Oldum olası en kötü ve beğenmediğim huyum abartmak…

Yok, öyle;

Denizler mürekkep olsa, yazılmaz benim derdim(1),

Zalim yârin elinden, gözyaşım sele döndü(1),

Lâmbada titreyen alev üşüdü(1),

Ağustosta suya girsem balta kesmez buz olur(1), ya da

Pireyi deve yapmak(1) cinsinden saçma-sapan(2) abartılar, ya da benzetişler gibi değil. Örneğin

Çamaşırlarım yıkanınca kar gibi oldular,

Buz gibi suyla yüzümü yıkadım gibi abartmalar...

Bir de telâşe huyum(2) var, bir bakıma abartı sayılacak, meselâ; bir yerlere bırakılmış sahipsiz bir çanta gördüm mü “Bomba”, kirli sakallı, karnı şişkin, yani göbeği (abartmamış olayım) 25-30 cm ileride olan birini görünce ülkemde yaşadığımız son olayları göz önüne aldığımda “Terörist(3)” sanmam gibi…

“Şüpheli bir şeyler var mı?” şeklinde bindiğim otobüsün camından sağa-sola bakınırken arkamdan bir el dokundu omuzuma, dalgınlığımda beni olağan ötesinde irkilten(4);

“Deminden beri cama yansıyan siluetimden beni mi izliyorsunuz?”

Geriye dönmem, cevap vermem pek gerekli değildi, neden dönecektim ki hem, aç tavuk kendisini darı ambarında görmek istiyorsa, benim onun düşüncesine ne katkım olabilirdi ki?

Sıkıntı çekecektim mutlaka ve muhakkak, bu nedenle cevap vermeye gerek görmedim. Yanım boştu, cam tarafından koridor tarafına yönelirken, içimden, belki de fark edemediğim sesli bir şekilde dudaklarımdan; “Tövbe! Tövbe!” kelimeleri döküldü.

Arkamdaki sesini esirgemeyen bayan ısrarcıydı. Otobüste o kadar boş yer varken, ben neden gelip oraya oturmuştum ki, önümde ve yan koltukta boş yer varken? Üstelik arkamdakini fark etmeksizin…

 İş yoğunluğumun yarattığı stresi(3), patronun daveti üzerine gittiğim toplantıda nelerle karşılaşacağımın merakını yaşarken o bayanın ne zaman, hangi durakta binip gelip de arkamdaki koltuğa oturduğunu bilmeksizin.

İkinci dürtükleyiş cevap vermemin gerekliliğiydi, aslında dürtükleyiş değil, dokunuş demem gerekirdi belki, eğer abartmayı düşünmeseydim. Geri döndüm.

Aman Allah’ım! Yaşamımda şu anıma kadar böyle güzel bir yüz gördüğümü hatırlamıyordum. Kalem kaşlar, deniz mavisi gözler, sarı, sapsarı, beyaza yakın kısa saçlar, hokka gibi bir burun, benimkilerden küçük aksesuarsız kulaklar, yalancı bir gülümseyişle aralanmış dudaklar ve gamzeler…

Yakası kapalı bir elbise olsa gerekti üzerinde, üst cepheden görüşüme göre. Bu nedenle boynundaki aksesuardan, ya da boynunun şeklinden haberdar olmam mümkün değildi.

Olsa olsa, böylesine uzanıp söz ettiğine göre devekuşunun boynu gibi olsa gerekti boynu. Boyu eh zürafa gibi olmasa da yavrusu kadar kabul edilebilirdi herhalde, hele bir ayağa kalksın.

Ağırlığı? O görünüşe göre kantarın ibresini bozmazdı, ama herhalde ibremin maksimum halini göstereyim mi, göstermeyeyim mi, sıkıntısı çekerdi kantar. Dediğim gibi abartma konusunda benim üstümde yer alabilecek bir başka kişiyi tanımıyordum. Ama edepsizce cevap vermem gerekliliğini savuşturamadım(4);

“Bakın hanımefendi! Aklımdan bir deyim geçiyor, ama sizin gibi bir hanımefendiye söylemem uygun değil. İyisi mi şöyle diyeyim; sizin beyin hücrelerinizde bir kusur mu var, yoksa aylık muayyen gününüzde misiniz, söylediğiniz gibi bir kurguya gerek görmüşçesine?”

“İşkilli bilmem ne dingilder demekten çekinin, ama hakaret etmeyi ertelemeyin. Hele ki Tanrının biz kadınlar için uygun gördüğü fiziksel bir yaşam zorunluluğunu sinsice belirterek! Yanılmış olabilirim, yanlış yorumlamış olabilirim, ama bu; sizin bana hakaret etme hakkına sahip olduğunuzun ifadesi değildir!”

Lehçesindeki yumuşaklık, basınçlı bir şekilde mola verir gibi Türk insanından farklı ancak düzgün bir Türkçe ile konuşması dikkatimi çekmişti.

“Özür…”

“Sakın ha! Olduğunu sandığım centilmenliğinizi ele alarak ‘Pardon!’ deyip davranışınızı inkâr edebilirdiniz(4)!”

“Ne demek inkâr?”

 “Ne demek istediğimi bal gibi anladınız. Ama ben susuyorum!”

Bir kadının mağlubiyeti kabul edip susmasını aklım almıyordu, gene de güzelliğine şaşkınlığımı, onun çaçaronluğuna(3) tercih ederek, otobüsteki diğer vatandaşların alakasızlığından da cesaret alarak tane tane, sırasıyla;

“Peki, ben geri aldım tüm küçümseyen aşağılayıcı sözlerimi. Sadece camdan bakıyordum efendim. Oldukça uzun zamandır masamda çakılı gibiydim. ‘Havaalanı yolunda düzeltmeler, düzenlemeler yapılmış!’ demişti arkadaşlarım, çevreye merakla bakışım ondandı.

Yolları, tıraşlanmış dağları, beton yığınlarını gözlüyordum, belki de o nedenle şaşkın bakışlarım sizin düşündüğünüz şekle dönüştürmüş olabilir. Kesinlikle herhangi bir art niyetim olamazdı, olmadı da…

Ama bileydim ki, şu anda karşımda, yani arkamda olan sizsiniz, sevaba girmeyi mutlaka düşünürdüm!”

Kesinlikle abartı değildi sözlerim, gerçeğin gerçeği, gerçeğin ta kendisi idi. İçimden geçen ‘Güzel bakmak sözünü’ çark ettirerek(4); ‘Güzele bakmak sevap!’ şeklinde esirgemeksizin söylemek, söyleyebilmekti isteğim…” dedim.

Anladı hemen, Türkçesi ve Türkçe bilgisi de olağanın ötesindeydi, hissettiğim kadarıyla.

“Haddinizi aştığınızın(4), küstahlaştığınızın(4), sınırsızlığın sınırları dışarılarına taştığınızın farkında mısınız?”

“Olabilir! Biz ülkemizde güzele ‘Güzel!’ oduna da ‘Odun!’ deriz. Güzelliğinizden söz etmesem bana ‘Odun!’ demeniz gerekirdi, demediğinize göre gerçeğin siz de bilincinde olsanız gerek!”

“Hakaret… Kabalık… Nezaket… İncelik… Centilmenlik…

Biri bana; ‘Bunları 3-5 dakika içinde peş peşe yaşayacaksın!’ dese, kesinlikle inanmazdım. Ne diyeceğimi bilemiyorum. En iyisi gene susmak ve öncesinde bu otobüse bindiğinize göre ‘İyi uçuşlar’ dilemek…”

Belki sesini duyurmak, belki ne söylediğimi anlamak, belki iticilik yerine güzelliğini sergilemek için koltuğa dayadığı kolunu, kolunun üstüne dayadığı çenesini çekti, belki başka türlü bir konuşmaya gerek olmadığını belirtmek istercesine mendil ya da bir tülbent sardığı koltuğa başını yaslayıp uyur gibisine gözlerini kapadı.

Bu susma gerekliliğimin işareti gibiydi. Ancak etkilenmiş olmamı göz ardı etmemin gerekliliği gibi de. Sustum, ama gerçekten dinlenme modunda ahenksiz, sinirli, kızgın, sitemli olup olmadığını merak ederek hafifçe geriye döndüm tekrar.

Burun kanatları öfkeli bir iç çekişin belirtisi gibi açılıp kapanıyor, üst dişleri alt dudağını ısırıp bırakıyor, dişlerini sıkma unvanıyla yanağı şakaklarına doğru asansör hareketi gerçekleştiriyor gibiydi.

Ben, ne yaptığımı, neden onu bu kadar gerdiğimi, ya da onun neden bu kadar gerildiğini anlayamamış olmamın şaşkınlığı içindeydim, ama “Adam sen de!” diyecek kadar ruhsuz ve duygusuz…

Yurtdışı ilintili bir firmanın Ankara temsilcisi idim. Neredeyse 10 x 10 m2 ebadında bir büro, söylenmesi gereksiz gereklilikler, bir sekreter ve üniversiteye devam ettiği için sık sık firar eden, ancak devamlılığına söz veren bir büro elemanı ile tüm yükü omuzlarımda olan biriydim.

Maaşım Türkiye’min şartlarına göre oldukçanın üstünde iyiydi, çünkü maaşım yabancı para birimi üzerinden ödeniyordu ve enflasyon nedeniyle ülke insanlarımın yaşadığı sıkıntılara karşın mutlu ve memnun olmam asla mümkün değildi.

Pek de önemli değil, ama üniversite mezunu, bir-iki yabancı dil bilen sıradan biriydim.

Büyük patronlardan biri, onayladığı bir rehberle hem Türkiye’yi görüp-gezmek ve hem de faaliyetlerle ilgili bir çalışma için Ankara-İstanbul-İzmir ve diğer dış temsilcilik elemanlarıyla İzmir’de toplanmamızı emretmişti, yolculuğum bu nedenleydi, Ankara’dan İzmir’e doğru.

Mutluydum. Uzun zamandır göremediğim ağabeyimi, yeğenlerimi ve nedenini bilemediğim soğukluğunu yaşadığım ağabeyimin eşi olan yengemi görecektim.

Bu nedenle, iki gün önceden içimdeki “Rakı, roka, balık(6)” teranesiyle ağabeyime haber vererek yola çıkıyordum. Ola ki yengemin hiddeti, şiddeti, küçümsemesi ve eşine, yani ağabeyime ve kontenjandan dolayı bana küsmesi(7), ağabeyimi etkilediğim tavrıyla bundandı. İşkilli bilmem ne dingilder tavrında, yine.

Koskoca adamın benim gibi küçüğünden etkilenmesi ne alâkaydı ki? “Huzuru bozulmasın!” anlamında ağabeyimin bazı şeylere ses çıkarmaması, çıkarmak istememesi onun değil, karısının egosuydu. Dolaysıyla benim de…

Yeğenlerim, ağabeyim çok isteseler de, istenmeyen tavır ve kahırlara katlanmaktansa otelde kalırdım, arada-sırada, yani yılda bir, bilemedin iki kez, yeğenlerimi, ağabeyimi özlemiş yalnız bir adam olarak. Üniversiteden arkadaşımın babasının otelinde yerim daima (her daim) hazırdı.

Ancak yengemin hakkını yemeyeyim, Allah taş yapar(!) yoksa sonra, her ne kadar yengemin buna içtenlikle razı olduğunu düşünsem de. Çünkü anne ve babamın torunlarının özlemiyle benden daha sık ziyaretlerine gelişlerine gerçekten ve içtenlikle memnun olur, sevinir, başına taç yapardı neredeyse onları. Hediyeler, torunlara olağandışı harçlıklar, kaldıkları sürece mutfak-kiler giderleri…

Annem için ben bir baltaya sahip olamamış, kendinden ne köy, ne kasaba olmayan biri isem, ağabeyim de teferruatı o kadar çok, el üstünde müstesna(3) bir evlât idi. Doğal olarak sap gibi olmamın(4) yengeme eziyetten başka ne yararı olabilirdi ki, bir fincan kahve, bir bardak çay dışında?

Bu nedenle sadece iç ve dış dünyamda yer alan yeğenlerim ve mecburiyetten karısının koynundan çıkmayan ağabeyim için yönlenirdi adımlarım onların yaşadıkları eve…

Otobüs Şoförünün; “Dış Hatlar!” anonsu getirdi beni kendime. Arkamdaki sinirli hanımefendide hareket olmamıştı, lehçesindeki farklılıktan umutlandığım. Düşüncelerim için, yalana mı sarılaydım yani? Lehçesine göre dış ülkelerden birine gitse fena mı olurdu?

Demek ki o da iç hatlar yolcusuydu ve içimden kahrına bir kez daha ortak olmamak, yaşamamak için; “Umarım, İzmir yolcusu değildir!” demek geçti içimden.

Tekerlekli de olsa bavulunu taşımakta zorluk çekiyor gibiydi. Tanrı yüzüne özenmiş, ama bedenini es geçmişti sanki bana göre. Tombulluğunu(3), bombelerini nasıl dillendirseydim, bilmem ki? Hani deveye sormuşlar; “Neden boynun eğri?” diye. O da “Nerem doğru ki?” demiş ya, o örnek.

Göğüsler ve karın birer gurur abidesi gibi ileride, kalçalar kendisini arkasından takip eder durumda, pantolonuna sığdırmaya çalıştığı bacakları benimkilerden kalın, mokasen pabuçları ise yine benimkilerden bir-iki numara büyük gibiydi!

Tüm söylediklerimi abartılmış birer yalan gibi düşünmek mümkün. Tanrı yüzüne ne kadar özenmişse bedenine de, her ne kadar manken gibi 90-60-90 ölçüleri vermemiş olsa da gerçekten, penceredeki siluetinden gözlenecek, ilgi çekecek güzellikteydi.

Yüzüne göre bedenindeki görüntü Tanrının imalât hatası değil, imal ederken fazla özenmemiş olması gibi düşünülebilirdi belki! Allah, sahibine -varsa eğer- bağışlasın, ne diyeyim ki? Peki, yoksa sahibi? Herhalde benim gibi odunluktan keresteliğe bile terfi edememiş(4), değeri solda sıfır belirlenenlerin biri olmazdı ya!

Yalan demekte, abarttım demekte gene de biraz haksızlığım var gibime geliyordu. Çünkü o yüzün karşılığı çıtkırıldım(3) bir beden olması gerekirdi. O halde hani, meselâ benim olmak için gözüme girmeyi düşünse fazlalıklarından bir miktar da olsa kurtulmalıydı, tabiidir ki balıklar yüzmekten bıktıklarında!!! Ya da katırlar doğum öncesi izin alma mecburiyetinde kaldıklarında!!!

Ağzı açık, ayran delisi(2) tuhaflığımda bavulunu taşımak için insanlık tarafım tutmuştu;

“Yardım edeyim mi?” teklifime cevabı, aynı aksanla ve sertçe;

“İstemez!” şeklinde idi. Gidişi kötü bir benzetme gibi görünse de, ona yakışmayacak bir şekilde bir TIR’ın dorsesini(3) ya da bir traktörün römorkunu çekişi gibiydi üstelik Arnavut Kaldırımında(2) ya da Makadam Yolda(2) sürüklercesine, sürüklenircesine.

Kendi kendime de olsa kötü düşündüğümün, gıybet ettiğimin(4), ölü bir din kardeşimin etini çiğnediğimin farkına varıp kendisine yetiştim;

“Affedersiniz! Özür dilerim!” dedim, dokunmadan, sadece yüzüne bakarak. Anlamamış gibisine gözlerini dolaştırdı gözlerimde, nasıl can yakacağını gerçekten biliyordu ve ne “Hıh!” dedi, ne omzunu silkti, vaktini boşa harcamak istemezmiş gibi yürümesine devam etti.

Sinirlenişi o kadar belliydi ki, kontrol noktasına ilerlerken yer gök inliyordu sanki!

Onunla aynı sıraya girmemek sünnet, vacip değerlerini geçmiş farz olmuştu artık, bu nedenle ben diğer kontrol noktasına yöneldim.

 Bana iki gün için yetecek kadar ihtiyaçlarımı istiflediğim ufak bir çantam vardı, uçakta yanıma alabileceğim, kemerimi, saatimi, bozuk paralarımı, telefonumu falan bir torba halinde çantamın ön gözüne sığdırmıştım. Laptopum ayrı bir özel çantada idi.

Yan gözle diğer kontrol noktasına baktığımda, sanırım ki pabuçlarındaki madeni toka nedeniyle pabuçlarını çıkartması istenmiş olsa gerekti ki uzaktan da olsa fark ettiğim kadarıyla yine katmerleşmiş bir sinirle oflayıp puflayarak onları çıkartma gayreti içindeydi.

Galoşlarıyla güvenlik kabininden geçerken bavulunun yürüyen banttan sonra yere düşmesi onu çileden çıkarmış(4), çılgına döndürmüş(4) gibiydi neredeyse, heyheyleri(3) abartılı bir biçimde idi.

Sinirli bir yapısı olduğu kesindi, başlangıçtan beri. Bardağa eklenen son su damlası gibi sinirleri taşmış, sabır taşı çatlamış olsa gerekti, kelimeler boğazından düşercesine çıkarken. Kulağıma çalınan söz;

“Başka hiçbir ülkede böylesine olumsuzluklarla karşılaşmadım!” şeklinde idi. Tanrım beni korusun, hani bir söz vardı; yiğitliğin % 99’u kaçmak, %1’i hiç görünmemek şeklinde, gerçi yiğitlikle ilgisi yok, ama onun o sinirli halinde karşısına geçip de darbe almama gerek kalmaması için oralardan % 100 olarak kaçmak fikrini uygun gördüm kendim için!

Bekleme Salonunda otururken gecikmiş olarak gelirken beni görünce yönünü değiştirip arka sıralara geçti, belli ki bana küsmüştü, düpedüz, daha tanışmadan. Bana öyle gelmişti, sanırım!

Ailesiyle birlikte İzmir’de yaşayan, hâkim olan ağabeyime geleceğimi telefonla söylemiştim (ya), doğal olarak(!) onun dışında başka birilerinin benim gelişimi bilmesine ve öğrenmesine gerek yoktu.

Biletimi internetten aldığım için rahattım. Sadece toplantı için geleceğimi, yerimin hazır olduğunu İzmir temsilcimize ve her ihtimale karşı yurt dışı temsilciliklerimize e-mail olarak bildirmiştim.

Ağabeyim, havaalanı kuralları nedeniyle telefonumu kapatmış olacağım düşüncesiyle mesaj göndermişti bana; “Doğrudan adliyeye gel!” şeklinde. Olsa olsa soruşturması, duruşması, keşfi falan var, “Öncelikle görüşelim!” demek istemiş olsa gerekti.

Yerime geçtim, anonslar yapıldı ve hostes o güzelle yanıma dikildi, bir bakıma belâ “Geliyorum!” demez, pattadak gelirdi. Gelmişti de…

“Acil çıkış kapısı(2) önündeki koltukta oturan hanımefendi, ‘Herhangi bir olasılık halinde başarılı ve cesur olamayacağını’ söyledi, yanınız boş, izninizle lütfen!”

Sonuna “Lütfen!” kelimesi sıkıştırılmış bir emirdi sanki.

“Hayhay! Ancak ben de sizin ve hanımefendinin izninizle pencere kenarını kendisine bırakıp koridor tarafına geçeyim. Sanırım benim gibiler yerine, hanımefendi gibilerin orada oturması daha uygun olur!”

Hostese de kabalığı için bir-iki kelime söylemek isterdim, ama nedense çekindim, oysa bana göre söylemek istediklerimi hak etmişti. Gene de insandım! Hostes, yanımdaki hanımefendinin bavulunu kendilerine ait bir kısım şeyleri kenarlara sıkıştırarak dolaba yerleştirme çabasındaydı, oflayıp puflayarak.

O beni otobüste dürtükleyen hanım heyulâ(3) şeklindeki bavulunu bagaja vermeye çekinmiş olsa gerekti.

O hostese, teşekkürü karşılığında bavulu yerleştirdim ve koridor tarafındaki yerime oturdum. Ortadaki koltuk boştu.

Suskunluk oldu bir süre, uçak pist başına gelinceye kadar, trafik sıkışıklığı nedeniyle piste girişimiz ve kalkışımız gecikince hiç ilgim olmadığı halde; “Teşekkür ederim!” diye fısıldadı o genç, güzel…

Kendime geldim;

“İstemez, diyeceğim, ama gereksiz, ‘Estağfurullah(3)!’ demeyi daha çok yeğliyorum. Kırk tane gönlüm olsa biriyle bile beni hazmedememeniz(4) nedeniyle yanınızda olmayı istemezdim. Ama kader işte, sitem, kinaye ve hatta hakaretlerinizi, sözlerinizi hak etmedim hanımefendi. Ne yapayım suç benim değil, bir saat kadar daha aynı ortamda beraber nefes alacağız. Umarım ki sonrasında siz sağ, ben selâmet!”

“Hem ‘Hanımefendi’ diyorsunuz, hem de bir kadına karşı sözlerinizin ağırlığını tartmayı bilmiyorsunuz. Dediğiniz gibi, bir daha karşılaşma umudumuz, niyetimiz, arzumuz, temennimiz bile yok! Ama ola ki bir gün, bir yerde, olmadık bir şekilde karşılaşır, ya da karşılaşmak zorunda kalırsak beni çok kırdığınızı ve sizi asla affetmeyeceğimi bilmenizi isterim…

Konuşmamız belki abartıyorum, ama ebediyen demek isteği ile bitmiştir, sustum, susuyorum ve bundan sonra tek bir söz bile ne söylemek, ne de işitmek istiyorum, lütfen!”

Sözleri hostesinki gibi emreder modunda, burun kanatlarının tavrı ve diğer kıpırtılar ve hareketleri aynı otobüsteki gibiydi.

Ve anlayamadığım sanki bildiği bir şeyler varmış da bilmiyor olmak zorundaymış gibi görünmek istiyordu. “Karşılaşmak” ve “Asla affetmemek” sözleri bana göre hatalı gibiydi. Hani aptala malum olsa(4), salak olmama rağmen “Şıp!” diye anlardım(4), ne yalan söyleyeyim?

Uçağın tekerleri yerden kesilmişti. Bir süre sonra karayolunda ilerleyen bir taşıt gibi(!) kasisler atladı, indi, çıktı uçak. Mumya gibiydi, ölmekten korkmaz tavrında, hatta öyle ki; “Konuşma bitmiştir!” sözünde “Ölürsem kabrime gelme, istemem!(7)” demek ister gibiydi.

Eee! Bu kadar kasislere girip çıkmayı beceren uçağın havaalanına inişinde de aceleciliğini beklemek hayal olsa gerekti. Alan yoğunluğu nedeniyle bedavadan 10-15 dakika kadar İzmir’i gördük havadan, hanımefendinin burun kanatları gene hareketlenmişti pilotun anonsundan sonra…

Uçağın tekerlekleri yere değer değmez, ikaz ışıkları bile sönmeden kemerini çözdü, cep telefonunu açtı, bir tuşa hemen bir saniye ve ayağımın tam nasır bölgesine bana saatler, günler kadar uzunca gelen bir süre bastı ve öylece durdu.

Ses çıkarmadım, ses çıkarmadı, kasıtlı mı, farkında olmaksızın mı, tereddüt geçirdim.

Bir Keloğlan masalında yatak altındaki bir nohut tanesini Keloğlan nasıl hissediyorsa, bir pabuç içindeki çakıl tanesi nasıl hissediliyorsa, ayakaltındaki bir ayak hissedilmez miydi ki? Konuşmayı yasaklamasa; “Affedersiniz hanımefendi, ayağım, ayağınızın altında kaldı!” mı demeliydim, sözlerimi “Ah! Of! Uf!” kelimeleri ile süsleyerek?

Gençlerden birinden yardım istedi, bavulunu dolaptan alıp indirmesi için. Bavulu kendisine teslim edilince nasırımın üzerindeki basınç bavulun yükü kadar arttı, gözlerimin yaşlanmasına engel olmak yanında, “Ah! Of! Uf!” modundan “Allah! Ah anam!” moduna geçmemek için bir hayli direndim.

Sonrasında gözlerim kararmış olsa da kuşlar gibi hafiflemiştim(4), ayaklarımdaki değil, omuzlarımdaki yük bile yok olmuş, kaybolmuş, hissedilmez olmuştu.

Ufak çantalarımla taksi beklerken, uçağı terk etmek için o kadar acele etmesine rağmen, beklediğinin gelmemiş olması doğrusu onun adına benim de üzüntüm olmuştu. Beyi mi, babası, kardeşi mi, hangisiyse fırça yemeyi hak etmişti bana göre.

“Buyurun! Gideceğiniz yere taksiyle götüreyim sizi!” desem, yemin billâh binmez, üstelik son ağır sözlerini lokma-lokma, lime-lime doğrayıp(4), kulaklarıma tıkardı gibime geliyordu. Şu ana kadar dilinin pabuç kadar olduğu(2) intibaını bırakmamıştı üzerimde (hani meselâ)!

Ben taksiye binmek üzereyken, onun da beklediği kirli gri, siyaha yakın, küçük tosbağaya benzer araba da gelmiş, içinden çıkan o hanımefendiyle alâkasız, kikirik(3) tipli, yaşlıca bir adam onu kucaklaşmış, yalapşap öpmüştü onu.

Kahırlı bir şekilde baktı sanki bana doğru, ön koltuğa oturduğunda araba sanki oturduğu tarafa doğru meyillenir gibi oldu, cüssesinden hiç beklemediğim halde. Hâlbuki bilmem gerekti; antipatim olsa da, zıt ama birbirine uygun düşüncelerle o tank gibi koca bavulu bagaja sığdıramama endişesiyle arka kanepeye sığdırdıklarını akıl edebilirdim…

Ağabeyim;

“Yengenin hanımlar toplantısı olduğu için çocukları bugün ben alacaktım, ama keşif çıktı, gecikme ihtimalime karşın çözüm ararken sen geldin aklıma. Arabayı al, çocukları sen al kolejden, hem sürpriz olur, hem de özlemlerini, sevinçlerini görürsün!” demişti.

Öğrenmem gereken, sadece “Saat; 16.20’de!” denmesiydi. Üstelik kaba kaçmasın, “Belki öğretmenlerden birinin dikkatini çekerim, yıldızlarımız birbirine kaynaşır, o benim yaşadığım yalnızlığa ilâç, ben onun yaşamına renk olurum!” diye de içimden geçirmedim değil, yani!

Bu konudaki şanssızlığımı; gökten halka yağsa biri bile başımdan geçmez, futbolda boş kaleye top atsam, top seker gol olmaz diye yorumlamam mümkün, hatta başka abartılarla da.

Örneğin; Lokantada yemeğin en beğendiğim tarafını tatlı yerine en sonunda yemek için ayırırım, ya tabak kaykılır düşer, ya garson sormadan alır, gider, ya da masanın diğer tarafındaki arkadaşım “Ne o beğenmedin mi yoksa?” deyip o lokmayı el koyar koymaz, ağzına götürürdü bir çırpıda!”

Yani kısa ve öz olarak demek istediğim şu; bu mümtaz(3) şehrin kızlarının hepsi güzel, evli, nişanlı ya da sahipliydi, avucumu yalamamın(4) gereği olarak yüzüme çarpılan.

Kulağına varsın istemem, ama herhalde güzel olmayan (çirkin demiyorum!), tek kız belki tavır, eda ve davranışlarını göz ardı edemediğim için yengem olsa gerekti, diye düşünüyorum. Eh onu da ağabeyim fedakârlığı yadsınamayacak bir şekilde sahiplendiğine göre açık kalplilikle söylemeliyim ki; bu şehirde çirkin kız yoktu.

Doğal olarak o kızlara yakışan da yakışıklı oğlanlar olmalıydı. Kısaca şehrin tümünde güzellik vardı, çirkinliğin eseri ve hatta adı bile geçmeyen, belki taşradan gelen bir ben hariç…

Yeğenlerimin ikisi birden durakladı önce, “Hazır ol!” demişim gibi beni görünce. Sonra ipi ilk göğüsleyen olmak istercesine yarıştılar. Çömeldim; “Amca!” diyerek öylesine sarılıp kucakladılar ki, neredeyse sırtüstü yayılıp parkın enini-boyunu ölçecektim…

Okulun alelusul betonlaşmış tali yolundan anayola nasıl o kadar dalgınlaşarak çıktığımın farkında değilim. Ben önemsizdim, önemsizim de, ama çocuklar parmak uçlarındaki çoban tırnaklarını(2) koparıp parmaklarını kanatsalar, yengemin fisebilillâh(3) ömür boyu kin dolu sözlerinden kendimi kurtaramazdım, dinlenip dinlenip her ne şekilde, her ne zaman olursa olsun, kusardı da, kusardı…

Ağabeyim de nasibini alır, kafası kocaman olur, yengemin de boyu uzardı; “Dedim ki, dedim ki…” nameleriyle atmosfer ötesinde, arşa kadar (sanırım)!

Babam, annem? Ölmeye yatarlardı(4) herhalde, gelin sözü işitmek hazmedebilecekleri bir şey değildi. Gelinin tek imalı sözü bile bavullarını toplayıp geri dönmeleri için yeterliydi, üstelik susarak, habersizce. Ne olduğunu, ya da ne olmaması gerektiğini kendilerinden başka kimse bilemezdi, tecrübemle sabit!

Tek yönlü yolda, acı bir fren sesi, küçük gri, boz, neredeyse asfalt renginde arabanın kayarak banket kenarı şevde devrilmeksizin duruşu…

Çocuklara; “Arabadan çıkmamalarını” kesin bir dille tembih ettikten sonra hemen sağa bankete inip dörtlü ikaz ışıklarımı yakarak arabamın reflektörlerini asfaltın sağ kenarına görülecek şekilde koydum, arkadan gelen diğer arabaların orta, ya da sol şeritten yollarına devam etmeleri için işaret ederek.

Direksiyondaki, nereden tanımış olabileceğimi düşünüp de hatırlayamadığım adam korkmuştu, belki de bana öyle gelmiş, belki de arabadan çıkarsa hafifleyen arabanın şevin eğimine tahammül edemeyip devrilebileceğinden çekinmiş olabilirdi.

Geçmekte olan otobüsü durdurdum.

“Yardım edin, arabayı düzeltelim, yola çıkaralım!”

Türkiye’min tüm insanları yardımseverdi, hasıl has yaparak(4) neredeyse arabayı havaya kaldırıp bankete oturttular. Bunda arabayı çalıştırıp kendisine yardım edenlere yardım eden şoförün desteğini, katkısını da söylememe gerek yok sanırım.

Hatırlamakta zorluk çektiğim şoförden başka, arabası da tanıdık gelmişti bana, o perişan, yeğenlerim için çekinikliğim ve gerilim durumumda hatırlayamamıştım.

“Geçmiş olsun beyefendi. Adım Bahadır. Şu benim iş kartım. Ankara’dan görevli gelmiştim, araba ağabeyime ait, onun kartı yok. Ama tanınan bir hâkim, Adliyede kime sorsanız gösterirler. Adınızı ve arabanızın plâka numarasını ağabeyime veririm...

Siz de onun adını, telefon numarasını ve plâkasını not edin. Arabanızla ilgili neler yaptırmanız gerekiyorsa yaptırın, fatura falan gereksiz, sözünüz yeterli. Sigorta priminize dokunulmasın, bana sadece banka hesap numaranızı verin, yeterli…”

“Bu kadar büyütüp üzülmenize gerek yok!”

Bu bey hani İstanbul ya da Ankara’da olaydı, hele ki belediye otobüsü, taksi, dolmuş şoförlerinden biriyle bu olay yaşanacak olsaydı…

İlerisini düşünmek bile istemem, ama burası İzmir’di ve bu ilin insanlarının hepsi alkışlanacak emsalsiz insanlardı. Bilmeyenlerin bilenlerden öğrenmesi gereken birçok gerçeği olduğunu belirtmek içimden geçen bir düşünce, Türk kızı Türk, Türk oğlu Türk, bayrağı, toprağı, dini ve dili ülkeme yakışan.

“Siz gene de servisine götürüp bir gösterin efendim, kaybettiğiniz zamanı telâfi etmem mümkün değil, ama anne tarafından İzmirliyim, Ankara’dan bugün geldim, sanırım iki gün daha burada kalacağım. Telefon ederseniz bir akşam yemeği için çoluk-çocuk beraber olursak memnun olurum efendim!”

“Ne zahmet, ne de ısrar edin efendim!”

“Zahmet değil, ama ısrar ediyorum. Bu nedenle adınızı ve telefon numaranızı hemen cep telefonuma kaydedeyim. Yeğenlerimin meraklı ve ful telâşe(2) bir anneleri var, o nedenle ben çocukları götürmekte gecikmeyeyim. Sizinle mutlaka tekrar görüşmek, ödeşmek ve affedilmek dileğiyle!”

Öğrenmenin yaşı yoktu, ancak insan bazı şeyleri öğrenmekte ya geç kalıyor, gecikiyor, ya da öğreniminde tehir yapıyordu, isterse okuyup profesör olsun, Bilgiç Dede’yi(8) bile yaya bırakan kız çocuğunun öyküde yer aldığı gibi. Tehir önemsizdi, ya da önemsiz gibi gözüküyordu, ama sonucunda nasıl ve nelerin olacağı, nelerin gerçekleşeceği önemliydi!

Başarılı(!) bir şekilde çocukları, arabayı ve anahtarı teslim ettim, çocukların okul dönüşlerinde kahvaltı hazırlama zorunluluğu olduğu için toplantıyı yarım bırakıp da evine erken gelen yengeme.

“Hoş geldiniz!” ertesinde, yarım ağızla “Yemeğe kalsaydınız!” davetine uymak içimden gelmedi, her zamanki gibi. Hâlâ ”Siz!” ve doğal olarak; “Teşekkür ederim! Size iyi günler!” Newton; “Etki-Tepki Kuralı(9)”nı yengemle benim için bir yasa olarak koymuş olsa gerekti, Fizik Kitaplarına!

Yaşamımın ilerleyen daha sonralarımda, bu kuralın bana karşı da uygulanacağı aklımın ucundan bile geçmemişti. Bilinen, ama bilinmediği sanılıp öğrenilen ve sonrası…

Bilemeyip öğrenmiştim.

Bu; kural yengemde hep bildiğim, yaşadığım bir kuraldı, ağabeyimin bile baş edemediği, sadece son söz olarak acizce “Peki!” dediği. Kurulu bir düzen, iki çocuk…

Karısının kaprislerine dayanması zorunluluğu nedeniyle ben önemli olacak değildim ya!..

Rakı-roka-balık ve müzik…

İzmir’e sanki ilk kez gelmiş gibi, gelir gelmez de “Şifa niyetine(2)” masaya kurulmuştum! Ege nefes olarak katılır gibiydi keyfime. Evlenirsem hani, pek aklım kesmiyor olsa da, çocuğum olursa, erkek-kız fark etmez “Ege” koyacaktım adını, ikinci kadeh ertesinde söz vermiştim kendime! Sonraki; cinsiyetine göre Ece de olabilirdi, Efe de…

Bir ufağın yarısıydı siparişim; karafaki(3) ile getirilen. Gerilim, tereddüt, kaba anlamda azarlanmak, ancak yadsınamayacak şekilde etkilenip unutamamak, tekrar görmeyi istemek, sitem, kahır, endişe, ima dolu olarak da olsa arzulamaktı içimden geçen. Sevgi ya da aşk denen duygular benim şu anda hissettiklerim mi olsa gerekti? En fazla iki saat…

Kaşarlı karides, tulum peyniri, keklik yumurtası da balığa iştirak edince ufak yarım siparişim ikinci karafaki ile desteklenmiş tam yarım olmuştu, 1930 yıllarından(10) beri milli varlığımız olarak övündüğümüz rakımız…

Anlam farklılığı olsa da, halatı babadan çıkarıp artık demir almamın gereği başlamıştı zamandan(11), son kadeh ve son İzmir tulumunun şahane katkısıyla. Her ihtimale karşı gereği yok gibi görünse de yarından sonrasına, yani toplantıya hazır olmak, patronun ya da patronların gözlerinde iyi bir intiba bırakmam için ayık ve de hatta tam ayık olmam gerekliydi. Onların bizimle fikir, dilek, istek ve düşünceleri için karşılıklı bilgi alışverişinde bulunacaktık.

Oysa abartmayı bir kenara bıraksak da; med-cezir, salıncak, hatta bebe salıncağı, sarhoş bir yengeç tek yön yerine çift yönlü, mehter marşı ritminde üç ileri-bir geri gibi bir salınım içindeydim, eh bir bakıma “Yalpalama” da sayabilirdim halimi.

Şu anda bunu düşünecek durumda değildim. Beynimin hiçbir hücresi sağlam değil, karaciğerimde ağırlık vardı kaz ciğeri(2) gibi. Kendim için isteklerim yoktu, fikir ve düşüncelerim dışında, hani meşhur söz gibi; “Kendim için bir şey istersem namerttim! (12) ama elemanlarıma zam yapılsa, genel giderler için bir miktar destek olunsa fena mı olurdu yani, hani meselâ?

Doğrusu ve gerçekten ekmek elden, su gölden örneği babamın, annemin koynunda, emekli olduklarından, istemedikleri için ev bütçesine hiçbir katkısı olmayan bir asalaktım ben.  Bir baltaya sap olmayı bilemedin, ağabeyin gibi, biz öldükten sonra ne halt yersen ye!” sözlerine karşılık “Allah geç versin!” dileklerimle bankadaki hesabım ileride oluşması kesin gibi olacak kara günlerim için günden güne artıyordu.

Bu vesile ile bir övünme fırsatı yaratayım kendime. Maaşım otomatik olarak yatardı banka hesabıma, miktarını bilmem gereksizdi, yetiyordu çünkü. Ancak iki elemanımın durumları bazen ay sonunu getirecek şekilde yürümüyordu, ev-bark, çoluk-çocuk, kira falan derken…

Bu nedenle maaş kartım onlardaydı, kredi kartım, ısrarlara rağmen zaten yoktu.

Onlar alırlar, tekrar yerine koyarlardı, haberim olmazdı, ama ısrarla belirtirlerdi, masama not koyarak, muhtemelen söylememelerinin nedeni, utandıklarından olsa gerekti. Gene de evlenme yıldönümleri, çocukların yaş almaları, okula başlamaları, bayramları dikkate alarak maaşımdan desteğimi esirgemezdim.

Ara sıra da “İkramiye” adı altında, incitmeksizin masalarına koyduğum ayırımsız zarflarla. Mezara mı götürecektim ki, evim, arabam, annem, babam vardı, daha ne olsundu ki?

Dinlenmiştim, duş alırken başlangıçlarda birkaç soğuk, sonra ılık suları (maalesef) Ege’ye yollayarak, iki gün ve sık sık. Başlangıçta aklım başımda değilse idi de, aklımın başıma gelmesi mümkünsüz gibi görünüyorduysa da yalpalamıyordum artık. Sıkıysa beynim karşı gelsin, ihanet etmeyi deneseydi bana karşı? Gün boyu dinlenmem, kahve-çay takviyesi, uslu bir doyunma yeterli olmuştu bana.

Toplantı salonunun olduğu otele ağabeyimin “Arabayla git!” ısrarına karşın, bir taksiyle geldim, arkamdaki o boz renkli tosbağa gibi arabadan iki kişi indi. Allah’tan olması arzusunu yaşadığım bir dileğim olsa bu şekilde gerçekleşmezdi gibime geliyordu.

Aynı kelimeler döküldü, üçümüzün de dudaklarından, tıpkı Türk filmlerindeki olması mümkün, bizim için imkânsız tesadüfler gibi benden başlayan;

“Siz?”

“Siz?”

“Siz?”

“Beyle tanışıyor musun Mihriban?”

“Siz tanışıyor musunuz ağabey?”

“Garabet işte, sorgulamamın mümkün olamayacağı...

Bir uçak yolculuğunda hanımefendiyle, sıkıntılı, şaşkınlık içeren bir kaza durumuyla da sizinle karşılaşıp tanışmıştık. Daha doğrusu içimden geçen bu, söylemek istediğim. Mihri Bey, size bir akşam yemeği için vaadim, sözüm vardı…

Ama hanımefendiden yolculuğumuzun mana ve ehemmiyetine uygun olmayan tavır ve davranışlarıma karşın, özür dilememi kabul etmesine desteğiniz için onun da bu yemek dileğime eşiyle birlikte katılmasını önemle istirham edeceğim. Şu anda bağışlayın, toplantıya yetişmem gerek. Sizi arayacağım efendim, iyi günler…”

Salona yöneldiğimde ismini öğrendiğim Mihriban isimli genç kızın beni takip ettiğinin farkına varmamıştım. Salon küçük sandalyeler not alınacak şekilde sağ taraflarından masa gibi destekli, aralıklı, salon oldukça sakin, sessizdi.

Sandalyesini yanıma çekerek oturdu ve fısıldadı;

“Beni çok kırdığınızı, affetmeyeceğimi söylemiştim, affetmek istiyorum, ama içimden gelmiyor. Bilmeniz gereken sadece şu, evli değilim ve bu firmanın yeni atanan İstanbul temsilcisiyim!”

“İlk imkânımla size vakit ayıracağım Mihriban Hanım. Pişmanlığım değil söz konusu, ama bana nefretinizi sorgulamayı hak görüyorum kendimde. Şimdi patron konuşmaya başlıyor, beraber dinlesek mi, ne dersiniz?”

Sustuk…

Dinledik, İngilizce söylenen, daha doğrusu hazırlanıp da nutuk gibi okunan metni. Bizlerden ve Avrupa’dan memnuniyetlerini, şarktan sıkıntılarını ve İstanbul’un yeni atanan elemanı ve seçtiği genç, dinamik, işe yatkın ve özverili elemanlarla belini doğrultmaya başladığını belirtti patron ve sordu; “Dilekleriniz?”

Engelleyen mi vardı, ilk sözü aldım, firmamızın doğası gereği, simultane tercümeye(2) ihtiyaç duyurmaksızın, İngilizce olarak;

“Firmaya en iyi hizmeti vermeye çalışıyorum, ufacık bir büroda iki elemanımla birlikte. Ben hâriç geçinmekte sıkıntılarını izlediğim iki elemanım için biraz iyileştirme düşünürseniz sevinirim!”

“Başka?”

Mihriban söz aldı;

“İstanbul, ülkemin ticaret merkezi, her bakımdan…

Yeni geldim, perişanız, yeni bir büro, kaşarlanmış eski bürokrat emeklileri yerine, lisan bilir, genç, taze, koşuşturacak elemanlar aldım. Bu elemanlarımı elimizden kaçırmayıp deliler gibi, fırtına gibi çalışmalarını sağlayacak imkânları sağlamanızı…”

İngilizce son sözleri ulaşmadı kulağıma, nedenini bilmediğim, bilmek için de kendimi zorlamadığım. Aynı şekilde İzmir’in ve şark mümessillerinin de dedikleri umurumda değildi. Mihriban’ın yüzü gibi sözleri, sesi de güzel ve ahenkliydi, sanki ilk kez fark ettiğim.

Ve anında aklımda oluşan şüphe olgusu; mademki İstanbul temsilcimizdi, neden doğrudan İstanbul-İzmir seferi yapmamıştı da, Ankara’dan İzmir’e yolculuk yapmayı tercih etmişti. Herhalde Ankara temsilcisi olarak öğrenmek istediği bir şeyler olsa, öğrenir, büroya gelirdi, böyle hırlaşmak yerine efendice tanışırdık!  Hele bakalım bu soru işareti bir kenarda dursun, zamanı gelinceye kadar!

Gerçekten görünüm olarak üç bombeli dediğim gerçeğini inkâr edeceğim bedeni artık bana hiç de önemli gibi görünmüyordu, hele ki lisanının ve işinin uzmanı ise.

Bir kez daha etkilenmiştim, daha öncesindeki etkilenişimin artısı olarak. Etkilenmemiş olmak sınırları içinde kalmak, etkilenmiş olmamak sınırları dışında kalmak gibi acayip bir iletişim modunda mıydım ne?

Yok canım! Sadece meslek, aynı firmada çalışmanın yakınlaşma olasılığı, daha ne olsun ki? İki ayrı dünyanın, iki farklı ve ayrı insanı, hem kahırlı ve hem abartmış gibi olsam da önemli değil; hoşgörülü.

Hoşgörülü olan ben neyim, kimim, kim oluyorum yahu, desem? Bu kadar bencil ve kendini beğenmiş olmamın bana yakışmadığının farkındaydım…

Konuşmaların aralığında kahve molası verildiğinde, o değil, ben onun yanındaydım;

“Beni fiziksel olarak beğenmediğin içindi tepkin, terslemen, değil mi?”

“Seni görmedim, nasıl böyle bir kanaate vardın ki?”

“Gördün, tepkini de ben hapsettim gönlüme ve fark ettim benden uzaklaşışını, uzaklaştığını…”

“Yapmayın Mihriban Hanım! Uçağa binmeden önce kontrol noktasında pabucunuzu çıkarıp giyerken, sitemli halinizle, bekleme salonunda görüp de benden uzaklaşırken, uçakta yanıma kahırla otururken bakışınızın, ayağımı çiğnemekten çekinmemenizin, o tosbağa gibi arabaya binerken haince arkaya dönüp bakışınızın ve bu arada “Siz” derken ıstırap verircesine sorgulamanızın sebebi nasıl ben olabilirim ki?”

“Eh! Umutlanma ötesinde yakışıklısınız ya, her şey sizin gönlünüze göre olmalı değil mi? Güzel bir yüz, 90-60-90 bir beden…

Bu bedene sahip olmayanların mutlu olmayı düşünmeye bile hakkının olmaması gibi düşünceleriniz, yanılmadığıma emin olduğum. Yüzümü beğendiniz, eminim, ne olurdu sanki; ‘He! Camdan sizi izledim!’ ya da benzeri bir söz söyleseydiniz, yalan da olsa neyiniz eksilirdi ki? Neden bir kadın olarak arzularımı, düşüncelerimi, düşündüklerimi, düşünmek istediklerimi kısıtladınız, kısıtlama arzusunu hissettirdiniz, arzuladınız ki? Üstelik…

Evet, üstelik beğeni sınırlarını aşıp aşağılayarak!”

“Bağışlayın, bilemedim!”

“Mümkün değil, bağışlayamam asla. Siz erkekler için memeleri uygun ölçülü, dolgun bedenli, klâsik sarışın, kısıtlı zekâsı olan, kısır akıllı, aklı başında olmayan, bilgisiz, ama siz olmazsanız yaşayamayacak bir dişi gerek size…

Size hep ‘Evet, peki!’ diyecek, çocuklarınızı doğurup, bakıp, yetiştirecek...”

Duraklar gibi, olup devam etti, dolmuş olsa gerekti;

“Yaşamı paylaşacakmış, mutlu edecekmiş, önemi olmayan bir birliktelik. İnkâr etmeyin, bu sizin gönlünüzdeki kadın değil mi? Ben ve benim gibilerin esamisinin okunup hiçbir zaman dillendiremeyeceği! Gün gelecek, muhtemelen düşüncelerinizde, daha da genelleştireyim Türk erkeklerinin hayallerindeki gibi olacağım, bugünümden farklı, sizin ve tüm Türk erkeklerinin istediği gibi beni, isteyecekleri, arzulayacakları gibi, ama sonrasında reddederek.

Bil ki o zaman eğer bana el uzatmayı dileyip istersen, sevdiğini söyleyip, senin olmamı dilersen seni reddedeceğim, bunu şimdiden bilsen senin için iyi ve yararlı olacak gibime gelir!”

Durdu bir süre daha, düşünür gibisine, kusmaya devam etmek istercesine;

“Konuşmayacağım, affetmeyeceğim, dedim, ama kaderin önüne geçilemiyor meslektaş, hatta aynı firmanın iki ayrı ildeki temsilcileri, elçileriyiz. Bundan sonraki konuşmalarımızın nasıl olacağının olması konusunda siz karar verin lütfen!”

Cevap vermeme fırsat bırakmaksızın salona doğru yönelenlerin peşine takıldı, yerini de değiştirmişti, oysa hani beğenmediğim bir huyum vardı ya, abartmak gibi olmasın, ama tavrı, hareketi gücüme gitmişti.

Etme-Bulma Dünyası(2) işte! Önce ben iteklemiştim gerçekten beğenmeyip, sonra da o beni…

Haksız mıydı? Hayır, asla! Ama sözleri beni yaralamıştı. Ne yapıp etmeli, beni kabulleneceği bir şeyler yapmalıydım, ama ne? Akşam verilecek yemek vaktine kadar bir çare, bir çözüm üretebilir miydim?

Toplantı belirtilen adreste yemek yeme sözüyle, yarına devam etme ve şimdilik kaydıyla sona erdirilmişti.

Toparlandı, çantasını omzuna aldı, evrakların olduğu çantayı göğsüne bastırarak, arkasına bakmaksızın patronların peşine takıldı.

Önce ayakta, sonra oturarak hararetli bir şekilde bir şeyler konuşmaya başladı. Meraklı, dedikoducu, ağzı bozuk biri…

Yani demek istediğim bu vasıfları taşımaktan çekinmeyen apaş bir adam gibi kulak kabartmaya ya da yanlarına çöreklenmeye hakkım yoktu!

Yalaka bir sokak köpeği gibi gösteri yapmaktansa, kuyruğumu bacaklarımın arasına sıkıştırıp uzaklaşsam fena olmayacaktı…

Gerçekten yüzünün güzelliği gibi bedeninin de ona uygun olması gerektir şeklinde düşünüp fiziksel görünümünü gözlemleyip ona karşı ilgisiz mi davranmıştım? Üstelik beyin hücreleri ve muayyen gün söylemlerimde de hakaret eder gibi. Üstelik bal gibi bilmem gereken, ağabeyiyle birlikte gelmesine rağmen; karşılıklı olarak “Siz? Siz? Siz?” kelimelerinden sonra ancak adını, kısacık bir diyalogla da evli olmadığını, İstanbul temsilcimiz olduğunu tutabilmiştim aklımda...

“Teşekkür ederim, içki almayacağım, sadece maden suyu lütfen!”

Yemekte yoktu, protokol(3) gibi kendisine ayrılan sandalyede yeri boştu. Patronlardan biri İzmir temsilcimize, duyabildiğim kadarıyla; “Mihriban Hanımın mazereti çıktı, yarınki toplantıyı kayda alın ve kendisine gönderin!” dedi.

Merak etme hakkımı kullanmalıydım. Hemen ellerimi yıkamak bahanesiyle koridora çıkıp ağabeyine telefon açtım. “Hiç!” dedi ve ekledi, “Çantasını toparladı, internetten uçak biletini araştırdı, aldı ve gitti. Bir şeylere canı sıkılmış olsa gerekti. Çünkü sinirlendiği her zamanki gibi burun delikleri açılıp kapanıyordu. Bildiğimiz bir şey, ama anlatmadığı, belki de anlatmak istemediği…”

Katılanlar listesinde ad, adres, telefon numaralarımız yazılıydı, ama yemekte yanımda olmaması doğaldı.

Yapmam, yaşamam gereken iki olasılık vardı, ikisini de denemeliydim. Önce telefon açmalı, sonra da ağabeyiyle eğer alışkanlığı varsa rakı-roka-balık, yoksa bir çay, neskafe içiminde dertleşmeli, daha doğrusu onunla ilgili olarak ağzından ne kadarını alabilirsem alabilmeliydim. İlgi alanımdaki değişikliği istemesem de kabullenmek zorundaydım.

Beğeni, hoşlanma sınırlarını aşmıştım, itiraf ediyorum, kahrı beni ona yönlendirmişti, “Aşk için erken(13)!” kavramı hükümsüzdü, geçerliliği yoktu, yeter ki gecikmemek gerektiğinin farkına varayım, çünkü sevmeye başlamış değildim, seviyordum onu.

Beni etkilemeye başlayışının omuzuma ilk dokunduğu anda başladığını hissetmememin, fark etmemiş olmamın aczini yaşıyordum.

Telefon açtım kahırla cevap verdi, numaramı tanımış olarak muhtemelen.

“İlkem gereği, ilk ve son defa açıyorum telefonu, numaranızı tanımış olarak. Çünkü ben indinizde hiçim, bilginizde de yokum artık! Buyurun!”

“Ne dediğinizin farkında mısınız? Bazı düşüncelerimi anlatmak için hiç mi şansım yok? Hem sizi apar-topar geri gitmeye(4) mecbur eden mazeretiniz ne? “

“Sizce? Beden ölçüleri sizce uygun görülmemiş bir kadın olarak bana değer vermeyen biriyle aynı ortamda kalmak içimden gelmedi. Patronlardan izin aldım ve İstanbul’dayım!”

“Ben ettim, sen etme ne olur?”

“Sen ettin, sen etme, bu kadar basit!”

“Şansım, sürem ne kadar?”

“Yok!”

“Yapma!”

“Yaptım bile! Ve izninle, telefonu kapatabilmem için, açan sen olarak önce sen kapat!”

“Toplantı sonrasında bir kere daha aramama izin ver, kapatayım!”

“Peki, ben de senden istirham edeyim, lütfen sakın bir şeyler bahane edip de İstanbul’a gelmeye kalkışma, olur mu kendini beğenmiş adam?”

“Peki, sağ ol!”

“Sen sağ ol!”

“Siz!” kelimesiyle başlayan cümleler, “Sen!” olarak tükenmişti farkında olmaksızın, üstelik emir kipinde.

Ve azıcık da umut kırıntıları yer etti, “Telefonu sen kapat!” emrinde de sanki sözlerimi uzatmamı bekler tavrındaydı, gibime geldi. İnsanlar umutsuz yaşayabilirler miydi, hele ki benim gibi sevgisinin farkında olamayıp da salaklık ve aptallıkta arşa, dangalaklıkta(3) yerin dibine ulaşacak kadar küçülmüş olanlar?

İzmir temsilcimize yöneldim;

“Dalgınlığım, kaçırdığım bölümler olabilir, Mihriban Hanıma göndereceğin CD’den bir kopya da bana yap lütfen, yarın toplantıdan sonra gitmeden önce bürona gelip almaya çalışırım!”

Yarınki toplantıdan sonra döneceğimden emindim sanki. Toplantı sonunda Mihriban’ın ağabeyine telefon ettim; “Uygun görürse beraber yemek yeme teklifimi tekrarlayarak.

“Olur! Ama bir öğle yemeği ve sadece kendinin geleceğini!” söyledi ve ekledi; “Hissettiklerimi konuşmak için denize bakarak; bir boyoz(3), ya da gevrek(3) ayran bile olabilir ikramınız!” dedi.

İzmirliydi ya, İzmir’in özelliklerini mutlaka vurgulamak istemişti. Eksiği sanırım İzmir Kumrusu idi.  Oysa ben çiğdemin, anlamını domat, mandalin, nohot nedir onların anlamını bile biliyordum, İzmirli olmak için mutlaka İzmir’de doğmak şart değildi, gönülden, ruhen, içten de İzmirli olabiliyordu insan. Hele ki...

Buluştuk Mihri Beyle. Önce açılış konuşması gibi kendinden bir özgeçmiş sundu, gerekmeyen. Sonra da kardeşinden...

Annesi kızı olacağı düşüncesiyle kendisinin doğumunda bir türküden esinlenerek Mihriban koymak istemiş adını, ancak erkek olunca kısaltmış Mihri demiş kendisine ve kardeşi dünyaya gelince de özlediği ismi koymuş kızına, yani sevdiğimi “Hele ki…”  başlangıcında gizlemeye çalışıp ancak fark ettiğim kıza.

Babası Almanya’da bir fabrikada işçiymiş, kendisi Türkiye’de doğup büyüdüğü, Trakya’da askerliğini yaptığı ve aslen İzmirli olduğu için İzmir’deki iş başvurusu kabul edilip İzmir’de işe başlamış. Sonrası aklımda kalmayan teferruatlardı; aşk, çoluk, çocuk vb. gibi…

Kız kardeşi Almanya’da doğmuş, orada okuyup büyümüş, iş bulup çalışmaya başlamış, ta ki, babasının emekliliği gelip de İstanbul’a yerleşene kadar.

Aynı firmamızın Almanya temsilcisi iken, İstanbul ekibimizin kısıtlı beceri ve başarısı nedeniyle İstanbul için istekli olmuş, bu da patronlar tarafından kabul edilmiş.

Lisanındaki lehçe farklılığının nedeni evde devamlı olarak Türkçe konuşulmasına rağmen, işyerinde Almanca, firma işleri için İngilizce, İspanya temsilciliğini de idare ettiği için İspanyolca öğrenmesinin gerekliliği lehçesindeki düzensizliği yaratmış.

Ağabeyi bir zarf çıkardı cebinden;

“Okumanız uygun değil, sadece içeriğinden bahsedebilirim kısaca, nedenini kesinlikle bilemediğim. ‘En yakınımla paylaşmam gerek, bu yükü taşıyamıyorum, mümkünse uçağım kalktıktan sonra okuyun!’ diye yazmış. ‘Birine ilgi duymuş, iteklenmiş, ötelenmiş, bu nedenle de küstüğünü, yaşama tutunmak için kendisini tümüyle işine vermesinin gerekliliğini’ kaydetmiş!”

İçimden “Bravo!” demek geçti.

“Yaşama tutunman için ben gerek sana, benim de sen olmam gerek, kulun-kölen değil, köpeğin olacağım kapında…”

İstediğim bu kadardı, ayrıldık, telefonuma sarıldım hemen;

“Mihriban! İlk anımda etkiledin beni, seni görmeksizin, sadece gözlerinle, sesinle, nefesinle, sinirle açılan burun deliklerin ve dudaklarına eziyet etmeyi hüner sayan dişlerinle. Seni unutmam belki mümkün olabilirdi, eğer ağabeyinle, eğer İzmir’de, eğer aynı şirketin iki elemanı olarak karşılaşmamız mümkün olmasaydı, ne düşünüp yapacağımı bilmeksizin...

Sevincimi anlatamadım, anlatmam da mümkün değil. Budalalığımı ve ek olarak aklından ne geçirirsen hepsini kabul ediyorum. Seninle yakınlaşmama, sana içimden geçenleri anlatmama, yaklaşmama izin ver, lütfen!”

“Ağabeyimle mi konuştun, yoksa yazdıklarımı mı okudun, özetini mi söyledi sana? Bana ait bir söylemi seninle paylaşmaya kalkışmasını kabullenemem ve ağabeyimi affetmeyeceğim. Sen de sandın ki o satırlarda söylenip yazılan sensin, hüsnü kuruntun(2) bu, ifade etmekte zorlanmıyorum. Çünkü ben bir hiçim, sen de benim için bir hiçsin…

Dolaysıyla aynı duyguları yaşamamız mümkün değil, hele ki bana değil, bedenime yönelen bakışların nedeniyle. Utanıyorum, özür dilerim, telefonu kapatıyorum.”

Cevaplamama fırsat kalmadan bir daha açılmayacakmış gibi kapandı telefon. Dileğini daha önceden belirtmişti yüzüme karşı; “Sakın gözüme gözükme!” derken, o kadar içerlemişti yani, ya da ben öyle sanmıştım.

Muhtemelen benim numaramı reddedilecekler listesine kaydetmiş olsa gerekti. Çünkü defalarca çaldırdım; “Ulaşılamıyordu!”

O halde her ne kadar umutvar olamayacakmışım gibi bir his yaşıyor olsam da; büronun telefonu, e-mail(14), twitter(14), Instagram(14), Facebook(14), hatta MySkype (face to face) (14) ne güne duruyordu ki?

Ankara’ya dönüp bürodan telefon açtım, “Ankara’dan” deyip adımı söyler söylemez sekreter;

“Şu anda büroda yoklar efendim, dışarıya çıktılar!”

“Anladım, küstü ve sizinle işaretleşti değil mi? Elçiye zeval(15) olmazmış, onu çok sevdiğimi yaşayamadığımı, yaşayamayacağımı iletin lütfen!”

Sesimin dışarıya verildiğini, onun beni duyduğunu hissediyordum. Bir kez daha şansımı denemek istedim. Ankesörlü telefondan aradım bu kez. Aynı sekreter sesimden anlamış olsa gerekti, “Alo!” demeden, etrafımdakilere aldırmadan bağırdım;

“Kulağını aç ve duy beni, seni seviyorum!”

Ekranda gözükmüyordu, sesim ulaşmıyordu, diğer denemem gereken şanslar önce klavyem, sonra da kalemim olacaktı.

İlk mailim; “Şarkılardan fal tuttum ikimize kaç kere?(16) ne çıktı biliyor musun? “Geçsin günler haftalar, aylar, mevsimler yıllar… Sen gözlerimde bir renk, kulaklarımda bir ses ve içimde bir nefes olarak kalacaksın!(17)

Hiçbir eklenti, pardon tek bir soru işareti ile geri döndü. Kahroldum, üstelik kahrolmaya devam edeceğimden emindim. Elimi uzatmıştım, tutmak yerine terslemişti, tek bir soru işareti ile.

“Seni seviyorum, bağışla beni, gel boşuna tüketmeyelim ömrümüzü. Tamam, suç benim, kusur benim, biliyorsun(18), hadi uzat elini!”

Bu kez araya konan artı ve iki soru işareti ile aynen geri döndü mail. Anlamını bilemedim, anlayamadım. Bu kez onun için sıralamaya çalıştım dizelerimi, diğer şairlerden, hislerimi anlatacak (ç)alıntılar yerine.

“Sen olamamak
yalnız ben kalmak
Ne demek bilir misin?
(19)

Mail katkısız-yorumsuz geri geldi ama bu sefer artı 4 soru işareti ile. Çaresizdim, çarem olmamakta direniyordu. Bu kez bir şairden (ç)alıntı yaptım, ismiyle, dizeleriyle; Özdemir ASAF’tan “Bir Bir” ve sadece iki mısra; “Seni bende, beni sende arıyorlar… Yarımlarımızı bütün sanıyorlar…(20)” “Ben sende yaşıyorum(21)diyen şair gibi olamam asla ben de sana beni ekliyorum;

“Bir nefes
bir nefese karışınca
yani; 1+1 olunca nefesler
dünya;
hatta tüm dünyalar senindir,
şüpheye yer kalmadan.

Ve ölümsüzlüğe de ulaşırsın,
zaten ölüm yoktur o zaman
çünkü gerçekte 1+1=
sonuç olarak
yalnızca 1’dir.
(22)

Mail tekrar iade edildi, mahrecine iade(2) dercesine geldiği yere iade olarak, ancak bu sefer soru işareti bir öncekine göre iki misli artmıştı, artı 8 adetti. Demek ki her seferinde bir öncekinin katı kadar artırıyordu, her ne hikmetse?

Anlamıştım, tahammülümün sınırını deniyordu. Bir mail ve daha sonraki maillerim gerçeğini ispatlayacaktı, Hindistanlı Yüce Bilginin satranç tahtası üzerindeki birden başlamak üzere her bir kareye bir önceki buğday tanesinin katı kadar varlığı(23) gibi dayanabilecek miydi, bakalım?

Yılmadım soru işaretlerinden! Sağanak gibi döşemeye devam ettim sözlerimi, aralıklarında şiir sandığım, şiir dediğim dizeleri;

“Ben ki seni gönlüme hapsettim, sen beni gönlünden uzak tutuyorsun, neden? Aç-susuz-uykusuz ne kadar yaşarım ki?”

“Bir kış sabahı güneşinin kızıllığı
gibi hiddetin;
durgun-soğuk.

Neden?
Yetersiz bir sevgi mi,
azımsadığın?
(24)

Artı 16 soru işareti…

“Sen, sevgi dünyamda sensizliğe dayanacağımı, tahammül edeceğimi düşünüyorsan, yanılıyorsun…”

Artı 32 soru işareti…

İddialaşıyordu, düpedüz, ya da alay ediyordu aklınca, asla aklı konusunda bir şüphe düşünmediğim. O Hindistan’da satrancı bulan Yüce Bilgin’i tanıyorsa, ben de bir satranç meraklısı olarak, 1400 yıl evvel, yani 600 küsurlu yıllarda yaşamış bilginle karşı karşıya oturup sohbet ederken satranç oynamışlığım yoktu ama tanışmışlığım vardı, övünmek gibi olmasın!

“Yalnızlığı paylaştın mı hiç
yalnız,
ıssız gecelerde?

Uzattığın elin boştur,
boşluktadır,
şaşkın bir kurban çaresizliği içindesindir
ecelle aranın iyi olmasına
şaşırırsın.

Yanaklarında oluşan ıslaklık
yalnızlığı beklemenin uzantısıdır
tek başına,
kendi başına,
kendi kendine.

Biter mi?
Bitmez...
Bir de bakarsın ki;
Kalbin bedenine sığmaz olmuş!?
(25)

Yanıt yok, yine sadece 64 soru işareti daha, onun yılmadan işaretlediği, benim bıkmadan saydığım ve sonucun nasıl bir pes(4) şeklinde gerçekleşeceğini düşünemediğim. Zaman gelecek satırlara, sayfalara sığmayacaktı.

Eee! Bir buğday tanesi ile başlayan satranç karesi, son karede 570 milyon ton buğday oluyorsa, varsın Mihriban düşünsündü, sayfa adedini. Bir de print out(26) deyip yazdırmaya kalkışırsa, yandı gülüm keten helva?

Hani o zaman “Yazsaydım ben derdimin bir tanesini(27)”, demek yerine; “Bir kez ‘Merhaba!’ deseydim!” diye düşünür müydü acaba? Bu düşünce aklıma müthiş bir düşünce çağrışıp sıkıştırdı, sanki sonuç alacağıma inanıyormuşum gibi.

“Mihriban, ismin sana yakışıyor, ama isminin anlamıyla davranmamak için niye direniyorsun ki? Şefkatini esirgeme, sevmeye gayret et, sevgili ol ki, ben de ismimin gereğini yiğit, kahraman olarak yaşayayım senin için…”

“Bana mısın?” demedi, sayfaya sığmamasını dert etmeyerek bu kez soru işareti sayısı artı 128 olmuştu.

“Şiirim” dediğim dizeler yoğunlaştı beynimde uzunluğunun canını sıkıp, sinirlerini depreştireceğine(4) inandığım için kısalttığım;

Gülen yüzün daima gülsün, hiç solmasın,
Gönlüne asla elem, keder, yas dolmasın,
Kapat avuçlarını! Hiç açık kalmasın,
Yeter ki sen sağ ol, sana bir şey olmasın!

Sensin yaşadığım, havam, toprağım, taşım,
Sensin bir damla su, lokmam, ekmeğim, aşım,
Seninle yere eğilmez bilirsin, başım,
Yeter ki sen sağ ol, sana bir şey olmasın!

Goncalar dallarda, dallar yapraklı olsun,
Gönlüne hep neşe, sevinç, mutluluk dolsun,
Sen benim için Tanrıya ulaşan yolsun,
Yeter ki sen sağ ol, sana bir şey olmasın!

Tanrı yaratmış, cismim için olmuşsun put,
Ya da gonca bir gül gibi saklanan yahut,
Diyemem gizlenen olsam gibi bir yakut,
Yeter ki sen sağ ol, sana bir şey olmasın!
(28)

            Sessizlik artı 256 soru işaretine ulaşmıştı. Ha gayret dedim, nasıl olsa ya soru işaretleri tükenecek, ya da iflâs edecekti makinesi bu kadar sorunun arka arkaya bilinçsizce harcanması yüzünden. Benim durmaya hiç niyetim yoktu, okumadığını düşünsem bile, umut etmemde sakınca yoktu ki?

            “Başlangıcımda senin olmayı bilemedim. Ama sonumda senin olamayacağımı, seninle bir ömrü tüketemeyeceğimi bildiğimde öleceğimi bil!”

            Hiç olmazsa “Ölme!” demesini, benim de onu “O halde öldürme! Benim ol!” şeklinde cevaplamayı düşledim!

            İtiraf etmeliyim ki, muhafazakâr-tutucu bir yapıya sahip anne-babamın kesin tavır, rica hatta tehditlerine rağmen üstesinden gelemediğim, içinden çıkamadığım bir yaşam şekline bürünmüştüm; İçki…

Çok zaman iş toplantılarım olmaya başlamıştı(!), adeta sık sık! Büyüklerimin inançları güvenleri sadıkane olarak tamdı. Oysa garsonlarının belki de bahşişler nedeniyle tanıdığı meyhanelerin, bodyguardların(3) aynı nedenle tebessüm ettikleri şekilde idi görünüşüm.

Dertleri zevk edinip neşeden umudu olmayan(29) insanları, yani benim gibileri görenlere tebessüm etmek yerine gülmek yakışırdı sanırım.

Gece kulübündeki Portekizli Sonja’nın önceleri sadece bedava içmek için sokulduğu, sonraları acıyıp içkisini içmekle beraber teselli etmeye çalışması nedeniyle gece kulüplerinin gediklisi olmuştum, bazen üst üste, bazen gün aşırı, bazen üç-dört günde bir…

Eee! Sonucu vardı böyle körkütük sarhoş(2) olmasam da, içkili olarak feneri bir yerlerde söndürmemin(4), geceyi kendim kendimle, ben başıma geçirmemin. Bazen büromda uyukluyordum, personelim gelmeden önce kendime gelmek için saatimi kurup tıraş olmak üzere. Çok zaman ise otele gidiyordum.

Biriken paralarım suyunu çekmese de, evvelden olduğu gibi banka hesabım damlaya damlaya göl olmak görevini yapmaktan vazgeçmiş, daha ziyade damlaya damlaya kuruma moduna girmiş gibiydi.

Alışkanlığım bazen evde de devam ediyordu. Ama nasıl? Anne ve babamın güvenlerini sarsacak olmama aldırmaksızın kaza ile(!) çantama koyduğum kokusuz içkilerle, anne ve babamın uyumalarını bekliyordum, “İşte çok yoruldum!” yalanı ve uyuklama modunda.

Yaşadığıma inandığım bu dert beni içki gibi yalana da alıştırmıştı, aslında yalan söyleyip o yalanı aklımda tutacak kadar zeki değildim!

Öyle ki zayıfladığımın, bazı insani fonksiyonlarımı yitirdiğimin ilk habercileri garsonlar ve bodyguardlar, sonra da Sonja olmuştu. Annem, büro arkadaşlarımdan önce davranmış, bir bakıma anne olmanın hasletiyle(3) susmuş olsa gerekti ve ilerleyen zamanda durgunluğumu, dalgınlığımı, yemeklere yetişemeyip, sabah kahvaltılarını alelusul yapmamı dikkate alarak sorgulama gereğini hissetmiş olsa gerekti;

Dünyada ölümden başka her şeyin çaresi var, derdini söylemeyen derman bulamaz, dertsiz baş olmaz, ağacı kurt, insanı dert kemirir, dert insanı uyutmaz(30) oğlum, aç derdini, çaresini arayalım, bulmaya çalışalım, gün günden eriyorsun, anne olarak dayanamıyorum!”

Ufak değildi ki derdim, “Ufak şeyleri dert etmeyin!(31)” diyenin felsefesine uyayım. Susuyordum, ama susana karşı bitmez tükenmez susuzluğum devam ediyor, aklım başıma geldikçe yazıyor, yazdıkça aklım başıma geliyordu.

“Her şey cisim (yani fizik) değil
ulaşmadan,
buluşmadan da sevebilir insan
Ve bu (bence)
‘aşk’ demektir.
(151)

Soru işaretleri enflasyon nedeniyle, belki de tasarruf düşüncesiyle(!) 1000 küsurlardan sonra tek adede inmişti. Belki gururu, belki de acıma hisleri izin vermemişti kendisine o kadar soru işareti ile o kadar çok incineceğim için.

Sanırım ki, daha doğrusu umut ediyordum ki, onun için dizmeye çalıştığım hiçbir dizem, hiçbir sözüm, satırım boş değildi. Soru işaretlerinden nefret ediyordum, ama o soru işaretlerinin sahibini artık deliler gibi kendimi zapt edemez bir şekilde seviyordum.

“Kalbin yok mu senin?”

“Acıma hislerini yitirdin mi?”

“İnanmıyor musun?”

“Seni sevdiğimi neden hâlâ anlamak istemiyorsun?”

Her tek satırlık sorumun cevabı tek adet soru işareti idi, inatla.

Baş edemedim, her halde duygularım içten pazarlıklı olarak, duygu sömürüsü(2) yapmaya itekledi beni.

“Bil ki senin elinden olacak ölümüm(33) ve öldürene ne dendiğini biliyorsun, belki de bu son sözüm.”

Cevap gelmedi uzun süre, soru işaretine bile razıydım, soru işaretleri tükenmiş olabilir miydi klavyede? Ya da ağabeyine döşediği satırlardaki ben olmayabilir miydim?

“Bulamadığımı sandım…
Oysa seni aradığımda
ilk bakmam gereken yer
sadece kalbimmiş.

Neden daha önce düşünemedim ki?! (34)

Bilmediğim bir tarafı mı vardı, sadist, sadomazoşist(3) olmak gibi meselâ, eziyet etmekten ve eziyet görmekten zevk alan? Anlamamın tek yolu vardı, daha doğrusu buna genç yaşında yitirdiğim bir arkadaşımın ahrete telaşlı bir şekilde daveti oldu beni rüyamda, belki de hayal dünyam geniş ya, hayalimde.

Uçmak, karşısına dikilmek; “Sevmiyorum!” cevabını aldıktan sonra, gazetelerin üçüncü sayfalarına reklâm kapağı olmaksızın usulünce yok olmak! Eğer yaşam benim için sadece onda şekillenmişse, ben sadece onda yaşama devam edecektiysem ve o “Hayır!” diyorsa yaşamış olur muydum, ya da yaşamamın ne gereği olurdu ki?..

Masasındaydı, karşısına dikildim, sekreterin engellemeye çalışmasına önem vermeden, büyüyen gözleriyle baktı, yerinden kalkmadan;

“Hoş geldiniz efendim ve güle güle gidiniz!”

“İsmimi söylemek bu kadar mı zor Mihriban? Bir acı kahvenin, kırk yıl sürmese de hatırını birkaç dakikaya sığdırsan, sığdırmaya çalışsan. Ben sizi seven kul-köle olmayı dileyen biri olarak sizin için değil de firmamızın işleri için gelmiş olamaz mıyım?”

“Şapkama anlatın!”

“Bir defa o sözü ‘Külâhıma anlat!’ şeklinde söylemen gerekirdi, abartıyorum belki ama sonuna da emir kipi gibi görünse de ‘Lütfen!’ kelimesini eklemen zor mu olurdu? Hiç olmazsa sözlerinin sonuna kerelerce soru işareti koymadan!”

“Özür dilerim! Lütfen!”

Gülümsedi, yaşamımda gülmenin kendisine bu kadar yakıştığı birini tanımamıştım, ilk anımızdan beri sakındığı, sakladığı bir tavır olsa gerekti bu, yaşam dediğim şu andı. O zaman gerçeği bilmesi hakkıydı;

“Doğru söylemedim, işim-gücüm yok, sadece senin için geldim, ‘Evet!’ ya da ‘Hayır!’ demen için. Rahmetli bir arkadaşım, ahrete davet etti beni rüyamda, gitmeden önce vedalaşayım istedim. ‘Hoş gidiniz!’ demek yerine ‘Git!’ dersen hemen giderim ve yemin ederim ki bir daha ne dizelerle, ne satırlarla, ne de şeklen, cismen görünmem gözüne, bir kez daha yemin ederim!”

Sekreterine seslendi;

“Kızım! Zahmet olacak ama iki Türk Kahvesi, acı olsun!”

Sekreter odasından mutfak olduğunu sandığım bölüme geçerken, bana öyle geldi ki, açtı ağzını yumdu gözlerini;

“Kısa konuşacağım. Almanya’dan geldiğimde çektin dikkatimi, kimler var, kimler yok, ne, nerede, niçin şeklinde gelir gelmez yapmam gereken çalışma sırasında. Etkilendim resminden, işlerinden, duygulandım, yaklaşmak istedim. Sırf bunun için göreve İstanbul yerine Ankara’dan katılmayı istedim. Ama itekledin beni tanımadan, etmeden, bilmeden. Bunu kabullenmem mümkün değildi, hâlâ da değil. Kahve ikimiz için de bahane, biliyorum. Gönlüm dilerdi ki, ‘Gitme, hep yanımda kal, nefesini duyayım, içinden geçenleri bıkmaksızın söyle, ben de soru işaretleri yerine, senin kadar düzgün cümleler kuramam, dizeler dizemem, ama içimden geldiğince duygularımı anlatma gayreti yaşardım! Şimdi, diyemiyorum, demek de içimden geçmiyor; hadi git! Git artık!”

Tüm sorularımın cevapları sözlerinde gerçekleşmişti.

“Demek tüm yazdıklarımı içinden geçmese de okuduğunu düşünüyorum. Son kararın buysa peki temelli gidiyorum, aslında dizlerinin dibine çöküp ‘Unut geçmişi’ deyip özür dilemeyi istiyordum ve benim olmanı. Demek ki dilemekle olmuyor. Ama ilk ve son defa senden bir şey dilesem Mihriban?”

Sormak, belki de vedalaşmak istercesine kalktı yerinden, o zaman zayıflayıp eridiğini, bahsedecek bombeleri olmadığını fark ettim;

“Sana bir şey olmasın, diye yazmıştım, sana bir şey olmasın dilerim tekrar. İşler mi yordu seni bu kadar?”

“Sana ne?” demek ister gibiydi tavrı sanki. Sonra kendini toparladı;

“Senin de farkın yok, sapsarı bir beniz, çökmüş avurtlar ve...

ve saire…

Seni de mi işler yordu bu kadar? Tamam, söyleyeceğin her neyse söyle ve git Bahadır!”

“İlk kez ismimi söyledin, farkında mısın? Gene de kararına saygı duyuyorum. Gideceğim! Bil ki seni sevdim, seviyorum ve yaşamımın son anına kadar da seni sevmekten vazgeçmeyeceğim, usanmayacağım. İlk ve son defa dedim, bir veda olarak sarılıp öpebilir miyim seni?”

“Şimdi, şu anda, burda, hem de vedalaşmak gibi. Sen aklını mı kaçırdın, yoksa Ankara’da mı bıraktın?”

“Sen aldın ya, farkında değil misin?”

Kendime egemen olamadım, dünyayı umursamaksızın, kucakladım ve öptüm.

Sonucunun tekme-sille-tokat olacağını, bağırıp-çağıracağını düşünüyordum, o kadar yalvarıp-yakarmama aldırış etmediğine göre olması gereken buydu sanki.

Öyle olmadı ama.

Cevapladı öpüşümü, kalplerimizdeki tıkırtılar birbirine karıştı, nefes almaya çalışırken;

“Gitme!” dedi.

Ben de gitmedim.

Yelkenler suya inmişti(4)

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Abartılı (Abartmalı); Bir olayı bir şeyi olduğundan daha büyük, daha çok gösterme.

Bombe; Kabarık, şişkin (Öyküde; göğüs ve karın ile kalçaların normale göre daha fazla olduğu abartılı olarak anlatılmak istenmiştir).

Mihriban; Şefkatli, merhametli,  muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu, dost.

Bahadır; Savaşlarda gücü ve yılmazlığı üstünlük kazanan ve yiğitlik gösteren, batur, yiğit, kahraman.

Mihri; Güneşle ilgili, güneş, sevgi, Eylül ayı.

(1) Kur’an, Kehf Suresi, 109. Ayet; “De ki; Rabbimin sözleri için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar mürekkep ilâve etseydik dahi Rabbimin sözleri bitmeden önce mutlaka deniz tükenirdi.”

Zalim yârin elinden, gözyaşım sele döndü… Seyfi YERLİKAYA şarkısından.

Sarı saçlarını deli gönlüme bağlamışlar çözülmüyor Mihriban… şeklinde başlayan Maraş yöresine ait türkünün özel bir öyküsü olup neredeyse baştan aşağı abartmalarla doludur  Lâmbada titreyen alev üşüyor, aşk kâğıda yazılmıyor” ve “Her nesnenin bir bitimi var, ama aşka hudut çizilmiyor” en vurgu yapan kısımları diye düşünüyorum.

Kara bahtım, kem talihim… diye başlayan Adana Yöresi Türküsünde, “Ağustosta suya girsem, balta kesmez buz olur…”

Pireyi Deve Yapmak; Küçük, önemsiz bir olayı çok büyütmek, abartmak.

şeklinde aşağı yukarı hepimizin kullandığı abartmalar mevcuttur. 

Örneğin; Mübalağa(Abartma), Teşbih (Benzetme), İstiare (Benzetme, Eğretileme), Kinaye, Cinas, İntak, Tecahül-i Arif,  Hüsn-i Ta’lil, Tezat, Tevriye (Gizleme), Telmih (Hatırlatma), Tariz; (Taş Atma, İğneleme, Alay Etme, Sözün tersini belirtme), Tekrir (Tekrarlama, Anlamı Güçlendirme), Tenasüp (Uygunluk), Leff; (Söyleneni Anlatma), İstifham (Soru Sorma), Nida(Seslenme), Aliterasyon; (Sözleri yineleme), Seci (Uyum)…

(2) Acil Çıkış Kapısı; Tehlike anında kapalı mekândaki insanların süratle ve güvenli bir şekilde boşaltılmasına imkân verecek nitelikte konumlanmış ve dışarıya doğru açılan kapı.

Ağzı Açık Ayran Delisi (Gibi Bakmak); Yeni gördüğü her şeye alık alık bakan, anlamsız bir hayranlıkla seyredip şaşıran, basit şeyleri bile aval aval izleyen, amaçsız, serseri bir şekilde, ne yaptığı belli olmaz bir şekilde dolaşmak, çevreye aptalca ve hayranlıkla bakmak  (bu durumda ağız açık, dil de hafifçe dışarıya doğru çıkıktır).

Arnavut Kaldırımı; Desenden bağımsız, belli büyüklükte taşlarla kaplanmış, yaya veya araç trafiğine açık yol. Yağmur sularının taşların arasından akmasına izin verdiği için yoğun yağış alan bölgelerde kullanımı yaygındır.

Çoban Tırnağı; Genelde tırnak diplerine yakın yerlerde derinin kalkması şeklinde görülen sıkıntı.

Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar.

Etme Bulma Dünyası; “Bu dünya kötülük edenin kötülük bulduğu bir yerdir”  anlamında kullanılan bir söz.

Ful Telâşe; Gereğinden aşırı, abartılı telâş.

Hüsnü Kuruntu (Hüsn-ü Kuruntu); Zararsız kuruntu, güzel kuruntu anlamlarını içermekte olup herhangi bir durumu kendince, bencilce iyiye yorumlamak denilebilir.

Kaz (Ördek) Ciğeri; Fransızlara mal edilmekle beraber Macaristan’da gördüğüm (bence vahşice yöntemlerle; zorla besleme, zorla yem yedirme şeklinde) kaz ve ördek ciğerlerinin yağlandırılmasıyla elde edilen yiyecek.

Körkütük Sarhoş; Kendini bilmeyecek kadar sarhoş.

Mahrecine İade;  Asıl anlamı; Gümrüğe gelen bir eşyanın vergileri yatırılmadan satıcısına ya da aynı ülkedeki başka bir alıcıya gönderilmesi olmakla beraber, meselâ nişanda takılan bir kısım ödüllerin, nişanın bozulması nedeniyle sahibine iade edilmesine, bir mektup, bir tebligat kabul edilmemişse gönderildiği yere iade edilmesine dair kullanılan söz.

Makadam Yol; Kırılmış taşları döşeyip üzerinden silindir geçirilerek yapılan yol.

Pabuç Kadar Dil; Hemen her söze cevap yetiştirmek, büyüklerine karşı saygısızca cevap yetiştirmek.

Saçma Sapan; Akla çok aykırı, çok tutarsız, çok saçma.

Simultane Tercüme (Çeviri);Konuşmanın yapıldığı anda sözlerin diğer bir dile çevrilmesi. Tercüman çeviriyi bir çeviri kabininde konuşmayı kulaklığı ile dinler ve çeviriyi mikrofona yapar. Dinleyiciler özel bir donanım sayesinde kendi dillerine çevrilen konuşmayı kulaklık yardımıyla dinlerler.

Şifa Niyetine; Hastaya ilâç verilirken, ya da yemek yedirilirken; “Yararlı olsun, sağlığına kavuştursun!” anlamında kullanılan söz.

Telâşe Huyu; Çok telaşlı, çevresini telâşa veren, çabuk telaşlanan, karşısındaki insanları da hareketleri ile telâşlandıran insan huyu (Daha çok “Telâşe Müdürü” şeklinde kullanılır).

(3) Bodyguard (Badigard); Can güvenliğinin tehlikede olduğu bir kimseyi saldırılardan korumak üzere görevlendirilmiş kişi. Koruma görevlisi, fedai, muhafız, sakınan.

Boyoz; Ege’nin incisi İzmir’e özgü ve İzmir’in damak tadı ile özdeşleşen “Yağlı Un” da denilen yöreye özgü hamur işi.

Çaçaron; İtalyancadan dilimize yerleşmiş (ciacchierone) “Karşısındakini susturacak biçimde, çok konuşan, çenesi kuvvetli, geveze” anlamındadır.

Çıtkırıldım; Pek aşırı, ince ve çekingen. Güçlüklere dayanıksız kimse.

Dangalak; Argoda; kısaca “Dangıl” şeklinde olarak kullanılmakta. Bazen; “Dangalanak” şeklinde de söylenmektedir. Kabaca davranan, konuşan.

Dorsey (Dorse), Treyler; Genelde motorlu bir taşıt tarafından çekilen ve taşıyacağı yükün özelliklerine göre tasarlanıp imal edilen, en az bir dingilli ve çekildiği taşıta çeki oku, döner tabla ve kanca gibi bağlantı aygıtlarıyla bağlanılarak görevlendirilen karayolu taşıt aracıdır. Çekici araç ile dorsenin plâka numaraları farklı olabilir.

Estağfurullah; Asıl anlamı; Arapça; “Tanrıdan bağışlama dilerim” şeklindedir. Ancak Türkçemizde kendisine olumsuzluk bir nitelik yakıştıran kimseye “Hiç de öyle değil!” anlamında nezaket, bazen de alay sözü (öyküde bu anlamda kullanılmıştır).  Bunun tersi övülen veya teşekkür edilen kimsenin söylediği incelik ve alçakgönüllülük sözü. Ayrıca karşısındakinin kendinden beklediği işi, kendisi için yük saymayan kimse tarafından söylenen nezaket sözü.

Fisebilillâh; Tanrı yolunda anlamında hiçbir karşılık beklenmeden, karşılıksız olarak (Arapça).

Gevrek; İzmir’de simite verilen ad.

Haslet; Kişinin yaratılışından gelen özelliği, yaradılış, huy.

Heyheyler; Sinir bozukluğu, sinirlilik, asabiyet

Heyulâ; Korku verici, ürkütücü hayal.

Karafaki; Uzun boyunlu, kulpsuz, küçük rakı sürahisi.

Kikirik: Zayıf, ince, uzunca boylu, çıtkırıldım tarifinde bir kimse.

Mümtaz; Seçkin. Ayrı bir yeri olan, üstün tutulan.

Müstesna; Kuraldışı. Benzeri az bulunan, benzerlerinden ayrı, üstün olan, seçkin.

Protokol; Kimi törenlerde ve durumlarda uyulması gereken kurallar. Resmi bir toplantı, oturum, soruşturma gibi iki yan tarafından yapılacak anlaşmaya, sözleşmeye dayanacak belge.

Sadomazoşist; Acı çekmekten ve çektirmekten hoşlanan.

Stres; Kişide bir kısım sorunların yol açtığı ruhsal gerilim, zorlanma, dayanıklılığı azaltan ruhsal gerilimler. Ameliyat şoku, travma, soğuk, heyecan gibi etkenlerin iç organlarda, organizma ve metabolizmada oluşturduğu bozuklukların tümü. Canlıların yaşamları için uygun olmayan koşullar.

Terörist; Terör yaratan, terör uygulayan (Terör; Korku salma, yıldırma. Genellikle siyasal bir dava uğruna girişilen toplumu korkutmaya, yıldırmaya yönelik her türlü eylem).

Tombul; Şişman, etine dolgun, yuvarlak.

(4) Abdala (Allah’a yaklaşmış kişiye) Malûm Olmak; Bir şeyin olacağını önceden sezen kimseler için söylenen bir söz. Genelde saf insanların olaylar hakkındaki görüşleri ile alay etmek anlamında “Aptala malûm Olmak” şeklinde kullanılan söz yanlıştır.

Apar Topar Gitmek; Palas pandıras, hazırlanmaya, ya da derlenip toparlanmaya olanak bulamadan, yaka paça gitmek.

Avucunu Yalamak; Beklenenin, umulanın olmaması, ya da ele geçirilememesi, umulan bir şey ele geçirilemediğinde kullanılan bir deyim.

Çark Ettirmek; Geri döndürmek. Yüz geri döndürmek.

Çılgına Dönmek; Çok öfkelenmek. Pek çok sevinmek.

Çileden Çıkmak; Çok kızmak.

Depreştirmek; Depreşmesine sebep olmak.

Feneri Söndürmek; Geç kalanlara takılmak için söylenen bir söz.

Gıybet Etmek; Çekiştirmek. Bir kimsenin gıyabında (arkasından) onun ve yakınlarının kusurlarından hoşlarına gitmeyecek şekilde bahsetmek, konuşmak, yüzüne karşı söyleyemeyeceği şeyleri arkasından söylemektir ki Kur’an’la yasaklanmıştır. Kuranı Kerim’in Hucurât Suresinin 12. Ayetinin (49/12) başlarında şöyle buyrulmuştur. “Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?…

Hakkını, Haddini Bilmemek, Haddini Aşmak, Haddi Ve Hakkı Olmamak; İnsanların haddini bilmeksizin aşıp etrafa gösteri yaparak zarar vermelerinin bir ifadesi.  Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yetebileceğini bilmeksizin onun ötesine geçmek çabası yaşamak, ölçüsünü bilmemek.

Hasıl Has Yapmak (Etmek); Gayrete gelmek, ayağa kalkmak için bedeni ayaklar üstünde yaylandırmaya çalışmak “Haydi, hep beraber, el elden”  anlamında yöresel deyiş.

Hazmedememek; Kimi durumlara katlanamama. Sindirim sisteminin besinleri iyi sindirememesi, sindirimin yeterli ve uygun olmaması, hazımsızlık durumu.

İnkâr Etmek; Yadsımak. Reddetmek. Var olan, gerçek olan bir şeyi yok saymak. Kabul etmemek. Yalanlamak. Yapmış olduğu bir eylemi, söylemiş olduğu bir sözü, ya da tanık olduğu bir şeyi yapmadığını, söylemediğini, bilmediğini, görmediğini söylemek.

İrkilmek; Ürküp korkarak geri çekilir gibi olmak ya da korkup şaşırarak duraksamak. Birikmek, toplanmak, yığılmak.

Kuşlar Gibi Hafiflemek; Üstünden bir yükü atmak, gönül huzuru bulmak, unutmaya karar vermek

Küstahlaşmak; Saygısızlık etmek, kabalaşmak, terbiyesizlik etmek.

Lime Lime Doğramak; Parça parça etmek. Parçalamak. Doğramak.

Ölmeye Yatmak; Ölmek istercesine davranmak, öyleymiş gibi hareket etmek.

Pes Etmek; Birinin kurnazlığı karşısında savunmaktan ya da o eylemden vaz geçmek. Güreşte sırtının yere gelmesini istemeyen pehlivanın yenilgiyi kabullenme anlamındaki sözü.

Sap Gibi Olmak; Öyküdeki anlamı “Sap gibi işe yaramaz bir halde durmak”.  Sap; Otlarda toprak üstünde bulunan ve bitkinin dal, yaprak, çiçek gibi bölümlerini taşıyan, ağaçlarda odunlaşarak gövde durumunu alan bölüm. Meyveyi, çiçeği, yaprağı dala bağlayan bölüm.  (Ayrıca; Uluslararası bir terim olarak SAP; Bir şirketin herhangi bir bölümünün veya herhangi bir sürecinin bilgisayar ortamına dökülmüş halidir)

Savuşturmak; Geçiştirmek, atlatmak.

Şıp Diye Anlamak; Ansızın, beklenmeyen bir anda, olanı biteni fark edip anlamak, vakıf olmak.

Terfi Edememek; Bir görevde derecesinin yükselememesi. Herhangi bir işte bir üst sınıfa geçmesinin engellenmesi.

Yelkenleri Suya İndirmek; Israrından, iddiasından, direnmekten vazgeçip karşısındakinin dediğini, ya da isteklerini yerine getirmek.

(5) İşkilli Büzük Dingilder; Gizli bir ayıbı olanların herhangi bir sözden alınıp kendilerini ele verdiklerini anlatan kaba bir kuruntu sözü. Herhangi bir konuda tedirginliği olan kişinin kendini belli etmesi yahut da etmek istemesi gibi bir anlam yüklenebilir…

İşkilli; İşkil içinde bulunmak. İkircikli, kuşkulu, kuruntulu, vesveseli. Kötü bir durumla karşılaşılacağı sanısı, kuşkusu, ikirciği, duraksamalı, kararsız, karar veremeyen, kuruntu içinde olan. İşkil; Kötü bir durumla karşılaşacağı sanısı, kuşkusu, kuruntusu.

Dingildemek; Yerinde, tabanının ya da ayağının üzerinde hareketsiz duramayıp sallanmak, oynamak, kımıldamak.

(6) Rakı, Roka, Balık; Hurşid YENİGÜN şarkısı. Rakı, Roka, Balık; Bu üçlü için yazılmış şiirlerden biri de Burcu BİR’e aittir.

(7) Küsmek nedir bilir misin? Küsmek dürüstlüktür. Çocukçadır ve ondan dolayı saflıktır. Yalansızlıktır.  Küsmek ‘seni seviyorum’ dur. Vazgeçememektir. Beni anlatır küsmek, kızdım amma hâlâ buradayımdır, gitmiyorumdur. Gidemiyorumdur. Küsmek; nazlanmaktır, yakın bulmaktır. Benim için değerlisindir. Küsmek; sevdiğini söyle demektir. Hadi anla demektir… Küsmek; umuttur, acabaları bitirmektir. Emin olmaktır… Yani diyeceğim o ki: Ben sana küstüm. Nazım HİKMET

Ölürsem kabrime gelme, istemem… Sivas yöresine ait türkü.

(8) Bilgiç Dede; Ömer SEYFETTİN’in ünlü hikâyelerinden biri. Özetle; kibritin olmadığı devirlerden birinde, kendisinden küreği olmadan kor isteyen kıza, nasıl kor vereceğini düşünürken kızın; “Elime kül, üstüne de koru koy! Ben götürürüm!” demesi üzerine meşhur replik oluşmuş. Demek ki; “Akıl yaşta değil, başta imiş!” 

(9) Newton Hareket Yasası; Bir cisme bir kuvvet etkiyorsa, cisimden de kuvvete doğru eşit büyüklükte ve zıt yönde bir tepki kuvveti oluşur. Burada dikkat edilmesi gereken bu kuvvetlerin aynı doğrultuda olduğudur. Bu yasa çok zaman şu cümle ile akıllarda kalır; “Her etkiye karşılık eşit ve zıt bir tepki vardır!”

(10) Bilecik Rakısı; Bilecik Müskirat Fabrikasında İstepan BERBERYAN tarafından üretilen 45 alkol derecesi olan Rakıların Kralı olarak anılan Bilecik Rakısı, 1930 lu yıllarda Fransa’da altın madalya kazanmış olup Atatürk’ümün en sevdiği rakı olarak anılmaktadır. İkinci cins olarak da Dimitrokopulo rakısı gösterilmiştir. Bu arada gençliğimde geniş mideli bir araknuş (rakı sever, rakı sevdalısı, rakı aklından çıkmayan gibi anlamları olsa gerek) olduğumu itiraf etmekten çekinmiyorum. Arak ve nûş kelimelerinin ikisi de aynı anlamlardadır, ancak araknuş nasıl meydana konmuştur, bilemiyorum.

(11) Artık demir almak günü gelmişse zamandan… diye başlayan dizeler Yahya Kemal BEYATLI’nın  “Sessiz Gemi” isimli şiirinin başlangıcıdır.

(12) Kendim için bir şey istiyorsam namerdim!  Eski cumhurbaşkanlarından Süleyman DEMİREL patentli bir söz.

(13) Aşk İçin Erken; Kişinin yaşaması gereken zaman öncesinden yaşamaya çalıştığı bir olgu (Genelde platonik seviyede).

(14) e-mail; Elektronik posta.

Twitter; İnternette kullanılan kişi ya da kurumların o an ne yaptıklarını, kendileriyle ilgili haberleri, hissettiklerini ve düşüncelerini kısa mesajlar halinde paylaştığı bir sayfa.

MySpace; Sanal ortamda kullanıcı denetiminde iletişim ve arkadaşlıklar kurulabilen, kişisel profillerin, blogların, grupların, resimlerin, müzik ve videoların barındırılabileceği bir sosyal iletişim Web Sayfasıdır.

Facebook; İnsanların başka insanlarla iletişim kurmasını ve bilgi alışverişi yapmasını amaçlayan bir sosyal ağ.

Instagram; Sosyal medyada ücretsiz fotoğraf ve video paylaşma uygulaması.

(15) Elçiye Zeval (Zeval; Yok edilme, yok olma, ortadan kalkma, sona erme, bozulma, kabahat, sorumluluk, suç.) Olmaz (Gelmez); “Bir kimsenin sözünü başka bir kimseye iletmekle görevli kimse, bu sözlerden sorumlu değildir. Sözler kimin ise, hatası da, günahı da, sevabı da ona aittir, bunda aracının hiçbir suçu ve hatası yoktur!” anlamında bir ATASÖZÜ.

Kuşlar gibi uçmasını, balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama kardeşçe yaşamayı öğrenemedik.  Martin Luther KING

(16) Şarkılardan fal tuttum… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Mehmet ERBULAN’a, Bestesi; Erdoğan BERKER’e ait olup eser Hicaz Makamındadır.

(17) Geçsin günler, haftalar, aylar, mevsimler, yıllar… diye başlayan HATIRA isimli Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Enis Behiç KORYÜREK’e, Bestesi; Erol SAYAN’a ait olup eser; Rast Makamındadır.

(18) Bir gün karşılaşırsak ayrıldığımız yerde… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin, ikinci kıtasının başlangıcı; “Suç kimin, günah kimin, biliyorsun bunu sen…” şeklinde olup Güfte ve Bestesi; Yusuf NALKESEN’e ait olup eser Hicaz Makamındadır.

(19) KARATEKİN, Erol. 2008 Yılı. “İNATÇI İNANÇ DİZELERİ” nden.

(20) Seni bende, beni sende arıyorlar… “BİR BİR” Özdemir ASAF

(21) Ben sende yaşıyorum…  “DESEM Kİ” Cahit Sıtkı TARANCI

(22) KARATEKİN, Erol. 2007 Yılı. “YALNIZCA BİR”

(23) Yüce Bilgin; Hindistan’da 14 asır önce satrancı bulan, her karesi için birden başlayarak katı kadar buğday tanesi (1+2+4+8+16+32+64…) isteyen akıllı bilgin. Son karede 570 milyar Ton buğday birikmesi matematik olarak güçlü bir ifadedir. Güzel bir öyküsü vardır (kanımca).

(24) KARATEKİN, Erol. 2007 Yılı. “YAKIŞMAYAN HİDDET”

(25) KARATEKİN, Erol. 2007 Yılı. “ARTIK KALPSİZSİN(dir)!?”

(26) Print Out; Çıktı (İngilizce). Bilgisayarda yazılmış bir metnin yazıcıda yazdırılması.

(27) Ciltlere sığmayan bir kitap olur… “Söylemek istesem gönüldekini…” diye başlayan şarkının Güftesi; Vecdi BİNGÖL’e, Bestesi; Selahattin PINAR’a ait olup Rast makamındadır. Eserdeki söz aslında; “Yazsaydım derdimin ben bir tekini, ciltlere sığmayan bir kitap olur” şeklindedir.

(28) KARATEKİN, Erol. 2007 Yılı. “BAŞKA KİM BİR TANEDİR Kİ (sana ait olandan başka)”

(29) Dertleri zevk edindim bende neşe ne arar… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Sırrı UZUNHASANOĞLU’na, Bestesi; Selahattin İNAL’a ait olup eser Kürdîlihicazkâr Makamındadır.

(30) Ağacı kurt, insanı dert kemirir. ATASÖZÜ

Dert insanı uyutmaz. Victor HUGO

(31) “UFAK ŞEYLERİ DERT ETMEYİN (Huzurlu olmak istiyorsanız)” Richard CARLSON

(32) KARATEKİN, Erol. 2006 Yılı. “PLATONİK”

(33) Olsa senin elinden bil ki benim ölümüm, / Ne şikâyet ederim ne de üzülürüm, / Ne zamanki kollarında bir yabancı görürüm, / Ben o zaman sevgilim, ben o zaman ölürüm!  Orhan GENCEBAY

(34) KARATEKİN, Erol. 2006 Yılı. “BUNALIM ÖTESİ”