Bazen yaşamda öyle inanılmaz olaylar, şeyler oluyor ki dünyada, özellikle ülkemde, ülkeme özgü, inanılmaz, hatta inanılması mümkünsüz…
Örnek çok, iki tanesini versem yeterli olacak gibime gelir.
Şnorkelli(1) bir balık adamın bir orman yangının sonunda cesedinin bulunması…
Yangın söndürücü helikopter denizden su alırken zavallı balık adamı da kovasına alıp yangının ortasına atıveriyor(2).
Garibim, korkudan mı, düştüğünde mi, yandığında mı, yoksa eceliyle mi ölmüştür, sanırım Allah’tan başka bir bilen yoktur.
Bir diğerini tarif etmekte sanırım zorlanacağım…
İntihar etmek isteyen bir adam, deniz kıyısına gelip bir iple kendisini bir kayaya bağlıyor, ilmeği boynuna geçiriyor. Zehir içiyor. Üstüne yakıt döküp yakıyor. Silâhı çıkarıp alnına dayayıp ateşleyeceği sırada tabanca elinden kayıyor. Bir kayaya çarpıp dönen mermi boynundaki ilmeği kopartıyor.
Serbest kalan adam denize düşünce yanmaktan kurtuluyor. Denizden çıkarılan adamın midesi yıkanıyor, ancak denizdeki basınç nedeniyle yaşamını yitiriyor. Bir bakıma muradına ermiş sayılabilir(2).
Benim, daha doğrusu Hidayet’le bizim yaşadığımız da olacak şey değil gibiydi. Ama Tanrı olmasını yazmışsa olmazın önüne hangi güç çıkabilirdi ki? Hele ki…
Hidayet; kız arkadaşım onun anlattığına göre akrabamdı, ama nasıl? Babamın dedesinin dedesi ile Hidayet’in dedesinin dedesi birbirlerine “Emmioğlu(2)” derlermiş(miş)! Kısaca bir nesil gerisi aynı baba ve aynı babanın çocuklarının oğulları…
Yani ki yani; Dıdının dıdısı(3), tavşan suyunun ve de suyunun suyu(3) gibi bir uzaktan uzağa akrabalık, ama anlatamadığım, Hidayet’i güçlü kılan, beni suskunluğa iten aynı soy ismi taşıyor olmamızdı.
Hidayet benden üç buçuk aydan küçük bir kızdı. Şimdiki yaşlarımızı göz önüne alırsam, kalbimin sahibi, gönül verdiğim, beni “Akrabam” diyerek itekleyen bir genç kızın doğum gününü nasıl hatırlamazdım ki? Evet, tam tamına 3 ay, 14 gün…
Ancak parmak hesabı yaparsak ikimizin doğumları arasına bir de 31 gün çeken ay girince, mesafemiz 105 gün, yani tam üç buçuk aydı, hilafsız, gürültüsüz, şamatasız…
Çocukluğumuzu ve ilkokul yıllarını yaşayıp bitirdiğimiz köyde, ikişer katlı ahşap evlerimiz yan yana idi aradaki duvarı göz önüne almazsak, bir bakıma “Kapı bir komşu(4)” idik.
Beraber büyüdük, doğal olarak ben üç buçuk ay önde olmama rağmen, malûm, tarihlerin okula başlama yaşı nedeniyle, yaşlarımız çakışınca beraberce başlamıştık okula ve ben, itiraf etmeliyim ki, sevgi gösterilerime alışkın olan Hidayet’in akıl hocasıydım.
Başlangıçlarda bana “Ağabey” demek için zorlanırdı, sonra “Hadi” demeyi uygun gördü, ta bugünlere değin.
Çocukluk devrelerimizde nedense karışmazdık diğer köylümüz çocuklarına, içimizden gelmezdi. Davara beraber çıkar, iradı beraber toplardık, harmanı klâsik, yöresel, atadan kalma döğen ve ineklerimizle kısmen ve beraberce zevk için yapar, kalanı anne ve babamız batözle(1) harman ettirirdi.
Dövenle harman sırasında ineklerimizin sıkışması asla sorun değildi, küçüklerini koyuverirlerdi, büyüklerini ise Hidayet’in elleri toplayamaz, ben döven kenarından avuçlayabildiğim samanla gübre olmak üzere bir tenekede toplardım.
Bahçelerimizin bu doğal gübreye ihtiyacı vardı çünkü. Bu arada ineklerimizin ara sıra boyunduruklarının(1) izin verdiği kadarıyla harman edilmiş “çeç(5)” dediğimiz saman-tahıl karışımından nemalanmalarına(6) da ses çıkarmazdık, olağandı ve insan olmasalar da gören gözlerin hakkı vardı!
Bazı bazen sesler takılırdı kulağıma, Hidayet’in de takılırmış, çoktan çok seneler sonra öğrenebildiğim;
“Beşik kertmesi(7) mi yapsaydık bu çocukları, ne?”
“Birbirine de çok sargınlar(1) canım!”
“Ne de güzel anlaşıyorlar, birbirlerine de yakışıyorlar hani!”
“Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eyler(8)!”
Tüm bunlar ve benzerleri, toptan değildi tabii. Bölük-pörçük(3), parça-parça, gün-gün, taksit-taksit…
İlkokulda el eleydik, gidip gelirken okuldan-eve, evden-okula. Bitime yakın;
“Kız seni alan yaşadı(9), yani ben yaşayacağım, büyüyünce seni ben alacağım.” derdim, ara sıra büyüklerime, anneme-babama bakarak ve özellikle büyük ağabeylerde gördüklerime şaşırarak.
İlkokulu bitirince Hidayet okumaya devam etmek isteğini söylemişti bana. Ben de annesine-babasına önermiştim;
“Hidayet okumak istiyor, şehre gidişgelişlerimizde ona bakarım, korurum, elinden tutarım, bugüne kadar olduğu gibi” deyince akan sular durulmuştu. İlkokuldan sonra, şehre gidip gelerek ortaokul ve lise…
Gene de kız kısmısı beni mi bekleyecekti ki, çünkü ben üniversiteye gidip, sonuçta büyük adam olamazsam bile adam olmayı(10) düşünüyordum. Sanırım Hidayet’e; “Üniversiteye de beraber gidelim!” diyecek kadar cesur olamazdım. “Ben sevdim, eller aldı(11)!” der gibiyken kısmetinin çıkmasına, baş göz olmasına nasıl tahammüllü olacaktım?
Hidayet, karma ortaokulumuzun ortalarının bir devresinde selle-sümük(3) “Hastayım!” demişti, sıraya oturmakta sıkıntı çekiyordu, okumamıştı, ailesi, özellikle annesi anlatmamıştı, cinsellikten bahsetmek tabu(1) idi, sadece köyümde değil, ülkemin tümünde aynı desende idi neredeyse. Dediğim gibi, annesi anlatmamış, o da annesine soramamıştı, hastalığını, bana söylemişti. Ben de ona kısaca;
“Abla olmuşsun, merak etme, üzülme, annene danış, o sana neyin ne olduğunu, neden yıkanmak gerektiğini anlatacaktır, diye düşünmekteyim!”
“Peki, sen benim abla olduğum gibi ağabey oldun mu?”
Cehalet(1)… Ben okumuştum, babam ataerkil(1) bir aile olmamız nedeniyle kulağımı bükmüştü, gene de Hidayet’ten utanmıştım. “Çoktan” demek yerine, “Hık! Mık!” diyerek geçiştirdim sorusunu, hataydı yaşadığım.
Ve Hidayet o günden sonra elimi tutmasının akrabalık kurallarına ters olduğunu söyleyerek uzaklaşmıştı benden.
Bu hengâme(1) içinde ortaokulu bitirdik, lise yaşantımız ilerledi. Artık ne tarlaya geliyordu Hidayet, ne de bahçelere. İki yabancı, hatta aralarında kan davası olan, ya da iki yabancı, hatta düşman ailelerin çocukları gibi uzaktan uzaktık.
Köyden-şehre, şehirden-köye getiren minibüste evvelden şen-şakrak konuşur, kitaplarını taşır, çekinmeksizin tutardım elini. Asla ses çıkarmazdı.
Ne zaman ki bir çocuk olmaktan çıkıp genç bir kız, abla olduğunun bilincine vardı; ben oldum, “Bizim oğlan!” İsimsiz. “Makûs Talih(3)” mi demeliydim? Ya da aklıma gelmeyen, aklımdan geçiremediğim herhangi bir olumsuz, takısı olmayan bir şey mi?
Köyümüzün minibüsü, tıpkı koca şehre giden otobüsümüz gibi öyle ahım-şahım(3) bir öğrenci minibüsü değildi, ama öyle Nuh Nebi’den kalmış(3) gibi de değildi. Şoför Hamdi Amca da akrabamız oluyordu, ama ne taraftan bilmiyorum, soy isimlerimiz onunla da aynı idi. Minibüsünün “Allah Korusun!” ile “Maşallah” kelimeleri arasına hepimizin soy ismi özenle yerleştirilmişti.
Hidayet minibüste artık yanıma bile oturmuyordu, düşünceli bir şekilde kız arkadaşlarının yanına oturuyordu, merhabamız bile kesilmişti, çok zorunlu durumlarda yarım ağızla, değil gülücük, yarım bir tebessümü bile esirgiyordu benden.
Bir gün tüm cesaretimi toplayarak yanına yaklaştım;
“Hani ‘Akrabam’ diyordun?” dediğimde, anlamlı bir şekilde;
“Gene de akrabam, ağabeyimsin!” dedi.
Ağabey? Çocukluğumuzdan bugüne değin gönlü de kalbi de büyümemişti, ben boşuna tüketmiştim, bu sözü işitinceye kadar geçen zamanı.
Ne yapayım ki güzeldi, hem öyle kuzguna yavrusu Anka gözükür(6) modunda değil, güzelden çok öte güzel, benim için, benim dünyamda, yaşamımda, bana hükmedişinde. Fiziksel yaşamımda bu yaşıma değin melek görmedim, ama o bana göre dünyada eşi olmayan, eşsiz bir melekti, benim olsun istediğim bir melek.
Gençtik, elbette beklemem gereken zamanı biliyordum, ama inkâr etmekte zorlanacağım bakışları ile o; “Ben sana yâr olmam!” tavrında idi.
Oysa çocukluktan nedenini bildiğimi sandığım genç kızlığa adım attığını söylediğim ana kadar hiç böyle bir yaşam şekli yaşamamış, beklenti ya da tasavvuru bırak, aklımın ucundan bile geçirmemiştim, bana göre var olanın yokluk demek olduğunu bilmeksizin.
Ufak bir örnek, geçmişten belki ilkokul sonları, belki ortaokulun herhangi bir devresinde, hasatta, düvende koşuşturmak yetmemiş, sonuna ulaşmadan savurmak görevini bana devretmiş, anne ve babasına yardım için çeç yumaklarını atarken alt dudağı yarılmıştı. “Öpeyim de geçsin!” dediğimde çekinmeksizin uzatmıştı dudağını, bir sülük(1) gibi çektim, pis, ya da işe yaramaz kanını dudağından birkaç kez, tükürdüm, bu asla öpmek değildi, onun da, benim de anlamadığımız, bilmediğimiz.
Nitekim ertesi gün dudağına gerçek bir sülük yapıştırılmıştı. Hissettiklerini, yaşadıklarını, acısını ben de yaşamıştım, hissetmek içim kızgın maşayı avucumda tutaraktı, mazoşist(1) gibi.
Sülüğün dudağını iyi etmesine rağmen, çok güzel çaldığına inandığım ıslık çalma yetisini yitirmişti. Sesi aynıydı, çağlayan gibi, yoksa billur gibi mi demeliydim? Gülüşü, yürüyüşü, hatta sendelediğinde kolumdan tutuşu, nefesi bile, oysa…
Lise bitti. Mezun olduk, ikimiz de. Tebrik etmek istedim, “İlerilere gitmek için bir düşüncen varsa, ben buradayım!” demek istercesine. Bir yengeç gibiydi yürüyüşü, yan-yan, yampiri-yampiri(3), uzaklaşırcasına.
Oysa karşılıklı olarak birbirimizi tebrik etsek, yanağıma şöyle ufacıcık da olsa dokundursaydı dudaklarını, ölür müydü? Abartmak gibi olmasın ömrü billâh yıkamamaya çalışırdım yüzümü, dudaklarının izi kaybolmasın diye!
Benim fikirlerimi biliyordu, öğretmen olmak istiyordum, üniversiteye kaydımı yaptırmıştım. Onun da gizli-saklı kaydını yaptırdığını bilmiyordum, belki kazanamayacağını, belki ailesinden izin alamayacağını düşündüğünden olsa gerek. Herhalde benimle okumayı arzulayacak değildi ya! Şansımın binde bir bile olmadığının bilincindeydim.
Ne hasatta, ne de iratta günlerce göremedim yüzünü. Islık çaldım, bakmadı pencereden bile, değil dışarıya çıkmak…
Annesinin-babasının evde olduklarını bilmeme rağmen birkaç kez adını ünledim;
“Bana mısın?” demedi.
Küskünlüğünü, dargınlığını, bana uzak duruşunun sebebini bilemesem bile anlamaya çalışıyordum. Ancak sağırlığını, görmezden gelme arzusunu anladığımı düşünüyordum da hareketlerinin nedeninin gerçekte ne olduğunu havsalam(1) almıyordu. Sevgim…
Evet, sevgimi hissettirmek bir yana dobra dobra(6) iletmiştim de.
Aslında ben gerzek, geri zekâlı biriydim. “Kız seni alan yaşadı, ben alacağım seni” sözlerim yıllarca eskimeyen yaşam arzumdu. Ama o hazmedemediğim bir tavır ve eda ile reddetme isteğiyle arzumu öldürüyor, bitiriyordu beni, farkında olmaksızın.
Köyde bir akşamüzeri, annem ve babamla bahçelerden birlikte yorgun, perişan, bitkin, kılık-kıyafetim “Kalk, gidelim!” modunda çapaçul, uygunsuz bir durumda iken karşılaştık Hidayet’le. Tebessüm ötesi, yalancı bir, içten pazarlık hissettiren bir gülüş vardı yüzünde…
“Hadi Ağabey…
Bir şey danışacaktım, izniniz olursa, hadi git-gel, ben burada bekleyeceğim!”
Ağabey…
Siz…
Danışmak…
Nasıl bir çözümün neticesi hakkında bilgimin olamayacağı bir denklemdi bu?
Ve acaba Hadi mi demek istemişti ki, mümkün değil, hadi kelimesini “Haydi” anlamında söylemiş olmalıydı, sözün ya da cümlenin doğrultusuna göre, anlayabildiğim kadarıyla. İnsanlık bende kalmalıydı, bana öyle gelen sonsuz insafsız insanlığına karşın.
“Akşam ayazı çarpmasın seni, esirge kendini, ben size gelirim, ne danışacaksan aklımın erdiği kadarıyla anlatmaya, açıklamaya, desteklemeye çalışırım seni…”
“Yok! Ben burada bekleyeyim, hırkamı aldım yanıma!”
Biz ayaküstü çan-çan ederken(6) konunun uzun süreceğini, küçüklüğümüzde bize yakıştırdıklarını düşünen annem-babam cümle kapısından(3) avluya geçmişlerdi.
Eee! Bilen bilir, köylerde akşam olunca, tarlalardan, bahçelerden dönmekle işler bitmiyordu ki…
Davarın samanını, arpasını, suyunu önüne koymak, hayvancağızlar rahatsız gibi görünüyorlarsa sütlerini sağmak, onları tatlı sözlerle yumuşatmak gerekiyordu.
Diğer ülkelerde olduğu gibi müzik dinleterek, rahatlatmak, ışıkları kapatıp açarak hayvanları şaşırtmak, süt, et, yumurta verimini artırmak mümkün değildi o zamanlar köyümüzde…
Sağılan sütler zapt edilemeyecek gibiyse özellikle sıcak havalarda hemen sütle ilgili ürünleri servise koymak gerekirdi. Peynirler tenekelere basılır, süt dâhil, tereyağı, kaymak gibi diğer ürünler hemen arabası olan, sırası gelen görevli köylümüz kim ise onun gece arabası ile mandıralara, ilgili kuruluşlara aktarılırdı, hesap aydan aya, kanaatkâr bir biçimde, itirazsız olarak ödenir, teslim alınırdı defterlerdeki kayıtlara göre.
Bir de oburluklarıyla meşhur, yiyip yiyip doymasını bilmeyen ipek böceklerinin dut yapraklarının temini ve bakımları vardı, koza oluncaya kadar ve hüzün yaratan, üzüldüğümüz olay; o kozaları ipek telleri haline getirmek, ayıklamak için sıcak suya attığımızda böceklerin haşlanarak ölmeleri idi.
Tüm yapılması gereken işler meselâ bittiğinde, iki lokma bir şey atıştırmak ve mecal(1) kalmışsa başını yastığa koyar koymaz uyumak değil, yaşam adeta sızmaktı, özellikle annelerimiz için. Babalarımız ne yapar eder, köy kahvesine sözüm ona haber dinlemeye giderlerdi, nedense televizyon, çanak anten, yükseltici falan o zamanlar belki de özellikle yüksekte yapılmış, muhtarın yönlendirdiği köy kahvesinde vardı, sadece.
Belki özellikle annelerimizin yüklendiği bu yorgunluklar onları çabuk kocatıyor olsa gerekti, ben ve Hidayet gibi çocuklar, mevsimlerinde anne-babalarımıza yardım etmemize rağmen.
Ve gerçektir ki, anneler çabuk yitiriliyor, annelerin artlarında bıraktıkları babalar da evlâtlarına yük oluyordu, hem de oldukça uzun seneler…
“Size karşı çok kabalık ve haksızlık ettim ağabey! İsterseniz eski günlerimizdeki gibi, o günlerdeki gibi tokalaşabiliriz, el ele tutuşabiliriz…”
“Evet, o zamanlar Hidayet ve Hadi idik, sevgi dolu, neşeli, hiçbir düşüncemizi, hareketimizi kısıtlamaksızın, birbirimizden saklamaksızın, üleşirdik. Şimdi bu tavrında bir bencillik seziyorum. Ama her ne olursa olsun, sen bana göre benim bir parçamsın, senden vaz geçmediğim, vaz geçmemin mümkün olamayacağı. Elinin, ellerinin sıcaklığını hissetmek mutluluğum olacak, benden istediklerini verinceye kadar olsa bile…”
Söz gümüşse, sükût altındı ve fakat insanın, kısaca benim merakım da üst boyutlarda idi. Sevgimin karşılığı değil, isteği önemli idi onun, bana göre.
“Haydi, ver elini ve dile, Kaf Dağının ardındaki Zümrüdü Anka kuşunun yumurtasını getirmek, Ferhat gibi dağları delmek, ayı senin için yeryüzüne indirmek gibi olsa da çabalarım, tıpkı hacca gitmeye çalışan karınca örneği(12) gibi yerine getirmek için çaba göstereceğimi bilmen yeterli…”
“Söylediklerini yapma gayretinde olacağını biliyorum. Ama senden bir parça olduğumu hissettirmene rağmen ben bunu hissedemiyorum. Bağışla! Olmayacak bir şey değil, sadece yanımda ol, beni destekle, esirgeme düşünceni…”
“Barış Manço’nun şarkı sözleri geçiyor aklımdan; ‘Yâr’ kısmı hariç(13). Çünkü ne yapsam, etsem kabullenmiyorsun beni. Bende gönlün olmadıktan sonra benim de ısrarcı olmamda anlam yok. Ama sonsuza kadar benim kime ait olacağımı bil. Hadi, söyle! Bak bu olmadı şimdi...
Sanki kendi adımla kendime emir vermiş gibi oldum. Söyle güzel kız, yaşamımızda ilk kez benden bir şeyi dileyeceksin de benim o dileğini yerine getiremeyeceğim endişesini yaşayacaksın, öyle mi? Yaşamım pahasına da olsa, dileğinin olacağını bil!”
“Ben de senin gibi üniversiteye gitmek ve öğretmen olmak istiyorum, ama ailem rıza göstermiyor, ‘Kız kısmısı okuyup da, öğretmen olacakmış da, ne olacakmış(mış)’, oturup evde kısmetimi beklemeliymişim. ‘Korkma, evde kalmazsın, okumuşsun, gençsin, güzelsin!’ falan diyorlar…
Hatta iki tane de damat adayı varmış şehirden, rızam varmış gibi görünüyor olsa hemen dünürlüğe geleceklermiş, kim varlığımdan haberdar etmişse? Birinden birini tercih edecekmişim. Yazı-tura mı atsam acep, bilmiyorum ki? Paranın dik durması, yani hiçbirini tercih etmemem olasılığı da o kadar imkânsız ki!”
“Farz edelim, rüya gördüm, hayal ettim, olmaz ya, ‘Para dik duracak olsa beni tercih et!’ demek isterdim, seni bilip tanıyıp ancak hak etmediğimi düşünerek. Ama kabullenmiyorsun beni, gönlün de yok. Hiçbir şey önemli değil yaşamımda. Sen okumak istediğini mi söyledin bana?”
“He! Senin ağzın lâf yapar, annemin-babamın ağızlarından girip burunlarından çıkarsın(6) sen. Hadi, razı et onları, öncemizde olduğu gibi…”
“Farkında mısın tıpkı benim gibi yanlışlık yaptın sen de, ismimi ‘Hadi’ şeklinde söyler gibi. Keşke adımı söylemiş olaydın yalın!”
“Ağabey! Söz gelişi o söz ‘Haydi!’ anlamındaydı.”
“Bıraksaydın da birazcık daha devam etseydi tasavvurum, düşüncem, hatta hayalim. Beni ismimle çağırdığını düşünseydim olmazdı sanki. Sen beni kabul etmesen de, sen benim yaşamımda ömrümün son anına kadar bir tane olarak kalacaksın. Haydi güzel kız, demir tavında dövülür, acele işe şeytan karışır, dense de, vakit nakittir, haydi, hemen size gidiyoruz.
Umudum; annenin-babanın yatmamış olmaları. Bana göre başarılı olamazsam bahçedeki mürdüm eriğine(3) asarım kendimi. Bu, anne-babanı ilk tehdit unsurum olacak, merak etme öyle bir halt etmem, hele ki ayda-yılda bir de olsa seni görmek ihtimalim varsa…
Ve de hele ki aynı ilde okuyacak olursak…”
Bazen yutkunmak zor geliyor insana, hele ki karşındaki yutkunmana bile izin vermez tavırlardaysa;
“Aynı üniversite, aynı fakülte demek fazla iyimserlik olur. Ama senin için ilk istediğin bir şeyi başaramadığım takdirde ben ‘Yaşayan ölüyüm!” demem olacak bu. Gerçekten senin yanımda, yakınımda olmanın umudunun bile olmadığı bir dünyada neden ömrümü belirli kurallar içinde tüketmek mecburiyetim olsun ki? Anında…”
“Bak, gene istemediğim konulara yöneliyorsun. Beni sevip istediğini biliyorum. Ama ben hazır değilim, bir şeyler de hissetmediğimi söylersem gücenme bana. Bana, hissedebilmem için zaman vermezsen, sığınağım olduğun inancında sebat etmezsen(6)…
Ola ki bir yuva kurduk sen istedin diye, ilerimizde, sevgisiz çocuklarımız olsa mutlu olur musun?”
“Senin beni sevip isteyeceğin ana kadar beklerim, eğer istersen ki bu zor olmasa gerek, birbirimize bakmak değil felsefem, ben hep senin baktığın yönde olurum(14), beni görmesen de, görmek istemesen de…
Şimdi senin konun önemli. İznin olur mu şu kerevetin altında ufak bir şişem var, yudumlasam, cesaretim artsa ve öyle çıksam ailenin karşısına?”
“Ben yanındayım, ileriler için ‘Belki’ diyorum ve sen buna rağmen cesarete ihtiyaç hissediyorsun, öyle mi? Ben olsam da, olmasam da sakın, sakın ha kerevet gizliliklerine sığınma ve hadi…
Bu ismin değil, bana destek ol! Yatmış olsalar da sen onları pijamalarıyla önce bana bırak, sonra da girişimini sağla!”
Anne ve babası yatmamışlardı henüz. Kim olursa olsun, eğer sonucuna katlanabilirse dünyanın en harika olayı, insanın sevdiği için yalan söyleme sanatıydı.
“Uzaktan da olsa akrabayız. Hidayet’i ben teşvik ettim, okuması, öğretmen olması için. Üniversiteyi kazanırsak ne âlâ, kazanamazsak Hidayet kısmetini bekler, bense mutlaka okuyacağım, bugün olmazsa yarın üniversiteye girip başarılı bir öğretmen olacağım…
Siz, kızınızın üniversiteye gitmesini, sizin torunlarınızı, bizlerin yarınlarına katkıda bulunmasını neden düşünüp istemeyesiniz ki? Arkanızda gözünüz kalmasın isteğim. Merak etmeyin, ben yaşadıkça kızınız dünyanızda sizin tek varlığınız olarak kalacak. Eğer ben de üniversiteyi kazanırsam Hidayet gibi, ona hep ve hem ağabeylik yaparım, getirir, götürürüm evine, ya da öğrenci yurduna, pansiyonuna...”
Bazen gerçekten nerede nefes alacağımı unutuyordum, devam etmem farzdı ama.
“Eğer uygun görürseniz, kiralarsanız bir ev, perde falan, ıvır-zıvır(3) eksikliklerimizi tamamlarsınız, orada kalırız ağabey-kardeş olarak belirli kurallar zorunluluğunda okur, mezun oluruz, birbirimizi destekleyerek, tabiidir ki, üniversiteyi kazanırsak ve aynı, hemen yakınımızdaki şehirde olursak. İmdi(1) isteğim şu efendim; bırakın kızınızı okusun, Atatürk’ümüzün yükselen yeni nesli emanet ettiği öğretmenlerden biri(15) olsun, çünkü Hidayet buna lâyık!”
“Atatürk” deyince tüm akan sular duruluyordu(6)…
“Oldu oğul! Al götür! Okusun senin gibi böyle bir ağabeyle, eti senin, kemiği bizim olsun!”
“Sakın ola amcam! O sizin, o sizin bir taneniz, hepsi sizin gönülden. Ben sadece rehber olmaya çalıştım, çalışıyorum, çalışacağım, önder olmak için gayretli olmaya çalışacağım. Yalnız şu konu aklınızda olsun lütfen büyüklerim. Üniversiteyi kazandık, okuduk öğretmen olduk, ola ki Hidayet bir yerlere tayin oldu, artık o zaman iş sizin başınıza düşüyor, anne-baba olarak...
Hidayet’i yâd ellerde yalnız mı bırakacaksınız? Başarısında ve başında olursunuz! Ama bilirsiniz ki, Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eyler.”
Konuşma külliyen(1) sonuçlanmıştı, kafaların sallanışıyla. Kapıya yöneldiğimde benim peşimden gelen Hidayet belki de teşekkür etmek için yanağımdan öptü beni. Demek ki; daha önce de söylediğim gibi ömür boyu yüzümü yıkamayacaktım. Bunu nasıl göz ardı edip önemsemezdim ki?
“Bu ufacık dokunuşla hakkımı ödediğini sanma. Her ne kadar dereyi görmeden paçaları sıvamamak gerekse de, izni aldım ve üniversite sınavlarını kazandık. Falan filân…
Ağabeylik de yaptım, ama bu iş öyle karşılıksız olmaz!”
“Bak Hadi! Annemin babamın yanından ayrılır ayrılmaz yine eski konulara döneceksen al iznini başına çal, gitmem üniversiteye, oturur kısmetimi beklerim evimde, pencere önünde, sedirde bağdaş kurarak belki de ilgili o iki adaydan ailemin uygun gördüğü münasip olanı seçerim ben de.”
“Hidayet! Annenin babanın yanından ayrılır ayrılmaz, bana minnet borçluymuşsun(6) gibi şımarıp bana yasakladığın konulara dönmeye nasıl cesaret ederim, edebilirim ki? Gene de ‘Adaylarla kafa yoracağına ben hep buradayım!’ demek geçiyor içimden, ama izin vermezsin ki?..
İsteğim şu idi, yani karşılık dediğim şey; üniversiteyi kazandığın takdirde, başarını kutlamak için sana ömür boyu taşımanı istediğim bir hediyeyi kabul etmendi. Yoksa niye pencere önünde kısmetini beklemene razı olayım ki? Ancak düşüncemdekini, kendim kazanıp, kendim satın alıp hediye etmeliyim sana, baba parasıyla değil. Konum bu kadar basitti, tedirgin olup bağırıp çağırıp sitem edeceğin gibi bir şey değildi yani!”
Eee! Benim gibi çenesi düşüklerin de çenelerinin dinlenmesinin zarureti olmaz mıydı?
“Her ne kadar, çok insanlar için yasaklar uygulanmamak için konulmuş gibi görünüyorsa da ve insanlar bunları yasak kabul etmeyip uymamayı meziyet olarak görüyor olsalar da, sen değer verdiğim, öncelikle Tanrının, sonrasında ise anne ve babanın emaneti olacaksın bana. Ancak tavır, düşünce ve davranışlarını anlamakta zorluk çekiyor olsam da ‘Hayır!’ deyişlerine asla “Evet!” diyerek karşılık vermeye çalışmam, çalışamam!”
Siyasetçi olmalıymışım, iki kelimelik bir savunmayı “Dedim ki, dedim ki…” dercesine, prompterden(1) okur gibi, Hidayet’in imalı, istihzalı, sonrasında uğurlamak için kapıya kadar gelen anne ve babasının şaşkın ve anlamsız bakışlarıyla uzatmış da, uzatmıştım.
Aklımdan geçen ise, kimsenin akıl edemeyeceğini sandığım Hidayet’in kabullenmekte belki de sıkıntı çekeceği, eğer kabul ederse dünyaların benim olacağı tektaş bir yüzüktü(3), tabii, anlamını hissettirerek, ancak çekincem onun bu yüzüğün anlamının olduğunu biliyor olsa da bilmemekten yana gelmesi umudunu yaşamak isteğimdi.
Keşke…
Bu yüzüğü almak için nasıl para kazanacağımı da, düşünemiyordum. Babamdan harçlık ve okul giderlerini karşılaması dışında, “Baba, bana para verir misin?” şeklinde hiçbir isteğim olmamıştı. Eminim ki, istesem; “Ne yapacaksın?” diye sormaz hemen desteklerdi düşüncemi, gerçek olarak. Bu nedenle para kazanmak için bir derviş(1) örneği sükûnla beklemem gerekiyordu…
Sınavlara girdik, her ne kadar Allah’ın dilediği yerde kulun iradesi askıya alınır denmişse de (varsa ki ben inanmıyorum; çünkü kişi, kendi kaderini kendi yazar. İnsan kendi eylemlerinin yaratıcısıdır) demek ki, sessiz dualarım, canlı yakarışlarım Allah’ıma ulaşmıştı.
İkimiz de aynı şehirde olmamızla birlikte, aynı üniversite, aynı fakülte ve aynı bölümde idik; İngilizce Öğretmenliği. Allah’tan istediğim tek gözdü, o vermişti iki göz, nasıl şükretmezdim ki? Hem de dinlenip dinlenip, tekrar tekrar şükretmeliydim!
Bu benim andım, gece-gündüz beraber olmamız için Tanrının lütfuyla ailelilerimize yalakalık yaparak yalvarma modunda düşüncemin başlangıcıydı (Gibiydi, diyemeyecek kadar kendimi hazır hissediyordum, sanki önceden kurgulamışım gibi). Her gün birkaç dakikamı değil tümü benim olan zamanımın hepsini sevdiğime adamak, ayırmak olacaktı, düşünürün sözlerine de hak vererek(16)…
Şeytan dürtüklemiş Hidayet’in rızasını da geniş boyutlu şekilde alarak (Dürüstçe söylemem gerekli ki, kendimi, düşüncelerimi saklayarak ailelerimizi, büyüklerimizi yani), bizim evde topladık. Teklifte bulunacağım düşünceme onun yaklaşımı “Bence sakıncası yok, akraba değil miyiz, neticede?” şeklinde olmuştu, bu benim rahatlamam ve ciddi boyutta şımararak ısrarcı olmamın delili gibiydi.
“Büyüklerimiz! İzinlerinizle üniversiteyi kazandık, aynı dalda öğretmenlik olarak. İkimiz de ayrı yurtlarda kalıp masraf ve çile mi çekelim? Hidayet ve ben akrabayız mademki, bize kiralık bir ev tutun, eğer sorun yaşamazsak birinci senenin sonunda üç yıl daha uzatırsınız kalışımızı. Evlerimizdeki fazlalıkları verin bize, Hidayet’in yenilerini isteme hakkı saklı olarak…
Yani bunları tekrar geri getirmeyeceğimizi var sayarak. Ben ağabeylik yapar Hidayet’i korurum, hem her istediğinde köye getirir, götürürüm. Aslında asıl dile getirmek istediğim düşüncem ders konularında birbirimize yardımcı ve destek olmak. Hem sanırım sizlere maddi bakımdan da yükümüz az olur…”
Der demez, kaba tabirle; köşeli diyeceğim jeton düşmüştü beynime;
“Ben de, Hidayet de tutulacak ev civarındaki çocuklara emsallerine göre daha az bir meblâğ ve öğretme garantisi ile ders vererek maddi desteğinizi de belki sıfıra kadar indirebiliriz.”
İçim düşüncelere itekledi beni;
“Kim bilir belki tektaş yüzüğü alacak kadar para bile kazanabilirdim öğrencilere ders verirken, tek başıma. Olur mu? Olurdu tabii. Hem neden olmasındı ki? Dersi tabiidir ki çocukların evlerinde verirdim, hayal dünyamda…”
Oysa daha ev tutulması için “He!” bile denmemişti, dolaysıyla istikbalimiz için verilecek karar askıda gibiydi!
Uzatmaya gerek yok, Hidayet’in emriyle(!) ağızlarından girip burunlarından çıkarak takdirleriyle sınavı kazandığımız için üniversiteye gitmemiz, müştereken bir ev tutup yaşamamız, teferruatları sonra veya peyderpey(1) halletmemiz konusunda büyüklerimizi razı etmiştik!
Allah var, Hidayet’in yalvarış, yakarışlarla desteği olmasa zor ikna olurdu ailelerimiz, bunu inkâr edersem taş eder Allah beni…
Yuvayı (Hatta benim yuvamı bile!) yapacak ve yapan dişi kuş olduğuna göre, evin tutulması konusunda ailelerimize yardım için bütün kozlar elinde olan Hidayet dışında bir varlık düşünülemezdi. Üstelik bu, benim yükleneceğim kadar sorunsuz yük değildi.
Hidayet’in “Maşallah!” demeyi hak eden titizliğiyle aranan özelliklerdeki evi bulmak yaklaşık bir ay kadar, yerleştirmek de ailelerimiz ve kendisi sabah git, akşam gel şeklinde olmasa da bir yakınımızın evinde sersefil(1) bir şekilde yaklaşık on gün kadar sürmüştü!
Yatacak iki somyayı attıktan sonra evin yerleştirilmesi ise titizlik konusunda aynı davranışla evi kiralamaktan yaklaşık bir ay kadar uzun bir süre almıştı, üstelik bir hayli masraf, borç, harç, taksit vb. ile.
Neyse ki okulun açılışına bir hafta kadar kaldığında muazzam bir açılışla “Buyur!” davetini alabildim çok şükür! Teferruat hiç kalmamış gibiydi, evimize girdiğimizde, ama ne giriş…
Esas pandomima(1) evden içeriye adımımı atar atmaz gerçekleşmişti. Galiba “Hidayet’in Kuralları” olarak “Ev Kuralları” başlığı ile günlerce düşünüp kaleme almış, fotokopi çektirip evimizin kapısının iç tarafına, mutfak dolaplarından birinin, buzdolabının ve bana ayırdığı odanın kapısının üstüne bantlamış, birer adedini de yatağımın ve çalışma masamın üstüne bırakmıştı. “Sağ olsun!” demek ki son iki kural destesini yapıştıracağım yerlerin tercihini bana bırakmıştı.
Kendisi de almış mıydı, bilemiyorum, benim odamın kapısı hangar kapısı gibi açık, onun odası ise daha başlangıcımızda kapalıydı ve odasına girmek sanırım cennet ya da cehenneme girmekten daha zor olacak, gibime geliyordu.
Sanki leyleğin yuvadan attığı bir yavru(17) idim de, sahiplenmişti de, öylesine açık-seçik kurallar sıralamıştı ki! Neler yoktu, madde madde belirtilmiş, aynı bir yatılı kız yurduna, pansiyonuna uygun yasaklar?
Belki de bir kısmı öyle bir yerlerden (ç)alınıp kopya edilmiş gibi. Üstelik ne başlangıçta, ne de sonda “Lütfen” kelimesinden sakınılmıştı.
* Sokak kapısını açmak, kapamak, kilitlemek görevin, tıpkı sabah kahvaltısını hazırlamak gibi.
* İçki ve sigara almak, getirmek, kullanmak kesinlikle yasak!
* Evde kabuklu yemiş yemek kesinlikle yasak!
* Öyle haldır-huldur(3), haber vermeden gecikmek, erken çıkmak âdetlerini unutacaksın. Hele dışarılarda kalmak, asla! Netice itibariyle akrabamsın, merak ederim!
* Davranışlarının içeride, dışarıda, okulda, giderken-gelirken öğrenciye yakışır şekilde olmasına dikkat edilecek…
* Ev sahipleriyle, komşularla olan ilişkilerde özür dilenmeyecek şekilde ılımlı olunacak, hatta sadece ben muhatap(1) olacağım.
* Parasal işlerin düzeni sana ait.
* Odan, daima temiz, tertipli, düzenli, yatağın düzgün, çorap, pantolon, gömlek ve çamaşırların oraya-buraya atılmamış olacak. Tıraş takımlarını, diş fırçanı oraya buraya atma, diş macununu beraber kullanacağımız için ortasından sıkma! Kirli çamaşırlarını gösterdiğim sepete koyacaksın! “Akrabayız!” dediysem de bu sana bağımsızlık hakkı vermez!
* Evimizin içine pabuçlarla girmek yasak, pabuçlar dışarıda çıkartılacak, usulünce gösterilen yere konacak, asla boyasız olmayacak, sevabına benim pabuç ve çizmelerime de el atılırsa, teşekkür beklenmeyecek!
* Yemekleri ben yaparım, bulaşıkları sen yıkarsın, kirli bir şeyleri lâvaboda görürsem, alimallah((1) hiç bakmam çöpe atarım. Yenilerini alırsın. Dolaysıyla pazara, markete gitmek de görevin.
* Her nerede olursa ol gürültü etmek, seslice ders çalışmak, çevreyi (daha doğrusu beni) rahatsız etmek yok! Bilemediğin, anlayamadığın yerler olursa kapımı tıklat, yardımcı olurum, olmazsa beraber oluruz. Bu vesile ile söylemeliyim ki; durumumuz gereğine uygun olduğunda maç seyrederken fazla heyecan yapmanı, bağırıp çağırmanı da yasakladığımı bilsen fena olmayacak.
Bu son maddeye itiraz hakkım sağlanmamıştı. Peki, bayan kuralcı, senin bilmediğin, anlamadığın yerler olmaz mıydı, meselâ benim bildiğim olup da sana yardımcı olabileceğim? Artı; “Durumumuz gereğine uygun olduğunda” ne demek?
“Ben seyretmiyorsam sen seyredebilirsin!” anlamında mı oluyor sözlerin? Her neyse! Ülkemde nasıl ki yasaklar uygulanmamak için konulmuş, Hidayet’in Kurallarına da kulak şapırdatabilirdim(6) (mi?) Ama nerde o cesaretin bolluğu? Devam edeyim.
* Bir şeyleri kırıp-dökersen, bozarsan, sorunu anında olmasa da en kısa zamanda yerine getirmen gerekir!
* Kendi eşyanın ütülerini yapmak doğal olarak senin, kendi ütülerimi yapmam da benim görevim. Ama özeller hariç “Sevabıma yaparım!” dersen “Hayır!” demem!
* Özellikle haberim olsun ya da olmasın salonun, kendi odanın pencerelerine saksı ile çiçek koymak dâhil hiçbir şey konulmayacak, dolaysıyla pencerelerden dışarıya bir şeyler atılmayacağını da biliyorsun sanırım.
* Herhangi bir nedenle odanda bir şeyler yemek-içmek yok! Tüm yiyip-içmek gibi konular mutfak masasında halledilecek, buzdolabına asitli, kolalı gibi içecekler konmayacağı yasaklar içine dâhil. Sadece maden suyu (olabilir).
* On beşte bir, ya da keyfin olduğu takdirde beni yemeğe, gezmeye, sinemaya, tiyatroya, pek aklım kesmiyor ama dansa, hatta maçlara bile götürebilirsin. Zorunluluk yok! Ama akrabam olarak bunu hak edeceğimi, isteyebileceğimi düşünüyorum.
Oldu, söze geldi mi; “Akrabam!” dilekleri yerine getirmeye geldi mi de “Lütfen!” kelimesi unutularak fırça öyle mi? Elimi tutmayı bile zül sayarken(6) dans, öyle mi? Yazık değil mi bana, zalim olmak için neden bu kadar gayretlisin ki?
Ve birden aklına gelmiş gibi, kuralların bir örneğini tekrar elime tutuşturmaya çalışırken dile geldi;
“Ha! Unutmadan! Banyodaki tuvalet benim. Olmaz ya, oldukça dikkatliyimdir, olmaya da çalışırım, banyo yapmak için iznimle, kelimeyi özenle seçip altını çiziyorum; ‘İznimle!’ banyoya girdiğinde bana ait görmemen gereken bir şeye rastlarsan özellikle görmezden gel, lütfen!”
Oh Allah’ım! Emir niteliğinde de olsa ilk kez ağzından “Lütfen” kelimesi çıkmıştı. Sanki söyledikleri “Evin Kuralları” değil Şefin İlkeleri gibi Hidayet’in Kurallarıydı;
1. Hidayet haklıdır!
2. Hidayet her zaman ve hep haklıdır.
3. Ola ki haksızmış gibi bir durum meydana geldi (Olmaz ya!) bu takdirde derhal ikinci madde devreye girerdi!
Hidayet’in sözlerinin daha da uzaması temayülü(1) vardı. Mikrofonu değilse de söz sırasını kaptım, başarıyla!
“Daha fazla devam etmene gerek yok, anneciğim, uslu bir velet…
Affedersin, yasaklar içinde argo, arabesk, küfür gibi ayıplı sözler söylenmeyeceği de ileriki satırlarda yer almış olsa, ya da olacak olsa gerek, nasıl olsa ezberlettireceksin? O zaman kurallarını beynimin iyi, özgün vasıflı hücrelerine yerleştiririm, vasıfsız hücreler ise heba olur, gider…
Unuttum birden, devam ediyorum; uslu bir çocuk olup seni üzmeyeceğim, sütümü içip vaktinde yatıp vaktinde kalkıp, bir yumurtayı sütle çalkalayıp(186) kahvaltımızı hazırlayıp, alimallah denerek çöpe atılmayacak şekilde bulaşıkları da yıkayacağım da…
Aklıma takılan iki soru var. İzninle sorabilir miyim?”
“Tamam, sor bakalım! Neymiş, merak ettim?”
“Hani ezberleyeceğim, dedim ama bu emirlerle ilgili sınav da yapacak mısın? Yazılı mı, sözlü mü? Yazılıysa test usulü mü, soru cevap şeklinde mi? Başarılı olamazsam kurtarma sınavım olacak mı? İkincisi kulübem nerede olacak?”
“Ne kulübesi?”
“Hani, bu kadar emir karşısında salto durup(6), aport bekleyeceğime(6) göre kulübemin de olması, yerini bilmem gerekmez mi?”
“Abartma istersen, hem daha söyleyeceklerim, yazacaklarım bitmedi. Aklımda bir şeyler vardı, ekleyeceğim, sâyende gitti. Neyse aklıma gelince yazar, uygun yerlere asar, odana da birkaç örnek bırakırım…
Hah! Şimdi aklıma geldi; hiçbir hal ve şartta okuldan eve arkadaş getirmek yok! Kız-oğlan fark etmez…”
“Yaşamımda önem verdiğim, kul-köle olmayı, tapınmayı dileğim tek bir kızdan başka kızlara bakacağımdan, tanıyacağımdan ve de utanmaksızın evimize getireceğimi nasıl aklından geçirirsin ki? Tamam, yasaklarına uyacağım, ama sen de devamlı zalim olmak yerine, birazcık da olsa hoşgörülü, ılımlı olmayı düşünmez miydin?”
“Bak, gene ‘Ayılıyorum, bayılıyorum, seviyorum, âşığım...’ gibi sözler söyleyeceksen, alırım başımı giderim, sebebim sen olursun, okumam, evde oturur, geleceğimi, nasibimi beklerim. Bu nedenle yasaklarımın içinde bu davranışının da, sözlerinin de yer ettiğini bil, lütfen!”
“Bari ‘İkinci bir emre kadar!’ deseydin de umudum olaydı!”
“Kaşınıyorsun galiba! ‘Eve arkadaş getirmek yok!’ dedim kısaca. Halledeceğin ne konu varsa kütüphanede, kantinde, amfide hallet ve öyle gel eve, yalnız beni merakta bırakmamak için mutlaka her hal ve şartta haber ver…”
“Sen…
Beni…
Merak…
Birbiriyle ilgisi olmayan, birleştirilmesi o kadar zor sözler ki! Ölsem, belki yok olup hiç gelmesem, emrettiklerini yapmasam, belki evimizde yalnız kalacak oluşunun hüznü olur gibime gelir, o da belki…”
Sadece yüzüme baktı, ufacık bir teessür görsem, görebilseydim gözlerinde…
Ne yapardım, bilemiyorum. Beklentim abartılı idi, hele ki aramıza mesafesini ayarladığı barikatları yerleştirmişken…
Kuyruğumu topladım kulübesindeki köpek gibi, ilk defa tatlı bir söz duvarlarda yankılanırken;
“Rica etsem, not aldığım eksiklerimizi almak için markete gidebilir misin acaba?”
Bu söz bir daha asla tekrarlanmadı, her sabah buzdolabına özel tasarım bir mıknatısla iliştirilen not kâğıtlarıyla o günün istekleri tıpkı bir evin babası vekilharç(1) olarak bana emrediliyordu!
Allah’a şükür; elektrik, su, doğalgaz, cep telefonlarımızın bedellerini ödemeyi unutmak gibi bir gafletimin karşılığı fırça yemek gibi bir falsom(1) olmadı. İleride üç-beş kuruş birikimim olursa otomatik ödemeye bağlama düşüncem vardı ki, en ufak bir tereddüt bile yaşamayayım.
Hemen eklememde yarar var. Yazılı kurallara eklentileri ilerleyen zamanda ufak not kâğıtlarıyla stoklanmaya başlamıştı. Sanırım ileriki günlerde kurallarının bittiğine inandığında yeni bir fotokopi furyası ilgili mahallere bantlanacaktı!
En son kural ise küsmüşüz, dargınmışız gibi konuşmaksızın asıldığında oldukça önemli gibi görünüyordu;
“Kurallar benim için de geçerli, ancak çok güç durumda kalırsam aç, açıkta, teselliye muhtaç kız arkadaşlarımdan eve getirebileceklerim olabilir. Onlara yan gözle bakmaz, söylemekte utandığım kelimeleri hatırlayarak bir kısım davranışlarda bulunmazsan sevinirim.”
Sanırım söylemek istedikleri; sarkıntılık, sırnaşıklık(1), abartılı ilgi göstermek, hacamat sülüğü(3) gibi yapışmak şeklinde şeyler olsa gerekti. Not kâğıdını elime alır almaz, iki satırı kocaman bir A4 kâğıdına karalayıp kapısına astım. Cenk(1 başlamış mıydı, yoksa devam mı ediyordu, gerçekten anlamakta zorluk çekiyordum;
“Çekinmesem, üzmeyeceğimden emin olsam, hatta sevdiğim bir insanı yitireceğimden korkmasam, çok anlamlı ve önemli sözler söyleyebilir, yazabilirdim. Ama tek söz; ‘Ömrümde aydınlık varken, ne karanlıklara bakarım, ne de karanlıkları aydınlatmak için çabam olur!’ Evimize misafir getirecek olursan o ya da onlar dünyada ve sonsuzlukta sadece kardeşim, kardeşlerim olarak yer alırlar…”
Anlayana, anlamak isteyene davul zurna az, derlerdi, anlamak istemeyen ise kâğıdı yırtarcasına alıp odasının kapısını içeriden kilitlerdi.
Ortama sessizlik egemendi…
Günler, günleri kovaladı, küs gibi, dargın gibi, sessizliğin devamı şeklinde, çok gerekliyse “Günaydın, Allah rahatlık versin!” kelimeleri arasına sığışıp tıkanmış gibi. Haşince idi bakışları sabit, tebessümün izi bile yoktu yüzünde, oysa ona yakışandı.
Zavallı serçesine hamletmek için gözlerini dikmiş bir kartal gibiydi çok zaman, ben o serçe gibi titrerken. Onun bu tavrı benim ecelimle ölmeyeceğimin işareti gibiydi.
Diyordum ki; hani, eğer, meselâ ders verecek öğrenci bulursam, kazanacağım parayla öncelikle ona tektaş bir yüzük satın aldıktan sonra, bir belagate sandığına(3) da ölümlük-dirimlik(3) bir şeyler de biriktirmeye çalışsam fena olmayacaktı.
Hidayet günbegün yazmaktan vazgeçmediği, yeni icat ettiği, eklediği ve bilgisayarda temize çektiği kuralları her sabah kapıyı açarken okumam için zorluyordu beni, hem de pabuçlarım elimde, kapının önünde. Hidayet’in Kuralları, Akraba Kurallarını geçmişti, istisnalar hariç.
Hidayet, gerçeği söylemem gerekirse zeki kızdı, çabuk anlıyor, anında yüklüyordu öğrenmesi gerekenleri beynine. Bense “Mö!” diyor, zorlanıyor, hiç olmazsa nefesini hissetmenin, sesini duymanın özlemini yaşayarak geç vakitlere kadar ders çalışıyordum.
Hâlbuki o; gecikmeksizin “İyi geceler!’ şeklinde sadistçe bir deyişle sırtını dönüp, arkasına bakmadan odasına yöneliyor ve kapıda iki kez dönen anahtar sesiyle uyumağa hazırlandığını, sessizlik arzuladığını belirtiyordu.
Hidayet’in nasıl uyuduğunu bilmem mümkün değil. Başını koyar-koymaz mı, çitten atlayan koyunları sayarak mı, kendi kendine sallanarak, bir şeyler okuyarak sessiz-sakin mi, yoksa alternatifleri olup da, akıl edemediğim, bilmediğim bir şekil ya da sistemle mi?
Dişlerini ne zaman fırçaladığını, makyaj yapıp yapmadığını, makyajını silip silmediğini bilmiyordum. Tüm gece duymazdım kapısının açıldığını, ayak seslerini hissetmezdim. Hiç mi susamazdı, hiç mi boğazı gidişmezdi(6), hiç mi çişi gelmezdi ki?
Üstelik ilerleyen zamanlarda “Defol!” anlamında “Dışarı!” komutuyla beni avare gibi sokaklara salâvatlayıp(6) dış kapıyı “Her ihtimale karşı” arkasından kilitlerdi, anahtarı üzerinde bırakarak. Haftada en az iki kez, ya da aklına estikçe yıkanır, ya da duş alırdı.
Ki, yalvar-yakar seslenişlerimle açardı ancak kapıyı, ya da komutu acımasız olurdu; “On dakka, beş dakka sonra gel! Kural iki!” derdi.
Acelesi olsa gerekti ki “dakika” yerine “dakka” demesinin. Ve o “İki” kelimesinin ikinci “i” harfini sanki nefesi tükeninceye kadar öyle bir uzatırdı ki! Gözlerim ayazdan pörtlemiş(6), ayaklarıma karasular inmiş(6), üşümüşüm, umurunda olmazdı (gibi geliyor, desem daha doğru olacak)!
Bir de dönüşlerimde sorgulamaz mıydı, haince ve o dudaklarını istihza ile büzerek(6);
“Sokaklarda gezerken elin kızlarına canlarını yakacak, yüreklerini hoplatacak gibi cezbedici bir şekilde bakmadın, değil mi?” diyerek sorgulardı.
“Be Hidayet! Hem uzak duruyorsun, durduruyorsun, hem de esirger gibi kıskançlık duyguları hissettiriyorsun bana. Yazık değil mi bana, ne kötülüğümü gördün, ne yanlışım, ya da hatam oldu sana karşı, yasakladığın sevgim dışında…”
Diyemezdim.
Ancak yüzüne karşı;
“Allah’ım, ne olur sen aklıma mukayyet ol(6), bana sabır ver!” dediğimde ise yaşadıklarını her ne şekilde olursa olsun şarkı etkinliklerinde tamamlamaya gayret etmekten zevk alırdı sanki.
“Darıldın mı cicim bana(19)? Kırıldın, küstün, incindin mi(20)? Çatılmış kaşlarınla yoksa bana düşman mısın(21)?”
İyi ki Musiki Derneğine gidiyordu. Lâf aramızda sesi güzel ötesinde çok güzeldi, ama bir de benim hoşuma gidecek şarkıları söyleseydi ya başucumda! Meselâ; “Seni ne çok sevdiğimi…(22)” diye başlayan…
Tam bu sıralarda cep telefonuma gelen mesaj beni sevindirdi. Oraya-buraya astığımız İngilizce dersi verme dileğimiz için bir baba bana; “Tanışalım!” diye not bırakmıştı. Aslında erkek öğrencilerin, bayan öğretmenlerle çalışmasının daha uyumlu olacağını düşünürdüm.
Çocuğun, yani genç adamın ismi Hami idi, ailenin tek çocuğu olduğundan olsa gerek sorunlu, kaprisli, baş edilmesi mümkün olmayacak görünümlü bir çocuktu, ilk bakışta. Beni epeyce uğraştıracak gibime geliyordu. Üstelik ilk dönem notları da sadece İngilizce değil birkaç dersten daha kırıktı.
“Hami ile önce arkadaş olmalı, güvenini kazanmalıyım. Bu benim ilk deneyimim olacak, üstelik bu konuda istemese de Hami bana önderlik edecek. Bu nedenledir ki başarılı olduğuma kanaat getireceğiniz ana kadar sizlerden hiçbir isteğim olmayacak, belki bir çay…”
Sözlerim güven vermiş olsa gerekti anneye de, babaya da…
Tanıştığımızda bir süre genç adamla birbirimize baktık, konuşmadan. Onunki merak, benimki endişe olsa gerekti, başlangıcın başlangıcı olarak. Elimi uzattım sonra;
“Küfretmek dâhil, içinden ne geçiyorsa söyleyebilirsin bana, aramızda kalacağına peşinen söz veriyorum. Çünkü öncelikle senin başarılı olman önemli…
Sonra iyi bir öğretmen olmam için benim sana ihtiyacım var, para-pul ta sonralardan belki akla gelecek. Bana göre senin başarın benim ilerimin göstergesi olacak. Benim bir Atatürk Öğretmeni olmamı düşünmeyi denemek istemez misin?”
Ne fazla uğraştım, ne de fazla bekledim. Sadece İngilizcede değil, tüm derslerinde gözle duyu ve duygularla hissedilir bir başarıya ulaştı Hami. Benimle öğretmen olarak değil, arkadaşlığının devamından dolayı mutlu gibiydi.
İlk dönemin kayıplarını kapatmış olsa da beraberliğimizde sadece sınıfını geçti sezon sonunda. Ama ben Hidayet’le birlikteliğimde sınıfımı geçemedim.
Oysa izni olmasına rağmen Hami’ye ayırdığım zamanlar nedeniyle o kadar az beraber olabiliyordum ki hafta sonlarında Hidayet’le. Ama sanırım o, “Dışarı” komutu vermediği için mutluydu, ya da ben öyle düşünüyor, sanıyordum, sanki başka türlü düşünmek için çarem varmış gibi.
Bir de itiraf etmem gerek ki, dopingli(1) bir sporcu gibi bir kısım angaryaları da o yükleniyordu, en kötüsü köye tek başına gidip-dönmek gibi…
Karnesini aldığında oldukça yüklü olduğuna inandığım, ancak Hidayet’e almayı düşündüğüm pırlanta tektaş yüzük için yeterliliği konusunda tereddüdüm olan bir zarf uzattı evin babası bana, sene bitip de Hami eskisini unutturacak kadar başarılı olduğu için.
“Henüz hakkım yok, efendim. Hami’yi tam anlamıyla adam edemedim. Ben, ya da bir başka öğretmen, sakın ola yalnız bırakmayın bu genç adamı. Ukalâ olduğumu, edepsizlik ettiğimi kabul etmeyin, düşünmeyin lütfen…
Kendinizden Hami’ye bir şeyler katın, suni, yapmacık, zorunlu gülücükler yerine ona onu sevdiğinizi hissettirin. Parayla-pulla donatarak her şeyi kendisinin kendi başına halletmesini beklemeyin, istemeyin, efendim. Yaz tatilleri, lunapark, sinema falan hiç önemli değil, onunla bir olun, sık sık elinden tutun ki sıcaklığınızı, sizden bir parça olduğunu hissetsin. Bırakın işleriniz biraz da sizi beklesin!”
Söylemek istediğimi söylemek konusunda sıkıntı içindeydim. Anne ve baba olarak oldukça gençtiler, bana göre kusurları da yoktu, neden Hami’nin bir kardeşi olmasındı. Çekindim ama geçiştirmedim;
“Bir de nasıl ifadelendireceğimi bilemiyorum, bağışlamanız dileğiyle ve haddim olmayarak, Hami’nin yalnız kalmaması konusunda bir uzman pedagoga(1) danışsanız diye düşünürüm!”
“Kardeşi olsun, bir çocuk daha yapın!” başka türlü nasıl söylenirdi ki?
“Tüm bunları eğitiminiz süresinde mi öğrendiniz, devamlı okuyor musunuz, yoksa dersleriniz arasında eğitim psikolojisi de mi var? Veyahut da pek akıl edeceğini sanmıyorum, ama Hami mi yönlendirdi sizi yoksa?”
“Bağışlayın efendim. Yaşım Hami’nin beni yönlendireceği kadar küçük değil, üstelik o, sanırım bundan böyle gözünü budaktan, sözünü dudaktan sakınmayacak bir çocuk olacak, ben ona öğretmeye devam edeyim, ya da etmeyeyim, önemli değil…
Bu nedenle ben size hissettiklerimi aktarmaya çalıştım. Hami iyi bir çocuk, sizlerin eseri, bana ikram ve cömertliklerinizle hissettiğim iyi birer anne ve babası var çünkü. Eğer kişisel gelişiminde ve beynindeki hücreleri geliştirmesi konusunda ona ufacıcık da olsa bir katkım olduysa mutluyum, ama tekrar ediyorum, yalnız bırakmayın onu…”
“Siz de iyi bir insansınız, takdirleriniz, düşünceleriniz de benim, bizlerin mutluluğu. Bu nedenledir ki, bu zarfı kabullenmenizde ısrarcı olacağım…”
“Bazı tasavvurlarım var, şu an kabullenmek içimden gelmiyor. Siz beni tanıyorsunuz, ben sizi tanıyorum, ihtiyacım olduğunda, kapınızı tıklatmama izin vermeniz yeterli. Şimdi izninizle Hami ile vedalaşıp, ona sizlerin de katkısının olacağına inanmak istediğim iyi bir tatil dileyeyim…”
Evet Hami’ye ders vermem nedeniyle, çok zaman aynı ortamı paylaşıyor gibi, nefes alıyor olsak da, çok zaman ben eve gelmeden evvel yatmış olduğu için Hidayet’le “Görüşemiyorduk bile!” desem, yalan sayılmazdı.
Ancak sabahları ve okulda, ne kadarı bana ait oluyorduysa sahibimin! “Yani” diye izaha gerek yok, sahibim, sahibimdi, o kabullenmese de. Gün-gün, günden-güne, her akşamda özlemiyle alevleniyordu düşüncelerim(23).
Angarya dedim, gerçekten köye yalnız gitmesi yanında kirli çamaşırlarımı götürüp temiz olarak getirdiğini düşünürken, kırk yıl düşünsem bile aklıma gelmeyecek şekilde babasına çamaşır makinesi aldırdığını, çamaşırlarımı kendisinin yıkadığı aklımdan geçmezdi, üstelik bakar-kör(3) olduğum için makineyi fark etmemiştim bile.
Fark ettiğimde ise; “Geçmiş ola!” demem gerekirdi ki, boynumun kıldan ince olduğunu hissettirinceye kadar, yoktum. Yok olmamın yararı? Var mıydı? Yoktu, kesinlikle.
Üstüne üstlük, köyden dönüşünde, benim selâmımı iletmek dışında (sanırım) ailemle pek irtibatı olmuyordu, ama bir hayli yüklü dönüyordu köyden, karınca kararınca(3), anne ve babasının gönüllerinden ne koparsa değil, mantı, yaprak sarma, erişte, tarhana gibi ne gözüne rastlamışsa alıp getiriyordu, silâh zoruyla gibi.
Tekrar etmem gerekirse; beni sevmemekteki inadını göz ardı edersem, çok güzel ve iyi bir kızdı Hidayet, akrabası(!) için hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan. Ancak herhalde yaptıklarını, semeresiz kalan çabalarını takdir etmediğimi düşünüyor olsa gerekti. Sitem dozundaki davranışlarını nasıl görmezden gelirdim ki?
Uzaktan uzağa, yakınlaşmadan teşekkür etmek olur muydu? Olmazdı, ama yakınlaşmak da ne mümkündü ki yanardağ krateri gibi görünen ona…
Canımın yanması da, canımı yakması da umurumda değildi, ama ufacıcık bir işaretini görebilsem, alabilseydim…
Tektaş yüzük alma isteğim kursağımdaydı hâlâ, kimselerin bilmediği, akıllarından bile geçirmediği, geçiremeyeceği. Bedel olarak mayası vardı öğrencimin babasının zarfı olarak, hele ki önümüzdeki sene de ders verirsem, kaymaklı ekmek kadayıfı gibi olurdu düşüncemi gerçekleştirmem.
Hem belki benim olmasına razı eder, hem belki ona takı bile alırdım, eğer reddetmezse. Hani gör de inanma gibi, balık kavak ağacına çıkmış gibi düşünerek…
Aslında gerçek olarak benim sevdiğim, elinin altında olan beni görmemek dışında, çok şeye değil, her şeye lâyıktı. Ama “Yanıyorum!” demem, gözlerine sevgi ile bakmam, ellerini değil tutmak, dokunmam bile yasaktı, Allah’tan korkusu olduğuna inanmama rağmen.
Hami’nin okulunun tatili ilâç gibi gelmişti bana. Şansımı deneyecektim, ucunda ölüm bile olsa, ayrılık hariç, ona uzaktan bile bakmayı yeterli görürken; “Kız seni alan yaşadı!” demeyi deneyecektim.
Kızsın, bağırsın, ama terk etmesin, beni değil, okulunu. Ben de o zaman sevabıma ölüverir, öldürüverirdim kendimi, aynı ortamda onsuz ıstırap çekmeye tahammülüm olmazken.
Bir hafta sonu, kim bilir kaçıncı kez “Kız seni alan yaşadı!” cesaretsizliğini yaşayarak şehirden köye, köyden de şehire gelmiştik.
Şimdi şehirden de şehre okulumuza, evimize dönüyorduk, iki akraba gibi değil, aynı koltukta oturmak zorunda kalmış iki yabancı hatta gecikmiş öfkelerini zor zapt eden iki insan gibiydik, bir yerlerimiz birbirine değecekmiş gibi çekinen ve çekinmek zorunda bırakılmış.
Cesur gibi görünsem de, cesaretim yoktu, temelli terkedilirsem korkusuyla, deli mi deli, yapar mı yapardı alimallah? Yani kısaca çekiniyor değil, korkuyordum, “Eldeki bir, umut edilerek gelecek ikiden yeğdir!” anlamında, uzaktan da olsa onu sevmeyi kabulleniyordum. Onun içinde yer almadığı bir ortam benim için mezar demek olacaktı. İstisnası? Yoktu, olamazdı da…
Yaklaşamıyor, yanaşamıyor, kısaca o yanımdayken bile ben ne onu yaşıyor, ne de yaşayabiliyordum.
Otobüste Hidayet ön sağ tarafta cam kenarına oturmuştu ve gözlerini bile esirgemiş, sakınmıştı benden, pencereden, camdan devamlı olarak sağından dışarı bakarak…
Sanki aynı yöne beraberce baksak, günaha girecekti! Bense korkunun ecele yararı olmadığını bile bile ara sıra pencereden gözlerinin yansımasını görmek başarısını yaşamak dışında, hep burnumun doruğuna(6) ileriye bakıyordum…
Bizim otobüsümüz ıngıdık-ıngıdık(3) yokuş yukarı çıkmaya çalışırken karşımızdan bir kamyonun ipini koparmış bir beygir gibi üzerimize doğru inişi endişelendirmişti beni. Üstünde sac ve onun üstünde de kocaman bir kaya parçası ya da benzer bir şey vardı.
Bir kasis olsa gerekti, kamyon silkelenircesine zıplamış, soluna doğru fırlayan saclar otobüsün yanından geçerken şoför dâhil bir kısım yolcuları biçmişti.
O hengâmede kamyon şoförünün endişe dolu yüzünü yıllar boyu, belki de ömrümün sonuna kadar unutmam mümkün olmayacaktı, üstelik koridorda gözleri korkuyla açılmış futbol topu gibi kafalar yalpalanırken.
Daha kamyonu uzaklardan görür görmez sarılmıştım, yaşamımın en değerli varlığına, ister kızsın, ister sinirlenip bağırıp çağırsın, ben onun için ölürdüm, eğer kaderimde onun için ölmek yazılmışsa.
“Sığın bana!” dedim, başını göğsüme yaslayıp, iki elimle başını, omuzlarını korumak için kollarımı dolayarak.
Şoförsüz, sahipsiz kalan otobüsümüz, sarhoş gibisine yalpalıyor, bazen bir tarafa, bazen diğer tarafa iki teker üzerinde ilerlemeye çalışıyor, bazı bazen kendine gelir gibi olup doğruluyordu. Nihayet doğrulmuş olarak bir yerlere çarpıp durdu otobüs, gerisin geriye, çıkmakta zorlandığı yokuşu aşağıya doğru gitmek zahmetinden kurtulmak istemiş olsa gerekti! Bu belki bizim de sonumuzun şekillenmesi olabilirdi; “Allah korudu bizi!” desem, gerçek.
Yuvarlanan kafaların bir kısmı bana çarpmış üstüm başım kan içinde kalmıştı, sağ kalan bir kısım yolcular gibi. İçeridekiler şok geçirmiş paniklemiş olsalar da, palas pandıras(3) kapılara üşüştüler, birbirlerini çiğnercesine, hatta bir kısmı “Mal canın yongasıdır!” dercesine bagaj kapaklarına yönelmiş, yakınını yitirenler çömelerek ağlama moduna yönelmişler, bir kısmı ise cep telefonlarıyla ulaşmaları gereken yerlere ulaşma gayretindeydiler.
İçlerinden hiçbirinin cesaretleri olmasa gerekti, otobüse tekrar binip yakınlarının, komşularının cesetlerine bakmak şeklinde.
Geriye baktığımda kamyondaki o koca kaya gibi kütlenin çarpmanın, belki şoförün fren yapmasının etkisiyle kayarak onu ezdiğini anlamam zor olmamıştı, üstelik savrulan kamyon yanıyordu da. Ecel gelince cihane, baş ağrısı bahaneydi.
Garantili bir şekilde Mevlâ’sına kavuşmuş olmalıydı şoför, ezilmediyse eğer, yanarak.
Ortalık Çarşamba pazarı görüntü ve gürültüsüne boğulurken kendime gelme çabasındaydım, bir şey olmamış gibi. Kollarımı çözdüm, Hidayet’e; “Geçmiş olsun!” dememe ramak kala, üstümdeki kanlardan etkilenmiş olsa gerek ki;
“Ne olur ölme! Beni sensiz bırakma! Beni bu kadar severken ölmene dayanamam, ben de ölürüm, öldürürüm kendimi…”
Sevgi? Beklenen bir şey olsa gerekti, o ortamda bile, o bunalım içinde olsa da bunu hatırlatmam gerekti, bu sırası, sekisi olmayan bir şeydi;
“Seni canımdan çok sevdiğimi, hatta tapındığımı kabullenmen, buna inanman için bu kadar insanın kafalarının kopmasına, ölmelerine gerek yoktu ki Hidayet! Sen bana ‘Öl!’ derdin, ben ölürdüm senin için. ‘Yaşa!’ derdin, ben senin için yaşardım sadece. Ama bana acıyarak, seni koruduğum için beni kabullenmeni kabullenemem!”
“Belli bir süre saklanmamın iyi olacağını düşünmüştüm. Ama gerekli değilmiş. Ben seninim. Sana bir şey olaydı içimi dökmeden, seni sevdiğimi söylemeden, yalnız senin için yaşadığımı anlatmadan ölürdüm, tut elimi, beni sonsuza kadar sensiz koma!”
“Sana bir şey olaydı, içimden geçenlerin tümünü söylemeden, anlatmadan, peki ben yaşar mıydım?...”
YAZANIN NOTLARI:
(*) Hidayet; Bir kimseye Tanrı tarafından gösterildiğine inanılan doğru yol, Tanrı yolu, hak olan Müslümanlık Yolu. İslâm dinini kabul etmek, Müslüman olmak.
Hadi; Hidayet eden doğru yol gösteren. Kılavuz. Rehber. Yenilene yardım eden, yardımcı. Önde giden kimse. (Ayrıca; Haydi anlamında, kısaltılmış).
Hami; Destek olan, gözeten, kollayan, koruyan, koruyucu. Kayıran, kayırıcı.
Hamdi; Allah’ı övmeyle, Allah’a şükretmeyle ilgili. Allah’ı övme, Allah’a şükretme. Şükreden, şükredici.
(1) Alimallah; Bir konuda söylenen bir sözün doğruluğuna karşıdaki kişiyi inandırmak için kullanılan Arapça; “Bilici olan Tanrıdır” anlamına gelen, “Doğru söylüyorum, inan ki doğru!” anlamında söz.
Ataerkil; Pederşahi. Ataerkil temeline dayanan aile (topluluk, düzen). Erkek otoritesine dayanan bir toplumsal düzen.
Batöz; Harman Makinası. Başaktan taneyi ayıran makine.
Boyunduruk; Sabana, dövene, ya da kağnıya, arabaya koşulan öküzlerin, ineklerin, mandaların birlikte yürümelerini sağlamak için boyunlarına geçirilen genelde ağaçtan yapılmış dikdörtgen ya da çember şeklinde araç. Güreşte, hasmının başını koltuk altına alıp, kolu hasmının boynuna dolayıp bastırma.
Cehalet; Bilmezlik, bilgisizlik, toyluk, deneyimsizlik. Dünyanın en etkili kitle imha silahı cehalettir. Selim ŞIKYAZAR
Cenk; Çekişme, büyük uğraş, kavga, savaş.
Derviş; Bir tarikata girmiş, o tarikatın töre ve yasalarına bağlı kimse. Yoksulluğu, çile çekmeyi benimsemiş kimse.
Doping; Bir spor yarışması sırasında, vücuda üstün güç ve devinim sağlamak amacıyla yarışmadan önce kullanılan güçlendirici, uyarıcı ilâç. Kimi bedensel özellikleri değiştiren ya da çok artıran uyarıcı bir ilâcı çok az miktarda vermek.
Emmioğlu; Amcaoğlu. Tanıdık, tanımadık birine de seslenme sözü olarak kullanılmaktadır.
Falso; Aslında bir müzik terimi olup bir parça çalınır veya söylenirken yapılan nota yanlışlığıdır. Ancak; yanlış davranış olarak da özetlenebilecek bu deyim, öyküde bu ikinci anlamında kullanılmıştır.
Havsala; Zihnin bir şeyi anlama ve kavrama yetisi, kavrayış.
Hengâme; Seslerin birbirine karışmasından dolayı çıkan gürültü. Şamata. Patırtı. Kavga.
İmdi; Artık, şimdi, şu halde, bu durumda, buna göre.
Külliyen; Bütünüyle, tamamen.
Mazoşist; Acı çekmekten zevk alan, hatta hazza ulaşan. (Sadist; Acı çektirmekten hoşlanan. Sadomazoşist; Acı çekmekten ve çektirmekten hoşlanan)
Mecal; Can, dinçlik, derman, canlılık, güç.
Muhatap; Kendisine söz söylenilen, söz yöneltilen, kendisiyle konuşulan kimse,
Pandomima; Pandomim, ya da pantomim de denilmekte olup, kısaca sessiz tiyatro oyunu demek olup, el-kol-beden hareketleri ve yüz mimikleriyle belirtilir ki öykü de kişilerin davranış bozukluğunun ifadesi olarak özellikle belirtilmiştir.
Pedagog; Çocuklarda eğitim, bilim ve teorilerini inceleyen bilim temsilcileri Bu dallar arasında GESTALT denilen bir dal daha vardır ki; “Biçim, boy, durum, yapı ile ilgili psikolojik olarak bir bütün veya biçim olduğunu düşünen bir görüş. (Tüm bilgiler Google’dan derlenmiştir.) Kendi fikrimce; bunu en iyi şekilde yorumlayanlardan biri Stuart MILL olsa gerek.
Peyderpey; Bölüm-bölüm olarak, azar-azar, yavaş-yavaş, parça-parça.
Prompter; Yayın sırasında kamera karşısında haber ya da söz konusu konuşmanın akışını sağlar. Ulusal olarak nitelediğimiz birçok kanalda mevcuttur. Prompteri spiker, ya da konuşmacı kendi kullanır, durumuna göre de akış hızını kendi belirler.
Sargın; Candan, yakın, sıkı fıkı, ilgi çekici, içten, yürekten. Tutkun. İstekli. Değirmenin iyi ve düzgün çalışması.
Sersefil; Çok sefil olan, çok yokluk çeken, çok yoksul (Sefil; Yoksulluk içinde bulunan, yoksulluk çeken, yoksul, alçak, bayağı).
Sırnaşık; Rahatsız ettiğine, can sıktığına aldırmadan, bir kimseden sürekli olarak ve yalvarırcasına istekte bulunan ve bu isteğinde direnen kimse. Rahatsız eden, sıkıntı veren, musallat olan.
Sülük; Sıkıntı veren, bunaltıcı, egoist, menfaattar. Genellikle tatlı sularda yaşayan, vücudunda çok fazla miktarda sindirim kesesi bulunan, bu nedenle ağırlığının sekiz katı kadar kan emebilen, kimi kan hastalıkları için halk arasında kullanılan solucana benzer bir hayvan. Ayrıca, asma, sarmaşık gibi bitkilerin yapraklarının yanında bulunup çevreye tutunmayı sağlayan uzun filiz, asma bıyığı.
Şnorkel; Yüzeyden su altını izlerken nefes alıp vermek için imal edilmiş düzenek.
Tabu; Toplumca yasaklanmış, yaptırımlarla korunan, dokunulması, eleştirilmesi, değiştirilmesi olanaksız her şey. İlkel kavimlerde dini inanış olarak kutsal kabul edilen, korkuyla karışık saygı duyulan, dokunulması, ya da kullanılması yasak olan, yoksa zararının olacağına inanılan her şey, yasaklanarak korunmuş olan, tekinsiz.
Temayül; Eğilim, bir yana eğilme.
Vekilharç; Bir yerin (eskiden konaklarda) alışverişini yapmak için görevlendirilmiş kimse.
(2) İlginç Bir Ölüm Ve İlginç Bir İntihar Olayı (Konuları öykü içine hatırladığım kadarıyla yerleştirmeye çalışmıştım. Asıllarını kısaca ALINTI olarak özetlemeye çalışayım);
“Kaliforniya İtfaiyesi yetkilerinin bir orman yangınından sonra orman içinde yanmış şnorkeli, oksijen tüpü, paletleriyle donanımlı bir balık adam cesedi bulmuşlar. Balık adamın,20 km ötede denize dalış yaptığı ve kimliği tespit edilmiş. Ve yangının olduğu gün helikopterin daldırdığı depo ile dalgıç, ya da balık adamı da yangının ortasına püskürttüğü belirlenmiş.(Haberin yaşanmış bir gerçek olduğu ifade edilmektedir).”
“1998 yılında bir Fransız’ın garantili ölüm senaryosu ise şöyle; Deniz kıyısında yüksek bir yamaca çıkan akıllı(!) adam, boynuna ip bağlar, ipi de bir kayaya sıkıca düğümler. Zehir içer, kendini ateşe verir, uçurumdan atlarken de tabancayla kafasına ateş eder. Ancak ıskalar, ıskalanan kurşun bir kayaya çarparak yön değiştirip ipi keser, adam suya düşer, dolayısıyla ateş söner, şoka girdiği için zehri kusar, ancak bir balıkçı tarafından kurtarılan adam vücut ısısının ani düşüşü nedeniyle (Hipotermi) ölür”.
1997 yılında “ETKİ” içine sığdırmaya çalıştığım “Kimse duymadan ölmeliyim / Hatıra kalmamalı benden bir tek / Fotoğraflarımı söküp atmalıyım albümlerden...” diye başlayan dizelerde ise ben konuyu, fazla ileri gitmeksizin; “Deniz, Ateş ve Asit” üçgeninde gerçekleştirme şeklinde ele almıştım.
Yine aynı yıllarda kaleme aldığım “CÜCE” isimli öyküde; Cüce Muharrem’in karşılık bulamadığı sevgisi nedeniyle intihar serüveni; içki, zehir, kola üçgeni, tamamlayıcı olarak kayıkla enginlere açılmak, ayağına çapayı takmak ve suya atlamadan önce şakağına tabanca ile ateşleme şeklinde gerçekleşmişti.
Öykü sonundaki kazalara gelince; her iki olay da değişik tarihlerde, değişik yerlerde yaşanmıştır. Ancak hatırlayıp da kaleme aldığım olayların yer ve tarihlerini araştırmama rağmen bulamadım. Öyküde bu iki kazayı birleştirdim sadece.
Sac yüklü bir kamyon yokuş aşağı inerken sacların bağlı olduğu şeritler kopunca saclar dağılmış, yanından geçtiği otobüsün sol tarafındaki şoför dâhil, yolcuların bir kısmının kafalarını, bedenlerini giyotin gibi keserek ölümlerine neden olmuştu.
Mermer blok yüklü bir kamyonun şoförü (varsayım olarak) herhangi bir nedenden dolayı irkilip aniden fren yapınca kasasındaki blok kayarak şoförün ezilerek ölümüne, daha sonra devrilen ve yanan kamyon, şoförünün ancak küllerine ulaşılabilmesine imkân sağlamış.
(3) Ahım-Şahım; Beğenilecek, değer verilecek nitelikte olmak. Güzel.
Bakar Kör; Gözleri sağlam göründüğü halde göremeyen, çok dikkatsiz, şoke olmuş durumda sabit bakışlı.
Belagate Sandığı; Daha çok Belâgade Sandığı şeklinde Osmanlının ilk kurulduğu ya da hüküm sürdüğü yörelerde (Bilecik ve ilçesi Söğüt, Bursa ve ilçesi İnegöl dolaylarında) kullanılan bir söz olup, yedek akçaların, kıymetli evrakın ve anıların saklandığı yer anlamında kullanılmaktadır.
Bölük Pörçük; Bütünlüğü olmayan, parça parça.
Cümle Kapısı; Bir yapının ana kapısı.
Dıdının Dıdısı; Dıdının didisi, yahut didinin dıdısı şeklinde kullanılan uzak akraba ya da arkadaşları anlatmak için kullanılan bir deyim.
Hacamat Sülüğü; Kan alma işinin sülükle yapıldığının ifadesi. Hacamat; Vücudun herhangi bir yerini hafifçe çizerek üzerine bardak ya da şişe oturtarak kan alma. Argo olarak kesici bir araçla hafifçe yaralama, bıçaklama.
Haldır-Huldur (Haldır-Haldır); Hızlı ve ses çıkararak.
Ingıdık-Ingıdık; “Yavaş-yavaş, dinlene-dinlene” gibi anlamlarda, eskiden “ehlen ve sehlen” şeklinde kullanılan bir deyim.
Ivır-Zıvır; Küçük, önemsiz.
Karınca Kararınca (Karınca Kaderince, Kararında, Kararınca); Az da olsa elden geldiğince.
Makûs Talih: Uğursuz, şanssız talih. Eskiden değişmeyen, şanssızlık dolu, ters giden, düzelmeyen talih anlamında kullanılan bir deyim.
Mürdüm Eriği (Damson); Yenebilir, çivit mavisi rengiyle diğer eriklerden ayrılan, oval şekilli, sert çekirdekli, etleri sarı renkli erik.
Nuh Nebiden Kalma; Çok eski, modası geçmiş.
Ölümlük-Dirimlik; Ölmeden önce ihtiyat olarak, ya da ölüm döşeğinde hasta yatarken kefen parası gibi, kimseye muhtaç olmamak için elde tutulan para, ziynet ya da herhangi bir şey.
Palas Pandıras; Hazırlanmaya, ya da derlenip toparlanmaya olanak bulamadan, yaka paça.
Selle-Sümük; Sümüğün, tükürük, gözyaşı ile karışarak akması anlamında bir deyim olup, bazen “salya-sümük”, “sellesümük” şeklinde de kullanılmakta, mecazi anlamda; “Derdini, ya da söylediklerini, yapılmasını istediklerini duygu sömürüsü ile, özellikle sesine duygusal bir hava vererek anlatmak” olarak da söylenebilir.
Tavşanın Suyunun Suyu; Güzel bir öyküsü olup iki şey arasında uzak bir ilgi olduğunu anlatmak için kullanılan bir deyim.
Tektaş Yüzük; Aşkın ve bağlılığın simgesi ve kalbe giden en yakın damar olan sol elin dördüncü parmağına takılan genelde pırlanta olan yüzük.
Yampiri-Yampiri; Eğri-büğrü, çarpık-çurpuk giden, yan-yan.
(4) Kapı (Bir) Komşu; Evleri yan yana olan komşulardan her biri. Çok yakın komşu. [Bilecik Söğüt ilçesinin “Söğüt’ün Erenleri” Oyun Havasında “İnsan hile yapar mı kapı (bir) komşusuna” denilmektedir.]
(5) Çeç; Yöreden yöreye anlamı değişmekle beraber, tahıl elenen kalburlara, buğday-arpa gibi tahıl yığınlarına ve pancarın yeşil saplarına verilen bir ad olup, Orta Anadolu yöresine ait “Arpa da buğday çeç olur!” diye başlayan bir türkü vardır.
(6) Ağzından Girip Burnundan Çıkmak; Çeşitli yollara başvurarak birini bir şeye razı etmek, gönlünü yapmak, kandırmak, hatta aldatmak, bir bakıma ikna etme sanatı, yolu ya da yöntemi de denebilir.
Akan Sular Durulmak; Artık itiraz edilecek, karşı durulacak bir nokta kalmamak.
Aport Beklemek; Aport; Avın ve kendilerine gösterilen şeyin üzerine atılıp getirmesi için köpeğe verilen bir komut olmakla beraber, hazırda beklemek, harekete geçme anını beklemek.
Ayaklarına Karasular İnmek; Bir yerde ayakta beklemekten veya uzun süre dolaşmaktan dolayı yorulmak.
Boğazı Gidişmek; Yerel bir deyiş olarak; bir şeyler yemek, atıştırmak arzusu duymak
Burnunun Doruğuna (Dikine, Doğrusuna) Gitmek; Kendisine verilen öğütlere kulak asmayıp kendi bildiği gibi davranmak, istediğini yapmak.
Çan-Çan Etmek; Gerekli, gereksiz sürekli konuşmak, yüksek sesle devamlı gevezelik etmek.
Dobra Dobra Konuşmak (Söylemek, Olmak, Demek); Açık, net, sakınmadan, çekinmeden, gerekli doğruları, gizlemeden konuşabilmek, söyleyebilmek.
Dudaklarını İstihza İle Büzmek; Alaylı, kinayeli, iğneler bir şekilde, trip atar gibi dudaklarını kıvırmak, büzmek, ısırır gibi yapmak (O dudaklar yine, yaz geldi de bülbülleşiyor… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Vecdi BİNGÖL’e, (Bazı kaynaklarca Mustafa Nafiz IRMAK’a ait olduğu belirtilmekte) Bestesi; Sadettin KAYNAK’a ait olup eser; Rast Makamındadır. Bence en güzel bölümü; “Ah gülüyorsun sana bülbül bakarak imreniyor” benzetmesi olsa gerek. Ve kanımca bu şarkıyı da en iyi seslendiren sanatkârlar başlangıçta Hamiyet YÜCESES ve sonra Umut AKYÜREK’tir).
Gözü Pörtlemek; Gözleri dışarıya doğru fırlamak, gözlerin kaza ile çıkması, akması.
Kulak Şapırdatmak ( Kulak Şarpıldatmak); Yerel olarak geçiştirmek, duymazdan gelmek, üstüne yatmak.
Kuzguna Yavrusu Anka (Şahin) Gözükmek (Görünmek); Herkesin kendi yarattığı şey, çirkin de olsa gözüne güzel görünürmüş anlamındadır.
Minnet Borçlu Olmak; Bir kimseden gördüğü iyiliğe karşı minnet duymak, gönülden teşekkür borçlu olduğunu hissetmek.
Mukayyet Olmak; Korumak, Gözetmek.
Nemalanmak; Beslenmek. Faiz getirerek çoğalmak.
Salâvatlamak; Yerel bir deyiş olarak uğurlamak, güle güle demek.
Salto (Salta) Durmak; Köpeğin arka ayakları üzerinde dikilmesi. Güreşte rakibin bedenini kollarıyla birlikte kavrayarak yana veya arkaya savurmak, devirerek bastırmak, omuzdan atmak.
Sebat Etmek (Göstermek); Sözünden ya da kararından dönmemek, bir işi sonuna kadar götürmek. Direnç.
Sorgulamak; Suç niteliğinde görülen bir konuyla ilgili olarak, sanığa veya yasal yetkilisine (avukatına) sorular sormak.
Zül Saymak (Bir olayı, ya da sözü); Küçültücü, alçaltıcı, ayıplanacak olarak değerlendirmek.
(7) Beşik Kertmesi; İki ailenin aralarındaki iyi ve sıkı ilişkiyi daha da güçlendirmek için birbirlerinin çok küçük kızlarını ve erkek çocuklarını, bazen bebeklerini, ileride yaşanabilecek duygusal gelişmeleri önemsemeksizin evlenmek üzere sözleşmeleri veya nişanlamaları ki, hiçbir felsefi önemi dini, sosyal ve felsefi değeri olmayan akit.
(8) Az ye, az uyu, az iç / Ten mezbelesinden geç / Dil gülşenine gel göç / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler… Erzurumlu İbrahim HAKKI (Birkaç örnek. Örnekleri çoğaltmak mümkündür).
Bir işi murâd etme / Olduysa inâd etme / Haktandır o red etme / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler… Erzurumlu İbrahim HAKKI
Hak şerleri hayr eyler / Zan etme ki ğayr eyler / Ârif ânı seyr eyler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler… Erzurumlu İbrahim HAKKI
Hiç kimseye hor bakma, incitme gönül yıkma, Sen nefsine yan çıkma, Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eyler! Erzurumlu İbrahim HAKKI
(9) Kız Seni Alan Yaşadı; Mustafa SANDAL’ın meşhur ettiği bir şarkı.
(10) Adam Olmak; Büyümek, yetişmek, topluma yararlı olmak, iyi olmak, adam gibi davranmak, bir duruşa sahip olmak. Bir gruba dâhil olmak değil, bir duruşa sahip olmaktır.(Meşhur hikâyedir; “Kaymakam olan bir oğul, babasını makamına getirttirir ve “Adam olmazsın!” diyordun, “Kaymakam oldum!” sözlerine karşılık “Ben kaymakam olamazsın demedim ki, adam olamazsın, dedim. Adam olsaydın beni getirttirmek yerine gelir elimi öperdin!” demiş).
Rahmetli Bülent ECEVİT Rudyard KIPLING’e ait “IF (EĞER)” şiirini “ADAM OLMAK” olarak tercüme etmiş ve en önemli dizeyi; “Düşlere kapılmadan, düş kurabilir(sen)” şeklinde belirtmiştir.
(11) Ben sevdim, eller aldı, Feleğin işine bak… Ferdi TAYFUR Şarkısı.
(12) Hacca Giden Karınca; Çıkını omzuna asıp yola koyulan karıncaya sormuşlar; “Hayrola, nereye böyle?” “Hacca gidiyorum!” “Ömrün yetmez ki?” Karıncanın cevabı anlamlıdır; “Bu yolda ölürüm ya!”
(13) Alla Beni, Pulla Beni… şeklinde başlayan ve “Yâr” olarak ünlenen Barış Manço şarkısında; “Gözünün yârden başkasını görmediği, dağları delip geçeceği, denizleri kurutacağı, gök kubbeyi yere çalacağı, yârinin saçlarına yıldızlardan taç yapacağı, canını isterse kurban olacağı, bir nefeste güneşi söndüreceği, çıra gibi uğrunda yanacağı, rüzgâr olup beline sarılacağı, çimen olup ayağına serileceği, sürme olup gözlerine sürülmek istediğini” terennüm eder.
(14) Aşk birbirine bakmak değil, birlikte aynı yöne bakmaktır. Antoine de Saint EXUPERY
(15) Mustafa Kemal Atatürk’ümün öğretmenlerle ilgili tüm sözlerini değil bir öykü içine, bir kitaba bile sığdırmak mümkün değil, sadece birkaç sözünü alt alta sıralamayı bir vazife bildim;
Dünyanın her tarafında öğretmenler insan topluluğunun en özverili ve saygıdeğer unsurlarıdır.
Öğretmenler!... Cumhuriyet, fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister. Yeni nesli bu nitelik ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir.
Öğretmenler; Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr öğretmen ve eğitimcilerini, sizler yetiştireceksiniz ve yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır…
Öğretmenler! Erkek ve kız çocuklarımızın, aynı suretle bütün tahsil derecelerindeki talim ve terbiyelerinin pratik olması mühimdir.
Cumhuriyet sizden (Öğretmenlerden) "Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" nesiller ister.
Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden mahrum bir millet, henüz bir millet adını alma yeteneğini kazanamamıştır.
Öğretmenler her fırsattan istifade ederek halka koşmalı, halk ile beraber olmalı ve halk, öğretmenin çocuğa yalnız alfabe okutur bir varlıktan ibaret olmayacağını anlamalıdır.
En önemli ve feyizli görevlerimiz, milli eğitim işleridir. Milli eğitim işlerinde mutlaka muzaffer olmak lâzımdır. Bir milletin gerçek kurtuluşu ancak (öğretmenlerle) bu suretle mümkün olur.
Ülkemizi gerçek hedefe, gerçek mutluluğa kavuşturmak için iki orduya ihtiyaç vardır: Biri vatanımızı kurtaran asker ordusu, diğeri ulusumuzun geleceğini yoğuran irfan (bilim, kültür, öğretmen) ordusudur.
Unutmayınız ki cumhurbaşkanı bile sınıfta öğretmenden sonra gelir.
Öğretmen bir kandile benzer, kendini tüketerek başkalarına ışık verir.
Bir topluluk ulus olabilmek için mutlaka eğiticilere, öğretmenlere muhtaçtır. Onlardır ki toplumu gerçek bir ulus haline getirirler.
Öğretmenler! Memleket evlâdı, her öğrenim aşamasında ekonomik hayatta verimli, etkili ve başarılı olacak surette donatılmalıdır.
Öğretmenler; yeni nesli Cumhuriyetin fedakâr öğretmen ve eğitimcilerini sizler yetiştireceksiniz, yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin becerinizin ve fedakârlığınızın derecesiyle orantılı olacaktır.
(16) Her gün birkaç dakikanızı sizi sevecek birine ayırın. Richard CARLSON
(17) Leyleğin Yuvadan Attığı Yavru; Bu söz Türkçemize annenin bakamayacağı yavrusunu yuvadan attığı şeklinde yerleşmiş olup, yanlıştır. Aslında anne, getirdiği yemleri yavrularına eşit miktarda dağıtamadığı için, güçlü yavrular, zayıf olanları yuvadan atar ki, kendisinin payı artsın diye. Bu miras (ya da mal varlığı için) kardeşlerini katledenler için de güzel bir örnek olmalı, diye düşünüyorum.
(18) Bir çocuk şarkısı ya da tekerlemesi; Erken yatarım, erken kalkarım, bir yumurtayı sütle çalkarım, kızarmış ekmek…” şeklinde devam eder, yaklaşık70 yıl kadar önce söylenmiş…
(19) Darıldın mı gülüm bana, hiç bakmıyorsun bu yana… diye başlayan Rast Makamında bir İstanbul türküsü.
(20) Sana ey canımın canı efendim, kırıldım, küstüm, incindim, gücendim… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Rahmi Bey’e ait olup eser Kürdili Hicazkâr Makamındadır.
(21) Çatılmış kaşlarınla, kime düşman gibisin… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Yusuf NALKESEN’e ait olup, eser Hicaz Makamındadır.
(22) Seni ne çok sevdiğimi… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Necla GÜRER’e, Bestesi; Erol SAYAN’a ait olup eser Bayati Makamındadır.
(23) Kaç gündür hasretinle, alevlenirken düşünceler / Ben çılgın, ben yine gözlerinin hapsindeyim… KAYAHAN