despot; Buyurucu, azarlayıcı, cendereye koyar gibi sıkan. Bir ülkeyi baskıya, zora dayanarak tek başına yöneten kimse, diktatör. Her istediğini ve dilediğini yaptırmak isteyen. Zorba).
Dezenfektan; Mikropları kırma özelliği olan (madde).
Enstrümantal (Müzik); Ses için değil, yalnızca çalgılarla çalınmak için yazılmış müzik.
Failâtun; Divan edebiyatında sık kullanılan aruz kalıplarından biridir. (-.- -/-.- -/-.- -/-.-) Failâtun/ Failâtun/ Failâtun/ Failun. Açık heceler (.) kapalı heceler (-) ile gösterilir.
Gadi; Yaşlı kadınlar için sözüne güvenilir, mert anlamında yöresel bir deyiş. (Bazı yörelerde “Dudu” gibi “Yenge” anlamında da kullanılmaktadır)
Garabet; Yadırganacak yönü olma, gariplik, tuhaflık.
Giderayak; Gitmek üzereyken, gitme anında. Ölmek üzereyken.
Gudubet: Yüzüne bakılamayacak kadar çirkin, huysuz ve nursuz insan. Böylesine menfilik dolu aklımda kalan sözlerden birkaçı da şöyle; mendebur, ucube, çaçaron…)
Habbe; Su kabarcığı. Tahıl tanesi.
İstisnai; Bir kimse, ya da bir şeyin benzerlerinden ayrılığı. Genelde ayrı, kuraldışı olma, ayrıklık, aykırılık, ayrı tutulan kimse ya da şey hüviyeti.
Kâbus; Karabasan. Sıkıntılı, korkunç olayları ve bu yüzden gerilim ve bunalımları kapsayan düş. Bir kimsenin içinde bulunduğu karmaşık, sıkıntılı ruh durumu.
Kampüs; Yerleşke. Üniversitelerin teknik ve idari binalarını da içine alan, üniversiteleri betimleyen alanlar.
Kargabeyni (Karga Beyni); Süzme yoğurta pekmez konularak yapılan bir tür tatlı olmakla beraber, üniversite ya da okul kantinlerinde pekmez bulma imkânsızlığı nedeniyle toz şeker ya da reçelle yapılmaya çalışılan yoğurtlu bir tatlı çeşidi.
Kasıntı; Büyüklenme, büyüklük taslama, kurum, gurur.
Kompetan; Uzman, yetkili, yetkin.
Laubalilik; Laubali olma durumu, ya da laubaliye yakışır davranış.
Mandıra; Büyükbaş ve küçükbaş hayvanların süt elde etmek amacıyla beslenip barındırıldığı, süt ve süt ürünlerinin üretildiği, çiftlik ya da üreticiden alınan sütlerle süt ürünleri üreten işletme, bu ürünlerin satıldığı yer.
Matah; İnsan, mal, eşya için küçümseme yollu söylenen bir söz.
Menhus; Kötü, uğursuz.
Meziyet; Bir kişi, ya da nesneyi, diğerlerinden üstün gösteren nitelik.
Minyon; İnce, küçük, sevimli, çıtı pıtı, sevimli.
Müneccim; Yıldızların durumundan ve hareketlerinden anlam çıkararak falcılık yapan.
Nesep; Baba soyu, soy ismin devamı.
Pasterizasyon; Pastörize işlemi (Pastörize; Sütün özel aygıtlarla 65 oC dereceye değin ısıtılarak birdenbire soğutulması işlemi. Bu suretle mikropların öldürülmeleri sağlanmış olmaktadır).
Pastörizatör; Pastörizasyon işlemi yapan makine. Süt, krema, meyve suyu, gül suyu, ketçap, mayonez, şıra, bira, şarap, meyve sosu gibi ürünlerin pastörize işlemleridir.
Sekerât: Ölüme yaklaşma anı.
Seperatör; Ayırıcı. Yağ ve Su Seperatörü olarak iki türdür. Farklı fazdaki akışkanların fiziksel özelliklerinden yararlanarak ayırımı sağlar.
Şeriat; Kur’an ayetlerine, Hazreti Muhammed’in sözlerine ve yaptıklarına, bunlardan çıkarılmış yorumlara dayanan, insanın yaşamını, toplumsal yaşamı düzenleyici, Tanrısal olduğu için hiçbir zaman değişmeyecek olan dinsel kurallar bütünü, İslam Hukuku.
Tandans; Eğilim. Bir şeyi sevmeye, istemeye veya yapmaya içten yönelme, meyil, temayül.
Tertip; Askerliğe alınış düzeni, aynı dönem askerlik yapanların birbirine göre durumu. Uygun bir sıraya, düzene koyma, düzenleyiş, sıralanış biçimi, dizin. Hile, düzen, komplo.
Yazma; Başörtüsü, bohça, yemeni, yorgan yüzü gibi şeyler yapmakta kullanılan, üstüne boya ve fırçayla ya da tahta kalıplarla desen yapılmış bez.
(2) Ağzı Açık Ayran Delisi (Gibi Bakmak); Yeni gördüğü her şeye alık alık bakan, anlamsız bir hayranlıkla seyredip şaşıran, basit şeyleri bile aval aval izleyen, amaçsız, serseri bir şekilde, ne yaptığı belli olmaz bir şekilde dolaşmak, çevreye aptalca ve hayranlıkla bakmak (bu durumda ağız açık, dil de hafifçe dışarıya doğru çıkıktır).
Aklını Peynir Ekmekle Yemek; Akılsızca, şaşkınca, delice işler yapmak.
Alık Alık Bakmak; Aptalca, şaşkın şaşkın etrafına bakmak.
Aylak Aylak Yatmak (Gezmek, Dolaşmak); Tembelce, tembel bir biçimde yatmak. Avarece gezmek, dolaşmak, işsiz, boş gezmek, dolaşmak.
Burnunda Tütmek; Bir şeye özlem duymak, bir kişiyi çok özlemek.
Burnundan Kıl Aldırmamak; Huysuz, geçimsiz kimse hareketi.
Celâllenmek; Öfkelenmek, kızmak.
Erinmek; Kendinde bir gevşeklik duyarak bir işi yapmaya eli varmamak, üşenmek, tembellik yapmak.
Feleğini Şaşırmak; Şaşkınlıktan hiçbir şey yapamaz olmak.
Gaf Yapmak; Yersiz, zamansız ve uygunsuz davranışta bulunmak. Kaba ve yakışıksız söz söylemek, münasebetsizlik etmek.
Gaipten Sesler Duymak; Görünmez, bilinmez, gizli âlemden, kâinattan (sözüm ona) sesler duymak.
Haşlamak; Şiddetli şekilde azarlamak, sertçe paylamak, zarar vermek, sızı, acı vermek. Canını yakmak, Dalamak. (Bir şeyi kaynar suya daldırmak.)
Hay-Huyla Geçmek; Boş ve sonuçsuz çaba yapmak. Herkesin aynı anda konuşmasından veya eğlenmesinden oluşan gürültü.
Hayıflanmak; Acınmak, yerinmek, esef etmek, kaybedilen bir fırsat için üzülmek.
Hırgür Çıkartmak; Kavga etmek, kavga çıkarmak.
Kadrini Kıymetini Bilmek; Değerini bilmek, yararlanmak.
Kavanlamak; Yöresel olarak, gözlemek, korumak, desteklemek, destek olmak.
Kulak Şapırdatmak (Şarpıldatmak); Yerel olarak geçiştirmek, duymazdan gelmek, üstüne yatmak, dinlememek, önemsememek, üzerinde durmamak.
Mok Bilmemek; Söylemekten utanılan kelime “m” harfi yerine “b” harfi olarak söylenen kelime.
Müdana Etmemek; Kendini borçlu hissedecek duruma düşürmemek, kendi ayakları üzerinde durmak, kimseye açıklama gereği duymamak, hissetmemek. Yaranmaya, iyi görünmeye çalışmamak.
Sermayeyi Kediye Yüklemek; Yaptığı işten zarar edip parasını batırmak. Bütün parasını çarçur edip, yiyip bitirmek.
Taşı Gediğine Koymak; Gerekli bir sözü tam zamanında ve yerinde söyleyerek karşısındaki kimseyi susturmak, zekice davranmak.
Tekmil Vermek; Bir astın, bir üste bir iş veya durum konusunda bilgi vermesi.
Zıbarmak; Çok içip sızmak, yatıp uyumak, ölmek, gebermek.
Zom Olmak; Çok sarhoş olmak.
(3) Hakk, şerleri hayır eyler/ Zannetme ki gayr eyler/ Mevlâ’m görelim neyler/ Neylerse güzel eyler. Erzurumlu İbrahim HAKKI
(4) Breh! Breh; Bazen üç “Breh!” arka arkaya da kullanılmaktadır. Genel olarak beğenmek, beğendirmek, şaşmak anlamında “Peh! Peh!” şeklinde de söylenirse de asıl anlamı taşkınlık derecesinde iltifat etmek, saygı göstermek, argo tabirle menfaat karşılığı yağ çekmektir.
(5) Gün doğmadan neler doğar (ATASÖZÜ); İnsan içinde bulunduğu durum ne kadar kötü olursa olsun hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmamalı. Yaşadığı mutluluğun devamından da güvende olmamalıdır. Yarın karşısına nelerin çıkacağını bilemez. Kötü bir durum bir gün sonra düzelebilir, iyi bir durum birden kötüleşebilir…
(6) Akik (Taşı); Kalseduan kuvarsının bir türü olan yüzük taşı, mühür gibi şeyler yapmakta kullanılan çok sert, yarı saydam, parlak ve değerli bir taş.
Asar-ı Atika; Eski yapılar, yapıtlar.
Çakaralmaz Tüfek; Basit, ilkel, kalitesiz, işe yaramayacak durumda olan, bozuk tüfek (tabanca, çakmak).
Defi Belâ; Bir belâyı, bir tehlikeyi, savma, uzaklaştırma.
Eften Püften; Baştan savma yapılmış, dayanıksız, derme çatma, çürük, değersiz.
Ivır-Zıvır; Küçük, önemsiz.
İdam Fermanı; İdam emri, idam buyruğu.
İntifa Hakkı; Kişinin bir mal üzerinde ömür boyu kullanma hakkına sahip olmasıdır. Bir mala sahip olmak, ya da malın bir kişiye ait olması anlamında değildir.
Karamürsel Sepeti; Osmanlı Padişahı Sultan Abdülaziz’in yöresel olarak sunulan kiraz sepeti için bu deyişin oluşumuyla ilgili güzel bir öyküsü vardır.
Lây Lây Lôm; Önemli olayları önemsemeyen, umursamayan, dünyadan haberi olmayan, sorunlarla ilgilenmeyen, gamsız tasasız insan tipi.
Münkir-Nekir; Kur’an’da yeri olmayan, hadislerde olduğu rivayet edilen, ölen bir insanın mezarda “Rabbini, dinini, peygamberini” sorgulayan melekler.
Necep Olsa; Daha çok “Necebolsa, Necip olsa” şeklinde kullanılan yöresel bağlamda “Netice olarak, nice olsa” anlamlarındadır.
Ordövr Tabağı; Yemekten önce masaya gelen soğuk yiyecekler, meze, çerez. Ön yemek, yemekaltı tabağı.
Sefam Olsun; Başına “Oh!” kelimesi de eklendiğinde bir şeyi hatırlatma, yerine getirme anında söylenen rahatlama sözü.
Stop-End (İngilizce); “Dur! Son”
Şamandıralı Güğüm; İşletmeye gelen herhangi bir sıvının ölçüldüğü kap.
Şom Ağızlı; Sürekli kötü şeylerden söz eden, uğursuzluk getireceğinden korkulan, olayların gelişmesini önceden görüp özellikle felâketler hakkında kesin kehanetlerde bulunan, hemen her olayı kötüye yoran, kötü şeyler olacağını söyleyen, ileri sürdüğü ihtimallerin gerçekleşmesinden korkulan, uğursuzluk getiren.
Tın Tın Yapı; Bilgisiz, boş, cahil, akılsız, aptal, parasız, züğürt insan, ya da içinde bir şey olmayan boş, bomboş yapı.
Ufak Tefek; Türkçemizdeki masa-musa, sandalye-mandalye der gibi ufak, söz edilmeyecek şeyler için bir söz. “Ufak-tefek “diye başlayan şarkı bilindiği gibi KAYAHAN’a aittir.
Zata Mahsus; Kişiye özel
(7) Yürü ya Kulum; Az zamanda çok para kazanan ve işinde başarılı olup, çok çabuk ilerleyenler için söylenen bir söz (Allah kimine; “Yürü ya kulum!” der, kimine; “Sabır ya kulum!” der. Şems-i TEBRİZÎ).
(8) Adam Olmak; Büyümek, yetişmek, topluma yararlı olmak, iyi olmak, adam gibi davranmak, bir duruşa sahip olmak. Bir gruba dâhil olmak değil, bir duruşa sahip olmaktır.(Meşhur hikâyedir; “Kaymakam olan bir oğul, babasını makamına getirttirir ve “Adam olmazsın!” diyordun, “Kaymakam oldum!” sözlerine karşılık “Ben kaymakam olamazsın demedim ki, adam olamazsın, dedim. Adam olsaydın beni getirttirmek yerine gelir elimi öperdin!” demiş).
Rahmetli Bülent ECEVİT Rudyard KIPLING’e ait “IF (EĞER)” şiirini “” olarak tercüme etmiş ve en önemli dizeyi; “Düşlere kapılmadan, düş kurabilir(sen)” şeklinde belirtmiştir. ADAM OLMAK
(9) Gideceğin yere beni de götür… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Halil SOYUER’e, Bestesi; İbrahim ÖZORAL’a ait olup eser Muhayyerkürdî Makamındadır. (Bestede şiirin yalnız ilk iki kıtası olup son kıta, beste içinde yer almamaktadır.)
(10) Leyl sizin, şeb sizin, gece bizimdir; Ziya GÖKALP’in, SANAT isimli şiirinin bir kıtası şöyledir; “Aruz sizin olsun, hece bizimdir,/Halkın söylediği Türkçe bizimdir/’Leyl” sizin ‘şeb’ sizin ‘gece’ bizimdir/ Değildir bir mana üç ad’a muhtaç.”
(11) Sözün aslı; Rüzgâr ne kadar özür dilerse dilesin, dal kırılmıştı bir kere. Dal rüzgârı affetse bile, kırılmıştır bir kere şeklinde kırılganlığı anlatan sözler. (“Rüzgâr Özür Dilese De Dal Kırıldı Bir kere” Halil ATILGAN tarafından yazılan bir kitap isimi)
(12) Hafıza-i Beşer Nisyan İle Maluldür; Hafıza unutkanlığı doğurur, unutkanlık bir insanlık gereğidir gibi anlamları vardır.
(13) Haddini Bilmek; Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yeteceğini bilerek onun ötesine geçmemek, ölçüsünü bilmek. Başkalarının kusur ve yanlışlarını istihzalı bir şekilde yüzüne vurmamak gerekliliği. Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî’ ye sormuşlar; “O kadar yazarsın, o kadar okursun, ne bilirsin?” diye. Şu cevabı vermiş; “Haddimi bilirim!”
(14) Kuzguna Yavrusu Anka (Şahin) Gözükmek (Görünmek) (Atasözü); Herkesin kendi yarattığı şey, çirkin de olsa gözüne güzel görünürmüş anlamında olup buna benzer diğer sözleri şöyle tasnif edebiliriz; Komşunun tavuğu, komşuya kaz gibi görünür! Küçük suda büyük balık olmaz! Sabır acıdır, meyvesi tatlıdır! Sinek yavrusuna; ‘Kurban olurum o karabacaklara, beyaz duvarlarda yürüyorlar!’ dermiş. Kirpi yavrusunu; ‘Pamuğum!’ diye severmiş.”
(15) Pollyanna; Yaşam koşulları ne kadar acımasız olursa olsun, her şeye rağmen iyimserliğini yitirmeyen bir kız çocuğunun çevresini de etkileyen öyküsü. Eleanor Hodgman PORTER’ın dilimize yerleştirdiği “Pollyannacılık” kavramının sahibidir Pollyanna. Dünyaya oldukça pozitif ve mutlu bakan, kötülerin cezalandırılacağını, iyilerin ödüllendirileceğini dile getiren “Güzel gören, güzel düşünür, Güzel bakmak sevaptır!” felsefelerinin kâşifi, mucididir Pollyanna.
(16) Yan Gel Osman; Şekilci, gösteriş budalası ve tembel insanlar için kullanılan bir deyim. Aslı; “Kırk (ya da dört) dönüm bostan, Yan Gel Osman!” şeklindedir.
(17) Bundan İyisi Şam’da Kayısı; Bundan iyisi Samdak (Güneydoğu Irak’ta Şattülarap civarında bir şehir) Ayısı’dır. Güzel bir de öyküsü vardır. Bizim Türkçemize ise öyküdeki gibi geçmiş olup; “Mevcut durumdan daha iyi bir durumun olamayacağı” anlamındadır.
(18) Yeşil Tuttum Bir Allah; Önceliğin kendinde olduğunu belirten bir söz.
Celle Şanühü; Asıl anlamı Allah isminin geçtiği anda “Şanı yüce olsun!” demektir. “Yeşil tuttum bir Allah!” sözünden sonra da her ne konuda olursa olsun “Tamam sıra senin” anlamına gelir.
(19) Bulunmaz Hint Kumaşı; (Alay yollu) Bulunmaz kıymetli şey. (Bu konuda şu güzel sözü de söylemeden geçmek olmaz; Aşk; karşındakini bulunmaz Hint Kumaşı sɑnmɑnlɑ, sersemin teki olduğunu ɑnlɑmɑn ɑrɑsındɑ geçen zamandır. Victor HUGO)
(20) Duygular vardır, anlatılmayan, sevgiler vardır, kelimelere sığmayan, bakışlar vardır insanı ağlatan, insanlar vardır ki asla unutulmayan. İşte sen onlardansın! Victor HUGO
Hani gözler vardır, sözleri anlatır, hani sözler vardır, gözleri anlatır, bir de aşk vardır seni anlatır. ALINTI
(21) Kur’an’daki Isra Suresinin 23. Ayeti; Diyanet İşlerinin açıklamasına göre şöyledir: “Rabbin kendisinden başkasına ibadet etmemenizi, anaya babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara ‘Öf!’ bile deme, onları azarlama, onlara tatlı ve güzel söz söyle.”
(22) KARATEKİN, Erol. 2007 Yılı. “KİM?”
(23) Nimettensin, nimettensin… Kabirde böceklere öğretirim güzelliğini… Cahit Sıtkı TARANCI’nın “DESEM Kİ…” şiirinin bir dizesi.
(24) Tuzlu Kahve; Genelde Trakya ve Marmara yörelerinde uygulanan bir âdet olup amaç; kız için damat adayının nelere katlanabileceğinin işaretidir. Damat o kahveyi mutlaka içmelidir.
(25) Çoban Köpeği; Hayvan sürülerini koruyan iyi, iri, gösterişli, güçlü, sadık, bağımsız, dayanıklı, iyi eğitimle uysal bile olan bir cins köpek. (Birinin buyruğundan çıkmayan, ona hizmet eden, onu koruyan, onun uğrunda yapmayacağı şey olmayan kısaca yalaka insan).
Kangal Köpeği; Çoban Köpeği olarak da eğitilen Anadolu Çoban Köpeği ya da Türk Bekçi Köpeği de denilen genelde Sivas bölgesinde yetiştirilen, kuyruğu düzgün, kıvrık, genelde beyaz renkli, kılları sert ve düzgün olan bir köpek cinsidir. Özellikle yabancılara karşı kuşkucu, azarlanma konusunda ciddi tehlikeler yaratan, zeki, ancak sabrı konusunda tereddütler olan bir köpektir.