Bana göre ve haddim(1) olmayarak söylemeliyim ki; olay olacak bir şey gibi görünmüyordu hercai(2) bir adam Fazıl ile hırçın ve kaprisli bir kız Fazilet yuva kuracaklardı.

Nasıl bir aşktı bu, bir ömrü nasıl paylaşacaklardı, aklımdan geçmedi değil? Sevgi değildi bu tek taraflı ve sadece vermek gibi, aşktı onlarınki, karşılıklı vermek ve aynı yöne bakmak şeklinde(43. Benim belki de bilip anlamadığım buydu, kaz kafalı(4) bir bekâr olarak…

Gelin adayı, gelin hamamı ve kına yakıldıktan sonra, damat adayı, yani dünlere kadar ben gibi olan öğretmen arkadaşım da bekârlığa veda partisinden(5) sonra oturacaklardı nikâh masasına, her türlü hazırlık ve işlemler tamamdı!

Unutmadan söylemeliyim ki, üçümüz de aynı okulda, yani aynı lisede öğretmendik, dolayısıyla davetlilerin yani gerek kına gecesine, gerekse bekârlığa veda partisine katılacakların büyük bir bölümü öğretmenler olacaktı. 

Bu kısma bir övünme takdimi yapsam fena olmayacak, çünkü “Neden?” denilecek bir kısım soruların cevabı bu övünme içinde olacak.

Ben okulda müzik öğretmeniydim ve Allah vergisi tüm enstrümanlara, yani çalgı aletlerine hatta ritim saz denilen darbuka dâhil, egemendim. Geniş bir bilgiye sahip olduğumu iddia edeceğim Türk Sanat Müziği ve Halk Müziği öz kültürümdü.

 Kenarından köşesinden de olsa batı müziği ve arabesk dünyamda da tartışılması güç, karınca kararınca(4) küçük bir birikimim olduğunu iddia edebilirim.

Belki buraya “Mecburen” kelimesini de sıkıştırabilirim. Çünkü boş zamanlarımda çocukluk arkadaşlarımdan birinin otelinin en üst “Roof” denilen salonunda fon müziği(4) ya da uvertür(2) gibi giriş yapıyordum, canım hangi çalgı aletini isterse, ancak öncelikli tercihim; kanundu ve gecikmeksizin evime dönmeye çalışıyordum. Bazı, bazen özel durumlarda, arkadaşımın ricasını kıramayarak süreyi uzattığım da oluyordu tabii.

Şunu içtenlikle itiraf etmeliyim ki, patron arkadaşımın evimizi alırken geniş kapsamlı, üstelik karşılıksız olması için yemin etmesine rağmen, kabullenmediğimiz koltuk çıkışı(1) için kendisine minnet borçluydum. Bu nedenle de kendisinin üç-beş kuruş dediği harçlık tekliflerini bile ısrarla reddediyordum.

Tüm bu işlemler esas oğlan, ya da kız, yani sanatkârlar teşrif edinceye kadardı. Sonrasını söylemeye gerek yok, olursa olur kabilinden bir kadeh içki ve sonrasında “Bana doyum olmaz!” şeklinde eve yollanmak üzere veda…

Ama öncesinden de bir iki söz etmem gerekiyor. Meselâ…

Eee! Kafasını erkenden bulmuş birileri kalkıp lisan bilgimin sonsuz, sesimin de güzel olduğunu zannedip aşkının şarkısını çalıp söylememi istiyordu, örneğin; “O dudaklar yine… Aşkımızın baharı…(6), Those were the days…(7), Le plus belle pour alle danser…(8) vb. gibi.

“Yahu birader bu kart sesimle ben nasıl Hamiyet Yüceses, Kutlu Payaslı, Mary Hopkin, Sylvie Vartan, ya da yeni yetmeler(4) gibi olabilirdim ki? Anlatamazdım. Çok zaman çalıp susma hakkımı kullanmama rağmen mücadeleden yenik çıkarsam da tizden basa geçerek de olsa başarılı olmaya çalışırdım.

Bugüne kadar “Yuh!” çeken olmadığına göre, sanırım hoş görülüp alkışlanırdım ve çok zaman enstrümanımın üzerine ya da ceketimin ceplerinden birine dolgun diyeceğim liralar, hatta yabancı paralar bile bırakılırdı.

Eee! Mademki yabancı paralar var, o halde Türk paraları “Bahşiş Kutusuna(4)”, yabancı parlar da “Pit Box(4)” a atılmalıydı değil mi? Ben de üleşmeye katılmaksızın onları cinslerine göre(!) o kutulara stoklardım.

Bu gecelerin tuhaflıklarından biri, bazen tanıdık arkadaşlarla, özellikle yeni ya da eski öğrencilerimle karşılaşmamdı. Ya görmezden gelir, ya henüz sahneye çıkmamışsam, patrondan bağışlanmamı ister, eğer görünmüşsem, sırf arkadaş hatırına herhangi bir kazancım olmadan yaptığımı söyler, hoş görmelerini isterdim.

Fazilet kardeşimin nerede gelin hamamı, nerede kına gecesi yapacağını bilmiyordum, merak da etmiyordum, üstelik beni neden ilgilendirsindi ki? Ancak Fazıl’a teklif ettim;

“Gel, bizim otelde toplanalım, organizasyonu ben yaparım, hesaplı, ekonomik olur!” diye.

“Olmaz!” dedi ve ekledi;

“Bakarsın kafayı bulup taşkınlık falan yaparız, utanacağım için değil, senin adına prestijin bakımından çekineceğim için. En iyisi bir gece kulübüne gidelim, ben düzenlemeyi ayarlarım. Eee!..

Damat adayı ben olduğuma göre organizasyon benden, hesaplar hepinizden. Gece kulübünde kim kime, dumduma(4), ayda yılda bir kez değil, ömrümde ilk defa sonrası hayrün min elfi şehr(9)…”

“Gelin hamamı, gelin kınası gibi damat hamamı damat kınası yok, Allah’a şükür!” diyerek şükrettim içimden. Çünkü bu benim bedenimin rengiyle ilintiliydi. Hani; bir tekerleme vardı; “Yağmur yağıyor, seller akıyor, Arap oğlan camdan bakıyor!” şeklinde, işte o tekerlemede (Arap kızı yerine) tarif edilen bendim.

Tamam; yamyam, zenci değildim, hadi siyahlığım da demeyeyim, aşırı esmerdim, diye kendimi korumaya alayım! Eee! Bu durumda tellâklar beni beyazlatmaya çalışırlarsa necep olurdu(4) halim? Tamam, konu anlaşılmıştır herhalde, diğer vasıflarımı maddeler halinde ortaya dökmeme, konuyu uzatmama da gerek yok!

Gittik kulübe. Boşlukta arkadaşlarımın ısrarları ile tüm enstrümanları adım adım dolaşıp tümünün hakkından geldim ve yerime oturdum. Fazıl bir hayli mesafe almıştı, ben diyeyim “3-5 km.” başkası desin, ya da anlasın; “1-2 km.”

Ya da yük olarak nasıl tarif edilirse…

Diğerlerinin de ondan farkları yoktu. Benim onlara yetişmem mümkün değildi, ayrıca onları zapt edecek biri de gerekliydi ve o ben olmalıydım, ağzımı çalkalama(1) hakkım bile olmaksızın.

Bekarlığa veda eden dışında diğerlerinin hepsinin evli barklı olduklarını söylememe gerek yok, sanıyorum. Bilemiyorum, ilk defa mı izinli idiler, sonrasında böyle bir gece için içişlerinden(10) izin alamayacakları inancında mıydılar?

Bekârlığa veda eden öğretmen arkadaşım dışında bir tek ben bekârdım aralarında ve bilinen en antika söz; “Bekâra karı boşamak kolay gelir!” idi, bu nedenle de korkunun dağları beklemesi konusunda benim dışımda kalan onlara hak vermem gerektiğini düşündüm.

Vakit ilerledi, programda adı olan Angelina Semiramis çıktı sahneye. Ben dünyaya geldim geleli, böyle bir güzellikle karşılaşmamış ve de anında etkilenmemiştim. Hele ki o dudaklar ve hele ki engellememin mümkün olamadığı sarkıntılık modunda edepsizlik(4)

Angelina İngilizce, belki İngiliz ya da Amerikan ismi olmalıydı, İngilizce öğretmeni olan Fazıl bana çok şeyi öğretmişti, kulak dolgunluğum ondandı. Bu durumda takısını ihmal edersem Ange(2)l; melek demekti, yoksa açı mı demekti? İyisi; melek kabul etmekte karar kıldım. Çünkü gerçekten gökyüzünden yeryüzüne, benim kalbimi hoplatmak için gönderilmiş bir melek olsa gerekti.

Ben düşünürken o genç kız, bayan demem daha doğru, çalanların enstrümanları arasında dolaşıp birini bırakıp, diğerini alarak ustalıkla çalıyor ve ona uygun bir eseri seslendiriyordu, seslendirmeye çalışıyordu dersem, hata değil, günaha girerim. Yani; seslendirme kısmı hariç tıpkı ben gibi diyebilirim.

Cebimdeki bloknottan bir sayfa kopardım, bilgiçliğimle karaladım;

“Bir kereliğine Hamiyet Yüceses olmayı istemez misiniz? ‘O dudaklar yine, yaz geldi de bülbülleşiyor…’ Sadettin Kaynak bestesini dilediğiniz enstrümanla, sesinizle yücelterek. Eseri bilmiyorsanız; Nevermind!(2)

Hani İngiliz ya da Amerikalı demiştim ya, ana lisanı İngilizce olduğuna ve ben de İngilizce konusunda bilgiçtim ya buna göre, son kelimeyi İngilizce yazmamda mahzur yok gibime geliyordu…

“Adını yazmayan bir konuğumuz bir eseri seslendirmemi istemiş, ancak iki satırlık yazısında çok hataları var, üzülerek de olsa belirtmeliyim. Hiç kimse Hamiyet Yüceses ve ismini sıralamamın mümkün olmayacağı diğer sanatkârlar gibi olamaz. Hele ki ben ve benim gibiler…

İkincisi bu arkadaş, herhalde beni tanımıyor, belki de ilk kez teşrif ettiler sağ olsunlar, ama herkesin bildiği gibi Angelina Semiramis, benim takma adım, tanındığım adım, aslımın bilinmesine gerek olmayan…

Ve üçüncüsü; rahmetli annem, babam gibi ben de Türk’üm. Belki Müslüman olarak inancım tartışılabilir, o da kısmen, bir kısım şeyleri yapamasam da elhamdülillâh Müslümanım…”

Dönüp sazlarına işaret etti ve loşluğun izin verdiği kadarıyla gözlerini salonda gezdirdi, belki de “Kim bu densiz(7)?” diye araştırır gibi. Övünmek gibi olmasın(!) arkadaşlarımın arkasına doğru kaydım, tesadüfen!

“Ve “Bravo!” demek gereğini hissettim kendime. İki satırlık bir notta bu kadar yanlışlığı bir arada yaptığıma göre kendimi alkışlamak da hakkım olmasa gerekti, övünmek ne demek, utançtan yerin dibine girmek(1) istercesine. Doğrusu sitemi değil, fırçayı hak etmiştim. Özür dilemem borçtu.

Bu arada Angelina şarkıyı kesti. Bir müşteri, daha doğrusu Fazıl aşka gelip, şarkıyı rezil ettiğinin farkında olmaksızın bir şişe şampanya göndermişti ona, bir garsonla…

“Açma lütfen! Bu akşam herhalde ilk kez gelen kardeşler, arkadaşlar var. Patronumun bana ödediği ücret yeterli ve ben inancım kıt olsa da içki içmiyorum. İstiyorsanız o şişenin bedelini bir hayır kurumuna ve dilerseniz öncelikle benim öncemde yaşadığım çocuk yuvalarına bağışlayın lütfen!..

İstek üzerine başladığım Türk Sanat Müziği eserini baştan alıyorum, özürlerimle, izninizle ve sessizliğinizi koruyacağınızı umarak…”

“O dudaklar yine, yine yaz geldi de…”

Benimle birlikte Fazıl’ın da özür dilemesi bir borç değil, mecburiyetti.

Alkışlar sonunda bekârlığa veda partisinin de sona ermesinin ve mecburiyetimizin gerekliliğini yaşamamız icap ediyordu.

Diğer arkadaşları yerlerimizden kalkmadan uğurlarken, sallanmadan duramayan Fazıl’la birlikte arası soğumadan yapmamız gereken için, o genç kızın yöneldiği merdivenleri çıktık, hiçbir engelle karşılaşmadan. Kapısında ne bir bodyguard(2) ne de herhangi biri vardı, üstelik kapısı açıktı, pervazından tıklatmak zoruma gitmedi.

Sanırım süt içiyordu, sahne kıyafetini de değiştirmişti, kıyafeti zaten frapan ve dekolte(2) değildi, şimdi de öyle. “Girin!” dediğinde, sesinde musiki vardı sanki yaşadığımı düşündüğüm. Ben içeri girdim. Fazıl kapıya dayanarak, sallanma tavrını bırakma isteğiyle bana bakıyordu, ya da bakmaya çalışıyordu, yarısı kapalı gözleriyle.

 Nedense kendimi zapt edemeyip övünme moduna girdim;

“Bir müzik öğretmeni olarak sizi alkışlamama, tebrik etmeme ve sonra da özür dilememe izin verin, lütfen!”

“Hayırdır, niçin?”

“Bir bekârlığa veda partisi için gelmiştik kulübe. Bu gecenin gözdesi(2) arkadaşım ayarını tutturamayınca, belki şarkının içeriğinden, sözlerinden esinlenerek, belki de mutluluğa peşinen hazır olmak için edebini bilmeksizin gönderdi o şişeyi size…

Tam olarak bilmem mümkün değil, çünkü iki kelimeyi uç uca ekleyemiyor, üstelik de herhalde belirli yerlerde sırtımda taşıyacakmışım gibi bir his var içimde. Ayılınca nedenini sorup öğreneceğim, tabii ki akşamdan kalma modundan kurtulduğunda, dili dolanmadan bir cevap alabilirsem size de iletmeye çalışırım!”

“Hiç de gerekli değil…

Ayrıca sormadım, hissettiğim kadarıyla alkollü değilsiniz, süt, kahve, ya da sallama çay içerseniz ayaküstü(2) de olsa ikram edeyim…”

“Sağ olun efendim. Ayrıca inkâr etmezse ve beni de yanına katarak her aybaşı maaşlarımızı aldığımızda belirli bir miktarı söylediğiniz kuruma bağış olarak hesaplarına yatırmaya söz verdik. Gelini ve diğerlerinin eşlerini ikna etmek beylerinin görevi…”

“Çabanız için onlar adına teşekkür ederim. Dediğim gibi çocuk yuvasında büyüdüm ben, anne kokusuna, baba merhametine doymadım, doyamadım. Sanırım bir kez daha teşekkür etmem gerek, iyi ki arkadaşınız o şampanyayı göndermiş. Bu, benim gibi orada kalan çocukların, çocuklarımın hamisi olma gururunu yaşatacak sizlere…”

“Siteminiz işe yaradı, ben de sevinçliyim. Ama bir ikinci siteminizi, hatta azarlamanızı hak eden biri daha var, ‘O dudaklar…’ dileğindeki şaşkınlığı ile karşınızda duran ben. İki satırlık bir dilekle hakkınızı yediğim, sizi incittiğim için özür dilerim.”

“Anlamıştım, ilk kez geldiğinizi. Bu nedenle beis yok! Hak etmiş gibi düşünmeyin sitemli dediğiniz sözlerimi. Beni herkes gibi tanıyın, ben de sizden biri, siz gibiyim dememin göstergesiydi sözlerim.”

“Yorgunsunuz, belli efendim. Ama son bir soru, tüm bu enstrümanların hakkından nasıl geldiniz?”

“Merak, belki de sesim gibi Allah vergisi olsa gerek!”

“Ses kısmı hariç, ben de çok zaman enstrümanların haklarından gelmeye çalışıyorum.

Ve Allah rahatlık versin. Eğer evinize gidecekseniz, arkadaşımla birlikte defolurken sizi de evinize bırakmayı denemek isterim. Verdiğimiz rahatsızlık ve saçmalıklar için tekrar tekrar özür dileriz efendim.”

“İçkili değilsiniz, ama arkadaşınız zom olmuş(1), bu nedenle size yakışmayacak gibi, ama Allah’la kul arasına kimse giremez! Defolmayın, Allah’ın izniyle gidin! Ben şimdilik burada kalayım…”

Benim için gece bitmeyecek gibiydi, o dudaklara ek olarak, o kaşlar, o gözler, o bakışlar ve o zarafet(2) nedeniyle Fazıl’ı bir hamal küfesiyle taşır gibi evine teslim ettiğimde…

İnsan çok zaman övünmekle kalmıyor, bunu eylem haline getirerek uygulamayı da düşünüyordu, tıpkı benim gibi.

Ertesi gün izin alma günümdü! Daha doğrusu etkileyeni etkilemek için fırsatçılıktı düşüncem. O gibi sabaha kadar devam eden gece kulüplerinin, eğlence yerlerinin sabahlarının geç olabileceği, geç açılacağının düşüncesinde ve bilincindeydim.

Öğleden sonraların gecikmiş bir vaktinde bir gazete alıp karşıyı, kapıyı görüp gözleyecek bir şekilde oradaki kanepelerden birine gövdemi iliştirdim! Maksadım belliydi, ama karar başkasının olacaktı.

Unuttuğum konu; perşembenin gelişinin çarşambadan belli oluşunu unutmuş olmamdı, ya da hiç aklıma gelmemiş olmasıydı. Ayaklarıma karasular inmemişti(1), ancak sanırım popom kızamıklaşmıştı, ilerleyen vaktin çok, daha çok sonlarına doğru. Çünkü bir gece kulübü işletiyor olsa da patronun dinine düşkün bir insan olduğunu, hatta bunu Angelina’nın teklifi ile uygulamaya koyduğunu bilemezdim.

Ertesi gün cuma olduğundan, perşembeyi cumaya bağlayan gecelerde kulüp açılmıyormuş, tüm gereklilikler Cuma namazı sonrasına erteliyormuş. Beklemek canıma tak edince ve oturmaktan yorulunca(!) biraz ilerideki gazeteciden öğrenmiştim bunları. Bu; bu cuma öğleden sonra da işyerimden izin almamın gerekliliğinin işaretiydi.

Cuma günü öğleden sonra tümü ve kendisi oldukça dinlenmiş, personele emirler yağdırırken çıktım patronun karşısına. Tüm enstrümanlara hâkim olduğumu, “Ekmek Parası(4)” için iş aradığımı anlatma gayretinde oldum.

“Be adam! Madem her bir moku biliyorsun da, niye açsın, neden “Ekmek Parası” dileniyorsun?” demedi patron, belki hatırlamadı, muhtemelen aklından geçiremedi, benim bu kısır düşüncelerime rağmen hatta aydınlanır gibi oldu yüzü;

“Kanun da bilir misin?”

“Hem de diğer enstrümanlara göre daha ve en iyi!”

“Hadi çal da bir görelim, dinleyelim bakalım! Bizim kanuni yaşlandı, bilenler için çok hata yapıyor, bilmeyenler ve sarhoşlar için önemli olmasa da Angelina’ya karşı ayıp oluyor, hem çal, hem söyle kanunla zor, biliyorsundur, herhalde.”

Oturdum, kanunu aldım dizlerime, hareketli Karadeniz dolaylarından bir oyun havası çalma gayretini yaşadım, kemençe yerine. Önce ayaklarıyla sessiz tempo yapmaya çalışan patron dâhil görevliler, sonra ellerini baldırlarına vurarak tempoya başladılar ve sanırım ki patronun işareti ile sandalyeleri kenarlara çekerek, oyunu bildiğini sandığım biri hariç hepsi oynamaya başladılar sözüm ona.

Ve umudum patronun gözüne girmiş olmaktı.

“Angelina da bir dinlesin, ondan sonra görüşürüz!” dediğinde Angelina’nın açık kapıdan günlük kıyafetleri ile gelip, merdivenlerin başında bizleri izlediğini fark etmemiş gibiydi.

Angelina şaşkın gibiydi beni nereden tanıdığını düşünüyor olsa gerekti, iki gün dönümü ertesinde, ya hatırlıyor, ya da akşamın özür dileyen sarhoş taşıyıcısının bugün neden kanuni olduğunu sorguluyor olsa gerekti kendisi kendine.

Yaklaştı yanıma sessizce;

“Sen?” diye seslendi, sorgularcasına.

“Ne olur açık etmeyin, bugün, bu gece tanımayın beni, söz veriyorum, bu gece arkanızda kanun çalacağım ve sonra kaybolacağım, haddimi bileceğimi(1) ve size bir melek olarak ulaşamayacağımı bilerek…”

“Tabii, ben izin verirsem, sözünüzü unutmaksızın!”

 “İzin verin, deşifre etmeyin lütfen, kulunuz, köleniz, köpeğiniz olayım demeye mecbur etmeyin beni!”

Patron kendi işinde-gücünde, galiba bizi sazdan-sözden bahsediyor gibi düşünüyor olsa gerekti, kanımca.

“Sen bu tavrınla beni istiyor, beni arzuluyorsun, yanılıyor muyum? O halde neden izin vereyim ki sana?”

Tavrı, anında “Siz” demekten “Sen” demeye dönmüştü. Ona uymak zorunluluğunda hissettim, kendimi;

“Bu düşünceleri bir kenara bırak lütfen, aklımın ucundan bile geçmedi cinsellik. Ben senin böyle bir mekânda eskiyip kaybolmanı değil, yükselmeni ve ülkenin en büyüklerinden biri olmanı istiyorum, üstelik bil ki karşılıksız, hiçbir beklentim olmaksızın. Çünkü gerçekten mükemmel yeteneklerin var, kabiliyetlisin, sesin anlatılamayacak kadar duygusal ve güzel…

Benim için de güzelsin, ama tabusun(2), ulaşılamayacak kadar yükseklerdesin, daha da yükseklere tırmanacağından eminim, yeter ki sana uzatacağım yardım elimi geri çevirme. Ben şimdi buradayım, yarın olmayacağım, sen hep zirvede olacaksın, buna inan! Sponsora(2) da menajere(2) de ihtiyacın olmayacak. Sen kendi gücünle, kendi yeteneğinle tırmanacaksın yükseklere ve başaracaksın inanıyorum.”

“Ne oldu genç adam, yalvarmakla-yakarmakla ikna edemedin mi hâlâ Angelina’yı?”

Nuh diyor, peygamber demiyor patron, siz beni dinlediniz, eski kanuni de şaşırıyor dediniz ara sıra. Siz araya girseniz…”

“Bir-iki işim kaldı siz konuşmaya devam edin, güzel kızım fikirlerinde hiç de ısrarcı değildir, ama karar kendisinin bu gece çal, beğenirse devam edersin, beğenmezse benim yapacağım bir şey yok!”

Ayrıldı yanımızdan. Hemen dillendi Angelina;

“Sen? Niçin? Ve neden uzaklaşmak, uzak durmak istiyorsun hemen, sarhoş taşırken özür dilerken ve karşımda dikilirken?”

“Birincisi; kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz(11). İkincisi; haddimi bilirim. Gül dalındaki gonca ile çöldeki kaktüs arasındaki farktan da haberim var. Üstelik bazı şeylerin unutulması, yaşanmamış kabul edilmesi o kadar kolaydır ki, meselâ ben yokum! Ya da şöyle söyleyeyim, bugün varım, yarın, bu gece beni beğenmediğinizi söyleyeceğiniz için yok olacağım…

Çekileceğim yaşamınızdan beni unutmanız için. Ama söylediklerimi aklınızdan çıkarmayın, elim daima uzanmış olarak açık olacak size doğru. Lütfen düşünün ve bana bu gece için izin verin ve içinizden geliyorsa bu gecenin sonunda yok edin beni!”

Sadece sustu, anlamsızca. “Sükût, ikrardan gelir!(12) diye söylendim.

Kanun çaldım, ilk ve son gecem ve başlangıç olarak “O dudakları” çaldım, Angelina dâhil, kimseye sormaksızın, danışmaksızın…

Angelina bitirdi geceyi, ben onun teninin kokusuyla, kendimi ayıplayarak, haddimi bilmeme edepsizliğimi yaşayarak bittim. Patronun da, Angelina’nın da hiç kimsenin haberi olmadan bir daha gözükmeksizin kayboldum. Oysa haddimi de, nasıl adım atacağımın hesabını da bilmeliydim.

Ancak, ben olmasam bile, heyecanım, saklama gayretini yaşadığım etkilenişimin ve hatta sevgimin eseri olarak Angelina’yı en yükseğe, doruğa ulaştırmak için gayretli olacaktım, o buna lâyıktı ve bana asla ve asla ihtiyacı yoktu.

Gereken sadece ufak bir itekleyişti ve ben bunu sağlamaya çalışacaktım, gizlilikle. Mutlaka gerçekleştirmeye çalışacaktım, emeğimin, düşüncelerimin ve hatta ilerileri görür gibi kehanette(2) bulunuşumun önemsizliğini yaşayarak da olsa.

Onun yükselmesini istediğim merdivenin her basamağında(13) yer almalıydı o.

Ve ben o en üst basamaktayken temelli kaybolmalıydım, kaybolmasını bilmeliydim. Bir serçe, bir kartalla bir yarışta denk olmayı bırak, bir yaşamda bile ne kadar yan yana olabilirlerdi ki? O, yükseldiğinde değil, ikinci, üçüncü basamaklarda bile arkasına bakmamalıydı.

Şaşkınlığımı görmemeliydi, ona ilgimin arttığından, hatta kendime karşı dürüst ve cesur olmamı engelleyecek bir unsur olmadığına göre onu sevmeye başladığımı, sevdiğimi bilmemeliydi. Aklımdan silemeyeceğim kadar beynimin tüm hücrelerini işgal etmişti, ama o hissetmemeliydi. Gerçekten merdivenin sonuna ulaştığında aklına bile gelmemeliydim ben.

Otel patronu olan arkadaşıma söyledim;

“Git, gör, dinle ve sence ne gerekiyorsa yap. Belki dünyanın olmasa da ülkemin en iyisi, bir numarası olacak o!”

 Ben gizlendim, ortalıklarda gezinmemin de, görünmemin de bir manası yoktu. Patron arkadaşım, birkaç avenesi ile birlikte gitti gece kulübüne, ısrarım üzerine, tüm program, plân ve düşüncelerine, kısaca her şeye boş vererek.

Beğendi, rica etti, dediklerimin arkasında durarak, “Göçerim, iflâs ederim!” şeklindeki patronun sözlerine aldırmaksızın tehdit etti, bir bakıma, “Ben sana yardımcı olurum, asla göçmezsin!” vaadiyle.

Patrona elini öptürdü, “Yarın gel!” dedi Angelina’ya. Aptala malûm olduğundan(14) değil, gizlendiğim yerden çıktığımda kendisinin anlattıklarından dolayı biliyorum yaşananları.

Yarın, yani belki de tüm olayların belirleneceği gün benim yok olma mecburiyetim yoktu, öğrencilerimle ilgilenmem, öğreteceklerim için benim de onlar gibi, ama onlardan daha fazla ders çalışmam gerekliydi çünkü!

Öğrendim ki; bu yeni konumunda da kurallarına sıkı sıkı bağlıydı Angelina, bunu patron vaat etmeseydi acaba Angelina kabul eder miydi değişikliği? Tanımıyorum, ama sanırım inandığım kadarıyla; “Hayır!” Çarşamba akşamı son, Perşembe gecesi yok ve devam…

Yeni patron otel odalarından birini tahsis etti ona, devamlı olarak ve her emri karşılanmak üzere, tıpkı gece kulübündeki gibi. Oysa onun dileği sadece süttü, o mümtaz(53) kalabalığı selâmlayıp da odasına çekildiğinde.

Ve her çarşambanın gecesinin sonunda evindeydi, patron bir geceliğine onun hizmetine vermişti kendi şoförünü.

Benim, arkasında kanun çalmamdan etkilenmiyor, üstelik sırtını dönüyor, sanki yüzünü dönmekten bile ürküyor gibi geliyordu bana, belki mi, hatta mı, anlamakta zorluk çektiğim.

Ve kendisine ne ikram edilirse, ne sunulur ya da verilirse verilsin, başlangıçlarında olduğu gibi çocuk yuvalarına yardım teklifini yineliyordu.

Başlangıçların sonunda konuyu çok kişi öğrenmiş, belki de yeni gelenlerin kulaklarına fısıldanmasını ya da kulakların çekilmesini patron garsonlara öğütlemiş olabilirdi.

Bazen reddedemeyeceği çiçekleri, hediyeleri, hatta mutluluk göstergesi gibi olan bahşişleri koymaları için beni işaret ediyordu, müşterilerimiz, velinimetlerimiz (artık her ne kadarsa) kanunumun üstüne yığılır gibi olmaması için içlerinden geçirdiklerini ayaklarımın dibine koyuyorlardı.

Paralar üzerinde yer alan Atatürk’ümün resminin yerlerde sürünmesine gönlüm asla razı olamazdı. Bu nedenle başımın üzerinde durur gibi bir aksesuar yaptırdım, garsonlar her hal ve şartta yetişip bahşişleri onun içine atıyorlardı, belirli bir bölümünü yardım olarak ayırdıktan sonra kalanı aralarında üleşmek üzere, her zamanki gibi.

Benim onun için neler düşündüğümün farkında olmaması gerekiyordu. Bir özel televizyon kanalı yarışma düzenlemişti, İlk defa yalın ismini öğrendiğim Nüfus Kâğıdını, bir fotoğrafını (ç)aldım odasından, imzasını taklit ettim, davet gelince de, itiraf edip yalvardım;

“Ne olur, katıl! Eminim başarılı olacaksın, yükseleceksin!”

Patrondan izin almak mı? Benim görevimdi, nasıl olsa yaşı benden küçüktü, bana el kaldıramazdı, istese bile.

Katıldı Angelina aynı isimle ve Türkiye’nin sanatkârı oldu, üstelik eksikliklerini tamamlamak için konservatuara kaydoldu.

Bu benim kaybolmamın işaretiydi, sağ el, sol elden haberdar olmamalı, bir ufacık işaret bile yokken, umutlu olmamalıydım. Hem yola çıkarken böyle söz vermemiş miydim kendime, kartal-serçe benzetmesiyle?

Saklandım, daha doğrusu bir devekuşu modeli gibi saklandığımı sandım. Adım, soyadım, ders verdiğim okul…

Kısaca ben belliydim, hele ki benim vasıtamla Angelina’yı kadrosuna alan patronum, beni hep onunla beraber düşlüyor gibiydi sanıyorum. Öğrencilerimi asla terk etmezdim, terk edemezdim.

Tek dileğim, müdürümün dileğimi kabul edip tüm derslerimi Perşembe ve Cuma günlerine yığmasıydı. Olmasa da önemli değildi, çünkü bütün gündüzler benimdi, yeter ki bir gün öncesinde yorgunluk gibi bir sıkıntım olmasındı.

Tesadüf müdür bey dileğimi kırmadı, iç dünyamı anlatmakta da kendisine karşı güven duyduğumu hissedince. Derslerimin kimi öğlenin ortalarında, kimi sabahların er, kimi akşamların geç vakitlerinde idi.

Doğrusu, vakitsiz programlar nedeniyle çocuklarımın hakkını yemek gibi bir düşünce beynimi kemiriyordu, bunu en kısa süre içinde engellemeliydim, mutlaka engelleyecektim de…

Her ne kadar müzik, beden eğitimi gibi dolgu maddesi gibi görünüyorsa da, yarının sanatkârlarının, sporcularının benim okulumdan çıkmayacağı iddiasında olacak çıkar mıydı? Gene de bu başlangıçtan memnundum, bunun izahını yapmaktan acizim. Çünkü Angelina’yla bir dakika(15) bile benim tüm ömrüme değerdi.

Bir gecenin programının sonunda, Angelina kulağıma doğru eğildi, odasına doğru yönlenirken;

“Küskün adam! Odama gelip de mi söylemek istersin, yoksa ben yarın okuluna geleyim de barış, ya da itiraf etmeni mi istesem içindekileri, söylemen gerekenleri söylemen için?” dedi.

“Hoppala! Bu da nerden çıktı. Bir kanuni ve karşısında Türkiye’nin yıldızı, minnet borcunu patrona ödemek için oteli terk etmeyen. Neler zırvalıyorsun Angelina?”

“Çok basit, ömrümüzün baharındayız, birlikte geçsin, ben seni seviyorum…”

Şarkıya başlamıştı, beni odasına doğru sürüklerken, koridorda. Nefes aldığında;

“Sakın yalan söyleme! Sakın yanlışlıklar yaşama! Benim altıncı hislerim, önsezilerim yanılmaz asla! İlk gördüğünde yerleştirdin beni değil mi yüreğine, suskun, küskün, sessiz, cesaretsiz ve kendini küçümsercesine, bugünümün senin eserin olduğunu anlamak, anlatmak istemezcesine? Tüm çaban beni kendi kanaatine göre lâyık olduğuma inandığın yüksekliğe ulaştırmak mıydı, sadece? Öyle mi?”

Kendi soruyor, cevap vermeyi beklemiyor, sanki bir matadorun son kılıç darbesini kendisine şaşkınca bakan boğaya isabet ettirmek istercesine davranışı gibi gözlerime bakıyordu, canım acıyordu, bilmiyordu;

“Geldim işte! Ama ben seni, beni bu kadar yücelten gizli sevdasını açıklamayanı gönlüme sarmak istiyorum. Anla artık, kabul et beni! Ya da azat et, hiçbir şey bilmiyormuş gibi, sabah cesedimi bulsun görevliler, kenarlarda, köşelerde…

Her ne şekilde olursa olsun!”

“Ben de arkandan gelirim o zaman!”

“Onun yerine; ‘Ömrümüzün sadece baharı değil, tümü birlikte geçsin!’ beraberce desek, daha iyi olmaz mı?”

“Bak, benim kanunum hemen şurada duvarın köşesinde, hemen alayım, akordu tamam, hadi hem çal, hem söyle, otel ayağa kalkacak olsa bile…”

“Ömrümüzün baharı birlikte geçsin. Sen beni sev güzelim, ben seni seviyorum, sensiz yaşayamam. Nefes alamam ki. Ne olur bana gel, beni sev…”

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) O dudaklar yine, yaz geldi de bülbülleşiyor… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Vecdi BİNGÖL’e, (Bazı kaynaklarca Mustafa Nafiz IRMAK’a ait olduğu belirtilmekte) Bestesi; Sadettin KAYNAK’a ait olup eser; Rast Makamındadır. Bence en güzel bölümü; “Ah gülüyorsun sana bülbül bakarak imreniyor” benzetmesi olsa gerek. Ve kanımca bu şarkıyı en iyi seslendiren sanatkâr; Hamiyet YÜCESES’ti.

(**) Fazıl; Faziletli, fazilet sahibi. Erdemli, üstün.

Fazilet; Erdem. İnsanda iyilik etmeye ve fenalıktan çekinmeye olan devamlı ve değişmez istidat. Güzel vasıf. Kişiyi ahlâklı ve iyi hareket etmeye yönelten manevi kuvvet. İnsanın yaratılışındaki iyilik, iyi huy.

Angelina; Aslı Moğolca “Haberci” anlamına gelen isim, öykü kahramanın bildiğini sandığı gibi İngilizce ve “Melek” anlamında değildir.

Semiramis; Mitolojide güvercinlerin hayatını kurtardığı kız çocuğunun ismi. Dünyanın yedi harikasından biri sayılan Babil’in asma bahçelerini kurduran Asur Kraliçesinin adı. (Dolaysıyla İbranice bir isimdir).

(1) (Utançtan) Yerin Dibine Girmek (Geçmek); Çok utanmak, sıkılmak. Kaybolmak, göze görünme olmak.

Ağız Çalkalamak; Herhangi bir amaçla, ancak özellikle sarhoş olmamak için bira ya da hafif alkollü bir içkiyi içmek.

Ayaklarına Karasular İnmek; Bir yerde ayakta beklemekten veya uzun süre dolaşmaktan çok yorulmak.

Haddini Bilmek; Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yetebileceğini bilerek onun ötesine geçmemek, ölçüsünü bilmek. Mevlânâ’ya sormuşlar; “O kadar yazarsın, o kadar okursun, ne bilirsin?” diye şu cevabı vermiş; “Haddimi bilirim!”

Hakkı, Haddi Olmamak; İnsanların hadlerini bilmemeleri. Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yetebileceğini bilmemek, ölçüsüzlük.

Koltuk Çıkmak; Yardımcı olmak, arkalamak, desteklemek.

Zom Olmak; Çok sarhoş olmak.

(2)

Angel (İngilizce); Melek olmakla birlikte, Angle şeklinde yazılıp aşağı-yukarı aynı aksanla telâffuz edilirse açı, köşe, dirsek, görüş açısı, tarz ve olta anlamlarına gelmektedir.

Ayaküstü; Ayakta durarak, oturmaksızın, hemen o anda, kısa bir sürede.

Bodyguard (Badigard); Can güvenliğinin tehlikede olduğu bir kimseyi saldırılardan korumak üzere görevlendirilmiş kişi.

Dekolte; Boyun, omuz, göğüs ve sırtın bir bölümünü açıkta bırakan kadın giysisi. Açık, örtüsüz, çıplak.

Densiz; Nerede, ne zaman ve nasıl konuşulacağını bilmeyen insan.

Gözde; İyi nitelikleri dolaysıyla benzerleri arasında üstün tutulan, önem verilen, beğenilen şey, ya da kimse. Önemli bir kimsenin beğendiği kadın.

Hami; Destek olan, gözeten,, kollayan, koruyan, koruyucu. Kayıran, kayırıcı.

Hercai; Gelgeç huylu. Hiçbir şeyde kararlı olmayan, bir dalda durmayan, bir işi sonuna kadar götürmeyen, aşkta bağlılığı bulunmayan.

Kehanet; Geçmişte, gelecekte, bir kimsenin kimliği vb. hakkında bilgi edinmeyi amaçlayan ve bu bilgiyle hiç birli ilgisi olmayan araçlarla yapmaya dayanan şeyler. Önceden sezilen ve söylenilen şey, bir bakıma saklanmış, giz olan bir şeyi bildiğini sanmak ve karşısındakini bir bakıma inandırmak (Karşısındaki tarifi zor bir kimse ise şaşırmamak gerek)

Menajer; Bir sanatçının işlerini yöneten kimse. Yönetici, yönetmen.

Mümtaz; Seçkin. Ayrı bir yeri olan, üstün tutulan.

Nevermind (İngilizce); Boş ver!

Sponsor; Kendini tanıtmak ya da yalnızca desteklemek amacıyla, bir sanat, kültür, spor vb. etkinliğinin giderlerinin tümünü ya da bir bölümünü bir tür bağış olarak karşılayan kimse ya da kuruluş.

Tabu; Toplumca yasaklanmış, yaptırımlarla korunan, dokunulması, eleştirilmesi, değiştirilmesi olanaksız her şey. İlkel kavimlerde dini inanış olarak kutsal kabul edilen, korkuyla karışık saygı duyulan, dokunulması, ya da kullanılması yasak olan, yoksa zararının olacağına inanılan her şey.

Uvertür; Başlangıç, açıklık. Poker oyununda açılış, operada perde açılmadan önce orkestranın çaldığı parça.

Zarafet; İncelik, güzellik, zariflik.

 

(3) Aşk birbirine bakmak değil, aynı yöne bakmaktır. Antoine de Sait EXUPERY

(4) Bahşiş Kutusu; Aslında yanlış bir ödüllendirme şekli. Bir işi iyi yapanla, fena yapan arasındaki farkı kaldırıp kişilerin ayırım yapılmadan faydalandıkları eşit üleşimi sağlayan bir şekil.

Ekmek Parası; Geçinmeyi sağlayan para ya da kazanç  (Hadi simit satanı anladım, kestane satanı da. Peki ya dost satanı? O da mı ekmek parası)?

Fon Müziği; Sözsüz müzik veya enstrümantal müzik, bir müzik eşliğinde, hiçbir kimse tarafından seslendirilmeden belirli bir müzik türüdür. Genelde şiir, öykü vb. okunurken çalınır.

Karınca Kararınca (Karınca Kaderince, Kararında, Kararınca); Az da olsa elden geldiğince.

Kaz Kafalı; Budala, anlayışı ve kavrayışı kıt, aptal.

Kim Kime, Dumduma; Kimsenin kimseyle ilgilenmediği, kimseye önem verilmediği, çok karışık bir durumu anlatan söz.

Necep Olsa; Daha çok “Necebolsa” şeklinde kullanılan yöresel bağlamda “Netice olarak, nice olsa” anlamlarındadır.

Pit Box; Bahşiş Kutusu (Aslında yanlış bir ödüllendirme şekli. Bir işi iyi yapanla, fena yapan arasındaki farkı kaldırıp kişilerin ayırım yapılmadan faydalandıkları eşit üleşimi sağlayan bir şekil).

Sarkıntılık Modunda Edepsizlik; Taciz. Özellikle kadınlara karşı centilmenlikten nasibi olmayan, daha ziyade cinsel içerikli, yanlış konumda espri, şaka, el hareketi şeklindeki hareket.

Yeni Yetme; Henüz başlangıçta olan. Ergen. Ergenlik çağında, henüz evlenmemiş genç.

(5) Bekârlığa Veda Partisi; Genellikle gelin veya damadın evde, ya da ev dışında bir mekânda evlilik öncesinde alışkanlık haline getirmiş olduğu içkili, eğlenceli aktivite.

(6)  Aşkımızın baharı diye başlayan bir şarkı yoktur (aklımın erdiğince). Arkadaşın söylemek istediği; “Ömrümüzün baharı birlikte geçsin…” diye başlayan Türk Sanat Müziği eseri olsa gerektir ki; bu eserin Güfte ve Bestesi; Erol SAYAN’a ait olup Aşkefza Makamındadır. Bence en iyi yorumlayan sanatkâr da Kutlu PAYASLI’dır.

(7) Those were the days… Mary HOPKIN

(8) Le plus belle pour aller danser… Sylvie VARTAN

(9) Hayrün min elfi şehr(in); Kur’an’da 97. Kadir Suresinin 3. Ayeti olup gecenin “Bin aydan hayırlı olduğunun” ifadesidir ve maalesef Fazıl’ın dediği gibi; yanlış olarak; “Hayır ve şer Allah’tandır!” gibi anlamlarda kullanılmaktadır.

(10) İçişleri; Bir kuruluşun yönetimi ile ilgili işler olmakla birlikte Yöresel ve mizahi olarak evin kadınına verilen bir özellik bir erkeğin eşi için söylediği sözlerden biri. “Komutan, ayal, başkan, tatlım, kıymetlim (datlım-kıymatlım), bir tanem [bidenem], gönlümün sultanı, hanım, hatun” gibi deyişler, bu deyişlerin sahiplenme eki olan “ım, im” gibi eklentilileri de var tabii. Ayrıca gençlerin söyledikleri “Aşkım, hayatım, sevgilim, gülüm, canım, güzelim” deyişleri yaşlıların ifadesi olamaz. Keza kaba anlamda “karı, kız [gız], len, ülen, reis” kelimeleri de sosyal bir ailenin dilleri için ayıp olsa gerektir.) Konuyla ilgili olarak, eskilerin eşlerine söylediği şu sözleri de kaydetmemde yarar var gibime gelir: “Sevdiğim, parıldayan ay’ım, can dostum, en yakınım, güzellerin şahı, sultanım. Hayatımın, yaşamımın sebebi, cennetim, Kevser şarabım. Baharım, sevincim, günlerimin anlamı, gönlüme nakşolmuş resim gibi sevgilim, benim gülen gülüm. Sevinç kaynağım, eğlenceli meclisim, nurlu parlak ışığım, meşalem. Turuncum, narım, narenciyem, hayatımın aydınlığı. Gönlümün sultanı, varlığımın anlamı, tüm ülkelere bedel sevdiğim…." Kısaca; Ülkenin içerdeki yönetim, güvenlik vb. gibi işleriyle alâkasızdır.

(11) Çeşmi insaf kadar kâmile mizan olmaz / Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz. Talib-i KADİM. “Olgun insana insaf gözü gibi ölçü bulunmaz, kişinin kendi eksiğini bilmesi gibi irfan olmaz” anlamını taşır.

(12) Sükût İkrardan Gelir; Bir suçlama karşısında susmak, suçlamayı kabullenmek, bir teklif karşısında susmak o teklifi kabul etmek, kabullenmek anlamındadır. ATASÖZÜ

(13) Yükselmenin Merdiveni Beş Basamaklıdır; İyilik, Doğruluk, Çalışmak, Bilgi ve Sevgi. (Dünya Sevgi Birliği Vazife Grubu Eseri)

(14) Abdala Malûm Olmak; Bir şeyin olacağını önceden sezen kimseler için şaka yollu söylenen bir söz. Türkçemizde bu söz “aptala” şeklinde söylenmektedir.

(15) Seninle bir dakika, umutlandırıyor beni… Semiha YANKI’nın 1975 Eurovision Şarkı Yarışmasında memleketimizi temsil ettiği şarkı olup, maalesef o yarışmada aldığı 3 puanla sonuncu olmuştu.