Yaşamının dününe kadar böyle bir şeyle karşılaşmamıştı üniversite son sınıftaki öğrenci, ya da genç adam İsmail Tuna. Konudan tamamen uzaktı, ancak bilmesinin öğrenmesinin gerektiğini düşünüyordu, ilerilerde öğretmen olacak biri olarak, karşısından geçenin beyazlığının nedenini. Okumalı, araştırmalı, öğrenmeliydi, kütüphaneden, internetten, tanıdığı tıp öğrencilerinden, her şeyden önce merakını yok etmek için.

Cahildi üniversite öğrencisi, o ana kadar albinizm diye bir şey duymamıştı. Herhalde duysa bile; “Bir içecek, ya da yemek çeşidi olabilir!” diye düşünmesi gayet kolaydı. Neleri öğrenmemişti ki sosyete çocuğu sınıf arkadaşlarından.

Örneğin her türlü zıkkımın konulduğu içki karışımına; “Kokteyl”, haşlanmış kabağa; “Kabak Graten”, şarapla pişirilmiş bonfile ya da bifteğe; “Şato Biryan”, berbere; “Kuaför”, kırmızıya; “Roza” deniyordu.

Allahaısmarladık sözü yoktu, yerine selâmlaşırken; “Bay Bay!(1), ya da kısaca “Bay!(1) “Hay!(1)” ya da “N’aber Moruk!” denmesi olağandı.

Sosyete bebelerinin sözleri sadece bunlarla sınırlı kalmış olsaydı, bir de selâmlaşırken; yumruklarını birbirlerine vurmalar, ellerini şaklatıp, ayaklarını oynatmaları, kafalarını birbirine tokuşturmaları…

Kızlarınkini söylemeye gerek yok, öylesine güzel küfrediyorlardı ki; “Ana-avrat dümdüz!” demek yeterliydi, sözü uzatmamak için.

Başlangıçta arkadaşlarının kendisi için söyledikleri söz; “Fransız olmasıydı! Olaylara Fransız kalmasıydı!(2)” Sonraları ne öğrenmesi gerekirse öğrenmişti, örneğin kendileri için; ”Bahçede bostan, yan gel yat Osman(3)!” sınavlar için en çok kullandıkları söz ve en çok sahiplendikleri ise kırık numaralardı. Bu nedenle de Tuna’nın lâkabı Fransız olmak dışında kısaca “Mö!” idi. Çünkü aldığı notlar sınıf ortalamasının çok üstündeydi.

Arkadaşlarının öz Türkçe deyip yavan, yayvan, gösteriş budalası(4), ne anlama geldiğini çok sonradan ancak öğrenebildiği kelimelerden hoşlanmamıştı. Örneğin Hostese; “Gök Konuksal Avrat”, İmambayıldıya ise; “İçi Geçmiş Dinsel Kişi Yemeği” demeleri gibi.

Ancak; anlak demenin; zekâ, örneğin demenin; meselâ, taptanmak demenin; her ne kadar tapınmak gibi bir çağrışım yapıyor görünse de; uygulamak olduğunu öğrenmişti.

Ve daha niceleri…

Doğal olarak; “Öğrenmenin yaşı yok!” idi. Ancak tüm bunlara karşın öğrenmeyi, hatta başlangıç olarak neyin, ne olduğunu sormayı ve öğrenmeyi istediği bir genç ve beyaz bir kız vardı karşısında.

Tereddütle ve merakla döndü yüzünü, genç kızın yüzü de kendine dönüktü.

Baştan aşağıya beyaz, bembeyazdı genç kız. Evet, saçları, kaşları, kirpikleri, elleri, görünen tüm uzuvları dense anlatmak daha kolay olacaktı. Bir de inadına beyaz, bembeyazdı giyimi, çorapları, ayakkabıları dâhil.

Olsa olsa bu hastalığın etkisinin iriste(5) kaydedilecek kadar önemi olmayacak gözlerinin açık renginin hapsettiği gözbebeklerinin koyuluğundan bahsetmek mümkün olabilirdi, o da görmek için kıstığı göz kapaklarının arasından görülebildiği kadar.

Evet, kendisi yamyam, zenci, ya da Arap değildi, ama olağanüstü esmerliğinin ötesinde bir karalığı vardı, siyah gibi, siyaha yakın…

Genç kız önce kırpıştırmıştı(6) gözlüklerinin üstünden fark edilen göz kapaklarını, her zamanki gibi kendisinin devamlı olarak izlenip gözlemlenmesinden dolayı rahatsız olduğundan bu kez de aynı hissi yaşıyor olmuşçasına kendisini gözleyeni gözlemek, gözlemlemek için olsa gerek bu kez siyah renkli gözlüklerini takmıştı.

Üniversite öğrencisi, onun gözlerinden mahrum kalmıştı(6). Üstelik hayret edercesine dikkatli bakışları nedeniyle karşısındakini üzmüş gibi hissediyordu kendini. Ki buna hakkı yoktu. Sırtını döndü, karşısındakinin üzülmemesi, rahatlaması için.

Anlayamadığı, genç kızın yanındaki yaşlı kadının siyah-beyaz kırçıllı(5) elbisesi dışındaki tüm gözlenebilenleri siyahtı, siyaha yakın değil, simsiyah. Galiba irsiyet denilen genle, eğer yanındaki kişi annesi ise, ya babasına çekmişti, ya da ailenin öncelerinde böyle bir şey gözükmüş olsa gerekti.

Genç kızla, yanındaki arasındaki benzerlik? Karınca kararınca(4) da olsa var gibiydi. Ancak bu; onları ana-kız gibi düşünmesini mecbur kılmayacak bir benzerlik gibi gelmişti kendine.

Allah’tan Halk Otobüsü gelmiş, onlar binmişti, onlar otobüse bindiklerinde, genç kızın gözlüklerinin yönünden anlaşıldığı kadarıyla, genç öğrencinin tasavvurunda her ne vardıysa, sanki genç kız da onu izliyormuş gibiydi.

Genç adam, beyazlar dışında kalanları fiziksel yapısını çizmeye çalıştı zihninde.

Balıketi(5)? Tıknaz(5)? I-ıh! Az biraz gerisi, ya da azdan biraz daha az cılız olsa gerekti.

Üstünde yaz gününün gereği daha önce beyazlığı söylenen bir tişört vardı ve bu tişörtün ne cebinde, ne de ön veya arka yüzünde bir reklâm işareti, ya da saçma sapan “Love me(1)! Kiss me! (1) ya da benzeri sözler yoktu!

Üstelik içi, göğüslükleri(5), hatta kopçaları, ya da agrafları(5) bile görünmeyecek şekilde sıkı, sımsıkı giyimliydi.

Evet, en önemli yeri, beyazlarla süslü bedeninde uzaktan da olsa fark edebildiği kadar “Bir kızıl goncaya benzeyen(7) dudakları idi. Üstelik “O dudaklar” bakışlarında “bülbülleşmiş(8) dedirtir gibiydi. Gamzeleri, burnu…

İşte bu anda gözlüklerini taktığı için, İsmail tariflerine devam etmemek için sırtını dönmüştü. Belki genç kız da…

Bilmesinin mümkün olmadığı…

İsmail, kendisinden bahsetmeyi sevmeyen, istemeyen, yakışıklı, öğretmenliğe neredeyse tek adımı kalmış bir öğretmen adayıydı. En Büyük Türk, Atatürk’ün öğretmenler için alıntıladığı sözlerindeki gibi muhteşem, kutsal ve ulvi(5) değere ulaşmak için öğretmen olacaktı İsmail Tuna.

“Ey yükselen yeni nesil! Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz…

Öğretmenler; yeni nesli, cumhuriyetin fedakâr öğretmen ve öğrencilerini sizler yetiştireceksiniz ve yeni nesil sizin eseriniz olacaktır!

Eserin kıymeti, sizin becerinizin ve fedakârlığınızın derecesiyle orantılı olacaktır!

Gençliği yetiştiriniz. Onlara ilim ve irfanın (kültürün) müspet fikirlerini veriniz. İstikbalin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız. Hür fikirler tatbik (uygulama) mevkiine konduğu vakit Türk milleti yükselecektir!

Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden mahrum bir millet, henüz bir millet adını alma yeteneğini kazanamamıştır!”

Öğrenci ne yaşta ve sınıfta olursa olsun, onlara geleceğin büyükleri gözüyle bakacak ve öyle davranacaksınız!”

Birden şaşkınlaştı İsmail, ya da Tuna. Bu kadar beyazlıkta, kendince o beyaza yakışmayacak bir şiir dizesiydi aklından geçen;

“Bütün renkler, aynı hızla kirleniyordu. Birinciliği ‘Beyaza’ verdiler. (9)

Ve genç öğrenci kendi adına ekledi; “Tüm kelimeler aynı mutluluğu, aynı heyecanı, aynı geleceği şekillendiriyordu; birinciliği ‘Sevgiye’ verdiler!”

Acaba?

Yarınlarda doğanın gereği, kendisi de beyazlara bürünecek değil miydi, evlenip çoluk-çocuğa, torun-topalağa karışınca? Önce kırçıllıklar başlayacak, oluşacaktı doğal olarak, kim bilir belki de irsiyedinde olmamış olsa da başlangıçlarda saçları dökülecek, bilinmez ki muhtemelen kendine yakışacak, hatta belki de yakışıklı(!) bir peruk takacaktı kafasına.

Daha sonralarında ise, hani ihtiyarlığın gerekliliklerindendi ya(!) namaza-niyaza başlayınca…

Yani gençlikteyken bir kısım zorunluluklar nedeniyle(!) yapamadığı, ya da namaza-niyaza başlamak zorunda kalınca (ki şu anda hiç de eylem plânında böyle bir tasavvur yoktu) sıfır numara saç, gerçekte bir numara sakal tıraşı (ancak hanımı isterse; göbeğine kadar uzamış) olarak sakalları olacaktı!

Hatıraları canlandı düzensiz, resmigeçit yaparcasına.

Yakın ilişkisi içkiyleydi ve bu kendisini her zaman tedbirli olmaya itekliyordu. Evden gelenleri, yenisi gönderilinceye kadar harcamıyordu, ne olur, ne olmaz düşüncesiyle, ama bursunu aldığında yaptığı ilk iş; içkiyle dostluğunu pekiştirmekti(6), mecburiyeti varmış gibi, ya da hak etmişçesine. Sebep; o baykuşun ötüşüydü, hüznüne egemen olan. Üstelik saatlerin kaçıp gidişini(10) düşünürün hatırlatması gibi.

“Kirli akşamlardan biri yine
Duman, toz, is kaplı
Ve ayrılık acısı gezinmekte kararsız
Çamurlu, zifoslu yollarda.
Bir ses gelmekte uzaklardan
Bir kadın
Kim bilir kaçıncı kez
Yine aynı şarkıyı haykırır;
‘Belki bir sabah geleceksin!..
(11)

Kirli akşamlardan biri yine
Duman, toz, is kaplı
Ve ayrılık acısı gezinmekte kararsız.

Bir baykuş öttü derinden derinden
Tam dört defa
Oysa uğursuzlukmuş ötüşü
Bir kedi, hem de kara, geçti yukardan, yukarılardan
Ve karşıdaki evin ışıkları söndü
Başkentin bir mahallesinde
O bilinen küçük evlerinden birinde
Ben;
Kim bilir kaçıncı kere
Balkonda
Bir düş için ümitli
Karanlıkları sayıyorum

Bir baykuş öttü derinden derinden
Tam dört defa
Oysa uğursuzlukmuş ötüşü.”

Soğuk çevrem; “Hayır!” gibi bilinen
Bilmem kaç santigrat derece negatif
Parçalanmış umutlar orada, burada
Saçak altında hüzünlü
Yapıcı lâzımmış, toplayıp bütün yapmaya
Ve sonra bir ruh vermeliymiş
Yaratıcılıktan istekle...
Bütünden son kalanlar
İsterik ve isyankâr
Oysa inanca “Evet!” demeliler kesinlikle
Görebilmeliler gölgesinde mazinin
geleceği

Soğuk çevrem; “Hayır!” gibi bilinen
Bilmem kaç santigrat derece negatif.
(12)

Kabul etmesi mümkün değildi o baykuşun ötüşünü, hem de dört kez…

Hele ki karşısında varmış da söylemiş gibi onun sözleri; “Sen kendine kendin gibi bahar seç!(13) Kahırlı gibi “Taze” kelimesini unutarak…

Acaba mı, yoksa mı kendi yaşını düşünüp “Ben kendime kendim gibi taze bahar seçeceğim!” demek istemiş olabilir miydi?

Oysa yaş farkı sevgide, hatta “Aşk” denilen oluşumda önemli miydi?

Üniversiteye henüz başladığında üst sınıflardan bir genç kıza duygularını açıklamaya çalıştığı anda ayrılığın gerçekleştiğini unutmamıştı (herhalde).

Evet, aşk diye yorumluyordu, o beynindeki resmigeçit yapan kendine ait düşünceler için, ama o farkına varıp da bunun beğeni, hoşlanma, hatta arzu, istek olduğunu düşünmüş olabilir miydi? 

Oysa tasavvuru; “İlerilerde onun çocuklarının annesi olması” dimağında(5) yer etmiş gibiydi, cinsellikten uzak...

O, yani genç adam okulda kalacaktı, öğretim görevlisi olarak, son sınıfa da eriştiğine göre okul biter bitmez. Gönlünün sahibinin de o olduğuna kesinkes emin gibiydi. Ancak, “Gerçek!” diyemiyordu duygularına.

Gerçek şu idi ki genç adam için, başlangıçlarda gerçekten bir beğeni idi, güzelliğinin etkisinde kalışı, ama daha ne olduğunu anlayamadan, gözlerine bile dikkatle bakmasına izin vermemişti karşısı.

Sanki; “Hayır!” olarak dersini almış gibiydi, yaşamının başlangıcı sayılacak ortamda, hazin…

Üşüyor gibiydi…

“Dışarıda soğuk varmış!
Paltosuzmuşum ben ama
Omuzlarım kalkık
Bir şarkıyı söylemeye çalışırmışım
O;
Her zaman söylediğim şarkıyı...

Dışarıda soğuk varmış!
Ben o şarkıyı söylüyormuşum
Buzlanan nefesim yetinceye-dek
Taa ciğerlerimden
Gözyaşlarımla ritmini
Tamamlayarak...

Dışarıda soğuk varmış!
Ben oralardaymışım
Paltosuz...
Gözlerimde hicran
Dudaklarımda hüsran
Pencerelere bakıyormuşum
Düşünceli...

Dışarıda soğuk varmış!
Maziyi açmış
Dalmışım
Kim bilir hangi çözümsüz anılara
Paltosuz...
İsmin çıkmış kerelerce ağzımdan
Sual...
Cevapsız.

Dışarıda soğuk varmış!
Paltosuzmuşum ben
Çıplak hatta
Üstümde örtü, beyaz
Kilitli çenem
Karanlık çevrem
Uğultusu rüzgârın.

Dışarıda soğuk varmış!
Yalnızlığı yaşayan bir ‘Yalnız’
Söğüt ağaçları, bir tümsek, bir taş
Ve dua eden Annem...
(14)

“Bu bana bir ders olsun!” niteliğindeydi düşünceleri, o andan sonra.

Ve dizeler sıralarındı kendiliğinden bir kez daha, ancak “Bana” yerine, nasihat gibi “Sana” olarak.

“Güvendin; ‘Güvendiğin dağlara kar yağdı!’
İnandın, oysa sana çekilenler yağdı,
Savundun, görmediğin gözündeki bağdı
İnanma, güvenme! Bu; sana bir ders olsun!

Görmeden dereyi, sıvanmazmış hiç paça,
Baş yararmış ummadığın taş, atsan taca,
Şüphe etmeliymişsin, her şeyden bir parça
İnanma, güvenme! Bu; sana bir ders olsun!

İnan ki; ‘Dost’ değildir, her gülen yüzüne,
Diş göstermez düşman, kimselerin gözüne,
Sonradan vurursun şaşırarak dizine
İnanma, güvenme! Bu; sana bir ders olsun!

Akrep etmezmiş ettiğini, bilsen kimin?
Borç eserdir sadece yiğide, güvenin,
Kazık attı ya, unutma, falanca demin
İnanma, güvenme! Bu; sana bir ders olsun!

Ana dileği, atasözü yanlış değil,
Doğrular önünde ne olur biraz eğil,
Yoğurdu bile üfleyerek ye, öyle bil!
İnanma, güvenme! Bu; sana bir ders olsun!

 ‘Ah!’ diyene uzatma her zaman elini,
‘Yuh!’ diyen bükebilir belki de belini,
‘Oh!’ demek belgelemez ‘Mutluluk’ selini
İnanma, güvenme! Bu; sana bir ders olsun!

Derler ki; ‘Sabırla meyve olurmuş koruk!’
Tekin değildir, uzansa elin, her kovuk,
‘Etme-Bulma Dünyası’ bu, göz aç a çocuk!
İnanma, güvenme! Bu; sana bir ders olsun!

Hep nasihat, hep öneri değil ki uygun!
Biraz da sen gör, sen anla, sen misin saygın?
Menfaatler varken, kimler durur ki dargın?
İnanma, güvenme! Bu; sana bir ders olsun!
(15)

Yemin etmemişti, ama düşüncelerinden azat etmişti sevgiyi, sevmeyi.

Oysa şu anda fark ettiği şey, geçmişinde ayaküstü bu kadar gezinmesine rağmen, kendisini etkileyeni, hemen sahiplendiğini hissettiği o esmer güzelini değil, Beyaz’ı düşünüyor olmasıydı!

Belediye otobüsünün arkasından çökekaldı(6) olduğu yere, bedeni, cismi değil, ruhu, gönlü ve kalbi yorgundu.

Yok muydu cebinde üç-beş kuruşu, kendi gönlünü de peşinden sürükleyenin peşinden seğirtmek(6) için?

Anında bu kadar makul ve mantıklı(4) olabilseydi, önünde duran belediye otobüsünü kaçırmazdı herhalde, sonucu her ne olursa olsun!

Ne oluyordu kendine? Hiçbir şey! Sadece aptallığını, salaklığını sorguluyordu kendisi kendi kendine, bir bilmece karesinde soldan-sağa, yukarıdan-aşağıya gibi, tarifi mümkünsüz!

Oysa bir kez, birkaç dakika için, o beyazlığa sığmaya, hatta sığınmaya çalışan bir çocuk gibiydi şimdi. Üstelik doğma-büyüme o semtin çocuğu olup da ilk kez karşılaştığı, tarif etmekte zorluk çektiği, kendisine göre dünyadaki ilk, tek ve son beyazdı o.

Kendisi sanki normal tenli değil de Kızılderili idi, Mohikanların(16) sonuncusu, ya da bir Arap Bilâlî Habeşi’nin(16) artığı gibi.

Unutamıyordu, o üç-beş dakika içine sığan, ya da sığıştırdığı görüntüyü. Ama neden?

Ve niçin? Herhalde dünyada bir tek o ve kendisi kalsa, herhangi bir nedenle Âdem’le Havva gibi, bakmazdı herhalde yüzüne.

“Hadi gel, evlenelim, zahmet olacak, ama çocuk yapalım, dünyada insanlar çoğalsın!” gibi teklif götüreceği, üstelik görüntüsü dışında ismini bile bilmediği beyaz, genç ve güzel bir kızdı, kendince ve kim ne derse desin, kimin gözlerinde nasıl yer alırsa alsın!

Üstelik tekrar olacaktı, ama genç ve güzeldi ya, tahminen albinizmden haberi olmadığı gibi, irsiyetten, genlerden de habersiz gibiydi (galiba, kendi yorumuna göre). Hani meselâ olacak bir düşünce gibi görünmüyorduysa da evlenseler, acaba çocukları onun gibi beyaz, ya da kendi gibi kara mı olurlardı, yoksa gri, kahverengi bir renge mi sahip olurlardı?

Saçmaladığının farkındaydı İsmail Tuna. Bir kısım bilim adamları, âlimler, filozoflar, mucitler öncelikle aya giderlerken, bu dünyada ve özellikle bu ülkede böyyük Müslüman din bilginleri, yorumcuları, bilginleri varken kendisinin bu dünyada kalmasına akıl erdiremediğinin ciddi olarak farkındaydı, her nedense?

İnternetle boşanma, devletin desteklediği kumar oyunlarını oynama, feminizmin(5) günah olması, resmi nikâh yetkisinin dini nikâha ek olarak imamlara devredilmesi, 13 yaşındaki kız çocuklarının evlenebilecekleri…

Sonradan inkâr edilmiş olsa da “Haram parayla hacca giden kişinin haccının sahih olup, üzerinden hac yükümlülüğü kalkmış olur!” bu böyyük din adamlarının fetvası(5) idi.

Peki, Kur’an’daki; “Eğer bilmiyorsanız, ilim sahiplerine sorun!(17)ayetini kim(ler)e danışmalıydı ki?

İsmail Tuna’nın hüznü, yani şu anda konduğunu sanıp konuşlandığı düşünce, o Beyaz’ı bir daha göremeyecek oluşunun belirtisi gibiydi, çünkü hüznün deli dalgalar gibi geldiğinin(18) bilincini yaşıyordu.

Ve neden bu anda yaşamının hüzün dolu olduğunun bilincinde ve tutsaklığının farkında değil gibiydi ki?

Bir rüzgârdı, gelip geçmişti(19) (mi?)

Ve o rüzgârın gelip geçeceğini sanmış olsa gerekti, belki de Tuna. Ama kuram(5) öyle değil, sonuç da öyle değildi ve Tuna’nın elindeki tek bilgi, belge, imkân, sadece beyazlığı, bakışları ve bir kızıl goncaya benzeyen o dudakları ve yarım yamalak(4) gibi görünse de ilgisini hissetmiş olmasıydı galiba; “Aç tavuğun kendini darı ambarında hayal etmesi” gibi.

Tesadüfler heyecanı yaratır (ne demekse?) ancak ilk seferde, bir seferde değil. İnsanın ilkinde merak, neden ve öğrenme isteği vardır içinde. İkincisinde içgüdüsel bir tepki olarak yaklaşmak arzusu, üçüncü ve takip eden tesadüflerde ise zapt edilemez bir beraber olmak, yakınlaşmak arzusu vardır! Tıpkı Tuna’nın yaşadığı gibi…

Bu anda tesadüf kimliğini yitirmiştir. Talih, şans, kader, kısmet geleceklerine sarılmaksızın göz göze gelme, sesini duyma, anlama ve anlatma devresidir bu İsmail Tuna’nın aklından geçirmekte zorlanmadığı.

Önceleri bilinçsizdi İsmail Tuna…

Kim bilir kaç kez karşılaşmışlardı sokaklarda, caddelerde. Galiba Beyaz; her karşılaşmalarında, bonesini başına germiş, saçlarının üstünde beklettiği, belki de kolormatik(20) gözlüklerini gözlerine indirmişti, hani abarttığına inanmasa da. Onun bu davranışına;

“Kendisini daha kolay, daha kolaydan da kolay ve daha iyi izlemek için!” diyebilirdi Tuna.

Breh! Breh(4)! Dünyada tek kendisi kalmıştı da zürriyetinin(5) devamı için o kız kendisini merak ediyormuştu da, elini uzatsa kaçırmamak için sanki hemen yakalayıp bırakmayacakmıştı da…

İsmail sadece düşüncelerinde cesurdu. Onunla karşılaştığında, gördüğünde beyninde engellemesinin mümkün olmayan bir hareketlilik olmasına rağmen, yaşadığı cesaretsizlikti. Olay sadece beyninde mi şekilleniyordu ki?

Onunla karşılaşmadan evvel, sadece yaşamını devam ettiren bir et parçası(21) olan yüreğinde de engelleyemediği, belki de engelleme çabası göstermeyi istemediği vuruntular vardı. Belki dışarılardan görülmese de mutlaka hissedilen, cesaretsizlik hatta çekiniklik harici korku modunda, nedenini anlamakta ve anlatmakta güçlük çektiği hareketlerdi yaşadığı…

Unutamayacağı günlerden biriydi, hem unutamadığı.

Halk Otobüsüne binmiş, kendi halindeydi İsmail. Ara duraklardan birinde, hatta biraz da olsa durak harici gibi duran Halk Otobüsüne, belki servisin gecikmesinden, belki de biletçinin telâşından dolayı belki de farkında olmaksızın;

“Orta kapıdan da binebilirsiniz, camlara dönüp çift sıra yapalım lütfen!” deyince orta kapıdan binenlerden biri ayakta durduğu için, gelip tam arkasında durmuş ve sessizce seslenmişti;

“Yüzünüzü dönmeyin lütfen! Ben ezberlediğiniz O’yum! Peki, neden?”

Kendini zapt etmesi mümkün değildi İsmail’in, cesaretsizliği nedeniyle kendi adım atmakta tereddüt edip atamazken, Beyaz attığı ilk adımla yaklaştırmıştı kendini, kendisine doğru.

Talimata uymadı, cesaretlendi, döndü ve genç kızın gözlüklerini çıkardı, karşısındakinin, kırk yıldır tanışan iki arkadaştan birinin şımarıklığı gibi.

Tüm denizlerin mavilikleri o gözlüklerin arkasındaydı. Bilinen sözlere gerek yoktu. Bir bakış, bin söz ederdi, bakışlardan anlayana(22).

“Bir çay ikram etsem, istediğiniz yerde, beni anlatsam…”

Dünden razı gibiydi, bu kez otobüse yalnız başına binen beyaz genç kız. Uysal bir şekilde “Peki!” deyip sırtını döndü, İsmail Tuna da ona. Onu “Keşke” demeksizin izleyebilmek için ne kafatasının arkasında, ne de sırtının üzerinde ayrıca gözleri vardı!

“İnelim!” komutunu görmesi, bilmesi, hissetmesi, eğer ses etmezse duyması mümkün değildi. O halde hiçbir katkısının olmadığına inandığı Beyaz’ın teninin kokusunu içtenlikle ciğerlerinde zapt etmeli, o koku uzaklaşır gibiyken de kendini o kokuya teslim etmeliydi.

Neredeyse son durağa yaklaşmak üzereydi otobüs, kısmen boşalmış ve o koku da yanından uzaklaşır gibi olmuştu, aciliyet(5) varmışçasına sırtını döndü hemen.

Genç kız boşalan koltuklardan birine oturmuştu ve yanı boştu. İsmail her zaman olduğu gibi çekindi önce, sonra otururken bu kez genç kız çekinmiş olsa gerekti ondan, ayaklarını iyice toplayıp bedenini aracın cam duvarına dayamak isteğini belirtti genç adama. Cesaretlenmişti İsmail;

“Adım İsmail Tuna, soyadım önemli değil, şimdilik…”

Ses çıkarmadı genç kız, kendisinin verdiği isimle; Beyaz. Üsteledi İsmail;

“İsmimi öğrendiniz, başlangıç olarak benim de sizin isminizi öğrenmeme izin verseniz, bu yanlışlık mı olur, sizce?”

“Lâle…(23)

Biraz durakladıktan sonra ekledi; “Hilâl(23)…”

Belki eklemeyi isteyip de, bir kısım eklentileri eklemekten vazgeçmişti.

İsmail anlamıştı onun da iki isminin olmasının hikmetini, ancak anlayamadığı; durgunluğu ve sesini kısması idi.

Birbirini tanımayan iki yabancı gibi indiler otobüsten Lâle ve İsmail.

Pastaneye girdiler arka arkaya. Nedeni bilinmez bir asabiyet içinde gibiydi Lâle. Sinirli bir şekilde oturduğu sandalyenin yanındaki sandalyenin üstüne, belki de İsmail’in kendisine fazla sokulmamasını ister gibi çantasını koyarken, belki de buna “Atmak” fiilini yakıştırmak daha kolay olacaktı, fermuarı açık çantası yere düşmüş ve içindekiler zemine yayılmıştı.

İsmail centilmendi, bloknotla, tükenmez kalemlerden biri dışındakileri toplayarak aynı sandalye üzerine bıraktı, çanta ve topladıklarını ve masa üstündeki peçetelerden birkaç tanesini alıp çantanın kenarına iliştirdi. Titizdi, ya da titiz olabilirdi genç kız, yani Lâle de.

Genç kız gerçekten titizdi ve yayılanların her birini ve çantasını o kâğıtlarla sildikten sonra, çantasındaki kolonyalı mendille de âdeta görevini tamamlamıştı.

Sonrasında İsmail eliyle “Bir dakika” gibi, belki de kim bilir “Bir saat” gibi işaret yaptıktan sonra bloknotun sayfasına bir şeyler karalamaya çalıştı, uzun uzun bir asker mektubu gibi “Bir saat” kavramına yakışacak şekilde.

Tek eksiği; gagasında mektup olan leylek resmi ile, “Kestane kebap, acele cevap!” sözlerinin olmamasıydı.

Kalemle birlikte, bloknotu genç kıza uzattı, bloknotun o sayfası açıktı, bir bakıma yazdıklarını okuması için belki de. Gerçekten uzuna yakın, ama kısaydı; adı, okulu, sınıfı vb. ve cep telefonu numarası…

O kadar işte! 

Oysa nereden aklına estiyse, belki de Lâle’nin gülümsemesi için şaklabanlık modunda Nüfus Kâğıdını da cüzdanından çıkartıp masaya yatırmıştı. Bilinçsizce ve fakat umutla, genç kızın emrine amade(4) gibi.

Genç kız aynı hareketi tekrarladı, dilsizmiş gibi, parmağı ile “Bir” şeklinde. Kendisine uzatılan bloknottaki o sayfaya kalemiyle, kâğıdı yırtacak şekilde oldukçadan büyük birkaç çarpı işareti koyduktan sonra, sayfayı yırttı, avucunda buruşturdu ve çevresinde kül tablası, ya da çöp kovası arayıp da bulamadığı için, bir iki hamle daha buruşturma eklentisiyle gelişigüzel(5) bir şekilde çantasına attı.

Sonrasında o da çantasından Nüfus Kâğıdını çıkararak aynı İsmail gibi masaya yatırdı, bu kez eklentisi “Özür dilerim!” şeklindeydi, ne için dilediğini bilmeksizin belki de.

“Aslında benim özür dilemem gerek! Bir ‘Neden?’ sözcüğünde uzun bir aralığı bir solukta alma gayretini yaşadığım için. Ancak, mutlaka biliyorsundur; uzun mesafeler de ilk adımla tükenmeye başlar(24)!..

Ben karşımdaki seni çok kısa bir zaman içine sığdırmak istercesine acele ve oldukça uzun bir adım attım. Galiba değil ve gerçekten. Özür dilesem, ‘Kabul et!’ desem…

Ve izin verirsen çaylar geldikten sonra tanıtsam kendimi, anlatabilsem ilk karşılaştığımız andan beri yaşadıklarımı, yaşamak istediklerimi, içimden geçenleri…”

“Olur! Peki! Nasıl olsa dersime yetişemem, kaçırmam Allah’ın emri olur!”

“Sakın ha! Çaylar kalsın! Önceden bileydim, ısrarcı olmazdım, inanın! Hemen dersinize yönelin, bu belki mezuniyetiniz, ya da her ne olursa olsun ilerilerinizde size lâzım olabilir. Kalkalım bana daha sonra senin için uygun olan zamanda vakit ayır ki, o vakitte doyumsuz bir şekilde sana içimden geçenleri, anlatmam gerekenleri anlatmaya çalışayım, yazmak yerine. ‘Niye?’ dediğinizi duyar gibiyim. Hemen cevap vereyim; ‘Beyazlarınızdan değil, sizden etkilendiğimi’ anlatmak için!”

Nüfus Kâğıdını alıp özenle çantasına yerleştirdi Lâle ve yerinden doğruldu, başını hafifçe selâmlar gibi eğdikten sonra, arkasına bakmaksızın otobüsten indikleri yere doğru koşarcasına sürüklemeye çalıştı bedenini.

Bulunulmasını değil, bulunmayı istiyor gibiydi. Çünkü bu; yaşamında bir erkeğin, ona yardım etmesi, katkısı olsa da ilk kez el uzatışı idi. Uzanan bu eli tutmak istiyor, ancak duygularına engel olup iteklemesinin gerekli ve uygun olduğunu düşünüyordu.

Genç kız, inancına göre yitirmişti İsmail’i. Derbederdi(5), neyi, neleri yitirdiğini ve henüz başlayan derbederliğinin nedenini bilmiyor, bilemiyor, belki de bilmek istemiyordu.

İsmail’in de Lâle’den pek farkı yoktu. Yaşamında ilk kez duygulanmasını ve bu duygularının karşıdakinin tavrını düşündüğünde reddedilmesinin nedenini bilemiyordu. Muhtemelen kendisi de olmamasının gerektiği kadar derbederdi.

Okumasının, mezun olmasının son basamaklarındaydı ve başını önüne eğip düşünmesi, gayretli olması, istese bile bazı şeyleri namazda tekbir için ellerini kaldırıp da dünya ile ilgisini kestiği gibi, yani Yaradan’la beraberken yaratılanla irtibatını kesmesinin gerekliliğine zorluyordu İsmail kendini.

Ancak kapasitesinin % 100 olmasının gerektiğini bildiği halde, bunun içinden ne kadarını kendine ayırdığının farkında değildi.

Çok nazın âşık usandırdığının farkındaydı Lâle. Sahi, yaşadığının aşkla ilgisi, ilintisi neydi ki? Sadece karşılıklı bir ilgileniş, kendi adına kendince fark etmediğini sandığı! Fiziksel görüntüsü nedeniyle değildi ilgilenmek ve özellikle ilgilenilmek. Yaşadığı şu ana kadar bu ilgi hep acıma olarak yansımıştı kendisine, ta ki onunla karşılaştığı ve bir şeyler hissettiği anlara kadar...

Sınavları yaklaşmıştı İsmail Tuna’nın. Bu; umut olabilirdi, “İçinde kendinin de olduğu dünyayı unutması, kendi dünyasına dönüp gereğince ve gerektiğince çalışması” için hiçbir şeyi, kendi dâhil hiç kimseyi düşünmemesi gerek diye düşündü Lâle.

Örtündü, kapandı, İsmail’in unutacağı bir şekilde azat etti kendini ondan, hiç içinden gelmese de, sırtını döndüğünde unutamayacağının, özlemeye başladığının bilincindeydi. Kendisi de derslerine, sınavlarına yöneldi genç kız, karşısındakinin de ders çalışmadığı zamanlarda bile kendisini özlememesini, kendisi gibi düşünmemesini istiyordu, bunun için bağrına taş basması(6) gerekiyorsa, çekinmeksizin basardı da, yeter ki o hissetsin!

İsmail çalışıyordu var gücüyle. Bir gün, sınavlarının oldukça ilerlediği günler ertelerinde bir gün, sınıf arkadaşlarından Güneş, annesinin kendisini merak edip notlarına baktığını söyledi.

Tereddüt geçirdi İsmail; “Nasıl yani?” diyerek

“Annen türbanlı, tesettürlü, gözlüklü, hem de adı Lâle değil mi? Güvenliğe Nüfus Kâğıdını yanına almadığını söylemiş, öğrenci işlerinden de neler öğrenmesi gerekiyorsa öğrenmiş olmalı herhalde. Güvenliğe teşekkür edip geri dönerken ben de oradaydım, Doğrusu annenin öyle kara çarşaflı, öcü gibi biri olacağı aklıma gelmezdi…”

Aslında Güneş geri zekâlı bir oğlan değildi. Ancak Güneş’in bazı şeyleri kısa yoldan anlamasının ve Tuna da bunu tez anlatmasının gerektiğini düşündü.

“Önce şu fotoğrafa dikkatli bak Güneş, bu benim annem. Annem, abdestinde, namazında, Allah için ibadet eden laik(5) ve Müslüman bir Türk kadınıydı. Bir bak bakalım, hangi niyetle olduğunu anlamadığım beni soranla boy-bos bakımından adının Lâle olduğunu söyleyen anne ile bir ilintisi var olabilir mi?”

“Annenin boyu kaç İsmail, tipi nasıl, sesi gür mü, cılız mı?”

“Annemin boyu 1.60 metre, bilemedin 1.65 metre, minyon(5) tipli, ancak sesi bir Anadolu kadını olarak gür idi. Hacıdan döndüğünden beri saçına kına yakmak(25) dışında allık falan gibi bir şeyler kullandığına ne şahit oldum, ne de gördüm bugüne kadar… Üstelik daha önceden de bildiğin gibi annem yaşamıyor…”

Anlatmak istediğini, “Kısa yoldan anlatayım!” demişti İsmail, Güneş’in omzuna dokunduğunda.

Ve dersini almıştı anında.

Güneş’in tiki(6), huylanışı, huysuzlanışı, ya da her ne denirse öyle bir huyu vardı bildiği, ama o an unuttuğu. Omzuna aniden dokunulduğunda çekinmez; “Ebeni…” ya da “Ananı…” şeklinde deyip bitmeyen bir cümle sarf ederdi, küfür dense ayıp olan.

İsmail Güneş’in omzuna dokunur dokunmaz, hemen geriye çekilmiş, karşısındakinin kim olduğunu umursamaksızın o kelimeyi söylemişti sanki heyecanla;

“Ananı…” Söz herhalde “Eşek tepsin!” diye bitmezdi.

“Hah! Anladın değil mi? Bu kaçıncı kez seni ikaz edişim; ‘Annemi de, ebemi de yitirdim!’ diye. Hatta ikinci sınıftayken annemin cenazesini beraber taşıyıp defnettik ya! Bana destek olmuştunuz, kardeşinizmişim gibi, kız arkadaşın Yıldız’la birlikte…

Daha sonra bir ziyaretimde de sen arkadaş olmadın mı bana, hatırlarsın! Yani gerçek bu! Annem yok benim, dolaysıyla da beni sorup araştıran annem olamaz!”

“O zaman gelip seni araştıran Lâle kesinlikle annen değil!”

“Bravo! Başlangıçtan beri senden beklediğim gerçek buydu!

“Sağ ol valla, bönlüğümü başıma vurmak için ancak bu kadar başarılı olabilirdin! Gelen kadın, ya da o örtülü şey her ne ise 1.70-1.75 metre kadar boyluydu. Hissettiğim, ya da fark edebildiğim kadarıyla çıtı-pıtı(4), çekinik ve zayıf sesliydi…

Bir ara peçesi sıyrıldı, eğer gördüğüm ruj değildiyse, kiraz dudaklı(4) tarifim yerine cuk oturur(6)! Doğru söyle İsmail; ‘Bu kendini gizleyen vatandaş senin eski kırıklarından(77), eski göz ağrılarından(4) biri olmasın?’ diyeceğim, ama yaşını başını tahmin edemiyorum ki!

“Al benden de o kadar! Aşka-meşke(4) ne vaktim, ne nakdim, ne de imkânım var! Ama doğrusu ben de merak ettim, kiraz dudaklı, benim boylarımda, çıtı-pıtı, zayıf, çekinik, sıska sesli ve çarşaflı genç-yaşlı anlaşılmayan, hem de ismi Lâle olan kişiyi?  Güvenlik Görevlisi ve Öğrenci İşlerinden bir araştırma yapmaya çalışayım bakalım!”

“Meraktan?”

“Biri, kendisini gizlemek, saklanmak için her türlü tedbiri almış olarak seni böyle araştırırsa sen merak etmez misin? Örneğin herhangi bir asayiş(5) vakası; katil, hırsız olma, sapıklık gibi olaylar için görevlendirilmiş sivil polis olamaz mı, yani?”

“Şüphemi bağışla! Ama bana göre bu gelen her kim ise, seni tanıyor, biliyor. Sanırım o da merak ediyor bazı şeyleri, ama ne? Örneğin mezun olman, kendisini aklından çıkarıp hiç düşünmemen, hatta duygularını tartıp gerçeği ve kendisini yakalaman için sana şans tanıyor olabilir. Bilemiyorum, bu düşüncem sence yanlış mı?”

“Bak hele! Yere bakan, yürek yakan(4), Kazanovalıkla yakından uzaktan hiçbir ilişkisinin olmadığına inandığım, aşk konusunda sevdiği olup da filozofluğa soyunan kardeşim, neler de bilirmiş? Onu tanıdığımı zannedip de bugüne kadar tanımamış, tanıyamamış olmamın hüznünü yaşıyorum şimdi, şu anlarda ıstırap çeker gibi hem!”

“Hiç ‘Acaba?’ falan deme! Sorgula kendini! Beyninin en çok da gri hücrelerini(26) denetle, bak bakalım! Gözüne mutlaka bir görüntü ulaşacak. Ben buna eminim. O, mutlaka sana değer veren, kendini senin için unutacak kadar yakın ve seven biri.

Zorlayarak, isteyerek değil, isteği arzulayarak olmalı. Tıpkı kalbe dolan o ilk bakış(27) gibi, karşılıklı olarak unutulmayan birbiri için yaratılmış iki insan gibi olan…

Hadi düşün, hatırla, o kim, bil?”

“Keşke başka bölümde olup filozof olsaymışsın!”

“Her insan yaşamında bilip hissetmediği, hatta fark etmediği, ama yaşadığı devrelerde filozoftur, ancak filozof olduğunu bilmediği. Sanırım, sen de bu tip vatandaşlardan biri olsan gerek?”

“Bunu bilip, anlatman iyi oldu, beynim aydınlandı vallahi, sağ ol!”

“Sen, alay et bakalım. Hissedip düşündüklerimi yaşadığını gördüğüm an, sana bugünü hatırlatacağım, türbanlı, peçeli, kiraz dudaklı yanında olduğunda. Çekinmeksizin ve dileğim şu olacak ki, nikâhınızın birinci şahidi ben olacağım mutlaka.”

Bazı şeyleri beklemeye, bazı şeyleri ise “Vakit nakittir!” felsefesiyle ertelemeye gerek yoktu!

Sondan bir evvelki sınava girip çıkmıştı İsmail Tuna.

Ve annesi(!) mutlaka merak edecekti onu. Tereddüdü arayanın arayışını fakülte telefonundan yapabilecek oluşuydu ki, o zaman yapacağı bir şey yoktu kendisine göre. Eksikliği, etkilendiği halde Lâle’yi hatırlayamaması idi.

Santral Memurunu ikna etmek, başında saatlerce ayakta, dikili durmak akıllıca olacak bir şey değildi. Beklediğine, istediğine, arzuladığına, gerçekleşeceğine inansa hani, saatlerce değil, günlerce de bekleyebilirdi. Ancak şüphe dışında elinde hiçbir veri yoktu, hem neden olsundu ki?

Yok, kendini araştıran kişi öğrenci işlerinden biriyle “Medet(5)!” ya da “Allah Rızası İçin” gibi duygu sömürüsü(4) yaparak bilgi ediniyorduysa yapması gereken şey, çok kolaydı!

“Anneme benim sınav notlarımı ileten dürüst arkadaş aranızda mı?”

“Annem ölmüştü de, beni arayan o olamazdı da…” şeklinde bir gerçeği anlatmasına, ya da “Telefon numarasını biliyorum, ama bir de sizden duyayım istedim!” şeklinde yalan söylemesine ihtiyacı yoktu. Ancak doğru bir yalan söyleyebilirdi.

“Peki, anladım, teşekkür ederim, siz arayıp telefonu bana yönlendirin, ben de sürpriz yapayım anneme…”

Doğruydu sözü, ama merak, öğrenme isteği bir yalan değil miydi, düpedüz, doğrudan doğruya…

Ve karşısındaki doğrudan kendi telefonundan aradı İsmail Tuna’yı.

“Buyur anneciğim! Seni iki yıl önce yitirdim, herhalde ahretten arıyor olmalısın?”

Şaşkındı karşısındaki, duraklamıştı (belki) bir an, ses vermeksizin.

“Kimsiniz, bilmiyorum, daha doğrusu şu anda hatırlayamıyorum, ama yanlış bir yalan söylediniz, çünkü annem yok benim, ‘Kaybettim!..’

Oysa ‘Arkadaşıyım, sevgilisiyim, nişanlısıyım” ya da ‘Akrabam, dayımın oğlu, babaannemin torunu’ gibi doğru bir yalanınız olsaydı, daha inandırıcı olurdunuz gibime gelir ve ben sizi bulmak için uğraşmazdım. Beni merak eden siz, kimsiniz?”

Ses çıkarmaksızın kapandı karşıdaki telefon, “Alo!” bile denmeden, hem de temelli, İsmail’in tekrar geri dönüş arayışlarının hiçbirine cevap vermemek üzere.

Zamanın duracak hali yoktu ya, geçecekti, geçti de ve telefonu çaldı, en çok umduğu, paylaşmayı, paylaşılmayı istediği bir anda;

“Ben Lâle!”

“Buyur anneciğim!”

“Bir kere söylemiştin! Anladım. Benim ben olduğumu bildiğin halde hatamı bir kere daha suratıma vurmana hiç gerek yoktu, her ne kadar telefonla iletişim kurmaya çalışıyor olsam da…”

“Özür dilesem?”

“Baştan düşünseydin, özür dilemene gerek kalmazdı. Ben başım eğilerek içimden geçenleri anlatmak ve sonrasında yaşamından temelli çekilmek için aradım seni…”

“Dur Hele! Her ne ise söyleyeceklerin bunları telefonda söyleme, oturalım bir yerlere!”

“O kadar cesur ve mantıklı değilim, dayanamam. O nedenle ya şimdi dinle vaktin müsaitse, ya da unut ki hakkım olmayanı düşünmeye bile vaktim ve amacım olmasın!”

“Ciddi misin? Demek ki sadece yalan mıydım(28) ben?”

“Ciddi olduğumu; sesim, sözlerim, nefesim hissettirmiyor mu ve içimdeki senin asla yalan olmadığını?”

“Bağışla!”

Galiba ilk sözler hariç Lâle, yazdığı bir şeyleri okuyor gibiydi, düzenli;

“Asıl sen bağışla, ‘Olmayacak duaya âmin!’ deme tavrım için. Senden uzaklaşmamı; ‘Mezun ol!’ diye fedakârlığımmış gibi düşünme lütfen! Yapmayı gerçekleştirmek istediğim şey; senden temelli, seni unutacak gibi uzaklaşmaktı. Ama başaramadım. Merak ettim seni ve hakkım olmadan notlarını öğrenmek istedim…

Ve sonra; seni içtenlikle ve kendimi yitirecek kadar sevmeme rağmen sana iyi bir gelecek veremeyecek olduğumu düşündüm. Benim kendi adıma vasıfsız olarak söylemem gerekli ki; ‘Bizimkisi siyah beyaz bir hikâye(29)bile değil. Ben bu yükü taşıyamıyorum artık İsmail. Son kez sesini duyup ‘Allahaısmarladık!’ demeyi arzuladım...”

“Böyle bir şeye rızam yok! Benim sana karşı duygularımın, sevgimin hiç mi değeri yok, sadece bir süreliğine de olsa unutmuş görünsem de sadece siyah-beyaz mıyız biz? Tamam, bazı şeyleri kendine sorun ediyorsan, sana engel olmayı içtenlikle istiyor olmama rağmen kararlarına saygı göstermeliyim. Ama bir kerecik daha gözlerine bakmama izin ver lütfen! İstersen sarılma, öpme, uzatma ellerini. Ama bir kere daha göreyim seni ve sonra beni öyle bırak, git, gidebilirsen(30)?”

“Gücüm yok, dedim!”

“Tamam, ona da razıyım. Bir yer söyle uzağından geçeyim, görme beni, ama ben vedalaşayım seninle. Olmadı mı? O zaman sen ne yapmak istiyorsan, ne yapacaksan aynısını, aynen benim de yapacağımdan emin ol, üstelik kendime acımaksızın hemen şimdi. Ömrümüz birlikte geçmeyecekse(31), ömrümün devam etmesine gerek var mı?

“Deli olma!”

“Deli etme sen de!”

“Düşüneyim, tekrar arayacağım seni. Malûm idam mahkûmlarına bile son arzuları sorulur!”

“Ben, beni idam etmen için hazırım!”

“Acele etme! Şaşırtma beni! En iyi kararı vermem için beynime hükmetmeye çalışmadan bana yardımcı olmaya çalış, lütfen!”

“Yanına geleyim!”

“Sabrım kalmadı, ne olacaksa olsun, gel hadi, ilk yaşadığımız yerdeyim!”

“Hemen, der demez yanındayım!”

Çölde susuz kalmış bir insanın özlemi, coşkusu gibi atıldı kollarına beyaz, siyahın. Siyah ellerini tuttu, kucakladı, yaşama ancak onu öpmekle tutunacağına inanarak, önce kokladı defalar defalarca, saçlarını, tenini.

Tanrının onu ona sunuşunun heyecanı ile kerelerce öptü uluorta, kimseye, hiçbir şeye önem vermeksizin.

“Korktuğum başıma geldi, ne yapacağım ben şimdi? Kokun ciğerlerime hapsoldu, terk etmemin mümkün olamayacağı kadar…”

“O zaman aklındakilerin hepsinden uzaklaş Lâle. ‘Bizimkisi siyah-beyaz bir aşk hikâyesi’ olarak bilinsin dünyada, benim ol!”

“Ben…

Ben…

Ne diyeceğimi bilemedim, tüm kurgularım yok oldu birden!”

“Benim gibi yap; ‘Seni seviyorum!’ de!”

“Seni seviyorum İsmail Tuna!...”

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Albinizm Veya Albino Hastalığı; Öyküde belirtilen şeklin adı verilen beyazlık hastalığı. Cilde, saç, sakal ve gözlere renk veren Melânin (Koyu içerikli ve ışıktan koruyucu olarak bilinen pigment) Pigmenti (Tüm nesnelerin renklerini oluşturan moleküller) denen maddenin vücutta bulunmaması veya az bulunmasıyla oluşan rahatsızlık.

 Melânin Pigmenti, vücutta birden fazla göreve sahiptir, koyu içerikli ve ışıktan koruyucu özelliklere sahip olan hipofiz bezinden salgılanarak vücutta üretilir. Güneşten gelen ışınları ve derinin hasar görmesini engeller. Albinizm bunun eksikliğinin göstergesi olup, irsidir.

Biraz uzun bir bilgilendirme olacak! Konunun saçların (yaşlılıkla) beyazlanması ile ilgisi yoktur. 

Vücudumuzda iki kıl tipi mevcuttur. Bunlardan biri yumuşak, ince, kısa, açık renkli, ya da renksiz ve vücutta yaygın olarak bulunan ve “Ayva Tüyleri” de denilen “Vellüs Tipi Kıllar” diğeri uzun, sert pigmente (renk maddesi) sahip, kalın, saç, sakal, bıyık ve diğer bazı bölgelerde bulunan “Terminal Kıllardır.”

Kaş ve kirpik gibi bölgelerde yer alan terminal kıllar kısa kalabilir ve büyümesi de hormonlar (Özellikle androjen) tarafından düzenlenir. Saçta ve kafa bölgelerinde bulunan kıllardan oluşan ve “Büyüme Döngüsü” denilen, büyüme ve dinlenme evrelerini içeren döngüler geçirip uzayan kıl kökleridir. Rengi bulbustaki (beyin sapı olarak bilinen ve omuriliğin beyinle olan bağlantısını sağlayan yapı) melânositler tarafından sentezlenen melânin pigmenti tarafından sağlanır. Yani melânositler melânin pigmenti (renk maddesi) yapmakla görevli hücrelerdir. Melânositler içinde “Melânozom” adı verilen hücre içi orgeneller vardır. Melânin sentezi de asıl olarak bu melânozomlarda gerçekleşir.

Saçın grileşmesi yani, çoğumuzun söylemiyle beyazlanmasıysa bulbustaki (beyin sapı olarak bilinen ve omuriliğin beyinle olan bağlantısını sağlayan yapı) melânositlerin sayılarının azalmasına bağlıdır. Aslında saçların beyazlaşması normal koşullarda olağan bir gelişimdir ve bilim insanlarımız tarafından “Fizyolojik” olarak kabul edilir. Beyaz ırkta bu durumun 20 yaşın başlamasıysa anormal olarak yorumlanmaktadır.

Erken beyazlanma, genetik olabildiği gibi bazı sendromlar nedeniyle de olabilmektedir. Örneğin akut ateşli hastalıklarda, hipertroid gibi endokrin bozukluklarda, yoğun ruhsal streste, kansızlık, yetersiz beslenme (malnütrisyon) ve kötü huylu tümörlerde (maligon) görülebildiği bilim insanları tarafından açıklanmaktadır.

Ancak beyazlanmaya yol açan asıl etken genetik temellidir. Saçın beyazlanmasının engellenmesi konusunda melânosit hücre nakli çalışmaları deneysel olarak yapılmaktadır.

(**) İsmail Tuna; Benim, doğar doğmaz kaybettiğimizi öğrendiğim, öz dayımın adıymış. Rahmetle anmak istedim.

(1) Bay; Genelde “a” harfi uzatılarak bir defa, ya da uzatmadan iki defa tekrarlanarak kısaca; “Allahaısmarladık” anlamında İngilizcedeki  “Bye-Bye!” veda sözcüğünün Türkçede yer bulmuş şekli.

Hi! (İngilizce “Hay!” şeklinde söylenir); Merhaba! Selâm.

Kiss Me (İngilizce); Öp beni!

Love Me (İngilizce); Sev beni, âşık ol bana!

(2) Fransız Kalmak (Olmak); Türkçemizde; “Bir konuyu gerektiği gibi bilmemek, özellikle de konunun özüne inmemiş olmak, ilgilenmemek, önem vermemek, hatta soğuk davranmak” gibi anlamları kapsar. Tamamen ilgisiz ve bilgisiz olmaktan farklı bir deyiştir.

(3) Yangel Osman; Şekilci, gösteriş budalası ve tembel insanlar için kullanılan bir deyim. Aslı; “Kırk (ya da dört) dönüm bostan, Yangel Osman” şeklindedir.

(4) Aşk-Meşk; İki kişinin karşılıklı duygularının iletişiminin anlatıldığı deyim. Meşk kelimesi asıl anlamı dışında sadece bir tamamlamadır.

Breh! Breh;  Asıl anlamı taşkınlık derecesinde iltifat etmek, saygı göstermek, argo tabirle menfaat karşılığı yağ çekmektir.

Çıtı Pıtı; Minyon, ince, küçük, cici. Ufak tefek ve sevimli.

Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar.  Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği.

Emre Amade; Hazır, hazırlanmış. Hazır nazır.

Gösteriş Budalası; Zekâ yönünden geri, aptal, gerzek tavırlarla gülünç duruma düşen. Kafaca, zekâca geri olanların yapmacık davranışları.

Göz Ağrısı(İlk); Herhangi bir şeyin ilk olması anlamını taşır. Kişinin ilk arabası ilk göz ağrısı olabilir. Ancak genel anlamda, ilk gönül yakınlığı duyulan, ilk yapılan ve ilk elde edilen şey, ilk yan yana gelinen, ilk doğan çocuk,  ilk sevgili ya da ilk olan ne ise o demek olup, bu sözlerle yapılmış film, tiyatro eseri, dizi, şarkı, şiir ve sözler çok miktardadır. 

Karınca Kararınca (Karınca Kaderince, Kararında Kararınca); Az da olsa elden geldiğince.

Kiraz (Kor) Dudaklı; Dudağı kırmızı, kalın ve kısa olan.

Makul ve Mantıklı; Akla uygun, akıllıca, belirgin, aşırı olmayan, uygun, elverişli, akla uygun iş gören, akılla kanıtlanan, sözü akla yakın.

Yarım Yamalak; Yalapşap. Yalap şalap. Baştan savma, üstünkörü.

Yere Bakan, Yürek Yakan; Uysal ve uslu göründüğü halde saman altından su yürüten, içten pazarlıklı, karda yürüyüp izini belli etmeyen, kendinden umulmayan gerçekleri yaşayan, hatta sinsice kötülük yapan.

(5) Aciliyet; İvedi (acil, çabuk) olma durumu.

Agraf; Kopça. Bir giysinin iki yanını birleştirmeye yarayan ve metal bir halka ve çengelden oluşan araç. (Öğrencinin kızlara ait giyimle ilgili malzeme adlarını bilmemesi normal sayılmalı!)

Asayiş; Bir yerde korku ve kaygı verici hiçbir şeyin bulunmayış durumu, düzen ve güvenlik içinde bulunma.

Balıketi; Ne zayıf, ne de şişman, etine dolgun kız, ya da kadın.

Derbeder; Giyimi kuşamı, yaşayışı ve davranışları düzensiz, perişan kılıklı, hırpani.

Dimağ; Beyin. Bilinç. Zihin. Kafatasının üst bölümünde, beyin zarı ile örtülü, iki yarım yuvar biçiminde sinir kütlesinden oluşan, duyum ve bilinç merkezlerinin bulunduğu organ.

Feminizm; Genel olarak kadın-erkek ayrımcılığına karşı çıkarak, cinsiyetler arasında ekonomik, siyasal ve toplumsal eşitliği savunan görüş. Temel amacı; kadın özgürlüğü ve kadının toplumdaki yeri konusunda gerçek bir eşitliğin sağlanmasıdır.

Fetva; İslâm hukukuyla ilgili bir konunun, bir sorunun dinsel hukuk kurallarına göre çözümünü açıklayan, müftüce verilen hüküm. Bir işle ilgili yargıda bulunmak, bir işin yapılmasına olur vermek.

Gelişigüzel; Özensiz, rastgele, özensiz bir biçimde, rastgele olarak, herhangi bir özen göstermeksizin.

Göğüslük; Sutyen. Göğüsleri dik tutmak için kullanılan saten, dantel gibi kumaşlardan yapılan iç çamaşırı. (Öğrenciyi anlatan, öğrencinin sutyeni bilmediğini düşünmüş olsa gerek!)

İris; İnce ve kasılabilen bir zardan oluşan ve saydam tabakayla göz merceği arasında bulunan ve göze rengini veren tabaka.

Kırçıllı; Desen ve yapı bakımından dümdüz ve renksiz olmayıp üzeri farklı renklerle ve farklı şekillerle bezeli olan.

Kırık; Asıl anlamından ziyade eski sevgililer için söylenen söz.

Kuram; Bir bilim ya da sanatla ilgili, ya da herhangi bir sorunu ilgilendiren, uygulanmadıkça gerçekleşip gerçekleşmeyeceği, doğru olup olmadığı bilinmeyen, düşüncelerin, ilkelerin tümü. Gözleme dayanan zan. Soyut Bilgi.

Laik; Din işleriyle, dünya işlerini ayıran, dinin dünya, özellikle de devlet işlerine karışmasını istemeyen düşünce biçimi.

Medet; Zor bir dönem geçiren birinin, birinden çare dilemesi, yardım istemesi.

Minyon; İnce, küçük, sevimli, çıtı pıtı, sevimli, cici.

Tıknaz; Kısa ve kalın yapılı, dolgunca, topluca, tombulca, hafif şişman.

Ulvi; Yüce, gökle ilgili olan.

Zürriyet; Sülâle, döl, sulp.

(6) Cuk Oturmak, Cuk Diye Yerine Oturmak (Aşığı Cuk Oturtmak); İşi çok olumlu bir şekilde almak, yapmak. Uygun gelmek yakışmak, tam yerine denk gelmek, rast gelmek.  Aşık kemiğinin dik duruşunu ifadelendiren bir deyim.

Çökekalmak; Çökmek, yığılmak.

Gözlerini Kırpıştırmak; Göz kapaklarını çabuk çabuk, açıp kapatmak, kırpıp durmak, kırpmak.

Mahrum Kalmak; Yoksunluk. Mahzun bırakılmış olmak. Bazı imkânlardan uzak olmak.

Pekiştirmek; Sağlamlaşmak, sağlamlaştırmak, kavileşmek, dayanıklı güçlü bir duruma getirmek, katılaştırmak, sertleştirmek.

Seğirtmek; Çabuk ve hızlı adımlarla veya sıçrayarak yakın bir yere doğru yürümek.

Tik, Tikli (Tiki olmak); Herhangi bir konu, söz ya da hareketle ilgili beklenmeyen (anormal) davranışı olmak.

Yüreğine Taş Basmak (Bağrına Taş Basmak); Uğradığı bir zarara, felâkete sesini çıkarmadan katlanmak.

(7) Bir kızıl goncaya benzer dudağın… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Melek HİÇ’e, Bestesi; Âmir ATEŞ’e ait olup eser Muhayyer Kürdi Makamındadır.

(8) O dudaklar yine, yaz geldi de bülbülleşiyor… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Mustafa Nafiz IRMAK’a (Bazı kaynaklarca Vecdi BİNGÖL’e ait olduğu belirtilmekte) Bestesi; Sadettin KAYNAK’a ait olup eser; Rast Makamındadır. Bence en güzel bölümü; “Ah gülüyorsun sana bülbül bakarak imreniyor” benzetmesi olsa gerek.

(9) Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu. Birinciliği ‘Beyaza verdiler!’  Özdemir ASAF

(10) Saatlerin kaçıp gidişi deli ediyor beni.  André GIDE

(11) Belki bir sabah geleceksin… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Şekip Ayhan ÖZIŞIK’a ait olup eser Rast Makamındadır.

(12) KARATEKİN, Erol. 1966 Yılı. “NEDENLİ SABAHLARIN BİRİNİN GELİŞİNE AİT”

(13) Ben gamlı hazan, sense bahar… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Sıtkı ENGİNBAŞ’a, Bestesi; Melâhat PARS’a ait olup eser Hicaz Makamındadır. İkinci mısraında; “Sen kendine kendin gibi bir taze bahar seç!” denilmektedir.

(14) KARATEKİN, Erol. 1966 Yılı. “DIŞARIDA SOĞUK VARMIŞ -veyahut- PALTOSUZ”

(15) KARATEKİN, Erol. 1998 Yılı. “BU; SANA DERS OLSUN!”

(16) Mohikan; Amerikan’ın Manhattan Bölgesinde Hudson Nehri çevresinde 1600 yılları civarında yaşamaya başlayan bir Kızılderili kabilesi (Son Mohikan; ‘The Last Mohicans’  isimli kitap, çizgi film ve ayrıca birkaç film vardır).

Bilâlî Habeşi; Dinimizin ilk müezzini. Mekke alındıktan sonra Kâbe’nin damında ilk ezanı okumuştur. İslamiyet’i ilk kabul edenlerden biri, bu nedenle peygamber karşıtlarınca eziyet edilen Bilâl aslında bir köle idi. Ebubekir tarafından satın alınıp azat edilmiştir.

(17) Kur’an, Enbiya Suresi, 7. Ayet; “… eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun!” (Diyanet Tefsiri).

(18) Hüzün zaman zaman deli dalgalarla gelir… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Cansın EROL’a, Bestesi; Selâhattin İÇLİ’ye ait olup eser; Kürdilihicazkâr Makamındadır.

(19) Bir rüzgârdır, gelir geçer sanmıştım, meğer başımda esen kasırgaymış… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Bestesi; Sadettin KAYNAK’a ait olup eser Mahur Makamındadır. Eserin Güfte yazarının bazı kaynaklara göre Ercüment ER olduğu belirtilmekte ise de, kesin olarak bilinmemektedir.

(20) Kolormatik Cam; Fotokromik cam olarak da bilinir. Bu tip camlar UV ışınlarını gördükleri andan itibaren sıcaklık ve ışının yoğunluğuna göre kararır. Sıcak bir yaz öğlesinde bu cam olan gözlükle dışarı çıktığınızda bir cam gibi görünen gözlük, simsiyah bir güneş gözlüğüne dönüşür.

(21) İnsanda bir organ vardır ki, eğer o sağlıklı ise vücut sağlıklı olur, eğer o bozulursa bütün vücut bozulur, dikkat edin o kalptir… Peygamberimize mal edilen HADİS

(22) Duygular vardır, anlatılmayan, sevgiler vardır, kelimelere sığmayan, bakışlar vardır insanı ağlatan, insanlar vardır ki asla unutulmayan. İşte sen onlardansın! Victor HUGO

Bu söze eklenti olarak şunları yazabilirim Alıntı olarak; Söz vardır, asalet dolu, söz vardır, rezillik diz boyu! Söz vardır gelip geçer, söz vardır, delip geçer! Söz vardır baş götürür!

Gerek yok her sözü lâf ile beyana, bir bakış bin söz eder, bakıştan anlayana. MEVLÂNÂ

(23) Hilâl İsmi; Ebced hesabına göre Allah kelimesiyle eşdeğerdedir (66). Lâle kelimesi de... Hatta İzzet Paşanın; “Lâle, Allah ismine benzemeseydi, bu kadar şöhreti olmazdı!”  dediği rivayet edilir.  Yani Lâle, Hilâl ve Allah Ebced hesabına göre aynı değerdedir.

Ufak bir bilgi vermem gerekirse; 28 harflik Ebced Tertibinde; Elif; 1, Be; 2, … Dad; 800, Zı; 900,  Gayın; 1000 değerindedir. Ayın ilk günlerinde aldığı yay biçimi, ayça, yeni ay, genç ay.

(24) Binlerce kilometrelik bir yol, atılacak tek adımla başlar. Lao TZU

(25) Kına Yakmak; Sünnet-i kavli olduğunu, eski İslâm geleneklerinden olduğunu Peygamberimiz söylemiş (miş) (HADİS). Aşkların devamı, evlenecek, askere, herhangi bir göreve gidecek olanları nazardan ve kötülüklerden koruyacağına inanılarak yapılan işlem.

(26) Gri Hücreler; Yazdığı cinayet romanlarıyla tanınan ünlü İngiliz yazar Agatha Mary Clarissa Miller Christie MOLLOWAN’ın yarattığı Belçikalı Hercule POIROT karakterindeki dedektifin zekâsı, espri yeteneği, gözlemciliği ile “Küçük gri hücreler” dediği beynini kullanarak olayları çözmesinin ifadesi gibidir.

(27) Kalbe dolan o ilk bakış unutulmaz… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Mehmet GÖKKAYA’ya, Bestesi; Erol SAYAN’a ait olup şarkı Nihavent Makamındadır.

(28) Duydum ki unutmuşsun gözlerimin rengini… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Turgut YARKENT’e, Bestesi; Selâhattin ALTUNBAŞ’a ait olup eser; Muhayyer Kürdi Makamındadır. “Demek ki senin için aşk değil, yalan idim…” bölümünün en etkileyici kısım olduğunu düşünüyorum.

(29) Bizimkisi bir aşk hikâyesi, Siyah beyaz film gibi biraz… Kayahan ACAR

(30) Beni burda bırak git, git gidebilirsen…  “Gözyaşımda saklısın, ağlayamam ben” diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Seyhan GİRGİNER’e, Bestesi; Zekai TUNCA’ya ait olup eser Hicaz Makamındadır.

(31) Ömrümüzün baharı birlikte geçsin… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Erol SAYAN’a ait olup Aşkefza Makamındadır.