“Sıkma kendini küçük bayan, serbestçe hapşır! Allah muhafaza beyin damarlarınızı zedeleyebilirsiniz!”
Anlamsız gözlerle baktı genç kız adamın yüzüne, belki küçültüldüğünü düşünerek tiksintiyle(1) gibi.
Ve engel olmak istediği ikinci hapşırığı elinin tersiyle engellemeye çalışmaktan vazgeçerek serbest bıraktı.
“Hah! İşte böyle! Rahatlayın. Âdet üzere; ‘Çok yaşayın!’ diyorum.”
“Âdet üzere; ‘Siz de görün!’ diyorum!”
“İnce bir sitem sezdim gibime geldi. Sözüm incitti galiba sizi. Güzel kız, güzel bayan, güzel hanımefendi, cici hanım dememi mi isterdiniz? O halde seçin, beğenin birini. Ama bunlar yapmacık, benim öncesinde ağzımdan dökülen ise içtendi. Her neyse! Benim bazı şeyleri, hele ki sizin yaşadığınız gibi yaşamak şansım yok. Benimkisi ukalalık ve bencillik…
Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun, Atatürk kızı…”
“Ölümü hissettirir gibi konuşmanız bu bayram sevincimi kısıtladı gibi…”
“Ölümü değil, ayrılığı yaşamayın anlamında biçimlendirmeniz için ‘Çok yaşamanızı dilemek” anlamında söylediğimi bilmenizi istedim. Çünkü ben şimdi buradayım, yarınsa ait olduğum yerde. Haydi, küçük bayan, haydi güzel kız, salla bayrağını, katıl coşkuya, başka Türkiye yok, sağlıklı yaşa ve Allahaısmarladık!..
Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur derler, hiç umudum yok, ama kim bilir? Son bir dilek, her şey gönlünüzce olsun!”
“İyi günler, her hapşırışımda istemesem de zihnimden geçeceksiniz, size de sağlıklı günler ve iyi yolculuklar…”
Bayram coşkusu ikisine de ancak bu kadarı için yeterli olmuştu. Bayram seli birini bir yana, diğerini diğer bir yana sürüklemişti, belki de unutulmamak üzere.
Tanrı insanlar için 70-80 yıllık bir ömür ve içine çerez, uvertür(1), tatlı her ne denirse, böyle 3-5 dakikaya sığan güzellikleri de sığdırmış. Sonrası?
İnsan beyni sonrasına hükmedecek kadar gelişmiş değil!
Ha! Tanrının çizdiği rotada “Gün olup buluşmak” ya da “Ecel ayırsa bile mahşerde buluşmak(2)” varsa bunu değiştirmeye Allah, İlâh, Tanrı her ne adla anılırsa anılsın o kutsal ve yüce varlık dışında başka kimin gücü yetebilirdi ki?
Genç kız hayalet gibiydi, o sel içinde sürüklenişinde, hapşırmakla-hatırlamak arasında bir gel-git içindeydi.
“Âdet olmuş, çok yaşa!”
“Âdet olmuş, siz de görün!”
Sözler kulaklarında çınlıyordu. Kimdi, adı neydi, nedendi, ayrılmak yerine elinden tutaydı, aynı sel içinde birlikte yürüseydiler, yüzselerdi, olmaz mıydı?..
Zaman içinde insanlar bazen şaşkınlaşıyorlardı. İnsan aklı unutmaya mahkûm(3) diyesinin yanlışlığı içindeydi genç kız. Her hapşırışında yaşadığını hissediyor, yaşamak istediği her anda kendini zorlayarak da olsa hapşırıyor; “Çok yaşa!” diyordu kendine, o sesi taklit etmeye çalışarak ve kendi olarak da; “Sen de gör!” diyordu kendine.
Sadece o mu? Ya diğer taraftaki ne idiği belirsiz(4) o genç adam?
“Geçiyordum uğradım!” tavrında gibiydi, ama sadece gönlünü, kalbini değil, beynini de yerinden çıkartıp götürmüştü o genç kız. Sadece, evet sadece kendisini düşündürecek kadar beyin kırıntısı bırakıp, olanın tümünü kendine esir, hatta mal etmişti.
O bayram sevincini, coşkusunu yaşayan genç kız aydın bir Atatürk öğretmeniydi. “Kaş-göz, gerisi söz!” niteliğindeydi. İstekli olsa, hiç olmazsa biraz, kendine özgü kurallara boş verebilse dünya güzeli olur, olabilirdi, ya da bakıp gören gözlere göre o bir dünya güzeliydi. Ancak dileği güzel olarak değil, iyi bir eğitici olarak yarınlarını şekillendirmekti.
Genç adam umutsuzdu, okuma-yazması yoktu duygusal anlamında, okumuş-yazmış, subay olmuş, ama silmesini öğrenmemişti, bilmiyordu. Beyninin tüm hücreleri zapt edilmişti.
Akşam haberlerinde tören gösterilirken kendilerinin zum yapılmış görüntülerini görünce ne yapmış, ne etmiş, görüntünün o bölümünü bir arada ve genç kız tek olarak utana-sıkıla, o yaşlı, halden anlayan fotoğrafçı amcada fotoğraf ve cüzdanında muhafaza etmek için vesikalık haline getirttirmişti.
Yaşlı amca; “Kim?” diye merakla sorunca; “Hayalimdeki kız” demişti kocaman çerçevelettirirken. Bir daha da o sokaktan geçmemeyi dilemiş, utanmış, bir daha geçmemiş, geçmeyi bile denememişti.
Genç kızın böylesine bir televizyon haberinden haberinin olmaması doğaldı.
Zamanın durmasını beklemek hayaldi, hani dursa ne olacaktı ki? Geriye sarmak mümkün müydü? Ya da bumerang(1) gibi geriye döndürmek. Alınan bir nefesin iadesi(6) olmadığına göre, kalben yitirdiklerimizi de geri döndürmemiz mümkün değildi. Ancak kişi hayallerinde geri dönemez, geri saramaz mıydı hayallerini?
Genç adam, yaşamının tüm bölümlerini özellikle anne ve babasını kahırlarından cismen yitirdikten sonra garnizonda(1), sahada, eylemlerde geçirir olmuştu, üsteğmen rütbesine yükselinceye kadar jandarma komando subayı olarak.
Annesini babasını yitirmesinin nedeni hep terör olayları, hep şehit cenazeleri, çok zaman bulunduğu mevkiler ve sonrasında; “Ben iyiyim!” haberi oluşturma idi.
Çok zaman şehit cenazelerindeki görüntüler, hem bir asker, hem bir vatan evlâdı ve en önemlisi insan olarak etkilerdi kendisini.
Tekbirler(1), “Şehitler ölmez, vatan bölünmez!” nidaları. Hepsi bir ve birlikte yaşamayı bilmemenin kaderi idi…
Cumhuriyet Bayramının üzerinden bir, bir ikincisi daha geçmişti, demek ki annesini de yitirdiği, o genç kızla karşılaşmasının üzerinden iki tam yıl geçmişti.
Onunla karşılaştıklarının iki gün öncesinde, annesini yitirdiğini, sevgi, merhamet, şefkat isteği ile tutunacak dal aradığında ona rastladığını unutması mümkün müydü? Ancak şimdi, şu anda annesini yitirmiş olmasının hüznünü değil, kucaklamak isteyip de kendinden ister istemez uzaklaşmış olan ve dürüst olması gerektiğinden sevdiğini söylemek istediğinin özlemini yaşıyordu.
“Bir sonraki Cumhuriyet Bayramına inşallah!” dedi ve ekledi;
“Ölmez, sağ olursam tabii. Yaşamının pamuk ipliğine bağlı olduğunu biliyordu. Ama gebertmeden ölmek, asla aklından geçen bir şey değildi; “Vatan için ölmek de vardı, ama hakkı yaşamaktı.(7)” Söyleyen şaire içtenlikle hak veriyordu…
Bir ihbar almışlardı, günlerden o günün dolu dolu yaşanması gereken 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ertelerinde. Birkaç ölümüne susamış çapulcu(1) teröristle aniden karşı karşıya gelmişlerdi. Dağ karakolunda bir timle(1), bir manga(1) askerle her zamanki gibi teyakkuz(1) halinde idiler.
Belâ; “Geliyorum!” demez, gelirdi. Üstelik caniler bir dağ keçisi gibi çevik ve yöreyi bilen tanıyan kahpe canilerdi.
İlk ateş sesi ile ilk “Yandım anam!” sesi aynı anda yankılanmıştı dağda, genç asker kelime-i şahadeti(8) tamamlayamadan. Mehmet, Mehmetçik şehitti, yaşamına değil, ülkesine, askerliğine doyamadan.
Silâhını doğrulttu üsteğmen, Mehmet’in vurulma yönünü aklından geçirerek,
“Neresi olursa olsun, neresine rastlarsa rastlasın, yeter ki sonucu ölüm olsun!” dileğinde gibiydi.
Salak terörist gaflet içinde sevinçli olsa gerekti. Mermiyi yiyince önce yerinde sallandı, direnmeye çalıştı, sonra uçuruma yuvarlandı, muhtemelen tümseklere, kayalara çarparak, hayatta kalması mucize olacak bir şekilde. “Aaa!” sesi yansımadı kulaklara ancak komutan üsteğmenin “Ah!” sesi karışmıştı, üst üste yaşanan silâh sesleriyle.
Telsiz başındaki ere emretti;
“Takviye gelsin, bir şehidimiz var, başka isabet alan var mı? Dayanın, iyi gizlenin çocuklar, bu hainlere göz açtırmayın, bilmiyorlar ki bizler bir ölürüz, bin geliriz…”
İki helikopter görünmüştü ufukta, biri sığlığa(1) inip takviye kuvveti indirirken, diğeri ateşle destek veriyordu. Sesler kesilir gibi oldu bir ara, tek bir silâh sesinden sonra saha sessizliğe büründü. Sinsiydiler, sinerek, sürünerek yok olmuşlardı herhalde.
Tek el silâh sesinin ise tek bir anlamı vardı bu ortamda, arkada konuşacak bir enkaz bırakmamak için infaz. Bu kez infaz edilen genç bir kız ya da kadın idi, belki sonuna çok öncelerinden rıza gösteren, yanına ulaştıklarında bedeni henüz soğumamış, yanında götüremedikleri anlaşılan etkisiz hale getirilmiş, kısaca öldürülmüş birkaç adetten fazla beden daha vardı.
Üsteğmenin cengâverlerinin(1) ne yapacakları belliydi, ne de olsa, kurda, kuşa, sırtlana bırakılmaması gereken bedenlerdi onlar, kısaca insan, dün kendileri gibi, belki de inançlarına körü körüne bağlı olan.
Olayda üsteğmenle birlikte de iki yaralı daha vardı, birininki keyfe keder(4) gibi, diğerinin durumu ağır, mutlaka kanının durdurulması, serum ve hatta kan takviyesinin yapılması gerekliydi, acilen.
Helikopterlerin ikisi de donanımlıydı. Öncelikle yaralı er, sonra şehit asker, ondan sonra hafif yaralı er en sonunda da sol kolunun desteğiyle üsteğmen bindi helikopterlerden birine. Sağ kolu sanki kendinin değildi yahut da yoktu üsteğmenin, kendine göre. Kol kırılır, yan içinde kalır örneği, ilgilenmek gereğini bile hissetmiyordu.
Yükselmelerinin hemen hemen ertelerinde bir patlama oldu birden bire, nasıl olduğu anında çözümlenemeyen, belki bir teröristin havanının(1), roketatarının(1) mermisi ya da teknik bir arıza olabilirdi yaşananın sebebi.
Durdurulmasının oldukça güç olduğu bir inişe yönelmişlerdi, zor koşullara rağmen pilot hem yapabileceğinin azamisini yapma çabasında, hem de mevkiin koordinatlarını(1) ve durumlarını telsizinden bildirme çabası içindeydi; “Şüpheli” yorumuyla.
Helikopter önce düzlükteki kendini koruyabilmiş tek ağaca çarpıp, çarpma şiddetini azalttıktan sonra parçalanmıştı. Şehit sayısı o çarpma sonunda ikiye, yaralı sayısı üçe yükselmişti. Çarpmadan, düşmenin tamamlanmasından sonra aklı başında kalan sadece üsteğmen olsa gerekti, pilot dâhil diğerleri hareketsizdi.
Helikopterin kapısı o hengâmede(1) kapı olma görevini yitirmiş ve o kapı düşüş sonrasında da yok olma hakkını kullanmıştı.
Yazdan arta kalan, sonbaharın başlamak konusunda nazlandığı bir süreç içindeydi doğa ve onun canlıları, yaralılar ve şehitler dâhil.
Önce yarası hafif olan eri çıkarttı helikopterden üsteğmen. Sonra ağır yaralı olan eri kontrol etti, yokladı, başını sallayarak yapacak bir şey olmadığının hüznünü hissetti.
Sonra ahlayıp oflamayan, ancak derin derin nefes alıp veren pilota uzandı. Çabası yetersiz gibiydi. Gücünün yettiği, eline aldığı enkaz parçasıyla kırıp döküp pilotu da camdan çıkartıp bir kenara yerleştirdi.
Şehitlerden birini de dışarı almak için uzandığında kendine gelir gibi olan helikopter pilotu;
“Komutanım, patlayacak!” şeklinde ikaz etmek gereğini hissetti, dilinin döndüğünce, ancak şaşkınlıkla, çünkü kendisi yüzbaşıydı ve doğal olarak üsteğmenin yüzbaşıya komutanım demesinin gerektiği aklından çıkmış olsa gerekti.
Üsteğmen birinci şehidi gazinin ve pilot yüzbaşının yanına yerleştirdikten sonra, ikinci şehide uzandığı anda patlama gerçekleşti, yüzünün ve bedeninin sağ yarısı artık, sanki temelli kendisinin değil gibiydi.
Şehidi o durumda da olsa yanmaya bırakamazdı, hiçbir işe yaramayan sol kolu bu defa da işe yaramıştı, o kolunun desteği ile şehidi omzuna alıp gücünün son kertesine kadar harcamaktan çekinmeksizin o tek ağacın altına kadar götürüp usulca yerleştirdi, sanki canı tekrar yanacakmış gibi inciteceğinden korkarcasına.
Diğer şehidi hafif yaralı olan gözü yaşlı gazi er taşımış, pilot da sürünerek de olsa geldiğinde, helikopterde ikinci bir patlama olmuş, bu patlama âdeta helikopteri tümden yok etmişti.
Öncelikle geldikleri yöndeki helikopter yetişmişti, dumanların yükseldiği, ya da koordinatların belirtildiği yere. Mevkie bırakılan birkaç er dışındaki erler yangın söndürücü köpüklerle müdahale etmek için inmişler, sonrasında bekletilmeksizin kendileri hastaneye yetiştirilmek üzere helikoptere alınmıştı, o sırada bir diğer helikopterin de karakola doğru yönlendiğini fark etmişlerdi.
Yüzbaşı ve hafif yaralı er kendilerinde, kendi hallerindeydiler, üsteğmen sedyeye ancak iliştirebilmişti bedenini, yaşamı kararmış olarak. Sağ yanı paramparça gibiydi, yanık içinde. Gözü akmış, sağ eli bileğinden kopmuş, yanakları kavrulmuştu, alevden, yangından.
Öldürmeyen Allah öldürmüyordu, asker olarak yaşamındaki çileleri yeterli görmüş olsa mı gerekti? Yoksa adağı olan mutluluğa şöyle ya da böyle ulaşması için yaşamına bir şans düğümü atmayı mı uygun görmüştü? Bunu bilmek, anlamak ne kadar mümkündü ki?
Hastanede uzun süre sonra kendine geldiğinde öğrenmişti, kendine olanları. Şehitlerin ailelerine teslim edilmiş olması, gazi yüzbaşı ile gazi erin mutluluğa yakın hüzünlü şükranlarından memnun olmuştu üsteğmen…
Öğretmenin ailesi haberleri dinliyordu, öğretmen hanım yarım kulakla(5) denecek bir şekilde, yaşama küskün gibi, öğrencilerinin ev ödevlerini ya da yazılılarını değerlendirmeye çalışıyordu. Annesi;
“Gene şehitler…” dediğinde babası celâllenmişti(5);
“Allah kahretsin bu terörü!” dediğinde öğretmen başını kaldırmış, öncesini bilemediği haberin detayları geçerken onun resmini görmüş ve haykırmıştı;
“Hayır! Olamaz! Beni bulmanı diliyordum, bir gülümseme, bir ‘Çok yaşa!’ dileği sonunda beni bırakıp gidemezsin, ben de yaşamam bundan sonra…”
Sözlerini, cümlesini tamamlayamadan yığıldı salonun ortasına…
Anne-baba kızlarının isimsiz, şekilsiz, bilinmeyen sevdasından haberdar olsalar gerekti.
Ama kimdi o, neydi, anlatılanları defalarca dinlemiş ve ezberlemiş olmalarına rağmen o genç subay oldukları kişi muamma(1) idi, kendileri için.
Yüzüne su serptiler, kolonya koklattılar, kendine gelmemekte direnir gibiydi genç kız. Sayıklar gibiydi;
“Dünya umurumda değil, ölmeliyim ben de. Yaşamımın bu bölümünde görmedim, bilmedim, duymadım bir daha, tanımadım da. Ama yaşamımın öteki bölümünde mutlaka yanında olmalıyım onun. Ama bir kerecik daha göreyim yüzünü, cenazesi kalkmadıysa, defnedilmediyse…”
“Tamam kızım, ölenle ölünmez, hem uzaktan sevdiğin, senin kendisini sevdiğinden haberi bile olmayan biri için gözyaşı dökmene amenna(1), ama ölmeyi dilemek için yanlış yapmadığından emin misin kızım?”
“Baba…
Baba…
Annem ve senin dışında yaşadığım dünyada bir de o baktı bana, tıpkı sizler gibi, içinden geçirdiğini içinden geçtiği gibi bir tek o söyledi bana. Geçen her Cumhuriyet Bayramında onu aradım, bulamadım. Bulsam, ‘Allah’a şükür, son dahi olsa seni bir kez daha gördüm ya!’ demeyi kurguladım zihnimde. Bu yaşıma, yaşamımın bu anına kadar sizin dışınızda benim dünyamda hiç kimse olmadı, adını bile bilmediğim ondan başka…”
Kendine gelmek istercesine ayağa kalkmak istedi, sendeledi, tekrar yitirdi kendini.
Annesi kolonyalarla ellerini, ayaklarını ovalamaya çalışırken, babası da dağılmış öğrenci kâğıtlarını topluyor, bir taraftan da kendi kendine söyleniyordu;
“Allah’ım en kutsal, en mübarek, en ciddi Atatürk’ümüzün hediyesi olan Cumhuriyet Bayramımızda neden karşılaştırdın gül gibi kızımı, ismini, cismini bilmediğim o genç subay adamla? Mademki karşılaştırdın, böyle ayırma kastı yaşatmaksızın kavuştursaydın ya bu çocukları birbirine. Büyüklüğüne yakışmadı Allah’ım, hem hiç yakışmadı!”
İsyanının farkında değildi yaşlı adam, yarım saat içinde 10-20 yaş yaşlanmış, kendi saçları bir anda dökülmüş, karısının saçları bir anda seyrelmiş, zayıflamış, aşağı yukarı oynayan çenesinde protez(1) dişlerinin tıkırtısı-takırtısı belki sokaktan bile duyulur gibiydi.
Aklını başına devşirmeye(5) çalıştı yaşlı adam. Uzaklardan da olsa emekli subay akrabasına telefon etti, hoşbeşle geçireceği zaman olmadığı(5) düşüncesiyle;
“Bizim buranın Askerlik Şubesi nerede, biliyor musun?”
“Ne yapacaksın Askerlik Şubesini Dayı Bey?”
Yalan söylemenin sırasıydı;
“Bizim kızın öğretmen arkadaşlarından birinin kardeşi şehit olmuş da…”
Ne yaşlı adam, ne de karşısındaki fark edememişti cümledeki yanlışlığı, ya da yalanı, öyle ya, kızının arkadaşına sorsalardı ya şehidin nerede olduğunu…
“Dayı Bey, sen hiç dert etme! Şehitler de, yaralılar da her halükârda(4) bizim hastaneye getirilir. Ailelerin cenazeleri alması, törenlerin yapılması, memleketlerine gönderilene kadar yapılacak işlemler bu konu ile ilgili birim tarafından halledilir. Siz hemen bir taksiye atlayın, adını söyleyin, kayıtlarımız mükemmeldir, belki yaralıdır, ailesi başındadır, belki şehittir, ama henüz memleketine gönderilememiştir. Program, tören, cenaze namazı, defin, mezar yeri gibi tüm bilgileri ilgililerden hemen öğrenebilirsiniz. Haydi, Allah yardımcınız olsun!”
Sarı Çizmeli Mehmet Ağanın bile adının olduğu bir âlemde ismini bile bilmedikleri bir şehidi nasıl arayıp bulacaklardı ki? Haberlerde “İki şehit, üç yaralı gazi!” demişlerdi. Resimlerde şaşırma olamaz mıydı, ya da kendilerinin yanlış anlamaları gibi? Ya kızlarının ömrünü adadığı o gazilerden biriydiyse?
Olamaz mıydı? Kızının sevgisini karşılıksız bırakmamak için Tanrı onu korumuş olamaz mıydı? Bu ihtimali neden daha önce aklından geçirmediği için hayıflandı(5) yaşlı adam. Hemen bir gazete alarak haberlere göz attı, tatmin olamadı, gazeteyi aradı. Tatmin edici olmasa da aldıkları kendisi için yeterli gibi olmuştu.
Bu düşüncelerini müjde gibi aktarmamalıydı kızına, tedbiri elden bırakmaksızın ümitli olmasını ve fakat sükûtu hayale(4) uğramamasını dileyerek, söylese miydi ki? Hem şehitler de bu vatanın evlâdı değil miydi?
“Kızım, seni şu veya bu şekilde umutlandırmak istemem ama şehitlerin iki er olduğu hatırımda, gazilerin ikisi subay, biri de ermiş, helikopter kazası ile ilgili edindiğim bilgilere göre. Acaba arkadaşın subaylardan biri olabilir mi, diye aklımdan geçirdim!”
“Yaşa baba! Şehitlere üzülüyorum, ama televizyonda simasını gördüğümde, fotoğrafı olsa gerek subay kıyafetli idi, benim subayım, benim…
benim…”
Aynı kelimeler dökülüyordu ağzından devamlı olarak, çıldırmış olmalıydı, babasından tokadı yiyinceye kadar.
“Kendine gel kızım!”
“Kendimdeyim baba, o yaşıyor, hadi, hemen görelim onu, Allah’ın izni, peygamberin kavliyle ver beni, ona!”
“Allah’ım aklıma sahip ol! Bir sevgi bu kadar mı yüce olur? Hadi hanım! Vakit geç ama bu deli kızı durdurmamızın mümkünatı yok! Ama ne diyeceğiz? ‘Selâmünaleyküm!’ de, ondan sonrası ne?”
“O kurtuldu baba! Şimdi derinden hissediyorum, o benim, Tanrım bağışladı onu bana. Hissediyorum, nefesi ulaşıyor dimağıma, bana ‘Sen’ diyor, ‘Çok yaşa!’ diyor, hatta sorguluyor beni; ‘Niye bu kadar geciktin?’ diyor…”
“Tamam kızım! Anladım kızım! Gönül bahçemizin tek çiçeği, sakin ol, şehrin en hızlı taksisiyle ulaşacağız askeri hastaneye ve sadece senin bildiğin isimsiz kahraman subaya kavuşacaksın Allah’ın izniyle…
Ama sakin ol, o bir gazi, ama nasıl bir gazi? Tümünden bir parçasını, parçalarını, hatta hafızasını yitirmiş olabilir. Belki ‘Çok yaşa!’ dediğinin bile izleri kalmamış olabilir beyninde…”
“Mümkün değil, bir bakışla onun olduğumu, bugüne kadar onu düşünüp bekleyip nefes aldığımı bilir. Bensiz olamaz o, benim onsuz olamayacağım gibi.”
“Ya sabır Allah’ım!” dediğinde babası, kapıya gelen taksinin kornası acele etmelerinin gereğini emretti sanki onlara.
“Son sürat askeri hastaneye!” dedi genç kız, ön koltuğa otururken.
Yaşlı şoför telâşı anlamasına rağmen;
“Tabii kurallara uygun olarak değil mi küçük bayan?”
Aynı “Küçük bayan” sözü irkiltmişti genç kızı, mucize gibi yorumladı yaşlı şoförün sözlerini, o düşünmeye devam ederken şoför;
“Telâşınızı anlıyorum, ama…
Bu benim kuralları çiğnemem için uygun değil. Siz de öyle düşünmez misiniz beyefendi?” derken dikiz aynasından tasdik bekler gibiydi genç kızın babasından, o da sessizce başını eğdi sadece…
Hastaneye gelir gelmez bağırarak sordu genç kız;
“Helikopter kazasının gazileri neredeler?”
Anlayışlı idi danışmadaki görevliler, telâşın nedenini bilmeseler de, anlamışlar gibi;
“Üçüncü kat…”
Genç kız devamını dinlemedi, asansörü beklemedi, merdivenlere tırmandı, üçer-beşer atlayarak, tökezlemelerine aldırmaksızın.
Birinci, ikinci, üçüncü…
Yoğun bakım odasının kapısında durakladı, onu gördü, tüm sargılarıyla, hissetti onun o olduğunu, belki yanağının bir bölümünden, belki duruşundan, belki tek gözüyle hayret edercesine bakışından.
“Açın kapıyı!” diye bağırdı;
“O benim bir tanem, görmeliyim, nefesini, kokusunu hissetmeliyim. Yoksa kapı, pencere, cam ne varsa indiririm, ölümüm olacak olsa da…”
Görevli doktor da anlayışlı idi, neden anlayışlı olmasının gerektiğini bilmeksizin;
“Sakin olun, ağır yaralı, sağ tarafı tamamen yanık, eli, gözü yok, her nesi oluyorsanız, hafızası yerinde, sizi tanıyacaktır mutlaka, ama uzaktan lütfen. Enfeksiyon(1) kapmasını istemezsiniz, değil mi? O halde şu maskeyi yüzünüze takın!”
“Komutanım!” dedi genç kız, başındaki isim-ilâç-kontrol tabelâsına bakmayı akıl edemeyerek. Peşinden gelen anne-babaya izin vermedi doktor, üstelik üstüne basa basa yanlış yaptığının farkında olmaksızın;
“Şimdi kızınız içeride, oğlunuzu teselli etmek için. O çıksın, sizleri de birer birer ve birer dakika arayla içeriye alırım, nefesini işitmeniz için. Ancak kızınıza da söylediğim gibi ağır yaralı, izler ve eksiklikler kalacak, ama sağlıklı ve bünyesi kuvvetli, en fazla bir ay içinde evinizde olur, üzülerek söyleyeyim ki sadece gazi olarak…”
Doktor konuşurken o sırada dil döküyordu genç kız;
“Nasıl tanımazsın beni, nasıl ‘Hayır!’ dersin bana? Ben bir görüşte, bir solukta beni verdim sana. İki Cumhuriyet Bayramında gezip dolaşmadığım yer kalmadı. Kimsesizliği uygun mu görüyorsun bana?”
“Bakın hanımefendi! Güzel bir bayansınız. Ben bu derdi yaşamadan önce karşılaşmış olsaydık, mutlaka hatırlardım sizi, her ne kadar resmi elbiselerim nedeniyle sarkak(9), ya da ayran gönüllü(9) bir Don Juan olarak anılsam da…”
“Eksikliklerin nedeniyle beni reddediyorsun, değil mi? Peki! Bir saniye!”
Kapıya kadar gidip kapıyı açıp babasına; “Bağ bıçağının yanında olup olmadığını” sordu. Tarımcı bir babanın kemerine takılı bıçağı unutması mümkün müydü?
“Ver!” dedi, kendine hâkim olmaksızın, emredercesine ve tekrar başucuna dikildi yaralı subayın;
“Biliyorum, eksikliklerin için beni tanımıyor gibi yapıp reddediyorsun. Şimdi acı çekecek olsam da sağ gözümü çıkaracak, ilk imkânımla da sağ elimi kökünden kesip yok edeceğim. Mademki benim sana olan açlığımı, susuzluğumu, sonsuzluğumu kabul etmiyorsun ben de senin gibi yaşarım…
Ha! Bir de yanıkların var, değil mi? Ben seninle ilk karşılaştığımızda gönülden yanmışım, fiziksel yanıklar korkutmaz beni!”
“Deli olma lütfen!”
“Demek ki tanıdın beni, senin için ıstırap çekmeme kıyamadın. Benimsin, biliyorsun, seninim bunu da biliyorsun. Sevgimi de…”
“Tüm bu söyledikleriniz bir tek; ‘Deli olma!’ dememin eseri mi küçük bayan?”
“Evet, farkında mısın ilk kez ‘Sıkma kendini, hapşır!’ dediğinde de böyle ‘Küçük bayan’ demiştin. İnkâr etme!.. Sen benimsin, ben de senin, elin, ayağın, gözün, kulağın olmak istiyorum. Esirgeme seni benden…
Sensiz çok ıstırap dolu, kimsesiz, özlemlerime engel olamadığım günler geçirdim. Hadi bana gene ‘Küçük bayan!’ de, beni unutmadığını, unutamadığını ekle peşine...
Benim seni istediğim gibi senin de beni istediğini söyle, ‘Bekle!’ de, ömrüm seni sevmekle nihayete erecek(10) olsa da beklerim, yeter ki söz ver!”
“Bakın küçük bayan! Ağzınız çok güzel lâf yapıyor. Doğrusu etkilendim. Keşke sizi etkileyen ben olsaydım, sizi alıp gönlüme sarmayı istemez miydim?”
“O halde benden günah gitti!”
Bağ bıçağını hışımla kaldırırken, doktor belirlenen vaktin sona erdiğini söylemek için odaya girdiğinde, genç kızın son sözlerini irkilerek duymuş ve hareketi engelleme çabasını yaşamış, kolunu ancak tutabilmişti.
“Deli olmayın lütfen!”
“Yataktaki subay da aynı sözü söyledi. Ben, bende olanla beraber değilsem, nasıl deli olmam ki, nasıl yaşar, yaşayabilirim ki?”
“Bir saniye! İlk görüşümde sizi kardeş sanmıştım. Oysa şimdi bildiğim, gördüğüm bazı gerçekler şekilleniyor beynimde. Önce size sorayım komutanım, küçük bayanın söyledikleri doğru mu? Elimdeki kozları açacağımı düşünerek cevap verin lütfen!”
“İnkâr etmek zorunda bırakma beni doktor!”
“Gerçi resim biraz flu(1), ama yattığınızdan beri ikide bir özlemle baktığınız cüzdanınızın kapağındaki resim bu küçük bayana ait değil mi? İtirafınızı, açıklamadığım bu koz ışığında siz yaparsınız artık. Gerçeği söyleyin, çekinmeksizin, refakatçiniz olsun, o bunu hak ediyor, o baksın size, hatta ömür boyu…”
“Demek ki saklanmak istedin. Bensizliğe tahammül edebileceğini mi sandın ki? Şu kısacık süre içinde çektirdiklerini affetmem için bana anlatacağın, bilmem gereken ve söyleyeceğin, itiraf edeceğin çok şey var gibime geliyor komutanım!”
“Pes ettim! Tamam! Ben benim! Peki, bana bakmayı kabulleniyor musun, razı mısın küçük bayan?”
“Razıyım tabii, ismini bile bilmediğim, resmimi nasıl edindiğini anlayamadığım anlatacaklarını sabırla dinleyeceğim gönlümün tek sahibi komutanım, hem doktorun söylediği gibi, ömür boyu…”
YAZANIN NOTLARI:
(1) Amenna; Genelde peşine “ve saddakna” kelimesi eklenerek kullanılan Arapça bir deyim olup, asıl anlamı; “İman ettim, tasdik ettim” dir. Türkçemizde “Mutlaka öyledir, doğru, diyecek bir şey yok, kabul ettim, inandım, anladım!” şeklinde onaylama sözü. Olarak kullanılmaktadır.
Bumerang; Silâh olarak da kullanılan yassı kesite sahip eğri Avustralya yerlileri tarafından kullanılan atılınca geri dönen sopa. Akasya, okaliptüs ağaçlarından yapılan bu sopanın boyu 40-90 cm aralığındadır.
Cengâver; Savaşta kahramanlık gösteren, savaşçı, cenkçi, iyi dövüşen, dövüşçü, savaşkan, silahşor.
Çapulcu; Başkasının malını alan, talancı, yağmacı.
Enfeksiyon (İnfeksiyon); Bulaşma. Organizmada hastalığa yol açan bakteri, virüs, mantar veya mikrobun yayılması, canlılarda bu şekilde meydana gelen durum.
Flu; Tam olarak belli olmayan, fotoğrafta net olmayan görüntü, bulanık.
Garnizon; Bir kentin savunmasında yer alan ya da bir kentin içinde ve yöresinde yerleşmiş bulunan asker birliklerinin tümü, bu birliklerin bulunduğu ve sınırları belli bölge, yer.
Havan; Piyade birliklerinin kullandığı üst açı grubu ile atış yapabilen, namlu ağzından tek tek doldurulan top çeşidi. Ayrıca; içinde bir şey dövülüp ufalamaya yarayan, tahta, taş, maden veya plâstikten yapılmış kap.
Hengâme; Seslerin birbirine karışmasından çıkan gürültü. Şamata. Patırtı. Kavga.
Komando; Özel yetiştirilmiş askerlerden oluşan birlik. Bu birlikte görevli asker. Vurucu kuvvet.
Koordinat; Bir noktanın yerini belirtmeye yarayan kot ve yön tarifleri.
Manga; On kişilik asker birliği.
Muamma; Anlaşılmayan, bilinmeyen bir şey. Bilmece.
Protez; Eksik dişlerin yerlerine yerleştirilen ve ağıza takılıp çıkarılabilen tam ve bölümlü olmak üzere iki çeşidi olan dişlerdir. Doğal dişler gibi olmasa da kullanılışlı ve doğal görünümlüdür. (İmplant diş; çene kemiğine yerleştirilen ve protezlere destek için yapılan diş kökleridir. Daha çok titanyum madeninden yapılan bir bakıma vidadır.)
Roketatar; Bazuka. Zırhlı araçlara karşı kullanılan hafif silâh.
Sığlık; Yüzeyde kalma, derine inmeme durumu, sığ, düzgün yer.
Tekbir; İslâm’da Tanrı’nın ululuğunu, yüceliğini belirtmek için söylenen “Allahüekber!” sözü.
Teyakkuz; Karşısındakinin saldırısına karşı uyanık durma.
Tiksinti; Nefret. Tiksinme. Bir kimsenin kötülüğünü, mutsuzluğunu istemeye yönelik duygu.
Tim; Görevi 100 metrelik bir alanı ateş gücüyle kontrol altına almak olan iç güvenlik harekâtında görev yapan en küçük askeri birimdir. Komutanı çavuş, asgari onbaşı rütbesindedir.
Uvertür; Başlangıç, açıklık. Poker oyununda açılış, operada perde açılmadan önce orkestranın çaldığı parça.
(2) Ecel ayırsa bile, mahşerde buluşuruz..; “Ellerim böyle boş, boş mu kalacaktı” şeklinde başlayan Nihavent Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Güfte sahibi bilinmemektedir. Beste; Şekip Ayhan ÖZIŞIK’a aittir.
(3) Hafıza-i Beşer Nisyan İle Maluldür; Türk Atasözü olup; insan hafızası unutur, ya da hafızamızın eksikliği unutkanlığı doğurur, unutkanlık bir insanlık gereğidir gibi anlamları vardır. Bir de; insanın özellikle kötü anları, kötü anıları unutması gerekliliğini belirtir şekilde kullanılmaktadır.
(4) Her Hâlükârda; Kesinlikle, her hal ve şartta.
Keyfe Keder; Pek üzerinde durulmayan, önem verilmeyen.
Ne İdiği Belirsiz; Ne olduğu, soyu-sopu belirsiz.
Sükûtu Hayal; Düş kırıklığı, hayal kırıklığı.
(5) Aklını Başına Devşirmek; Aklını başına getirmek, derlemek, toplamak. Katlamak, düzgün duruma getirmek.
Celâllenmek; Öfkelenmek, kızmak.
Hayıflanmak; Acınmak, yerinmek, esef etmek, kaybedilen bir fırsat için üzülmek.
Hoşbeşli Zaman Geçirmek; Şundan bundan konuşarak sohbet etmek.
Yarım Kulak Dinlemek; Umursamadan, önem vermeden dinlemek.
Zum Yapılmak; Optik kaydırma yapılmak. Alıcının değişir odaklı merceğinin yakından uzağa veya uzaktan yakına odaklanmasıyla sonuç elde etmek
(6) Namık Kemal’e ait sözün aslı; “İnsan her adımını mezardan uzaklaşmak için atar. Yine her adımda mezara bir adım daha yaklaşır. Her nefesi hayatı uzatmak için alır, yine her nefeste hayatından bir nefeslik zamanı azaltır.” şeklindedir.
(7) Vatan için ölmek de var, fakat borcun yaşamaktır…; Tevfik FİKRET’in “KÜÇÜK ASKER” şiirinden.
(8) Kelime-i Şehadet; Eşhedü ella ilâhe illallah ve Eşhedü enne muhammeden abdühü ve resulüh. Şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur. Şahitlik ederim ki; Hazreti Muhammed (SAV) Allah’ın kulu ve elçisidir.
Kelime-i Şehadet ile Kelime-i tevhid çok zaman karıştırılmaktadır.
Kelime-i Tevhid; La ilahe illallah muhammedür Resul Allah. Allah’tan başka ilâh yoktur, Hazreti Muhammed (SAV) Allah’ın elçisidir.
(9) Sarkak Gönüllü ile Ayran Gönüllü farklı şeylerdir aslında. Sarkak Gönüllü her şeyi özenen, çok şeyi isteyip arzulayan anlamında yöresel olarak kullandığımız bir sözdür ki, öyküde bu anlamda kullanılmıştır. Ayran Gönüllü ise bir bakıma aynı içerikte gözükse de (ki öyküde bu anlamda sergilenmiştir) her şeye heves edip sıkılan, maymun iştahlı kişiler için kullanılan bir deyimdir. Bazen şıpsevdi, karşısındaki karşı cinse, cinsiyeti dolaysıyla (kadın-erkek fark etmeyen) ilgi duyan anlamına da gelmektedir.
(10) Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır… şeklinde başlayan eserin Güftesi: Fıtnat DUYAR’a, Bestesi Yesari Asım ARSOY’a ait, Hüzzam Makamındadır.