Hani bir kısım Türk filmlerinde, ya da birbirine benzeyen saçma sapan(1) dizi filmlerinde esas oğlan, ya da esas kız olur ya…

Konu içine ustalıkla yerleştirilmeye çalışılan, ancak hiç de başarılı olmayan kıskançlık, küslük, fındıkkabuğunu doldurmayacak(2) cinsten kavgalar, incir çekirdeğine sığacak bahaneler(2) ve garabetler(3)

İşi olmayanların televizyon ekranlarının başlarına veya sinema salonlarına kilitlendiği filmler, ya da özellikle safsata(3) şeklinde evlendirme programlarında kıyas kabul edilmeyecek şekilde paraların kazanıldığı reklâmların ve sunucuların yer aldığı oldukça isabetli ve duygusal olarak, etkileyici bir şekilde hazırlandığı belli senaryolaşmış diziler…

Garabet mi? Tarihi film diye bakıyorsunuz; adamın kolunda pahalı bir son yüzyıl saatlerinden biri, ya da aşağıda cenk yapılıyor yukarıdan uçak, ya da helikopter geçiyor, yıl 1299(4), ekranda ay-yıldızlı bayrağımız dalgalanıyor!

Dünün filmlerinde bugünün resimleri, teknolojisi, son model guguklu saat, vatandaş sağ elini kullanırken, bakıyorsunuz sol elini kullanır olmuş, ayna gibi bir görüntü olmaksızın. Bir karede var olan diğer karede yok olmuş, ya da yokken var olmuş…

Genelde teknoloji, zaman ve özellikle insan hataları…

Hangi biri sayılsa ki…

Kız-oğlan beraber oluyorlar, ne oğlan farkında, ne de bakire kız, tam dizinin cink dediği(2) anda kız hamile, aşk, ihtiras(3), cinayet, ihanet, intihar, kan…

Ancak seyircinin dileği filmin mutlu sonla bitmesi… Nasıl oluyor, ya da olacaksa…

Reyting falan denip olmadık yerde ve zamanda, üstelik habersizce, mutlu son, “The End(5), Fin(5) ya da Ende(5)…”

Genelde böyle diziler ya da filmlerde patron, ya esas oğlandır, ya da esas kız, mutlaka zengindir, babası yorulmuştur, fabrikanın, ya da her ne konuda iş yapıyor, meşgul oluyorlarsa o iş yerinin sahibi olmuşlardır, hem de genç yaşlarında!

Hanları-hamamları, şato gibi kâşaneleri(3), dudak uçuklatacak(2) şekilde yazlıkları-kışlıkları, renk-renk, en yeni, en son model daha çok model-model arabaları vardır, asla birinden ya da diğer birinden diğerinden vaz geçemeyecekleri şekilde…

Baş artistin filmde olmaması gereken O, o arada erkenden geçer!

Baş artist, zengin olan kızın karşısındaki erkekse mutlaka fakirdir, ancak akıllı, yakışıklı, kendisine güvenen ve güvenilen, mazbut(3) bir yaşam şekline sahiptir. Kızsa, ister patron ister mahallede gizli fakir bir kız olsun, mutlaka dünyalar güzeli, despot(3), etrafına karşı kırıcı, dediğim dedikçi, ama kanka ya da kanki denilen akıl hocaları olan mutlaka biridir.

Baba da aynı şekilde mutlaka tonton, ya da töntöndür. Televizyon seyreder, yemek yer, çok zaman beğenmediği bir şeyler olur, kızar, bağırır, çağırır, surat asar, gazete okur ve sabah-akşam fark etmez mutlaka robdöşambrını giymiş olarak uzun kanepede ellerinden birini koltuğu saracak şekilde atarak diğer eliyle viskisini yudumlar. Zenginlerin başka içkisi yoktur çünkü! Aslı çaydır, film icabı…

Ya da rakı yerine ayran, milli içki denilen, ama o ismi lâzım değil, devletin yalakalıklarıyla saplantıları inkâr edilmeyen kurulu nedeniyle çay da, ayran da buzlatılır, neme lâzım!

Birine “Alçak!” dersin, karşıdaysan, muhalifsen ceza mutlaka kapıdadır, söyleyen yandaş ise söz yanlış anlaşılmıştır, ilgisi olmasa da o kişi; “Al, çak!” demek istemiştir. Ya da “Eşek” yerine “Eş, ek!” demek istemiştir gibi…

Anne, anaç bir tavuktur, çok zaman oğlunun ya da kızının yedek kankası, akıl hocasıdır ve sözleri; “Yaşın geldi-geçiyor, çoluk-çocuğa karış, falanca zâdelerin(3) çocuğu seni istiyor, ya da şu kızı istemeye gidelim!” der sık sık.

Karşıdakiler mutlaka okumuş, üniversite mezunu, doktor, mühendis, subay gibi unvan ve mesleklere sahiptir ve mutlaka aportta(22) onların başvurularını beklemektedirler. Hani zengin kız ise evde kalma çekincesi olmaz da, eğer oğlan tarafı zengin ise ne sorundur, ne de endişedir ki?

Böyle dizi ve filmlerde unutulmaması gereken en önemli hususlardan biri; fabrika, işyeri ya da kurumu yöneten aklı başında oğlan ya da kızın, dediğim dedik, hovarda, gününü gün eden, sorumluluk nedir bilmeyen bir ya da birkaç kardeşinin olmasıdır.

Ya da aynı evde yaşamaya mecbur, iş yerinde boğaz tokluğuna da olsa çalışan uzaktan-yakından akrabalarının olmasının olağanlığıdır, doğal olarak kız-oğlan fark etmeksizin.

Bazen destek, bazen köstek olan ve mutlaka ana-babasını bir trafik kazasında yitirdiği için sığınmacı olarak kabul edilen aynı soy ismi taşıyan kuzenleri, ya da yeğenleri vardır, ilerilerde “Love Story(6)” olması muhtemel değil, mutlaka gibi.

Mutabık mıyız(3)?

Evet!

            Feyyaz böylesine varlıklı bir oğlandı işte, farklı olarak babası mevta, annesinin kuzusu(1), bir tanesi, neredeyse her saat başı telefonla soran, soruşturan bu nedenle kapattığı cep telefonuna ek olarak şirket ihtiyaçları için kullandığı ikinci bir cafcaflı(3) cep telefonu olan bir patron…

            Oğlan zekiydi de, annesi zekâ kusurlu muydu? Şirketi arardı, sekreterlerin, görevlilerin hepsi tembihliydi, annesinin aradığı her zaman “Son gördüklerinde Feyyaz Beyin sağlığı yerindeydi, ama şu anda toplantıdaydı…”

            Eksiği yoktu Feyyaz’ın. Hatta bol bol fazlası vardı. Birincisi annesinin doğurganlığı sebebiyle akılla-usla ilgisi olmayan, baş edemediği, her gün fasılasız olarak magazin dergilerinde resimleri çıkan ikiz kardeşleri Özcan ile Özkan ve son olarak tekne kazıntısı(1) olarak özlenen, beklenen tek kız kardeşi Öznur eksikliklerinin tamamlayanlarıydı.

            Ayrıca artı olarak biri devamlı destek olan, her konuda it gibi koşuşturan(2), yardımcı olan, kılı kırk yaran(2) yeğeni Tarık, diğeri ise erkek kardeşlerine uyan, devamlı onlarla aşık atan(2) kuzeni Faruk idi.

            Geniş boyutlu her türlü sorumluluğu yüklenmiş Feyyaz, kardeşlerine ve akrabalarına kırıcı ve tenkit havası vermemeye dikkat ediyordu prensipleri dolaysıyla. Yaşamlarına değil, sadece doğal olarak Limitet Şirket(1) şeklinde işyerine ortak olduklarından dolayı, fabrikaya “Harçlık” adı altında para istemek, almak için geliş-gidişlerinde onların giyim-kuşamlarına müdahale etmek gibi bir hakkı vardı (galiba, ya da sözüm ona)!

            “Özel hayatınıza karışmak haddime değil! Ancak yaka-bağır açık, çingenelere özel, İspanyol model topuklu pabuçlarla, kravatsız, dar paça pantolon ve rengârenk elbiseler ve boyasız ayakkabılarla giremezsiniz kapıdan içeri, kim olursanız olun, kesin talimatlıdır görevliler…

            Arabalarınızı işyerinin kapısı dışında park etmek zorundasınız, çünkü utanmanız, sıkılmanız ve en önemlisi saygınız yok, bunlar benim uymanız gereken prensiplerim içinde.”

            Feyyaz’ın en çok çekindiği, söz geçiremediği, diş geçiremediği, evin bir tanesi, kendisinin “Sevgilim!” dediği rüküş kıyafetli, her bakımdan şımartılmış ve nevi şahsına münhasır(1) kız kardeşi idi. Piercing(7) denen illetle vücudunun darbelenmemiş bölgesi yok gibiydi.

            Dudaklarının tüm çevresinde, alt-üst kenarlarında, burnunun orta direğinde, hatta kaşlarında, yanaklarında, hatta ve hatta dilinde, serbest olan kulaklarından biri hariç diğerinin tümünde çeşitli adlarla bir sürü halka, renkli bir şeyler vardı. Hızmadan, halhaldan bahsetmeye gerek yoktu tabii.

            Dekolte kıyafet, yaz-kış soytarıca üşümeyi, bunalmayı aklından geçirmeksizin mini etek, ellerinin tüm parmaklarında, hatta ayak parmaklarında bile yüzükler…

            Boynunda ve kollarında zincirler, bilezikler, bileklerine anlaşılmaz bir şekilde sarılmış türlü renkte ip ya da şeritler, fark edilmemesi mümkünsüz uçsuz-bucaksız (geçici mi, asil mi olduğu belli olmayan) dövmeler(7) vardı.

            Açık göbeğinde, gömleğinin düğümlenmiş olması nedeniyle kalçalarının üstünde, dekolte sırtında, kollarında hatta göğsünün çatalında, göğüslerinin neredeyse uçları görünecek şekilde idi dövmeleri. Görünmeyen yerlerini bilmemesi ayıbıydı, ağabey olarak.

            Hızmalarından biri burnundan kulağına kadar renkli taşlarla süslenmiş altın bir kolyeyle bağlıydı. Galiba bir şarkıdan etkilenmiş olsa gerek ki halhalı gümüş(8) idi, hatta biri yine boncuklu bir zincirle sağ ayağının orta parmağına bağlı.

            İkiz oğlanlar ile kuzen farklı mıydılar sanki? O kadar ısrar etmesine, prensiplerine uyulması için neredeyse yalvarmasına rağmen, bol paça pantolonlar, anlamına akıl erdiremediği kulaklardaki küpeler, kovboyvari(3) mahmuzlu çizmeler…

            Ve en önemlisi “Aşkımız” dedikleri işyerine girmeleri yasaklı ve fakat işyeri dışında boy gösteren yarı üryan, şortlu, dövmeli olan her yerleri çıplak gözle fark edilen hızmalı, halhallı, burunlarında, dudaklarında ve kulaklarında halkalar olan kızlar, neredeyse Öznur gibi, tıpatıp aynı…

            İkaz etmiş, tehdit etmiş, yasaklamış, ama başaramamıştı. Güvenlik elemanlarına verdiği talimatlar da geçerli olmamıştı, kavga-döğüş, işten atmak, işten attırmak tehditleriyle gariban görevlileri sindirmişlerdi, bu kendisinin de başarısızlığının göstergesi idi.

            Çareyi; “Nush ile uslanmayana etmeli tekdir…(9) sözünde gerçekleştirme çabasını yaşamıştı.

            Annesini, kardeşlerini ve yeğenlerini fabrikada bir araya gelmeğe ikna etmiş, ayrıca personelden aklı başında birkaç eleman ile bir Noteri de toplantı salonunda toplamıştı. Görevlilerden ikisini kapı önüne yığıp;

            “Fabrikada yangın çıksa, top patlasa bile ben kapıyı açıncaya kadar, ne kimse içeri alınacak, ne de kimse dışarı çıkacak!” deyip kapıyı da her ihtimale karşı kilitleyip anahtarı özenle cebine yerleştirmişti.

            Söylemek istediklerini sıraya dizmekte sıkıntı çekmemişti, hepsi beyninde kurguluydu. Kendinde bulunan işyerinin, evin, arabaların anahtarları, ruhsat ve tapuları masanın üzerinde idi, sözlerine başlarken…

            “Sizler adam olmamakta direndiniz, ben sizi adam edemedim. Tek başına ayakta durmaktan bunaldım. Ayrılıyorum, babamdan kalmış gibi görünse de harçlıklarımla edindiğim bir arsa var, benim adıma. Sıfır başarı ihtimalim, aç-susuz kalma riskim olsa bile kendi işimi kurmaya çalışacağım. Sizlerden hakkımı istemiyorum, sadece ceketimle çıkacağım, araçlar, ev-bark, maddi birikimler ve şirketteki tüm haklarım sizin...”

            Eee! Her insana nefes almak için bir süre gerekliydi, o süreyi usulünce kullandı;

            “İş konum ayrı olacak. Sizden eleman (ç)almayacağım, hiçbir alet, makine ve tesisinize de el koymayacağım. Temelli ayrılıyorum. Sadece bayramda seyranda bir ağabey olarak ziyaret ederseniz mutlu olacağımı bilin. Ne hediyenizi bekliyorum, ne de elimi bir büyüğünüz olarak öpmenizi…”

            Durakladı bir süre, unuttuğunu düşündüğünü hatırlama gayretinde oldu, başaramadı, önündeki kâğıda göz atmak zorunda kaldı;

            “Ziyaretleriniz asla ‘Nasılsın, iyi misin, bir şeye ihtiyacın var mı?’ şeklinde olmamalı. Sizlerin borç olarak bana katılmanızı asla istemeyeceğim kredilerle başımı, bedenimi doğrultup yükseltmeye çalışacağım, buradaki güvenlik görevlilerine yaptığınız eziyetleri benim sahamda yapamayacaksınız…

            Bodyguard(3) niteliğinde olacak elemanlarım, belimi doğrultur doğrultmaz bünyeme alacağım ve doberman(10), pitbull(10) kangal(10) gibi köpeklerle de güvenliğimi sağlamayı düşünüyorum, buradan ayrılır ayrılmaz hemen, yavru köpekler olarak alıp. Sanırım ben kendime geldiğimde, onlar da benim istediğim gibi büyümüş olacaklardır.”

            Notere; “Siz gereğini yapın efendim!” deyip cüzdanındaki tüm paraları, kredi kartlarını da masanın üstüne yığıp kapıya doğru yöneldi, kapıyı açtı ve arkasına bakmaksızın yayan olarak dış kapıya doğru yönelme çabasını yaşadı.

            Akıllı, uslu, efendi olmak imkânları vardı ellerinde, donup kalmalarının ötesinde. Ancak ne öğrenmişler, ne öğrenmeye gayret etmişlerdi bugüne değin bohem hayatı(11) yaşarken ne de bilmeyi, yardım etmeyi düşünmüşlerdi, Tarık dışında ki, o da hemen Feyyaz gibi davranıp üstünde, ceplerinde ne varsa ve ceketini de masa üzerine bırakarak onun arkasından kapıya yönelmiş ve edebiyle(3) onu takip etmeye başlamıştı.

            Peşi sıra öncelikle Öznur yönelmiş ve diz çökmüştü karşısında, ağabeyinin;

            “Ben, biz ettik, sen etme!” derken diğer ağabeyleri ve kuzeni de peşi sıra ne yapacaklarını bilmez bir şekilde şaşkınca, başları eğik yanına dikilmişlerdi;

            Et, tırnaktan ayrılır mı oğlum?” demişti bir süre sonra yanına gelen annesi sadece.

            “Sen, benim yaşamımdaki tek sevgilim ve adam etmekte bugüne değin asla başarılı olamadığım Öznur’um. Ben senin için yaşamdan vazgeçmeyi bile düşünürken bugüne değin tek bir dileğime bile karşılık vermedin, şimdi ise ‘Ben ayrılıyorum!’ diyorum, ölmeye gitmediğimi bile bile, ama kendine de, bana da acıyarak ‘Kal!’ diyerek yalvarıyorsun…”

            Sözünü tamamlayamadı Feyyaz;

            “Söz! Nasıl olmamı istiyorsan, öyle düzgün olacağım, geçici olan dövmelerimi sildireceğim, frapanlıktan(3) vaz geçeceğim, ‘Otur!’ dersen oturup, ‘Kalk!’ dersen kalkıp sekreterlik, eğitimime uygun iş yapacağım. Hatta ‘Evlen!’ dediğinle bile, gösterdiğin kişiyle itirazsız olarak evleneceğim!”

            “Yok artık, daha neler?”

            Oğlanlar da dile gelmişlerdi;

            “Masalarımızı göster, içki, sigara, hovardalık, yanlış kız arkadaşlar, magazin dergilerinde yer almak olmayacak bundan sonra, söz!” dedi biri, diğerleri tekrar etmektense;

            “Aynen katılıyoruz! İlk ve son defa affet bizi ve himayeni esirgeme, lütfen!” dediler, aynen kız kardeşleri gibi diz çöküp ellerine sarılarak.

            “Biliyorsunuz, bugüne kadar sizlerden hiç izin almadım, sadece anneme danıştım, aklımın erdiği, doğru bildiğim her şeyi kendi başıma gerçekleştirdim ve aklıma koyduğumu daima yaptım…

            Tamam, hem kendi işyerimle, hem de bugünden sonra sizlerin olan bu işyeri ile yönetici olarak uğraşacağım, iki taraflı çalışmam beni yoracak olsa da...

            Ama söz verdiğiniz gibi kirlerinizden, gürültülerinizden hatta günahlarınızdan sıyrılıp, temizlenip adam olursanız, öğrenmekte gayretli olup işleri kendi başınıza yönetecek duruma geldiğiniz anda bundan en çok mutluluk duyacak kişiler; annemiz ve sonra ben olacağız.”

            Duraklamak hakkıydı, durakladı, devam etmeden önce;

            “Asla, tükürdüğümü yalamadığımı biliyorsunuz, yollarımız mutlaka sizlerin neleri öğrenmeniz gerekiyorsa öğrendikten sonra ayrılacak. Çabuk öğrenip beni kendi ayaklarım üzerinde durmam için ne kadar erken azat ederseniz o kadar mutlu olacağımı bilin, lütfen!”

            Durakladı, ayaküstü eklemekte bir kısım sözlerin eksikliğinin farkına varmış gibiydi;

            “Bilin ki, çalışmayı düşündüğüm konuda asla sizlere rakip olmayacağım ve sizlere bu işyerinin yönetimini gösterirken de asla para, pul, araç, gereç, harçlık gibi talebim olmayacak, hatta annem izin verse bile, belki arada bir işyerinde zorunlu olarak kalmamın gerekliliği dışında evde bile kalmayacağım. Ola ki ara sıra canım mantı, börek, sarma gibi bir şeyler isterse…

            Ziyaret edebilirim, iş dışında aile olarak da hasret gidermiş oluruz o zaman…”

            “Küsmeseydin, beraber olaydık, cebindekileri al, yerine koy, arabanla git-gel işine…”

            “Sabit fikirli(1) olduğumu biliyorsunuz, çok sabrettim ve sabır taşı çatladı artık, geri dönüşüm mümkün değil, bumerang(3) değilim, atılan bir ok, ağızdan çıkan bir söz geri dönmez, biliyorsunuz. Bu; benim ve ben çok yoruldum gençler. Öğrenin ve ayaklarınızın üstünde durun ki, ben de dinlenebileyim…”

            Her şeye rağmen kardeşleri kefil oldular, bankadan kredi çekti Feyyaz, Tarık’la beraber el ele verdiler, aç ve açıkta kalmadılar, iki yılsonunda şehirden 30-40 kilometre uzaklıkta işyerlerinin sahibi olmuşlardı, Tarık’ın karşıt tüm ısrarına rağmen ortak olarak.

            İlerleyen zamanda gerçekten iki taraflı koşuşturmaktan yoruluyordu, yorulmuştu Feyyaz. Bile bile, ağabeylerinin kendileriyle beraber olduğu zamanın fazla olması, artması için, kendilerini ağabeylerine söz verdikleri şekilde iyileştirmelerine, kendilerine çeki-düzen vermelerine(2) rağmen öğrenmeleri gerekenleri bilip öğrenmemek için çaba gösteriyor gibiydiler, sözleşmişler gibi.

            Ancak; “Can çıkar, huy çıkmaz!” demişlerdi ya atalarımız, başlangıcı annelerinin çektiği, kendilerinin de başlangıçlarından sonlarına kadar beraber olmayı istedikleri ağabeylerinin kendilerine yönelmemekte direnmesi üzerine, şikâyet etmişlerdi ağabeylerini, annesi ve kardeşleri.

            Konu çok basitti; ağabeyleri köpekleri nedeniyle yeni işyerini ziyaret etmelerine imkân vermiyordu! Ayrıca kefil olarak temin ettikleri kredi için yalan beyanla tuttuğunu koparan olarak tanımlanan avukata, ağabeylerinin başlarında durmasını temin etmek istercesine yetki vermişlerdi;

            “Ne yaparsan yap, kurcala, şaşırt, hatta iftira et, bizi kucaklaması için imkân yarat!” demişlerdi, özellikle “Et tırnaktan ayrılmaz!” umudunda olan anne...

            Bir bakıma, stadyum sloganı ya da tezahüratı gibiydi istekleri;

            “Vur, kır, parçala, bu maçı kazan!”

            Çekinmeksizin arabasıyla gelmişti Avukat Feyza, şehir dışındaki Feyyaz’ın henüz belini doğrultamadığı(2) işyerine. Felsefesi birbirinden kopan, inatçı ağabeyle aileyi birleştiremese bile yakınlaştırmaktı.

            İkinci el bir pikap, henüz tam anlamıyla donatılmamış iş yeri eşyaları, kenarda köşede bir çay ocağı ve maaşlarının sonra ödeneceği vaat edilen, bir-iki eleman vardı, kangallar ve pitbullar ayrı ayrı tel havuzlar içinde olmalarına rağmen bağlı, dobermanlar serbestti bahçede.

            Cümle kapısının önüne kadar gelen Feyza, arabasının kapısını açmadı önce, penceresini açıp kapıya yönelen, henüz boy-bos olarak gösteriş yapmaya yeltenen yavru dobermanlara bakarak;

            “Ne haber çakallar(3)? Tadıma bakmaya niyetiniz mi var sizin? Etim serttir, üstelik zayıfım, karnınızı doyurmam. Hadi uzatın başlarınızı da sizleri seveyim, anlaşalım!” demişti.

            Olacak şey değildi, cümle kapısını açan güvenlik görevlisinin şaşkınlığında iki doberman da ayaklarını otomobilin kapısına dayayıp, başlarını eğmişler, dişlerini göstermeksizin ve ses çıkarmaksızın başlarının okşanmasına izin vermişlerdi sanki.

            Feyza arabadan indi, çömeldi, ikisini de koltukları arasına alıp sevdi, okşadı onları. Gerçekten bir tılsım ya da yadsınması mümkünsüz bir güç olsa gerekti kendisinde. Arabasının torpido gözünden özenle tuzlu krakerlerden bir paketi çıkarıp açtı ve ayrı ayrı hesaplarcasına ikram etti köpeklere.

            Tatlı bir şeyleri ikram etmenin yanlışlığını biliyor olsa gerekti, bu, öteki paketi torpido gözünde bırakmasından belli gibiydi. Doğrusu kime niyet, daha doğrusu kendine niyet, dobermanlara kısmet gibiydi, kara günleri(1) için sakladığı.               

            “Bir” şeklinde parmağı ile işaret yapıp güvenlik görevlisine sordu;

            “Adları ne bunların?”

            “Kuyruğu biraz uzun olan Raki, öteki Roki, kardeş onlar!”

“Gel bakalım Raki! Uslu bebek ol Roki! Çıkışta gene görüşeceğiz inşallah! Hele önce bir patronla görüşelim!”

            Feyyaz değişikliği fark edip, annesinden de sebebini anlayamadığı; “Avukat misafirin olacak!” haberini almış olduğundan hayretle ona bakıyordu. Tanımıştı.

“Avukat Hanım, bundan sonra size karada ölüm yok(1), bu güçle kangalları bile yola getirirsiniz, umarım. Ricam, bundan sonra her ne ise görev icabı değil misafir olarak, hiç olmazsa Raki ve Roki’ye kraker vermek için uğramanızı…”

            “Uzmanlık alanım içinde kangal yok, ama pitbull köpeğiniz için ona da aynı sevgi ile yaklaşır, dostluk kurabilirdim!”

            “Peki, insanlar…”

            “Eğer insanlar için gerekiyorsa gerekenler gereken derslerini, ya da gerekenler sevgi ve takdirlerini alırlar her zaman!”

            “Biliyorum!”

            “Anlamadım, nasıl yani?”

            “Eski işyerim olan ve kardeşlerime yardımcı olmaya devam ettiğim şirketin birkaç konusuyla ilgili olarak karşıma çıkmıştınız ve gerekeni hazmetmem zor olsa da size karşı kaybederek dersimi almıştım…

            Baktım ki sizinle baş edemiyorum, baş etmem de mümkün değil, o halde size karşı devamlı olarak kaybetmektense, bundan böyle avukatım kaybetsin diye avukatımı gönderdim karşınıza. Övünmeyecek misiniz?”

            Ses çıkmadı karşısından, bu devam etmesinin gerekliliğiydi;

            “Benim birkaç kaybedişimden haberdar değildi garibim. Sonraları onu hep mosmor suratla karşıladım sadece siz karşısında olduğunuzda. Diğer konularda fazla bir işimiz olmasa da başlangıçtan bugüne değin çok konuda başarılı olduğunuzu iftiharla söyleyebilirim…

            Şimdi de amacınızı bilmemekle beraber avukatım gibi moraracağımı sanıyorum. Yalnız hep böyle ayakta mı konuşacağız, hep bu şekilde mi sorgulayacaksınız?”

            Yol göstermek istercesine kenara çekildi Feyyaz;

            “Buyurun alelusul de olsa hazırlamaya çalıştığımız toplantı salonuna geçelim. Beni hatırlayamıyor olsanız da mutlaka hatırlayacağınızı düşündüğüm eski şirkette kalan mor avukatımı da davet edeyim. Peki, bir şeyler almak ister misiniz Avukat Feyzullah gelinceye kadar, sorgularken?”

            “Evet, bir çaya ‘Hayır!’ demem. Ancak görevimi de sorgulamak olarak yorumlamayın lütfen, buna hakkım yok, konuyu sadece bilgi alış-verişi gibi yorumlamaya çalışalım lütfen!”

            “Bence tavrınız, sadece bilgi alışı gibi geliyor bana, nasıl olsa kaybedeceğim, ama en az zararla kapatmak için çaba göstereceğim. Kızım, karşıya telefon et, Feyzullah Bey gelsin, zahmet olmazsa ve güvenlikçiye de söyle, köpekleri kapatsın lütfen! Aşıları var, ama bizim şirket avukatı sizden korktuğundan en az on misli belki de daha fazla korkuyor sanki onlardan…

            Hemen taze bir çay demleyin, avukat gelince üç tane servis edin lütfen! Bir kısım eksiklikler ve gecikmeler için kusura bakmayacağınızı umarım Avukat Hanım.”

            “Hep böyle personelinize karşı bile kibar mısınız? Hem kaç kez becelleştik(2) sizinle, hatırlayamadım!”

            “Buyurun, oturmaz mısınız, Avukat Hanım? Denir ki; namazda niyeti, gözü olmayanın, ezanda kulağı olmaz! Sizinle her karşılaştığımızda rakip olarak gördüğünüz, insan olarak değer vermediğiniz, saymadığınız için görmediniz, hatta iddia ediyorum, görmek bile istemediniz, sadece beni değil, tüm karşınızdakileri. Çünkü bilgi, belge, bilgelik ve becerilerinizle kazanmak üzere yoğunlaştırmışınız hırsınızı. Başarılısınız, ama iddia ediyorum ki sevilen biri değilsiniz!”

            “Hiçbir maç oynanmadan kazanılmaz, rakiplerin de, hakemlerin de dürüst olması kaydıyla tabii. Ve de sevilmemek sözünüze de hiç katılmıyorum. Benimle evlenmek isteyenler bile oldu, meslektaşlarımdan, çevremden…”

            “Özür dileyerek hatta yemin ederek söylemek isterim ki severek değil, beğenerek, hatta güzelliğinize hayran olup ayılıp bayılarak, belki de kural dışı hamlelerle sizi alt edeceklerine inanarak…”

            “Yani benim yetenekli ve güzel olmama karşın kaprisli ve hazımsız olduğumu mu söylemek istiyorsunuz?”

            “Mümkün mü Avukat Hanım, isminiz bir anda zihnimde maç deyince, çalım attı, nedense siz resmi olmak istediniz, ben de resmiyetinize ayak uydurmak zorunda kaldım, ama Feyza Hanım demem daha doğru olacak gibime geliyor!”

            “Sakıncası yok, buyurun!”

            “Sizin cesur, konusunda uzman, yetenekli beyin yapınızla, benim beyin yapım bir olabilir mi? Ben iki kere ikinin dört ettiğini mühendis olarak bilirim, yeteneğim gücüm belli, ama siz matematik bilginiz olmasa da bunu hemen ispat edersiniz! Sizin, aynı zamanda beyninizdeki gri hücreler(12) besili, insanların ağızlarından girip burunlarından çıkarak(2), istenilenleri isteyenlere kazandırmak için ulaştıran bir zekâya sahipsiniz…”

            “Doğrusu iltifat mı ediyorsunuz, zararınızı aza indirmek için aklımdan geçen kelimeyi söylememek için kendimi zorluyorum, kompliman mı yapmak(2) istiyorsunuz diyeyim, yoksa böylesine uzun süslü sözlerle kur mu yapıyorsunuz(2), anlamakta zorluk çekiyorum.”

            “Söylemekten utandığınız Yalakalık kelimesini söylemenizde hiçbir sakınca yok efendim. Her konuda başarılısınız, mükemmelsiniz, gözlemlediğim her konuda, evet her konuda, ancak bir konuda söylemek gayretinde olacağım hariç, sadece…”

            “Evet?”

            “Kalbiniz yok!”

             Kapı çalındı, tereddütlü bir şekilde şirketin avukatı Feyzullah odaya girdi ve muhtemelen biliyor olmasına rağmen Avukat Hanımı görünce, durakladı bir süre ve sonra ilişircesine oturdu sandalyelerden birine.

            “Hoş geldin Feyzullah! Çekinmeksizin Avukat Hanımla görüş, ne de olsa meslektaşsınız, bu güne kadar hep morarmış olsan da, şimdi sizinle aynı tarafta. Sizinkiler, yani kardeşlerim beni suçlamışlar, dürüstçe cevaplandır ne sorarsa. Ben ne söylemem gerekiyorsa söylemeye çalıştım…”

            “Pardon! Mutlaka sormam ve mal sahibi olarak sizin cevaplamanızı isteyeceğim bir-iki husus var, henüz konuya giremediğimiz için not alamadığım.”

            “Hemen sorsanız, mümkün mü?”

            “Şirket sizin mi?”

            “Başlangıçta sadece benim ve yeğenimindi, şimdi başka ortaklarım da var!”

            “Kimler? Eski, yani kardeşlerinizin sahip oldukları şirketinizden kandırıp, ya da ek bir menfaat sağlayarak bünyenize aldıklarınız mı?”

            “Sözleriniz acıtıcı, alaycı ve kaba, aslında cevap vermek istemez, sözleri avukata bırakmak isterdim, üstelik son andaki sözlerime tepkiniz olarak yorumlamaya gayret edeceğim sözlerinizi…

            Tek bir menfaat sahiplenmeden ayrıldığım, hâlâ bazı şeyleri anlatma, aydınlatma ve öğretme gayretinde olarak, hiçbir resmi unvanım olmamasına, eski şirketten elimi-ayağımı kesmeme rağmen bu sözlerinizi yadırgıyor ve sizi ispata davet ediyorum.”

            Soluklanmak gereğini hissetti Feyyaz; 

            “Olay, şudur; şirketi kardeşlerime devredince, mesleki konuları ve uzmanlıklarına önem vermeksizin tazminatlarını ödeyerek bir kısım arkadaşların işlerine son vermiş kardeşlerim. Onlar benden iş isteğinde bulundular ve tazminatlarını destek olarak bana vermek istediler…

            Ben de onları verdikleri bedel kadar şirketime ortak yaptım. Ne yapsaydım yani? ‘Tazminatlarınızı tüketinceye yiyin, için, tıkının o kadar yaşayın, sonrası Allah Kerim!’ deyip işsiz, sokaklarda mı bırakaydım onları? Paraya ihtiyacım varken; ‘İstemem paranızı pulunuzu!’ mu deseydim? Karşılıklı alışveriş yani, sizinki gibi sadece alış değil…”

            “Abartmıyor musunuz?”

            “Bakın, dinleyin efendim, sanırım peşin hükümlü(1) olarak içine girdiğiniz bu şirketten, ancak beni, bizi öğrenerek çıkmanız arzum, dileğim. Kapıdaki güvenlik görevlisi hariç, burada gördüğünüz personelin hepsi eski şirketten dışlanıp bana ulaşanlar. Şehre gidip gelmek için elden düşme, ya da ikinci el personel servislerini kendileri aldılar…

            Sadece gündelik işler için kullandığımız, kim bilir kaçıncı el olduğunu bilmediğimiz, bir kısım göstergeleri bozuk, ana yola bile çıkarmadığımız pikap ise işyerimizin. Eğer araştıracağımız kredi imkânlarından yararlanabilirsek ilerilerde lojmanlar yapmayı da düşüneceğiz, sahamız uygun çünkü.”

            Söylediklerinde, söylemek istediklerinde eksiklikler olduğu geçmiyordu aklından.

            “Uzatmamın âlemi yok(1). Tüm dosyalarla, Tarık ve Feyzullah Beyler emirlerinizde. Ayrıca her dileğinize yetişmeleri için iki arkadaşımı daha kapı dışında görevlendireceğim. Ne isterseniz yerine getirmek için çalışacaklar. En ufak şikâyetiniz bile tarafımdan özenle değerlendirilecektir…

            Ama hiç kimseyi asla işten çıkarmak düşüncem olamaz. Onlar benim yol arkadaşlarım(79), ailem ve ben onların sadece işvereni değil, abileri, kardeşleri, akrabalarıyım. Neyse, işlerime bakmam için izin isteyeceğim. Ancak isteğiniz olursa haber gönderin, anında her sorunuzu cevaplamak için yanınızda olacağım…”

            İş yapması mümkün değildi, kendini etkisinden kurtarmak için o kümes gibi odasına gidip de onu düşünürken. Feyza’nın gerçekten karşısındakini etkileyecek göz ardı edilmesi mümkün olmayan bir güzelliği vardı.

            Peki, kendisinin? Ne mümkün! Karşısındakinin “Kışt!” deyip de kovalayacağı bir varlıktı. Bunun için değil miydi zaten bugüne değin sap gibi ortalıklarda kalması(2)?

            Gönlünün sultanını bulmak değil, mal-mülk sahibi olmasına rağmen gönlünün sultanı olmayı dileyecek bir kişi bile çıkmamıştı karşısına, daha öncesinde içinden geçirmiş olsa da.

            Herkesin göbeği kemerinin üstündeyken, onunki göbeğinin altındaydı, haşmetli değilse bile. “Şu!” diyeceği hiçbir tarif edilecek özelliği yoktu, övünebileceği, ya da göz önüne getirebileceği, çalışkanlığı ve zeki olması dışında.

            Ve kendince zekiydi, ama akıllı değildi. Yoksa “Yoksalar” için neden şehrin kilometrelerce uzağına, üstelik bugünlere getirdiği şirketten ayrılıp da sıfırdan başlayarak kendini yalnızlığa itip yeniden doğmayı düşünseydi ki?

            Üstelik genç kıza karşı tüm şansını sıfıra indirmek ister gibi, “Kalpsizsin!” demişti, Feyzullah’ın odaya girmesi nedeniyle onun cevap vermesine imkân bırakmaksızın. O halde daha fazla sabretmeyi denemeli, bulacağı ilk fırsatta, özür dileyerek sözünü geri almalı, ya da tükürdüğünü afiyetle geri yalamalıydı!

            Sanki şeytan kendisinin ona karşı kazanmasını diliyor, dürtüklüyor, nefesini duyması için yönlendiriyor gibiydi.

            Toplantı salonuna girdi, sanki haber verilmiş de gelmiş gibi. Oysa kim kime, dumduma(1) bir sohbet havasında idi, korkusunu, çekingenliğini yitirmiş Avukat Feyzullah ile Avukat Feyza Hanım. Hani Feyzullah’ın evli-barklı, çocuklu, karısından çekinen kılıbık bir koca olduğunu bilmese onların inna-minna(13) vaziyetlerinden bile şüphelenilecek bir boyutta olduklarını düşünebilirdi Feyyaz!

            Feyyaz’ın toplantı salonuna girişi, tedirginlik olmadığı gibi, sanki beklenen suallerin devamı gibi gelmişti kendine.

            “Burayı bu hale getirmek için nelerden faydalandınız, eski şirketinizden destek aldınız mı? Sermayenize katkıda bulundu mu ailenizden herhangi biri, meselâ anneniz?”

            “Sorunuzdaki inceliği ve istihzayı anladım efendim. Ceketimi bile bırakmıştım, ısrar üzerine tekrar giymişim gibi yorumlayın lütfen. Şirketin sermayesi, diyelim ki beş kuruştu, gerçek değeri bilmiyorum, mutlaka Ticaret Sicili Gazetesinde kayıtlıdır…

            Bunun hepsini o günlere kadar bir baltaya sap olamayan, ancak başarılı olacaklarına söz veren kardeşlerime ve anneme bıraktım, hiçbir şey talep etmeksizin, tüm taşınmazları, demirbaşları, araç, gereç, alet ve makineleri, elemanları, arabaları vesaireleriyle, tek bir tükenmez ya da kurşun kalemi bile cebime almaksızın, ben şirketten neredeyse çırılçıplak ayrıldım…”

            “Vekili olduğum kişilere hakaret etmenizi size men ediyorum, lütfen sözlerinize dikkat etmenizi rica etsem?”

            “Gördünüz mü? Son sözümde ne kadar haklıyım? Kardeşlerim beni size şikâyet etmişler, siz benim aleyhime dava açacak olsanız bile, onlar benim kardeşlerim, kuzenim, sözlerimde hakaret yok, sevecenlik var, döverim demem ağabeyleri olarak, severim, ömrümün son anına kadar ve tümümü vererek, bana taş atsalar bile, onlara ekmek atmayı vaat ederek…”

            “Peki, bir soru daha. Bu işyerini kaça mal ettiniz? Elinizdeki belgeleri, eğer eski şirketinizden herhangi bir destek almadığınızı ispatlayacak bir şekilde belgelerinizi gösterebilirseniz!”

            “Maalesef sadece bankadan aldığım kredilerin makbuzlarını gösterebilirim. Elemanlarımın tazminat bedelleri sadece nakit olarak elime, avucuma sayıldı ve bu konuda sadece ne kadarı cebime girdi, aldığım notlar dışında hiçbir belgem yok!..

            İşten ayrılıp da yanıma gelenler, kızlar, kadınlar hatta çocuklar dâhil, ustalık konusu hariç sırtımızda kum, kiremit, tuğla, çimento, harç taşıyarak sevgi ile inşa ettik bu binayı. Bunun da belgeleri yok doğal olarak. Bu; kardeşlerimin beni şikâyetleri ile ilgili olarak onların lehine müspet, bizim aleyhimize menfi puanlar olacak tabii.”

            Genç adam duraklar gibi oldu yeniden. Avukat Feyzullah’a dönerek;

            “Feyzullah, hanımefendinin tek bir dileğini bile eksik cevaplama, ahrette iki elim yakanda olur yoksa. Sayın hanımefendi, Avukat Hanım, ben gene istediğiniz, emrettiğiniz anda, soracağınız tüm soruları yanıtlamak için yanınızda olacağım, bunu bilin, dileğim o ki, yaşamımın sonu olacak olsa bile, inceldiği yerden kopsun, ne olacaksa…

            Tek hüznüm, bu insanların bana güvenmeleri nedeniyle aç-açıkta kalacak olmaları. Bunun sorumlusu şunlar, ya da bunlar diyemem, ama ilkelerimden de asla vaz geçmem, sonumu hazırlıyor, ya da hazırlayacak olsanız da...”

            “Anladım, iyi insan olarak görünüyorsunuz, ama sevdiklerinizden bir kısmı için yok olmayı bile düşünüyorsunuz da, ya eşiniz, çocuklarınız, yuvanız ne olacak?”

            “Affedersiniz efendim, hiç biri yok, evli değilim maalesef. Ve Yunus Emre dile gelir benim için; ‘Bir garip ölmüş diyeler…(14)şeklinde. Kardeşlerimi adam olmaları için bugüne kadar yönetmek, bu işyerini açıncaya kadar çalışmak tüm vaktimi aldı. Bundan sonra neler olur, bilemem, ama çevremde yaşayan tüm bu personelin benden büyük olanları da olsun hepsi çocuklarım, kardeşlerim, ailem ve benden sonra da eğer diler ve güçlü olurlarsa bu şirketin sahipleri…

            Bilmiyorum bu sözlerimde de benim için dezavantaj, karşısı yani ailem, kardeşlerim için avantaj olacak bir şeyleri yakalayabildiniz mi Avukat Hanım?

            “İyi bir insan olmanıza iyi biri olabilirsiniz, ama ben karşı tarafın avukatıyım, öğrendiklerimi, yorumlarımı onların lehine kullanmak zorundayım. Tüm başarı ya da başarısızlıklarda sözlerin, seslerin, mimiklerin rolü büyük…

            Adını hatırlayamadığım bir tiyatro eserinde, sözler hiç değişmeksizin, değişik tür ve mimiklerle söylendiğinde karı-kocanın boşanmak için mahkemeye, diğerinde ise yatak odasına yöneldikleri aklımda…”

            Durakladı bir süre avukat ve yeni bir senaryoyu hatırlatmak ister gibiydi;

            “Yine adını hatırlayamadığım bir tiyatro ya da filmde katilin beraatını isteyen avukat, sanığın katledilen çocuğun ailesine yaptığı bir mimiğini tespit edip davanın devamını isteyerek sanığın idamına hükmedilmesini sağlıyordu…

            Anlattıklarınızdan etkilendiğim ve (ç)alıntıladığım unsurlar bunlar. O halde çarem at gözlüğümü(1) çıkarıp, çevreme umursamaz, sabit fikirlerle değil, daha dikkatli bakmam gerekliliği…”

            Durakladı, ya da duraklaması kanaatindeydi;

            “Kuduz bir köpeğin birini ısırması, ısırılan o kimsenin ısırılacaklarının listesinin yapılması da bir fıkradan esinti, ya da (ç)alıntı. Tek fark o listede kuduz olabilecek damadın, her ihtimale karşı kaynanasını ısırılacak listesinin en üstüne ve birinci sıraya yazmasıydı. Ayrıca bir (ç)alıntı daha; çok okumanın zihinde bıraktığı bir esinti; ‘Bir köpeğin bir insanı değil, bir insanın bir köpeği ısırması’ haber niteliğindedir!”

            “Kardeşlerimin sudan sebeplerle sizi avukat olarak tutacakları, sizin her ne şekil ve surette olursa olsun beni suçlayarak dava açacağınızı bilsem, yalvar-yakar ‘Bağışlayın!’ der, ya da benim tarafımda olmanızı, beni savunmanızı dilerdim…

            Ama şimdi dava açarsanız, bu kez Feyzullah karşınızda değil yanınızda olacak ve mutlaka davayı kaybedeceğim, istenilen, dilenilen, savunulan unsurlar her ne olursa olsun, bana acımaksızın, gerçeklere önem vermeksizin. Öyle değil mi, sevgili, umulandan fazla başarılı olan Avukat Hanım?

            “Abarttığınızı ikaz etmeyeceğim! Ayrıca sabrımı taşırmaya da gayret etmeyin isterseniz, ben zalim değilim, hele ki olmayanı olmuş gibi cezalandırılmanızı, tüm sıfırdan başlayan çabanızla edindiklerinizi isteyecek kadar zulmetmeyi de istemem asla mümkün değil, sadece bildiklerini, görevini yerine getirmeyi dileyecek gibi biri olduğuma inanın lütfen, avukat değil, sadece insan olarak…

            Ayrıca söylemek isterim ki; konu hâlâ devam eden aile içinde hoş görülecek bir şekilde halledilecek, dava açılmasına gerek olmayan bir olay gibi görünüyor bana. ”

            “Peki, anladığımı zannetmek hoş olacak olsa gerek. Feyzullah araban buradaysa, hanımefendiyi çok üzdük, eğer kabul ederse yemeğe çıkarır mısın, tabii eşin, benim emrim olarak izin verirse. Ben sizi uğurlayayım, kapıya kadar!”

            “Bakın…”

            “Öncelik bayanlarda buyurun!”

            “Ben sadist, kalpsiz ve zalim değilim!”

            “İspat edin o zaman. Dava açmayın, ya da açarsanız, dava her ne şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın, bir çay içimi için ve tarafsız olarak elemanlarımı ziyarete gelin, tekrar ediyorum, iş yerimi değil, sadece size saygı duymayı isteyen personelimi, her ne olursa olsun memnun etmek için…”

            “Yani siz istemiyorsunuz, anlamını mı çıkarmalıyım sözünüzden?”

            “Ayıplayacaksınız belki, ama kalpsizlerle bu güne değin hiç ilintim olmadı!”

            “Kendinize çok güveniyor ve sabır sınırlarımı zorluyorsunuz, bakalım boyunuzun ölçüsü alınınca(2) ne olacak tavrınız?”

            “Boyum bir seksen sekiz! Mezarım hazır, babamın yanı! Belki annemin de geleceği yer! Bir güzel beni yok edecek şekilde ölümüme sebep olacaksa, günahlarımdan o kadar erken sıyırılacağım için memnun olurdum, onunla bir ömür boyu sevaplar işleyeceğime emin olsam da!”

            “Tamam, benim için bir tek katil, cani dememiştiniz, onu da dediniz, rahatladınız mı şimdi?”

            Feyyaz ses çıkarmadı önce. Bu; herhalde ya susmasının, ya da haklılığının gerekliliği gibi görünmüş olsa idi kendisine göre. Sekreterliğin yanından geçerken, daha önce hazırlandığı intibaını(3) verir şekilde dörder adet kemik şeklinde bisküvi aldı eline.

            “Ödül bisküvisi…

            Sizin ikram ettiklerinize göre daha çok sever köpeklerim, hem dördü de…”

            Raki ve Roki, önce kime yöneleceklerine dair tereddüt geçirdiler. Tercihlerini Feyyaz’a doğru kullanmaları üzmemişti avukatı. Çünkü kendisine karşı gösterilen sevgi gösterisinden de, tezahüratından da anladıklarından emindi ve bu onun için yeterli gibiydi.

            Ancak Karabaş ve Kocabaş için tereddütleri vardı genç avukatın içinde.          

            “Buyurun hanımefendi. Karabaş ve Kocabaşla da tanışın, ama şakalarının olmadığını da bilin, lütfen!”

            Uzaktan da olsa tellere abanarak havlamaya başlamıştı Karabaş ve Kocabaş.

            “Daha ‘Merhaba!’ demeden, havlayıp hırladılar, demek ki onlar da sevmediler beni, daha uzaktan, ilk kez görmelerine rağmen, tıpkı sizin gibi, özür dilerim!”

            “Yapmayın Avukat Hanım. Onlar sizi sevmediklerinden dolayı değil, yanımda güzel bir bayan gördükleri, beni ellerinden alacağınız korkusu yaşadıkları ve kıskandıkları için delirdiler. Gerçek payı olmasa da, göz ardı edilse de. Gene de siz onlardan uzakta durun, ödül hak etmediler, ama gene de beklentilerini boş çıkarmamak için ödüllerini ben vereyim.”

            İki avucuna, ikişer ödül bisküvisini alan Feyyaz, Karabaş ve Kocabaş’a ayrı ayrı verirken, ikisi de ısırdı ellerini, her iki elinde de curu(3) kanlar vardı, kırmızıdan pembeye dönük.

            Şaşkınlaşmıştı köpeklerinin bu hareketi nedeniyle Feyyaz. Şaşırmıştı Feyza, olanlara şahit olunca. İkisi de ikilem(3) içindeydi.

            Feyyaz; “Pantolon cebimden mendilimi alır mısın?” demekle sekreterden havlu kâğıt istemesi konusunda, Feyza sekreterliğe koşup havlu almakla, çantasından kâğıt mendil çıkarmak arasında bocalar gibiydi(ler).

            Feyza aklını başına toplayıp kâğıt mendillerle destekleyerek erkekler tuvaletine beraberce yönlenirlerken, sekretere de dileklerini ulaştırma çabasındaydı;

            “Çabuk, oksijenli su, tentürdiyot, batikon(3), gazlı bez, sargı bezi ne varsa koş, getir!”

Feyyaz’ın elindeki kâğıt mendilleri atıp, ellerini özenle yıkarken, sordu yahut da sormak zorunda hissetti kendini;

“Acıyor mu?”

“Hem de çok acıyor güzel kız, hadi beni öp de acısı geçsin!”

“Her türlü hakaret, şimdi de bu durumdayken sarkıntılık…”

“Yok, öyle değil!”

“Ya nasıl?”

Cevabı beklemedi Feyza, getirilen oksijenli suyla Feyyaz’ın ellerindeki ısırıkları silip temizledi, batikonu bastırırken, sanki yararı olacakmış gibi üfledi, birer sargı beziyle ellerini bağladıktan sonra;

“Hemen hastaneye gidelim, götüreyim seni!” demek zorundayken Feyyaz dile geldi sanki;

“Uf oldum ya, içten bir dilekte bulunabilir miyim zahmet olmazsa!”

“Şımarıkça ya da iğneleyici(3), hakaret içeren, aşağılayan bir istek değilse söyleyin lütfen!”

“Çantanda kalem ve bloknot var, yanlış görmediysem, orada yeni bir sayfa aç ve en başa kendi adını yaz, diğerlerini ben tamamlarım!”

“Neden icap etti, gerekçesi ne bunun?”

“Siz anlattınız ya! Hani kuduz olup, kudurursam ısıracaklarımın listesi…”

“Daha karşılaşır karşılaşmaz o kadar mı nefret ettin benden? Allah’ım ne günah işledim ki, böyle birini musallat ettin(2) başıma? Şimdi kangallara gidip ben de ellerimi ısırtacağım ve yapacağım listenin en başına da sizin isminizi yazacağım!”

“Valla ısırığının onlardan değil dudaklarımdan olmasını istemek dışında bir isteğim olmazdı, ama sen bunu, sen böyle bir şeyi yapamazsın Feyza!”

“Oh, ne âlâ, ismim de dilinizde yer etti, peki neden ısıramazmışım?”

“Çünkü kalpsiz de olsan, iyi bir insansın, sevgi dolusun, kimseyi üzmezsin, eziyet etmezsin…”

“Başlangıçtan beri, demediğini bırakmadın, şimdi rol mü, jest mi, iltifat mı ediyorsun, kur mu yapıyorsun, yoksa özür dilememi mi istiyorsun, anlamakta zorluk çekiyorum…”

“Farkındaysan, deminden beri kavga edip, birbirimize ‘Sen!’ diyoruz. İşte bunun için ‘Sevgi dolusun!’ dedim. O kadar kaba sözlerime karşın, hak etmiş olsam da, bir tokat çarpmadın suratıma, onun için iyi bir insansın. Yasal olarak iki karşıt olsak da dürüstlükten asla kopmayacağına eminim…”

“Pardon Feyyaz, sen şu küçücük zaman içine beni etkilemeyi sığdırmaya mı çalışıyorsun!”

“Başarılı olacağıma inansam, ta başlangıçta, seninle ilk karşılaştığımızda denemeye çalışırdım. Ama ben, beni biliyorum. Benden ne köy olur, ne de kasaba. Sadece söylemek istediğim şu; köpeklerim asildirler, aşılıdırlar, kuduz-muduz olmam, dolambaçlı yollardan da olsa bunu söylemeyi en sona bıraktım…

Hissettiğim, sadece bana değil, hiç kimseye karşı art düşünceli olmayacağın, olamayacağın, her ne şekilde olursa olsun, kazanma hırsını ertelemeksizin olsan da…”

Sözlerini bağlamak istercesine ufak bir nefes molası verdi kendine Feyyaz;

“Hadi şimdi, seni etkilemeye çalıştığımı düşünmeksizin, ister Feyzullah’la yemeğe, istersen evine git, dinlen, ama asla hiçbir şey düşünmeksizin. Eğer dava açarsan, karar aleyhime çıkacak gibime gelir, ama her ne şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın, sadece elemanlarım değil, ben de senin bizi ziyarete gelmeni bekleyeceğiz, bir çay içimi kadar süren olsa bile.”

Yutkundu bu kez Feyyaz, söylemezse eksikli kalacağını düşünür gibi;

“Her ne olursa olsun, ölmeden önce, bir kez daha ve özlemle…”

“Etkilemeyeceğim, diyorsun, giderayak öyle bir cümle kuruyorsun ki, ne diyeceğimi şaşırıyorum. Çenesi düşük, ağzı lâf yapan biri olmama rağmen senin başarını yakalamam mümkün değil. Keşke meslektaşım olsaydın! Aslında buraya sabit fikirlerle gelmiştim, dürüst olmam gerek, bana verilen belgelerin çoğunun sahte olması ihtimal dâhilinde görünse de aleyhinizde...

Eğer dava açmam gerekirse ve açarsam, karşı tarafın kazanacağını neredeyse kesin olarak söylemem mümkün, bu belki de sizin ve etrafınızdakilerin çıplak değil, çırılçıplak kalacağınızın ispatı gibi olacak. Sanırım bu, sizin yine başlarında olmasını isteyenlerin dileklerinin sonucu olacak gibime gelir…”

Cümlelerini tasnif etme gayretinde idi, yanlış anlamaya meydan bırakmamak, açık vermemek ve etkilediğini, ancak etkilenişini de kendinden saklamaksızın.

“Beni düşman gibi görmeyecek oluşunuza memnunum, beni davet etmenize mutlaka cevap vermeye çalışacağım. Belki bundan sonra sorununuz olursa ki olmaması, bana ihtiyaç duymamanız dileğim, ancak sorunlarınızı halletmek için yardımcı olmayı isterim, ne de olsa ekmek parası, evin kirası, otomobilimin giderleri falan…”

“Güzel fikir, memnun olurum, o halde şimdilik vedalaşmıyorum, görüşmek üzere ve umuduyla…”

“Konunun ailece aranızda halledilmesi dileğiyle ayrılıyorum, ne dava, ne bilirkişi, ne mal beyanı…

Hiçbiri için aranızda olmak istemiyorum. Öğrendiklerim benim içinde olmamam gereken şeyler…

Karşıya gideceğim ve beni bağışlamalarını dileyeceğim, böyle saçma bir dava için bana ücret ödemelerinin yanlış olduğunu söylemek için. Eğer bana yardımcı olmak için benimle gelirseniz memnun olurum, sakın işlerinizin yoğunluğunu bahane etmeyin…”

“Reddetmem mümkün değil. Feyzullah bir kenarda dursun, ıvır-zıvır(1) konular için. Dediğiniz gibi bizimkilerin ve benim avukatımız olun, ekmek parası için size süre vereceğimizden emin olun…”

Dava olmadı, şikâyetten vazgeçildi, aileler birlikte geçinmeye, köpekler bağlanarak karşılıklı ziyaretler yapılmaya başlandı, eskisi gibi bir aile olma gayretiyle. Aileye katılan olmadı, çıkan da olmadı. Çok zaman Feyyaz kendi şirketinde, az zaman kardeşlerinin şirketinde oldu, yönlendirici olarak.

Herkes hayatını yaşıyordu, herhangi bir yasal sıkıntı olmaksızın. Dolaysıyla verilen bir kısım sözler askıya alınmış gibiydi, Feyyaz’ın işlerini yoluna koyması, Feyza’nın meşhur bir avukat olarak davalarının çokluğu neredeyse yıl boyu, bir yılı aşkın bir süre görüşmelerini engellemişti birbirini. Sadece “Nasılsın?” sözlerine sıkıştırılmış telefon görüşmeleri olarak…

Zaman bazen şarkıdaki gibi su gibi akıp geçiyordu(15). Feyyaz bir yaş daha yaşlanıp daha da çirkinleşirken, Feyza bir yaş daha gençleşmiş, güzelleşmiş gibiydi.

İkisi de birbirinden saklanıyordu, tek farkla Feyyaz çok zaman arabası olmadığı için personelin servis aracıyla şehre inip-çıktığında mutlaka Avukat Hanımın bürosunun önünden geçmeye, uzaktan da olsa onu görmeye, bazen plânlamış olarak adliyenin oralarda siftinirken(2) karşılaşma gayreti yaşıyordu.

Bir keresinde servis şoförüyle bir kısım gereklilikler için şehre inmiş ve cesaret edip adliye binasından da içeri girip görmek arzusunu yaşamıştı. Bunda belki annesinin iteklemesinin, belki de kurguladığı bir plânın olduğu yadsınamazdı.

Bulunması gereken mahkemeyi bulması kolay olmasına rağmen içeri girip girmemekte bir hayli tereddüdü olmuştu, davanın başlamasına beş-on dakika kala salona girdi. Fark edilmemek istercesine bir kenara, oldukça şişman birisinin arkasına gizlenme çabasını yaşadı.

O kişinin kendi personeline ait ikinci el servis arabasına çarptığı halde davacı olduğunu bilemezdi, çünkü personeli kendisine en ufak bir ipucuyla bile haber vermemişti.

Feyza, tüm alışkanlığı, ciddiyeti ve güveni ile davalılar lehine başarılı olmuş, davacının suskun bakışlarına karşın, davalıların perde indirir, ya da bir aracın imdat frenini çeker gibi veyahut da bir sporcunun gol sevincini yaşadığı gibi yumruklarını havaya kaldırıp indirmelerini yadırgamıştı.

Mahkeme salonunun sessizliğini sağlamak istercesine, tezahüratlar için “Sus!” işareti yapmak zorunda kalmıştı, ayağa kalktığında Feyyaz’ı görmekle şaşkınlığını gizleyemeyen Feyza.

Feyyaz da şaşkındı, çünkü karşısındaki davalıların tümü, kendisine hiçbir şey belli etmeyen personeli idi.

Yerinden doğrulan ve kendinin açığa çıkmasına neden olan şişman adamın hışımla davalıların ve belki de özel olarak Feyza’nın üzerine yönelmesi üzerine Feyyaz, boyuna-bosuna, gücüne-kuvvetine, baş edip-edemeyeceğine bakmaksızın pehlivanın havaya kalkan elini tutma azmini yaşamıştı.

Ve sonrasında boş bir pamuk çuvalı gibi önce havaya kalkıp sonra sükûnetle(!) yere konmuştu!

Hâkim de, savcı da, davalılar da hatta mübaşir bile olayın şahitleriydi. En önemli şahit ise lehine bedelsiz olarak avukatlık yapacak Feyza idi, kahramanıydı, kendisini korumak için konumuna ve durumuna bakmaksızın direnmeye çabalamıştı, kendine değer veren.

Gene de kendini kapıp koyuvermemiş, sanki tanımıyormuş da, jestinden memnun olmuşçasına başını eğip acele dışarıya yönelmişti, kendisinin sınanmayacağından, takip edilmeyeceğinden, bilakis azat edileceğinden eminmiş gibi.

Feyza iyi bir avukat olmasının yanında, karşısındakine değer verdiği halde, bu değeri hissettirmemeye çalışan, devamlı olarak okuyan bir avukattı.

Yargıtay karar ve içtihatlarını(3) takip eden, her gün vaktinin oldukça uzun bir bölümünü resmi gazeteler arasında geçiren, hiçbir seminer, toplantı ve benzeri toplantıları kaçırmayan bir avukattı.

Ve bunlar için de vaktini gönlünün sultanı olanı arayamayacak kadar kendini mesleğine veren.

Aslında Feyyaz da ondan farklı değildi, düne kadar kardeşleri ve işyeri için çalışan. Şimdilerde ise, hem kendi işyeri, hem de kardeşlerinin işyeri için ikiye bölündüğü inancında olduğundan bir yuva kurmak gibi bir zahmete katlanmayı hiç mi hiç aklına getirmemişti bile.

Feyza Savcılık Kalemine bir dilekçe vererek kimseyi önemsemeksizin, cüppesini çıkarıp olduğu gibi istifsiz ve isteksizce çantasına teperek, belki karmaşık, karmakarışık duygularla merdivenleri hızlı adımlarla arşınladı(2), arabasına atlayıp bürosuna yöneldi.

Düşünmek zorundaydı, kalınca kitaplardan birinin sayfalarından herhangi birini açıp içinde gezinme arzusunu yaşadı, anlamayacağını, anlayamayacağına inanarak, bilerek.

Kapısı çalındı. “Gel!” dedi, başını kaldırmadan, içinden geçeni Allah, kendi ve belki de sadece karşısına dikilenler biliyor olsa gerekti. Odası, savunmasını yaptığı Feyyaz’ın elemanları olan davalılarla dolmuştu, ayakta bile yer kalmamış bir şekilde, bir de Feyyaz vardı aralarında.

Açtığı kitabın o sayfasına gerekliymişçesine elini koyduktan sonra;

“Kaybetmediniz, bana inanmanızla da beni onore ettiniz(2), teşekkür etmeniz yeterli, hadi hepiniz evlerinize gidin ve rahatça uyuyun, bundan sonrası sadece bende ve sizin…

Yeni ne olursa olsun, önce Allah’a, sonra öğrendiklerime inanıyor, güveniyorum. Sadece eğer vakti müsaitse Feyyaz’ın kalmasını istiyorum, nedenini, niyetini ve durup dururken neden bilmediği halde sizin yanınızda yer aldığını ve bizi korumak için cesurca davranışını öğrenmek için, ayrıca muhtemelen sormam gereken sualler de olacağı düşüncesindeyim!”

Gelenlerden hiçbiri elini sakladığı kitabın aralığından çekmesini istemeksizin kapıya doğru yöneldi, hatta dalgın olanlardan biri otomat düğmesi yerine kapı ziline dokundu “Affedersiniz efendim!” nidasıyla. Feyyaz da, Feyza da ne telâşlandı, ne de şaşkınlaştı.

Sayfanın o kısmına bir karton parçası iliştiren Feyza, ayağa kalktı;

“Söyle bu duruşmaya neden geldiğini, üstelik hissedip gördüğüm çok günlerde defalarca büro kapımın önünden geçip de, neden içeri girmeye cesaret edemediğini…”

“Konu her ne olursa olsun, girdiğin bir davayı kaybetmeyeceğinden o kadar emindim ki, cesaret edip bu duruşmada seni görmeyi istedim, evet, sadece görmeyi, bilinçsizce, sana hakkımın olmadığını bile bile. Belki bunda annemin yönlendirmesinin etkisi olmadı değil. Çünkü seni görmenin benim için ibadet olacağına, hatta hac sevabı kazanacağıma inanıyordum, eğer beni fark etmeseydin…

Ancak konuya bu kadar hâkim olup, personelimin, dolaysıyla da hissettirilmeyen benim haklarım için savcıyı, hâkimi bile susturacağın aklımın ucundan bile geçmemişti doğrusu. Gerçekte benim de seni kazandığımı umacağım, ancak seni kaybetme ihtimalim olan bir dava olacağı…”

“Senin kaybetme ihtimalin hiç olmadı ki Feyyaz! Sadece ben kazanır gibi oldum, seni. Eğer bilmen gerekenleri, istediğini ve istediklerini açıkça anlatırsan, söylersen ömür boyu senin de kazanacağını bil. Yeter ki o sihirli cümleyi söylemek için cesaretin olsun, istersen elimi uzatayım!”

“Peki, senin kazancın ne olacak?”

“Sen! Çünkü sevgi ile her ne olursa olsun, diğer göz ardı edilecek unsurlar arasındaki çizginin çok ince(16) olduğunu biliyorum. Sanırım ki, o çizgiyi ben çoktan aştım, seni seviyorum…”

Yerinden doğrulan Feyyaz, Feyza’ya sevgi ile sarılırken;

“O çizgiyi beraberce biz aştık, demek istedin değil mi Feyza?”

Sonuç? Bir Türk filmi gibiydi gerçekten ve sahiden!...

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Feyyaz; Çok faydalı, çok verimli, gür, feyiz, bereket, bolluk veren.

Feyza; Bolluk, çokluk, verimlilik, fazlalık, gürlük, ilerleme, çoğalma. İlim, irfan. Feyz ile dolu olan. Suyun akıp coşup taşması.

Öznur; Özü ışıklı, aydınlık.

Özcan; Candan, samimi, içten, gerçekten dost olan kimse.

Özkan; Temiz kan, soylu kimse, asil soydan gelen kimse.

Tarık; Sabah yıldızı, Zühre, Venüs. Mahkemeye başvurma, dava.

Faruk; Haklıyı, haksızdan, doğruyu yanlıştan ayırmakta güçlü olan. Adaletli. Keskin.

Feyzullah; İlhamını Allah’tan alan.

(1) Âlemi Yok; Herhangi bir şeyi yapmanın, yerine getirmenin gereği yok, söz etmenin, konuşmanın gereği olmamak anlamında bir söz.

Ana Kuzusu; Sıkıntıya, güç işlere alışmamış, nazlı büyütülmüş çocuk veya genç. Annesi ya da onun yerine geçen başka bir yetişkine aşırı derecede bağımlı olan kişi. Pek küçük kucak çocuğu.

Ivır-Zıvır; Küçük, önemsiz.

Kara Gün; Sıkıntılı, üzüntülü, büyük bir yasa düşülen gün.

Karada Ölüm Yok; Bundan sonra herhangi bir sıkıntı, güç durum yok.

Kim Kime, Dumduma; Kimsenin kimseyle ilgilenmediği, kimseye önem verilmediği, çok karışık bir durumu anlatan söz.

Limitet Şirket; Belli bir iktisadi amaç üzerine kurulan, yalnızca mal varlıkları ve ortaklıkları ile sorumlu oldukları bir veya daha çok gerçek ve tüzel kişiliğe sahip kişilerin kurdukları ticaret unvanlı ticaret şekli. Sermayesi belirli olup bu sermaye esas sermaye paylarının toplamından oluşur.

Nevi Şahsına Münhasır: Arapça bir tanımlama olup, kısaca; “kişiye özel” demek. Yani taklitsiz, yalansız, kendine özgü davranışı ve kriterleri olan kimse anlamında.

Peşin Hükümlü (Olmak); Bir konu ile alâkalı olarak düşünmeye veya araştırmaya gerek görmeden, elinde bir delil, kanıt olmadan hüküm sahibi olan, önyargılı kişi (olmak).

Sabit Fikirli; Ön yargılı. Saplantılı.

Saçma-Sapan; Akla çok aykırı, çok tutarsız, çok saçma.

Tekne Kazıntısı; Yaşı oldukça ilerlemiş bireylerin, yaşları oldukça ileri olan çocukları varken, yeni sahip oldukları bebekleri. Kız ya da oğlan fark etmiyor, bazen “Tekne Kalıntısı” şeklinde söylendiği de oluyor.

(2) Ağzından Girip Burnundan Çıkmak; Çeşitli yollara başvurarak birini bir şeye razı etmek, gönlünü yapmak, kandırmak, hatta aldatmak, bir bakıma ikna etme sanatı, yolu ya da yöntemi de denebilir.

Arşınlamak; Amaçsız geniş adımlarla dolaşmak.

Aşık Atmak; Yarışmak, Yarış etmek.

At Gözlüğü Takmak; Çevresinde ne olup bittiğini anlamaktan uzak olmak, olup bitenleri değerlendirememek ya da değerlendirmekten kaçınmak.

Becelleşmek; Aslı “Cebelleşmek” şeklindedir, uğraşmak, çekişmek, tartışmak, münakaşa etmek.

Belini Doğrultmak; Bozulmuş olan işini yoluna koyarak güçlülüğünü devam ettirmek. Birinin bozulan işlerini toparlamasını, iyi duruma gelmesini sağlamak.

Boynunun (Boyunun) Ölçüsü; İddia üzerine giriştiği bir işi başaramayıp, yetersizliğini anlamak. Biri tarafından haddi bildirilmek. Beklediği yakınlığı görememek.

Cink Demek; Aslı köşe, bucak olmakla beraber, bir şeylerin üst üste gelmesi nedeniyle çaresizliği anlatan yerel bir deyim.

Dudak Uçuklamak (Dudağı Uçuklamak); Şiddetli şekilde korkmak.

Fındık Kabuğunu Doldurmamak; Hiçbir önemi olmayan, üzerinde durmaya değmez, değersiz, çok küçük olmak.

İncir Çekirdeğini Doldurmamak (İncir Çekirdeğine Sığacak Bahaneler); Pek az ve önemsiz olmak.

İt Gibi Koşuşturmak; Bir işi izlemek veya birçok işi yapmak amacıyla sürekli olarak gidip-gelmek, koşuşmak.

Kendine Çeki Düzen Vermek; Kendindeki karışıklık, düzensizlik, dağınıklık, başıbozukluk tavrına son vermek, giyimine, kuşamın, saçına, başına dikkat etmek. Bayanların makyaj ve davranışlarında ölçülü olmalarını sağlamak.

Kılı Kırk Yarmak; Titizlenmek, çok dikkat ederek en ince ayrıntılarına kadar incelemek, önemle üstünde durmak.

Kompliman Yapmak; Birine gönül okşayıcı söz söylemek.

Kur Yapmak; Karşı cinsten birine ilgi göstererek onun hoşuna gitmeye, gönlünü çelmeye çalışmak, bir kimsenin duygularını okşayacak biçimde davranarak onu elde etmeye çalışmak.

Musallat Etmek; Birini bir başkasının başına belâ etmek (Musallat; Bir kimse veya bir şeyin üzerine bıktıracak kadar düşen).

Onore Etmek; Onurlandırmak. Özel bir saygı duyulan kimsenin, bir yere gelerek oradakiler, mutlu etmesi, onlara onur kazandırması. Kendisiyle övünülmeye hak kazandırmak.

Sap; Öyküdeki anlamı “Sap gibi işe yaramaz bir halde durmak”. Otlarda toprak üstünde bulunan ve bitkinin dal, yaprak, çiçek gibi bölümlerini taşıyan, ağaçlarda odunlaşarak gövde durumunu alan bölüm. Meyveyi, çiçeği, yaprağı dala bağlayan bölüm.  (Ayrıca; Uluslararası bir terim olarak SAP; Bir şirketin herhangi bir bölümünün veya herhangi bir sürecinin bilgisayar ortamına dökülmüş halidir)

Siftinmek: Yerel tabirlerden olup, genel anlamıyla -ki bu öyküde de o anlamda kullanılmıştır. Vakit geçirmek, oyalanmak” tır. Diğer bir anlamı da; bir yere sürtünerek kaşınmaktır.

(3) Aport; Avın ve kendilerine gösterilen şeyin üzerine atılıp getirmesi için köpeğe verilen bir komut olmakla beraber, hazırda bekleme, harekete geçme anını bekleme anını bekleme anlamındadır.

Batikon; Yaralarda bölgedeki mikropların kullanılması için kullanılan, ameliyatlarda, kan alma işlemlerinde kullanılan bir antiseptiktir.

Bodyguard (Badigard); Can güvenliğinin tehlikede olduğu bir kimseyi saldırılardan korumak üzere görevlendirilmiş kişi. Koruma görevlisi, fedai, muhafız, sakınan.

Bumerang; Silâh olarak da kullanılan yassı kesite sahip eğri Avustralya yerlileri tarafından kullanılan atılınca geri dönen sopa. Akasya, okaliptüs ağaçlarından yapılan bu sopanın boyu 40-90 cm aralığındadır.

Cafcaflı; Gösterişli, fazla şık, şatafatlı (Karışık, gürültülü, patırtılı, hatta tehlikeli anlamları da vardır).

Curu; Özleşmemiş, sulu, cıvık.

Çakal; Açıkgöz, kurnaz kimse. Etoburlardan, kurda ve tilkiye benzeyen, kırsal alanlarda sürüyle yaşayan ve genellikle leşle beslenen yabani hayvan.

Despot; Buyurucu, azarlayıcı, cendereye koyar gibi sıkan. Bir ülkeyi baskıya, zora dayanarak tek başına yöneten kimse, diktatör. Her istediğini ve dilediğini yaptırmak isteyen. Zorba.

Edep; İyiliğe, güzelliğe yönelttiği için insanın övgüye değer güzellikleri dinin gerekli gördüğü ve aklın güzel bulduğu bütün söz ve davranışlar ile uyulması gereken görgü kurallarını, göz önünde bulundurulması, izlenilmesi, bilinmesi gereken unsurlar…

Frapan; Güzelliği ile ilgi çeken, alımlı, göz alıcı.

Garabet; Yadırganacak yönü olma, gariplik, tuhaflık, acayiplik.

İçtihat; Özel görüş, anlayış, kavrayış. Uygulanacak kuralın yasada, ya da örf, âdet hukukunda açıkça ve hiçbir kuşkuya yer vermeyecek bir biçimde bulunmadığı durumlarda yargıcın ya da hukukçunu görüşünden doğan, yargı değerindeki sonuç.

İğneleyici; Ağız dolusu ısırarak ve ses çıkartarak, hart-hurt ederek anlamlarında sitemli, hatta küfürlü sözler söylemek

İhtiras; Aşırı güçlü istek, tutku.

İkilem; Dilemma. Her iki durumda da doğru davranılmayacak iki olanak karşısında kalıp kişiyi, istemediği halde bunlardan birini yapmaya zorlayan durum. İki önermesi bulunan ve her iki önermesinin sonucu da aynı olan düşüncelerden birini seçme mantığı.

İntiba; İzlenim. Biri durum veya olayın duyular yoluyla insanlar üzerinde bıraktığı etki, imaj. Dolaysız olarak alınan bilinç içeriği. Duyu organlarının bir uyarısı sonrası ortaya çıkan duyum.

Kâşane; Köşk.

Kovboyvari; Kovboylara yakışır bir biçimde. (Kovboy; Eski Amerika’da sığır çobanı).

Mazbut; Derli toplu, düzgün, düzenli, sağlam. Doğa olaylarından etkilenmeyecek bir biçimde yapılmış, korunmuş.

Mutabık; Birbirine uyan. Aralarında anlaşmazlık olmayan, uygun.

Safsata; Kıyas-ı Batıl. Bir düşünceyi ortaya koyarken, anlatmaya, anlamaya çalışırken yapılan yanlışlar, sahtelikler, gerçek olmayan yanlış şeyler.

Zâde; Oğul, soylu kişi.

(4) Osmanlı Devletinin Bilecik-Söğüt’te Kuruluşu; 1299 Yılı.

(5) The End; Son (İngilizce)

Fin; Son (Fransızca)

Ende; Son (Almanca)

(6) Love Story; İngilizce de olsa Türkçemize de yerleşmiş olan “Aşk Hikâyesi” demek.

(7) Dövme (Öyküdeki Anlamı); Vücudun derisi üzerine, iğne vb. sivri araçla çizilmek ve içine renk veren maddeler konulmak suretiyle yapılan yazı veya resim. Her dövmenin kendine özgü anlamları olduğu için öyküyü uzatmaktan başka değeri olmayan teferruata girilmemiştir. Bu konuda İslami açıdan, bir kısım bilgiçlerin farklı yorumları vardır.  Birinci grup “zinhar” demekte ve dövme yaptıranı lânetlemektedir. Ben de düşünce olarak kendimi bu gruptan ayıramıyorum. Ancak Diyanet İşlerinin İnternet resmi sitesinde dövme yaptırmanın sakıncası ve abdeste, gusle engel olmadığı ifade edilmiştir.

Piercing; Sivri bir şeyle delmek anlamında İngilizce bir kelime. Vücudu sivri bir aletle delerek çeşitli aksesuarlarla vücudu süsleme sanatı denebilir.

(8) Ayağında Gümüş Halhal; Barış MANÇO’nun  “Nazo Gelin” şarkısının başlangıcı (Halhal; Genellikle Arap ve Hintli kadınlarca kullanılan, Anadolu’nun kimi yerlerinde de kadınlarca kullanıldığı görülen, ayak bileklerine takılan, çoğunlukla gümüş ya da altın halka).

(9) Nush (nasihat) ile yola gelmeyene etmeli tekdir / Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir. ZİYA PAŞA

(10) Doberman; Almanya kökenli bir köpek ırkı.

Kangal; Türkiye Sivas kökenli bir çoban, bekçi köpeği. Burnu ve ağzzı siyah, kulakları düşük, kuyruğu sırtına doğru düzgün kıvrım yaparak duran köpek.

Pitbull; Cesur ve canlı bir köpek türü olup Asıl adı Amerikan Pitbull Terrier’dir. Düşmana, düşman olduğuna inandığına öldüresiye saldıran, ancak iyi bir eğitimle iyi bir köpek haline getirilebilir. Türkiye için yasak lanmış bir köpek türüdür.

(11) Bohem Hayatı; Aslında çingenelere özgü gamsız, kedersiz, tasasız, derbeder, kasavetsiz, savruk, hoş, paraya pula önem vermeden yaşama şeklini ifade eden eski, günümüzde de geçerliliğini koruyan hayat tarzıyla ilgili bir terimdir (Her ne kadar öyküdeki konuma, sanat; ressamlık, müzik, aktörlük-artistlik,  özellikle parasal anlamında uygun düşmüyor gibi görünse de).

(12) Gri Hücreler; Yazdığı cinayet romanlarıyla tanınan ünlü İngiliz yazar Agatha Mary Clarissa Miller Christie MOLLOWAN’ın yarattığı Belçikalı Hercule POIROT karakterindeki dedektifin zekâsı, espri yeteneği, gözlemciliği ile “Küçük gri hücreler” dediği beynini kullanarak olayları çözmesinin ifadesi gibidir.

(13) İnna-Minna; Kadın erkek arkadaşlığı.  Türkçemizde böyle bir deyim yok, belki argoda da. İspanyolcada benzer kelimelerin olduğu aklıma geliyor. Ancak yöresel olarak; “Zifaf” anlamında kullanılan, ya da karı-koca birlikte olmak anlamında bir kelimedir.

(14) Bir garip ölmüş diyeler,  Üç günden sonra duyarlar,  Soğuk su ile yuyalar, Şöyle garip bencileyin.  Yunus EMRE

(15) Geçsin günler, haftalar, aylar, mevsimler, yıllar… diye başlayan HATIRA isimli Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Enis Behiç KORYÜREK’e, Bestesi; Erol SAYAN’a ait olup eser; Rast Makamındadır. (Zaman bir su gibi aksın, bu şarkının ufak bir parçasıdır.)

(16) Sevgi ile nefret arasında çok ince bir çizgi vardır. Birisinden nefret ediyorsanız ve bir gün onu yenemeyeceğinizi anladığınız zaman onu sevmeye başlarsınız. Ve yine birini seviyorsanız ve bir gün onu yenebileceğinizi düşündüğünüz zaman ondan nefret etmeye başlarsınız. ALINTI

Sevgi ile nefret arasının çok ince bir çizgiyle ayrıldığı… Hatice Mine BAHADIR’ın bir şiirinin ilk dizeleridir. “Tutku ile aşk arasında, / kalın bir çizgi vardır…” dedikten sonra son satırlarda isyan edercesine bu çizginin sevgi ile nefreti nankörce ayırdığını söyler.