Yaşlıydı adam! Çöküntüsüne bakılırsa yetmişleri geçmiş olmasa bile hemen hemen yakınlarında gibi görünüyordu. Daha da basit bir söylemle belediyelerin, kısaca yasaların verdiği yaşlılık imkânlarının tümünden yararlanıyor olsa gerekti, yorgunluğunda.
Kemoterapi(1) görmüş gibi dımdızlak(1), cascavlak(1), sıfır numara tıraş olmuş gibi çıplaktı başı. Buna karşın kırçıllaşmış gür bıyıklarının çevresindeki sakallar bir-iki günlük kapsamındaydı. Muhtemelen hipermetrop olan yorgun gözleri için boynuna geçirdiği iple sallanan gözlükleri vardı göğsünün üzerinde.
Kalp tekaüde(1) ayrılmak üzere, bedende çöküntü had safhada, yıllar değil, belki hüzün, üzüntü çökertmiş kendini, yamalı bohça gibi organlar ve yaşlanmadan yaşlanmış gibi bir ihtiyardı, belki de fark edilecek gibi ömrünün son çeyreğini tamamlamak üzere...
Görüldüğü kadarıyla alacalı-bulacalı(2) olması gerekirken neredeyse süt beyazı denilecek, içinden atleti gözüken tişörtünün cebindeki asarı atika(2) denilecek büyükçe bir kalem, kâğıt para, ya da kâğıt parçası ile dışarı taşmamak zahmetine katlanma gayretinde peçeteler, ya da havlu kâğıt parçaları gözüküyordu.
Hafifçe sekiyordu, belki de öyle fark edilir gibiydi, hareketlerinden. Gideceği yeri, ya da adresi bilmiyormuşçasına, kaba anlamda burnunun doruğuna yönelmişti(3). Muhtemeldi ki; “Gideceğiniz yeri bilmiyorsanız, vardığınız (ulaştığınız yerin) yönün önemi yoktur!(4)” sözüne içtenlikle hâkimdi.
Bir şeyler arıyor gibiydi çevresinde, elindeki buruşmuş kâğıt parçası, ya da kâğıt mendili atmak için. Gözleri parladı birden. Anarşi(1) tehlikesi nedeniyle kaldırılmış çöp kutuları yerine, bir katilin ağacın kalbi üzerine çaktığı kalın çiviye takılmış sarı, battal(1) boy bir çöp torbası görmüştü.
Ama ne görüş? Çöp torbası yerine kendini insan sananlar kâğıt, pet şişe, sigara izmariti gibi şeyleri poşet yerine isabet kaydetmeksizin etrafına saçmışlardı!
Elindeki kâğıt parçası ile cebinden çıkardığı kâğıtlardan biriyle eğilmeye çalıştı. Eğilirken zorluk çektiği belli idi. Sol dizini ileriye doğru atarken, bir bakıma da eliyle beline destek verir gibiydi eğilirken.
Erinmeden(3) poşet efrafindaki maskaralıkları toplamaya çalışırken iğrenme gibi bir düşüncesi olmasa gerekti. Öyle ya; “Herkes evinin önünü süpürse şehir tertemiz olmaz mıydı?”
Aslında herkes evinin önünü caddeye doğru süpürdüğü için şehir asla temiz olmazdı. Süprüntüler yine evin önüne gelirdi şu veya bu şekilde. Süpürülenler faraşa ya da çöp torbasına koyulursa ve bunu herkes, her kez bu şekilde uygularsa şehir ancak o zaman tertemiz olurdu.
İyi eğitim almamış bir sokak çocuğunun (“veledinin” demeye utanmış ya da çekinmiş olsa gerekti) sözleri çınladı kulağında. Yere attığı otobüs bileti için;
“Oğlum üç-beş adım ötedeki çöp kutusuna atsan daha iyi olmaz mıydı?” şeklindeki yumuşak sözle söylemesine karşın edepsizliğinin dik âlâsı(2) ile boyuna-bosuna bakmadan, karşısındakinin yaşına hürmet etmeksizin;
“Dün ben de senin gibiydim, yarın sen de benim gibi olacaksın!” şeklini bilmeksizin söylenen söz; söylemeyi istediği halde, söyleyemediği (“Veledi zina(2)”) sözüne yakışacak gibiydi;
“Sana ne? Çöpçünün işi ne? Süpürsün! Çöpçünün parasını sen mi veriyon?”
Çöpleri toplayıp poşete atarken bu sözler geçti aklından, ağlarcasına gibi burnunu çekip, silerken.
Yerdeki iki pet şişeden birinin kapağı yoktu. Diğerinin kapağını özenle çıkarıp cebinden çıkardığı diğer bir kâğıda özenle sararak tişörtünün cebine saklama gayretini yaşadı.
Mutlaka bir yerlerde gene haşince çivilenmiş yarısı kesik büyük bir pet şişeye, ya da bahçe duvarlarının demirlerinden birine asılmış bir poşete rastlayacağından emin gibiydi.
Bir yerlerden duymuş, ya da okumuş olsa gerekti, bu kapaklar toplanıp bilmem kaç adede ulaşınca, yoksul bir kötürüme, yürüme engelli bir garibe(1) tekerlekli sandalye alınıyormuş. “Fare ya da tavşan sidiği denize fayda(5)!” demişlerdi.
Tıpkı; “Bir mıhın, bir nalı, bir nalın bir atı, bir atın bir yiğidi, bir yiğidin bir orduyu ve bir ordunun da vatanı kurtarması(6)” gibi bir şey. Cebine koyduğu o kapak da kim bilir o mıh gibi kurtarıcı olabilirdi, sayıyı tamamlamak için.
Mutluluktan aydınlandı yüzü, doğrulmaya çalıştı yerinden, Bir-iki kez hasıl has yapar(3) gibi silkinip yaylanmasının başarısızlığına katlandı önce, sonra eliyle diğer dizine dayanıp son bir gayretle ayağa kalktığında başı döndü, yaşlılığının gereğiyle aldığı ilâçların etkisi olsa gerekti, tansiyonu düşmüştü zağar(1).
Sırtını ağaca dayadı, gözlerini kapattı bir süre dinlenir gibi, çevresindeki tüm gözlerden uzak olduğunu sanarak.
Bir söz geçti aklından, nerelerden anonim gibi bir söz olarak dudaklarına iliştiyse; “Kalabalıkların kafası çoktur, ama (hepsinde) akıl yoktur(7)!” Gerçekte düşündüğü bu değildi; “Kalabalıklar eğer duyarsızsa(8) , ‘Ölüyorum!’ desen bile ağlayanın olmaz!” şeklinde bir şeydi içinden geçen.
Baston kullanmaya başlasa mıydı acaba? Yok canım, daha neler? Tek kanatla nasıl uçulurdu? Tek bastonla nasıl sürüklenirdi ki beden? Yapması gereken en iyi şey evde oturup Azrail’in teşrifini beklemek olsa gerekti.
Yani; ölmek, ama asla Tanrının verdiğini kendi eliyle yok etmek gibi değil(9).
Başını kaldırdı, gökyüzü maviydi, sanki Allah da kendisini o maviliklere gizlemişti, ölümle ilgili dualarını kabul etmek istemeksizin. Hem Allah sadece gökyüzünde değildi ki, arayıp da bulasın (Tövbe! Tövbe!)!
Ağaca sırtı dayalı kaldığı zamanın farkında değildi. Zaten ömrünü tasarruf etmeye de, biriktirmeye da hem hakkı, hem imkânı, hem de mecali(1) yoktu. Doğduğunda almaya başladığı nefes, her alıp verişinde kendi için doğanın nimeti değil, eziyeti, hatta cezası değil miydi?
Alınan her soluk, sona ulaştıracak bir soluk değil miydi? Ne güzel söylemişti o büyük şair; “İnsan her adımını mezardan uzaklaşmak için atar. Yine her adımda mezara bir adım daha yaklaşır. Her nefesi hayatı uzatmak için alır, yine her nefeste hayatından bir nefeslik zamanı azaltır!(10)”
Ayakları bedenini sürüklemeğe çalıştığında, arkasından kendisine ulaşma gayretindeki adımlardan haberdar değildi. (Gibi değil!)
Genç bir kız, hayatla dalga geçtiği gençliğinden bugüne kadarki yaşamında benzerini hiç görmediği güzel, hatta nurlu bir yüz koluna girmeye çalışırken içtenlikle fısıldadı;
“Amca, iyi misiniz?”
“Nereden çıkarttın ki bunu güzel kızım?”
“Eğildiniz, eğilirken de, doğrulmaya çalışırken de gözlerinizdeki yorgunluk ve sıkıntıyı hissettiğimden...”
“Keşke herkes senin gibi sen olsa! İlgin mutlu etti beni. Bende güzel olarak işlediğime inandığın ne gördünse onları yaşamında uygulamaya çalış kızım…
Ve arzularım ki; öğretmen ol, öğrencilerinin tümüne, anne ol, çocuklarına, hatta eşine bile sevgi ve davranışlarının tümünü aktar. Ayrıca...”
Yarım kaldı yaşlı adamın adını bile bilmediği genç kıza söylemek istedikleri. Ya anarşi kol gezmeye başlamış, ya da bilgisiz egemenler bir yanlışlığa, ya da hataya sebep olmuş olsalar gerekti.
Örneğin sigara içilmemesi gereken yerde sigara içmek, lokanta mutfaklarında gereken önlemlerin, titizliğin yetersizliği, LPG’li araçların kapalı garajlarda park edilmesi aklına ilk gelenlerdi ve diğer benzerleri gibi...
Yandan, civarlardan bir patlama sesi ulaştı kulağına. Kendisine yardım elini uzatanı koruma içgüdüsü(11) ile sardı, sarmaladı genç kızı.
O anda sırtına bir şey, belki de bir şeyler saplandı sanki acısını hissetti, sonra daha kuvvetli bir şeyler dokundu kafasına, kendinde değildi yaşlı adam, ya da kendinden geçmişti...
Kendine gelip de dik olarak uzatıldığı yataktan anlamsızca etrafına bakındığında, bir hastane odasında selle-sümük(2) ağlayan, bağırıp çağırmıyor olsalar da sızlayan, şikâyet, hatta küfürler eden insanları gördü hayretle.
Sırtı ağrıyordu, başı sarılıydı ve eline aldığı yastığa sıkı sıkıya sarıldığını gördü. Ne olmuştu, pencereden şehrin ışıklan flu(1) olarak görünüyor gibiydi, şehir soğuk, hastanenin bu odası ve koridorlar sıcak gibiydi, sonbaharın oldukça ilerleyen bu vaktinde.
Ayağa kalkmaya çalıştı, kalktı, hemşirenin ikazına rağmen. Lâvaboya yöneldi, kendisini merak ediyordu çünkü. Yaşlıyken eğilip kalkarken zorluk çektiği halde nasıl olmuştu da yataktan ağrılarına sızılarına karşın canlı bir şekilde kalkmıştı?
Aynada gördüğü, kendi olan yaşlı adam değildi, her ne kadar biraz makyajla, ya da ilerisini düşünerek o yaşamda olacağına inanıyor olsa da. Çünkü çoktan öte, çok benziyor, hatta eğer olur da yaşamaya devam ederse ilerideki yaşantısında o olacağına inanıyor gibiydi.
Çevresindeki hemşireler, doktorlar, diğer arızalı, kendine acındıran, oflayıp sızlayanlarla meşguldü, kanepeler, sandalyeler, bir kısmı da yataklar üzerinde olan.
Tuhaf olan onların içinde korumaya çalıştığı o genç kızdan eser bile yoktu.
Düşündüğü; yaşadığı ne idi ve öncelikle o kızcağızın kendisi kimdi?
Üniversite öğrencisiydi, hatırladığı kadarıyla, aklına şu an hapsetmekte zorluk çeküği bir fakültede ve sınıfta. Başka?
Üşüyor gibiydi, hastanenin buğulu camlarına karşın. Sonra? Evet! Soğuk, flu olanları aydınlatmaya başlamıştı...
Resmi bir bayram için verilen tatilden faydalanarak ailesini ziyaret etmeği arzuladığını, sürpriz yapmak istediğini hatırladı.
Otobüse binmişti.
Zihnini zorladı, gördüğü rüya(12), ya da hayalin etkisinden kendini kurtarmak istercesine.
Sabah otobüse binmişti, tamam! Otobüs yolda, bir yerlerde “İhtiyaç Molası” vermişti, o da aklındaydı. Herkes “Çaylar Şirketten” diyerek çaylara yönelmişken, kendisi sabah kahvaltısını pas geçtiği için o mahrumiyet nedeniyle ekşimikli(1) yöresel gözlemeye yumulmuştu, yetmeyen ayrana, ikincisini takviye ederek.
Mahmurlaşmıştı...
Otobüs boş gibiydi, en basitinden arkadaki kırklı iki numaralı koltuklardan birinde tek başınaydı kendisi, tıpkı yan koltuktaki “Bayan Yanı” bilet almış şişman bayan gibi.
“Özür dilerim, derslerin yorgunluğu, uyuyup horlayıp sizi rahatsız edersem lütfen beni ikaz edin!” dediğini geçirdi aklından.
Öyle ya, küçükken alçak da olsa pencereden düşmüş, tedavi edilmeyen burun kemiği nedeniyle eğer yan yatmazsa horlar olmuştu. Öğrenci yurdundaki arkadaşlarının bu durumda kendisini yan çevirdiklerini hatırlıyordu.
Önce gülümsedi, sonra hüzünlendi, hem iki kez, art arda, birikimli gibi.
Gülümsedi, çünkü arkadaşlarından biri dayanamayıp erkence uyumuşsa, diğerleri bir bardaktan diğer bardağa su aktararak “Çiş!” diyerek yatağı ıslatma şakası yaparlardı, kendisi dâhil. Otobüse bindiği ana kadar bu konuda “Başarılı olduklarını” hiç hatırlamıyordu!
Hüzünlendi, çünkü pencereden düştüğünde, annesi de höykürürken, hangi akla hizmet ettiği belli olmayan teyzelerden biri, “Kendine gelir, şifa olur!” diyerek hemen “Taze çiş!” imal ve ikram etmişti annesine, öğürerek anlatmıştı annesi, bir keresinde.
Hüzünlendi tekrar, çünkü burnundan ameliyat olmaya karar vermiş ve hastanede muayene sırasını beklerken, kendinden genç bir çocuğun, ağzından dil gibi sarkan kırmızıya bulanmış bir sargı beziyle hastaneye geldiğini görmüştü. Sormuştu ilgililere;
“Ne, neden, niye, ne zaman, niçin?” gibi saçma soruları arka arkaya.
“Tampon yapılan sargı bezi, çözülerek genzinden ağzına gelmişti!”
“Güneş yüzü görmemiş küfürler etmemiş(13)” olsa da; “Kaçanın anası ağlamaz!” ya da “Yiğitliğin % 99’u kaçmak!” diyerek bir anda kaybolmuştu ortalıklardan. Vazgeçmişti rahat nefes almaktan. Öyle ki teranesi(1) o günden sonra; “İnadım inat, her kuşta var iki kanat! (14)” şeklinde bütünleşmişti.
Aklında kalan hafif çisentili yağmurun delilenmiş olması idi, ayran-gözleme ertesinde, koltuğuna iliştiğinde. Yağmur damlaları her üç hecede bir ritmik bir şekilde bir ismi çığrıştırır gibiydi, heceleri anlamaksızın, tek bir heceyi bile yerine oturtturmaksızın.
Ve dizeler sıralandı arka arkaya içinde kaleme almaya çalıştığı, önce hecelerde, sonra tüm damlalarda...
“Dışarıda yağmur
Pencere önünde ben
Cama vuran her üç damlada ismin
Bütün damlalarda sen...(15)”
“Bir şimşek çaktı
Yalnızlığında gecenin
Kaçıştı tek-tük yıldızlar
Köşelerine gökyüzünün
Ay mahzun
Gizledi hislerini
Hissederek ayrılığın acısını
Gözyaşlarını döktü bulutlar
Ayrılığın kahrından
Zaman sükûtsuz geçti
An an...
Ve Samanyolundan
Koşarak geldi
Arzular, istekler, dilekler...
Bir evin açık penceresinden girip
Yağmurlarla
Rüzgârlarla
Aydınlığıyla özlemin
Sevenin sevdiğine
Duygularını ilettiler
İçten.(16)”
“Yağmur yağıyor sevdiğim
Çisil çisil
Yağmur yağıyor
Ve ben
Nedensiz düşüncelerin ardında
Seyrediyorum ızdırap çekerek.
Orada yağmur yok şimdi
-eminim-
Orası sıcak
Orada sen
Orada sıcak.
Burada yağmur
Çisil çisil
Seni düşünüyorum
Her damlayla.
Ve sana ulaşıyorum
Gök kuşağı ile
Hissediyor musun?(16)”
Aklından geçenleri dönemlere bölüp sıralama gayretiyle hatıralarla boğuşurken, yüzünü hemen hatırladığı o genç ve şişman kadın sarılmıştı kendisine, incitmemeye dikkat ederek (herhalde).
“Allah razı olsun genç adam, hayatımı sana borçluyum, dersem, inan!”
Aynı burun ameliyatı hicretindeki(1) sözler ekleriyle dökülmüştü ağzımdan;
“Ne, neden, niye, ne zaman, niçin, nasıl, kim, ben mi?”
“Hatırlamıyor musunuz?”
“Otobüs şoförümüzün dikkati, atikliği olmasa şimdi burada gördüklerinin çoğu mevta olabilirdi. Oysa sen bile beni kurtarmaya çalışırken diğerlerine göre biraz daha fazla hırpalandın, belki de benim kilom yüzünden!”
Onu ölümden nasıl kurtardığını merak etmedi, rüyasında gördüğünü sandığı genç kızla hiçbir benzerliği, ilintisi yoktu çünkü. Üstelik aklından sanki hayalindeki genç kızın söylediğini sandığı sözler geçiyordu, kendisi onu korumaya çalışırken dillendirdiği;
“Ölüm beraat değil, sadece fani dünyadan tahliyedir(17)” şeklinde.
Şişman hanımı dinleme gayretini gösterdi genç adam. Uzun anlatışların kısa özeti; hatalı sollama ile karşıdan gelen tankerin otobüse çarpmasına ramak kala(3), otobüs şoförünün her türlü riski yüklenerek(3) otobüsü sağ tarafından şarampole yatırması idi.
Süzme şerefsiz, kaypak(1), kendini bilmez, her türlü kötü sözü hak eden, nasıl sürücü belgesi sahibi olduğu belirsiz tankerin şoförü arkasına bakmadan kaçmıştı, hem de yağmur olmasına rağmen güpegündüz, duyarsızlığın meslek olduğu ülkemin karayollarında.
Genç adam işte bu uyur-uyanık modunda kurtarmıştı şişman bayanın hayatını, bilmeden, anlamadan hem.
Tedavisi kısa süren bayan, cebinden çıkarttığı bloknottan bir kâğıt kopararak üstüne bir şeyler karalamış ve “Herhangi bir sıkıntın olursa ara beni genç adam!” demişti.
Ne sıkıntısı olabilirdi ki? Allah 'tan sağlık, devlet babadan burs olarak aylık, babadan başı sıkıştıkça gönderilen az da olsa harçlık…
Beklenen tek şey; “Okuyup adam olması(18)” idi!
“İyi ki sürpriz yapmak isteyip geleceğimi haber vermemişim anneme, yoksa ne yapar, ne eder, düşerdi yollara, adam olmasını istediği oğlu için. Bir çoban tırnağını(2) bile dert edinen annesi duysa yaşamını çekinmeksizin tereddütsüz sıkıntıya sokardı.
Kendisinden önceki ağabeyler ve abla mı? Üç oğlan, bir kız sahibi olan annesinin gözünde o bir tane idi. Diğerleri okumamış, her biri maaş-muaş, ev-bark, hanım-bey sahibi olmuşlardı, ama annesine göre ve kendisince hiçbiri adam olamamıştı!
Babasının, aldığı örf(1) nedeniyle, kendisine sevgisini belli edemediğini, çocukluğunda geceleri uyurken kendisini için için sevip okşadığını bilmesi imkânsızdı.
Doktorlar, hastane polisleri, “Nasılsın, iyi misin, nasıl olduğu hatırında mı?” gibi söylemler, kendisinin sıfır numara, hatta boş tutanağa imzası, kazayı haber alıp gelenler, tedavi sonrası yakınlarıyla gelip gidenler nedeniyle boşalan koridorlar sonunda büyük profesör doktor başına gelmişti.
“Birkaç gün müşahede(1) altında tutsak fena olmaz!” sözü kendisini irkiltmiş olsa da getirilen bavulu sevinci olmuştu genç adamın.
Kendisine göre bir şeyi yoktu aslında, kafasındaki sargıların neden olduğuna inandığı eksiklikler olduğunu hissediyor gibiydi. Ki; büyük profesör doktorun söylediklerine hem katılmak istememiş, karşı çıkmış, hem de sinirlenmiş, öfkelenmiş, tepki gösterme çabası yaşamıştı.
Oysa “Öfke baldan tatlı” diye birileri zırvalamışsa(3) da “Öfkeyle kalkanın zararla oturduğu(19), keskin sirkenin kabına zarar verdiğini(19), öfke gelince aklın gittiğini(19)” en iyi olmasa da yarım yamalak(2) ötesinde iyi biliyordu genç öğrenci.
Ayrıca profesör olmuş birinin herhalde onun için iyi bir şeyler düşündüğünü nasıl göz ardı eder ve karşı çıkma teşebbüsü yaşardı ki? “Anlamsız karşı çıkmaların, anlamlı karşı çıkmaları anlamsız hale getirdiğini(20)” nasıl hatırlamazdı ki?
Önce bavulunu açıp içinden temiz çamaşırlarını çıkartıp giyindi. Kendini yatağa hapsederken hemşire ve doktorların çırpınma ve çabalamalarına kayıtsızca tahammül edip sonunda “Yalan söyleme(21) vaktinin geldiğine” inanarak telefonunun tuşlarına dokunma gayretini yaşadı. Telefonunun şarjı tükenmemişti, üstelik geçirdiği kazaya rağmen tıkır tıkır çalışıyordu!
“Bayram tatili var, sizleri de çok özledim, ama çok ağır derslerim var, çok çalışmam gerek! Yok, yok! İyiyim...
Harçlığım da var...
Okuyup adam olarak karşınıza gelmemi istemez misiniz?..
Sağ ol anneciğim, dualarınıza her zamanki gibi muhtacım...
Babam yanında mı? Onun da sesini duyayım...
İşte mi? Peki! Dualarımla ellerinizden öperim!”
Belirsiz bir süre, yaralı-bereli, sargılı, fark edilecek gibi anne ve babasına görünmesinin yararlı olmayacağını düşünerek söylediği yalan için huzursuzluk hissetmedi gönlünde.
Düşünüyordu, hem ve hep dinlenip dinlenip. Düşündükçe yalnızlığının büyümesi(22) bir tarafa gerçekleşmeyecek rüyalar, hayaller peşinde koşmanın, dolaşmanın(23), yaşamayı düşlemenin yanlışlığına hazırlıksız yakalandığı kanaatini yaşıyordu.
Rüyasında gördüğünü sandığı, hayal ettiği, belki de düşündüğü o ihtiyar, başıkabak kişi neden kendisiydi? İlerilerde yaşlanınca öyle dermansız, çökmüş bir insan mı olacaktı? Öyle uzun yaşamaktansa, iyi, ayakta, sağlam olarak kısa yaşamak duaydı dudaklarında. Hem sonrası; “Üç gün yatak, sonrası toprak” değil, aniden toprak olsa çok daha iyi olmaz mıydı? Mademki “Topraktan gelmişti, toprağa dönecekti”.
Mola verir gibi oldu düşüncelerine:
“Kimdi o güzel, genç kız ve yağmur damlalarında ismi üç hece olarak şekillenen? Kendisinin pir(1) yaşında korumaya çalıştığı, kendisi ile ilgilenen, zaman, avuçlarının içinde değilken bir an içinde rüyasında yaşamına giren ve acelesi varmış gibi tek celsede çıkan?”
Rüyasındaki canlıyı canlandırmaya çalıştı, yavaş yavaş çalışma moduna girmek gayretindeki beyninde.
“Boyu şöyle, kilosu böyle, yaşı-başı öyle…”
Çok banal ve o günkü yaşlılığına yakışmayacak tariflerdi. Ama o gözler silinmiyordu hafızasından, bunak haline rağmen, son anda yanaklarına süzülen gözyaşlarını dudaklarıyla kurutmak isteğini yaşarken...
Hastanedeydi şimdi...
Görünmezi, bilinmezi, görüp bilmek istiyor, saçmalamaktan da, saçmalıklardan da kendisini alamıyordu genç adam.
“Şu anına göre, belki 50 yıla yakın bir süre sonunda kendisi pir olduğuna göre o genç kız şimdilerde, belki onu rüyasında gördüğünü sandığı anda ya ana rahminde, ya da yeni doğmuş olsa gerekti!”
Düşünmek insanı bazen haddinden fazla yoruyordu, düşüncelerinde sandıklarını yorumlamaya çalışırken kendinden geçti.
“Üç damla yağmurda gizlenmeye çalışan isim neydi?”
Boş duranı Allah sevmezdi. Arkadaşlarına telefon etti, sır olan geçirdiği kazayı açıklamamaları kaydıyla kitaplarını getirmeleri için. Hemşirelere ricada bulundu, ziyaret saati dışında kitaplarını getirenlere yardımcı olmaları için ve gelen arkadaşlarına da benzer bir ricayı iletti, lüks konutlarındaki(!) dolaplarına bavulunu boşaltarak gereğince iliştirmelerini arzulayarak.
Hayret ettiği şeyler vardı arkadaşlarına söylemediği. Türkiye’mizin insanları; profesör dâhil, doktor ve hemşireler kazanın tek mağduru(1) olan genç adamın terlik, pijama, kolonya ve benzerleri gibi hiçbir eksiğini bırakmadıkları gibi onun öğrenci olduğunu öğrenerek profesörün bedelini ödediği gömlek, iç çamaşır, ayakkabı gibi akla gelebilecek tüm eksikliklerini de tamamlama gayretini yaşamışlardı.
“Tanrım!” dedi şükretti, bu insanlar için de içindeki dilekleri Tanrısına iletmesinin gerekliliğini düşündü, söylemeyi hiç istemediği “Keşke” kelimesiyle başlayarak;
“Keşke Tanrım, ülkemin hiç olmazsa % 10 - % 20'si bu hastane görevlileri gibi duyarlı insanlar olsalar. Aç-açıkta, yuvasız insanlarımız olmasa, İnsanlar hep mutlu olsa(24), hayat hep bayram olsa(25).
Sayılı gün çabuk geçermiş(26), geçmiş, bayramı birkaç gün geçe onun da hastanede kalış süresi sona ermişti;
“Gözünüz aydın, sizi taburcu ediyoruz!” diyen doktor hanıma içtenlikle sarılıp öpmüş, sonra mahcup bir eda ile;
"Umarım beyinize söylemezsiniz, kıskanç bir mizacı(1) varsa tekrar hastane odalarında sürünerek çürümek istemem, çok ağır derslerim var, okulumu bitirmem gerek!”
Olağan olsa gerekti kendisinin bu şekildeki sevinç gösterisi. Doktor Hanım elini uzatarak “Başarılar” dilerken gülümsemişti.
Rutin günler nasıl geçmesi gerekiyorsa, öyle geçiyordu. Ara sıra yaşamış oldukları aklına gelip dalgınlaşmasını, kitapların aynı sayfalarına dakikalarca bakıp not almak için elinde tuttuğu kaleme parmakları arasında defalarca takla attırması sayılmazsa...
Şaşkınca, hatta inançsızca, henüz doğmuş olduğuna inandığı 50 küsur yıl sonrasının hayalindeki genç kızını arıyordu bilinçsizce, üstelik yaşadığının, yaşamak istediğinin “Aşk” olduğu kanısı, hatta inancıyla.
Üstelik saçma gibi görünse de, tıpkı âşık şairin dediği gibi, tanımadığı, bilmediği, görmediği birini kıskanıyordu; “Elden, yelden, kaşlardan, turnalardan, kurnalardan, urbalardan, karıncalardan…” bile.
Mühür gözlüm seni elden Havadaki turnalardan
Sakınırım, kıskanırım Su içtiğin kurnalardan.
Uçan kuştan, esen yelden Giyindiğin urbalardan (Yerdeki karıncalardan)
Sakınırım, kıskanırım. Sakınırım, kıskanırım(27).
Sabahları gözlerini dünyaya açıp, yaşadığını sandığı zamanı tüketerek akşamları uykusu gelene kadar onu; esrarengiz sevgiliyi arıyordu; dilinde eski bir şarkının namesi ile; “Ararım, ararım seni her yerde... (28)” diyerek.
Eğer ona bir gün rastlayacaksa ve durup dururken “Benim ol!” diyecekse, “Doğru-dürüst” ve hatta “Ona lâyık adam gibi adam olmayı” da zihninden ayrı tutmuyordu. O halde ona ayırdığı vaktin hiç olmazsa çok az birazını kendisine, çok biraz azdan biraz fazlasını da derslerine ayırmalıydı!
Biliyordu ki; askerliğini yapmamış olmak bir yana, “Adam olmayan” ya da adam olmamış birine hangi kız “Evet!” derdi ki, ailesi metazori(1) “He!” demiş olsa da?
“Arayan Mevlâ’sını da, belâsını da bulurmuş(29)!” Ancak onun buldukları farklı idi. İki kez doktorla karşılaşmıştı, birinde beyinin de yanında her ikisinin de ellerinden öperek. Bir kez de şişman öğretmenle...
Öğretmen geçirdikleri kaza sonrası biraz zayıflamış gibi gözükmüştü kendisine.
“Şey... Şey...” diye gevelerken(3) doktorun isminin Neslihan, öğretmenin adının da Nagehan olduğunu öğrenmiş ve;
“Tesadüf benim adım da Ezelhan!” demişti.
Yaşadığı tesadüflerden en ulusu, en can alıcısı lise yıllarından bile görüşemediği Oğuzhan, kısa adı ile Ozi idi ve kendisini görünce uluorta bağırmıştı; “Ezelhan!” diye.
Sırtı dönük, otobüs beklediğini düşündüğü bir genç kızın dikkatini çekmişti bu hitap şekli, genç kız irkilmiş, ikirciklenmiş(3) dudağını sağ tarafından ısırır gibi dönmüştü, Ezelhan'a doğru ve…
O! Rüyasındaki, hayalindeki o kızdı, korumaya çalıştığı. İkilem(1) içindeydi, nasıl bir tepki ile karşılaşacağını bilmediği bir bilinmeyene “Merhaba!” diyerek yakınlaşmayı mı denemeliydi, yoksa bilinene yönelip kucaklaşmayı mı?
Aşk, fedakârlık(30) bekler, isterdi. İsmini bile bilmediği genç kız bütünüyle resimliydi beyninde. Otobüse bineceği durağı, o andaki saati ve bindiği otobüsün servis güzergâhının numarasını işaretledi, beynindeki o güzelliğin yanı başındaki bir yerlere, silinmesi mümkün olmayacak bir şekilde.
Oğuzhan’la “Ne var, ne yok!” teranesiyle kucaklaşırken genç kızın otobüsün penceresinden kendisine bakmasından, hatta bir adım daha ilerisi gözlerini ayırmaksızın gözlemesinden memnun olmuştu (galiba ya da meselâ).
Eskiler; “Üç nalla, bir at tamam, iş kaldı tek nala!” demişler. Rüyasında gördüğüyle, karşılaştığı kız, aynı idi. Saçları, gözleri, dudağını yandan ısırışı, kitaplarıyla. Üç heceli ismi de olsa gerekti, kendi ismine benzeyen. Otobüs durağını, bindiği otobüsün numarasını da biliyordu artık, artılar olarak.
Ancak tüm bunlar ataların deyişine göre bir nal bile etmezdi. Bir de eksiler vardı tabii. Örneğin kendisinin yaşlı olması, rüyasında gördüğünün “Nasılsın, iyi misin amca?” demesi, kendisinin onu her türlü kötülükten, yanlıştan koruması gibi.
Netice? Sıfıra sıfır, elde var sıfırdı(31) ve arasa ki bulsa idi, meğerki rastgele! Çaresizlik... Hani meselâ, çare bulundu, ya da olmadık bir zamanda karşılaştılar.
“Merhaba! Sizi hayalimde gördüm, yaş farkımız var gibiydi, ama uçurum değildi, hadi siz de beni sevin, sonra evlenelim!” mi diyecekti ki?
Ve öylesine çok sorular hareketli idi ki gönlünde. Sadece kendisi için değil, karşı tarafın da aklından geçireceği, beyninde kırk tilkinin dolaşıp da kuyruklarını birbirine değdirmemesi(32) gibi.
Büyük savaşlar küçük mücadelelerin birikimi değil miydi cesurca? O halde yılmayacak, gayret edecek, cesur olacaktı. Mademki Tanrı onu hayalinde var etmiş, yaşlılığının göstergesi gibi ömrü beraber tüketeceklerini işaretlemiş, vadetmiş olamaz mıydı? Hani meselâ...
Hem peygamberimize mal edilen hadise göre; “Sana gelmeyene sen git!” denilmemiş miydi? Bilmese de, gelmese de, arayacaktı, bulacaktı, gidecekti...
Bir gün, haftalar, aylar...
Ve tam bir yıl tükenmişti, dikilmiş bir fidanın meyveye dönmesi(33) şeklinde azıcık abartı gibi görünse de. İnsan mahzunluğunda(1) zaman kavramını yitiriyordu, mücadele dediği umudunun şekillenmesi dileğinde, velev ki(2) dünyasını aydınlatacağına inandığı ile karşılaşsın.
Bir umutsuz, bir karanlığın ötesindeki vakitte, omzunda taşıyamadığı bir sınav ertesinde, metrodan çıkışında, yürüyen merdivenlerde, hemen karşısındaki merdivenlerden inişi şeklinde rastladı ona.
Dünya yıkılsa umurunda değildi, tüm riskleri göze alıp, karşı merdivenlerin insan olmayan ilk boşluğunda, tüm insanların hayret dolu bakışlarına aldırmaksızın, kural tanımaksızın, karşı merdivenlere atladı, “Pardon!” kelimelerini arka arkaya sıralayarak merdivenleri koşarak inip, merdivenlerin tam bitiminde ve soluk soluğa yetişti genç kıza.
Söylenecek başka hiçbir cümle kalmamışçasına lappadak(1) girmişti söze;
“İsminiz üç heceli mi?”
İnsan hiç olmazsa bir “Affedersiniz, bağışlayın, özür dilerim, pardon!” gibi bir cümleyle başlayamaz mıydı söze? Ama basireti bağlanıyordu(3) insanın, hayalindekiyle karşılaştığında.
Genç kız durakladı, Ezelhan’ın hayretle baktı yüzüne, belki de içinden geçirdiği söz; “Deli mi, ne?” olsa gerekti, onun sualine anlam veremediği gibi, cevap vermeyi de uygun görmeksizin sırtını döndü, yoluna devam etmek üzere.
Edepsizlik, yüzsüzlük, saygısızlık parayla mıydı? Buna medeni cesaret(2) denemezdi. Çünkü Ezelhan genç kızı kolundan tutmuş ve yaşamda sarf edilmesi asla mümkün olmayacak kelimeleri cümleler halinde sıralama gayretini yaşadı. Aslında buna gayret, çaba gibi kelimeler yerine daha uygun söylenebilecek sözler de vardı, ama dememek daha iyi olacaktı.
“Bir saniye hanımefendi! Zürafa(34) âşık olunca, buna alışkın olmayan fillerin verem olduklarını biliyor musunuz?”
“Ne demek bu şimdi?”
“Damdan düştü bir kurbağa, titretti kuyruğunu…” demeyi de biliyorum, ama nutkum tutuldu(3), sizi görünce ne diyeceğimi bilemedim!”
“O halde ne diyeceğinizi bilebileceğiniz bir zaman bana tekrar rastlayacağınız zamana kadar bekleyin, ama öyle heyecanlanıp yürüyen merdivenlerin birinden diğerine atlayarak değil!”
“Heyecanımı fark ettiniz demek?”
“Yalan söylememi beklemeyin, ilk karşılaşmamızdaki şaşkınlığım gibi!”
“Tekrar karşılaşmayı arzuladığınızı düşünmem fazla iyimserlik mi, hem böyle ayaküstü?”
“Sanırım iyi bir insansınız, hem yakışıklı. Ama üzgünüm ilgileneceğim biri değilsiniz, özür dilerim. Şimdi izninizle evime yönelebilir miyim, bir centilmen(1) olarak izninizle, lütfen!”
“Tek ve son bir söz; ilginizi çekebilmek için amuda kalkmam gerekiyorsa, deneyeyim. Ya da yolunuza uzanayım, çiğneyip geçin beni, ama beş dakika, hiç olmazsa bir üç dakika şans verin bana, ne olur? Lütfen!”
“Peki, Ezelhan Bey? Nerede çay içeceğiz?”
“Bir kerede ismimi saklamışsınız zihninize?”
“Mecburdum, çünkü bu benim soy ismim!”
“Adınızı söylerseniz barışırım sizinle?”
“Küsecek kadar tanımıyorum ki sizi!”
“Ömür boyu küsmeyin. Çay içeceğimiz yere kadar isminizi söyleyin! Söz ne elinizi tutacak, ne de avam bir dille ‘Dedim ki, dedim ki...’ diyeceğim. Uysal bir sokak köpeği, ya da uslu bir salon kedisi gibi peşinizden geleceğim. Söz! Ta ki beni dinleyeceğinizi umut ettiğim tercihiniz olan yere kadar...”
“Açıklıkla söyleyin, baştan beri, günler öncesinden kurgulayıp ezberlediğiniz sözler değil mi bunlar? Tatlı dil, güler yüz örneği, karşınızdakini kendinize yönlendirir gibi?”
“Allah, Kur’an çarpsın! Vallahi, billahi, tallahi...
Sizi gördüm, bildim, yaşamak istedim, ama tek bir kurgu bile geçmedi aklımdan. Bana ne zürafalardan, fillerden, kurbağalardan. Aklımı başıma devşiremedim ki, sizi görür görmez zırvaladım…
Şair değilsem de, belki bilseniz bile, aklımda kalan şiirlerin çalıntı dizeleriyle yakınlık kurmayı deneyebilirdim, ama ben buyum işte, eksiğim ve fazlam yok, sen belleğimde olansın. Eğer beni kabul edersen, ömrümün bundan sonrası yaşanacak hale gelir...”
Genç kız önde, Ezelhan arkasında girdiler kafeye. Ezelhan, Uğurhan’ın Uğurhan olduğunu öğrenmiş olsa gerekti.
Karşı karşıya oturduklarında, Ezelhan verdiği sözü unutmuşçasına ellerini avuçlarına hapsetmek istedi Uğurhan'ın.
Oysa daha henüz başlangıçlarındaydılar; “Bu ne samimiyet?” dercesine verdiği sözü hatırlatmaksızın ellerini masanın altına saklamak zorunluluğunu hissetti Uğurhan. Bu; Ezelhan’ın hemen söze başlamasının gerekliliği gibiydi.
“İnanmanın zor olduğunu biliyorum, ama iki yıl kadar önce yer aldın hülyamda, o gün bilmediğim üç heceli isminle, ihtiyarlığımda. Hipermetrop gözlüklü, by-passlı(2), sol ayağı çürük ve yorgun bedenliydim. ‘Amca, iyi misin?’ dedin. Herhalde “Sevgilim!’ demen abes olsa gerekti!..
Bir tehlike oluştu ve seni koruma içgüdüsü ile sarıp sarmaladım. İmkânsız gibi görünse de hülyamdaki seni hep aradım geçen iki yıl boyunca…
Ve arkadaşım ismimi söylediğinde irkilmenle sana rastladığım ana kadar uyurgezer gibiydim, hatta seni bulamazsam ömrümü boşa tüketeceğimi bile düşünüyordum, sen olmayınca…
Seni, sana vazgeçemeyeceğim kadar bağlanan ben dâhil kimse bilmiyordu. Otobüse bindiğinde gülümsemen tutsak etti beni sana. ‘O; o!’ dedim, kendi kendime ve o günden sonra hep bulmak, karşılaşmak için aradım seni, özlemle, bıkmaksızın, aynı saatlerde, aynı otobüslere, aynı duraklardan defalarca binerek…
Lütfen uzat ellerini, esirgeme seni benden, istersen inanma, ama inanman, seni inandırabilmem için fırsat ver bana. Sev beni demiyorum. Ben seni karşılığı olmasa da bile bile beynimde, gönlümde, kalbimde hep sevdim, tekrar ediyorum, inamnasan bile!”
Uğurhan elini uzatıp Ezelhan’a teslim ederken;
“Dürüstlüğüne hayranım. Ben de benzer hayaller içinde yaşadım, ama seni görmedim, bilmedim. Ancak soy ismimi işitip seni gördüğümde bir şeyler kıpırdadı içimde, gülümsedim ve ‘Sen benimsin!’ demek geçti içimden. Şu kısa an içinde de olsa itiraf etmem gerek, ama ispat et önce, seni bana!”
“Nasıl, meselâ? ‘Öl!’ de, ölmezsem namerdim(1), şerefsizim, ölmeksizin sensiz yaşamak, yaşamak değil benim için. Ben daha önce yaşamadım. Ancak seni beynimde yaşadıktan sonra yaşamaya başladım…
Sensiz bir dünyayı güneşle, ayla, yıldızlarla bulutlarla, ekmekle, suyla, havayla paylaşmaya çalışmak, yaşam değil, benim için. Toprak altında da olsam, üstünde de olsam çürümüş bir beden sahibi olacağım kesin!”
"Ölümü düşünmek yerine, hayallerindeki gibi yaşamayı düşünmek uygun değil mi?”
"Anlamadım demek istediğini. Cimcikle beni, aklım başıma gelsin!”
"Sen biliyorsun, ben yeni öğrenmedim, ben de biliyordum, biliyorum. İspat etmedik mi duygularımızı birbirimize, ellerimizin, gözlerimizin, duygularımızın sıcaklığında. Bundan böyle tek bir anımız bile bizsiz geçmesin birbirimizde. Hadi söyle içinden geçeni, bir çırpıda... “
"Seni seviyorum, ilk hayalden, ilk görüşten beri, sabredelim ve üleşelim bundan sonramızı...”
"Ben de... Peki!”
YAZANIN NOTLARI:
(*) Ezelhan; Başlangıcı, öncesi olmayan geçmiş zaman hükümdarı.
Nagehan: Birdenbire, ansızın, vakitsiz, aniden anlamında, bazen “Nagihan” şeklinde de kızlar için isim olarak kullanılan bir kelime olup Süleyman Çelebi’nin Mevlidinde de geçen bir sözdür: “Berk urup çıktı evimden nagehan.” şeklinde.
Neslihan; Han soyundan gelen, soylu.
Oğuzhan; Doğumumda annemin bana ilk koyduğu isim olup rahmetli kardeşim Zinnur bu ismi çağrışım yapıp tek oğluna koymuştur. ”Ozi!” diye çağırdığımız yeğenimin ismi. Oğuz Kağan ya da Oğuz Han, Türk ve Altay mitolojisinde Türklerin atasıdır. Uğuz Han, Uz Han veya Oğur (Ogur, Ugur) Han olarak da bilinir. Annesi Ay Kağan, babası Kara Han'dır. Oğuz Kağan Destanı'nın başkahramanıdır ve destanda Asya Hun Devleti'nin hükümdarı Mete Han ile özdeşleştirilmiştir.
Uğurhan (Hayırlı lider) Ezelhan; Türkiye'mde böyle bir insanın varlığını araştırdım, bulamadım. Zaten sırf isimler uygun olsun arzusuyla uydurduğum bir isimdi.
(1) Anarşi; Kargaşa. Karışıklık, düzensizlik. Siyasal ve yönetimsel kurumlarda beliren güçsüzlük nedeniyle toplumda devlet denetiminin kalmaması durumu.
Battal; En ve boyca alışılmış olandan büyük, pek büyük, iri. Cesur, kahraman. İşe yaramaz, kullanılmaz, işsiz, hantal.
Cascavlak; Çırılçıplak, örtüsüz. Saçsız, tüysüz.
Centilmen; İyi arkadaşlık eden, ilişkilerinde ince, saygılı, görgülü, kibar (erkek).
Dımdızlak; Elindeki her şeylerini kaybetmiş, imkânlarını yitirmiş. Çırılçıplak. Tepesinde hiç saçı kalmamış.
Ekşimik; (Yöresel olarak) Lor. Çökelek. Kaynatılmış ayran, ya da kesilmiş sütten, yahut da yoğurdun orta ateşte ısıtılmasıyla meydana gelen suyundan ayrıldığında meydana gelen peynire benzer yiyecek.
Flu (Flû); Tam olarak belli ve açık olmayan, fotoğrafta net olmayan görüntü, bulanık.
Garip; Aile ocağından uzakta, kimsesiz, gurbette yaşayan, doğduğu yerlerden ayrı düşmüş, yabancı.
Hicret; Kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisanen veya kalben ayrılıp uzaklaşması. Terk etmek, ayrışmak, ilgisini kesmek. (Hazreti Peygamberin ve Mekkeli Müslümanların Medine’ye göçü. Gayrimüslim bir ülkeden Müslüman bir ülkeye göç.) (Öyküde; “kaçış, firar” anlamı verilmek istenmiştir).
İkilem; Dilemma. Kıyasımukassem. Değişik iki yapıda her iki durumda da doğru davranılmayacak iki olanak karşısında kalıp kişiyi, istemediği halde bunlardan birini yapmaya zorlayan durum. İki önermesi bulunan ve her iki önermesinin sonucu da aynı olan düşüncelerden birini seçme mantığı. Değişik yapıda iki öğenin birlikteliği. İki özellik gösteren durum. Bu durumlarda insan özellikle beğenip istemediği bir seçeneği seçmek zorunda kalmaktadır.
Kaypak; Verdiği sözü tutmayan, sözsüz, dönek. Üzerinde kolaylıkla kayılan, kaygan.
Kemoterapi; Kanser hücrelerini yok etmek veya bu hücrelerin büyümesini kontrol altına almak için antikanser ilâçlar kullanılarak yapılan tedavi. Tek başına, radyoterapi hatta cerrahi olarak uygulanabilir.
Lappadak; Lappadanak. Şappaddanak. Aniden, ansızın
Mağdur; Kendisine haksızlık edilmiş olan, haksızlığa uğramış, zor durumda kalmış..
Mahzunluk; Üzgün, hüzünlü, duygulu olma durumu.
Mecal; Can, dinçlik, derman, kuvvet, takat, canlılık, güç.
Metazori; “Zorla” demenin alafrangası olsa gerek! Zor kullanarak, zor altında kalarak.
Mizaç; Huy. Yaradılış. Ahlâk. Karakter. Tabiat. Gerçek yeteneği, yatkınlığı belirleyen psikolojik özelliklerin tümü. İnsan bedeninin fizyolojik yapısı. Sağlık.
Müşahede; Gözlem. Görme, İnceleme. Gözlemleme.
Namert; Mert olmayan, korkak, alçak.
Örf; Yasalarla belirlenmemiş, halkın kendiliğinden uydurduğu gelenek.
Pir; Yaşlı, koca, ihtiyar kimse, bir tarikat ya da sanatın kurucusu, adamakıllı, iyice, herhangi bir konuda, bir meslekte deneyim kazanmış, eskimiş kimse.
Tekaüt; Emekli. Belli bir süre çalıştıktan sonra kanunlar gereği görevi bitmiş, işinden ayrılmış ve kendisine aylık bağlanmış olan.
Terane; Çok yinelendiğinde usanç verici bir durum alan söz dizisi. Ezgi, makam, nağme.
Zağar (Zahar); Herhalde, evet, öyle (Bodur, bacaksız, küçük bir köpek cinsi ile ilgisi yok).
(2) Alacalı-Bulacalı; Karmakarışık ve çiğ renklerle bezenmiş.
Asar-ı Atika; Asar-ı Antika da denilmekte. Kentlerin düzen tasarlarında, özel koruma önlemlerine konu yapılmaları gereken, çağ bilim, güzelduyu ve sanat yönünden büyük değerler taşıyan eski yapıt ve yapılar ve bunlardan kalan kişisel eşyalar.
By-Passlı; (By-Pass; Yan geçit anlamında olmakla beraber kardiyoloji bağlamında kalp damarlarında tıkanık olan yeri ek damarla geçme, atlama, dolaştırma, aşma. Çözüm aynı zamanda stent ya da balonla da gerçekleştirilmektedir) geçirmiş olan.
Çoban Tırnağı; Genelde tırnak diplerine yakın yerlerde derinin kalkması şeklinde görülen sıkıntı.
Dik âlâ; Mükemmel ilerisinde. (Romence; Gizlice gözetlemek).
Medeni Cesaret; Girişken olmak, haksızlıkların karşısında dik durmak.
Selle Sümük; Aslı; Salya sümük. Ağlamanın bir başka türlü tarifi, burnunu gürültülü bir şekilde çekmek vb.
Veledi Zina; Zina sonrası ortaya çıkan, ne idiği belirsiz, orospu çocuğu, piç.
Velev ki; İster, isterse, hatta bile, öyle olsa da, farz edelim ki anlamlarında Arapça bir kelime.
Yarım Yamalak; Yalapşap. Yalap şalap. Baştan savma, üstünkörü.
(3) Basireti Bağlanmak; Gerçeği göremez bir duruma düşmek, iyi ve yerinde düşünememek, doğru yolu, gerçeği göremez durumda olmak, görememek, alınabilecek uygun bir önlem varsa almamak, alamamak.
Burnunun Doruğuna (Dikine, Doğrusuna) Yönelmek (Gitmek); Kendisine verilen öğütlere kulak asmayıp kendi bildiği gibi davranmak, istediğini yapmak.
Erinmek; Üşenmek. Kendinde bir gevşeklik duyarak bir işi yapmaya eli varmamak, tembellik yapmak.
Gevelemek; Anlaşılmaz bir biçimde sesler çıkartmak, ne dediği anlaşılmamak.
Hasıl Has Yapmak (Etmek); Yöresel olarak kullanılan bu kelimenin tan anlamı lügatlerde yoktur. Gayrete gelmek, ayağa kalkmak için bedeni ayaklar üstünde yaylandırmaya çalışmak “Ya Allah! Haydi, hep beraber, hep birden, hep birlikte, gayretle, el ele, el elden” anlamında teşvik sözü.
İkirciklenmek; İşkillenmek, kuşkulanmak, kararsız olmak.
Nutku Tutulmak; Genel söyleşilerde; “Nutkunu tutmak, nutkunu yutmak” şeklinde de yanlış söylenen bu deyim; “Beklenmeyen şeyler karşısında hayret edici bir duruma düşmek, korkudan heyecandan, şaşkınlıktan konuşamaz hale gelmek” olup, handiyse “Dili tutulmak, ağzı açık kalmak” deyişleri ile de özdeşleştirilebilir.
Ramak Kalmak; Bir şeyin olmasına az kalmak. Hemen hemen, az daha olacak, kıl payı kurtulmak.
Risk Yüklenmek; Zarara uğrama, zarar görme tehlikesini göze almak, yüklenmek.
Zırvalamak; Saçmalamak, gereksiz, tutarsız, saçma sapan, boş, anlamsız sözler söylemek veya bu tür davranışlarda bulunmak.
(4) Gideceğiniz yeri bilmiyorsanız, vardığınız (ulaştığınız yerin) yönün önemi yoktur! Soner YALÇIN
(5) Tavşan Sidiği Denize Fayda (Kâr); Sözün aslı; Fare (Sıçan) sidiği denize katık (fayda) şeklindedir. Yani küçük ve az görüp bazı şeylerin önemsenmemesinin yanlışlığının ifadesidir.
(6) Bir çivi, bir nalı, bir nal bir tırnağı, bir tırnak bir ayağı, bir ayak bir atı, bir at bir kumandanı, bir kumandan da bir vatanı mahveder. Cengiz HAN
Bir mıh bir nal kurtarır bir nal bir at kurtarır… Atasözü. Bir işi başarıya ulaştırmadan kat edilen yol üzerinde bulunan küçük ayrıntılar işin başarılması açısından çok önemli olmaktadır. İş sürecindeki bu olayları ve ödevleri küçümsemek sonuca ulaşmadan engel oluşturmaktadır. Atalarımız bundan yola çıkarak "Bir mıh bir nal kurtarır bir nal bir at kurtarır" atasözünün dilimize geçirmişlerdir.
(7) Kalabalıkla veya kalabalığa bağırmak, aptallaştırır. Çünkü kalabalıkların kafası çok ama aklı yoktur. Sinan CANAN
(8) İnsan eğer yaradılışı gereği duyarsızsa, kahramanca hissetmesi ve her milimetrenin içinde ne kadar çok şeyi saklayabileceğini bilmeden kilometreler boyutunda düşünmesi zor olmasa gerek. Robert MUSIL
(9) Dilimin ucundan geçenlerin Kur’an’daki ayetlerin meallerini şöyle sıralamam mümkün;
Allah 'm izni olmaksızın hiçbir nefis için ölüm yoktur. O; süresi belirtilmiş biryazıdır. (Al-i İmran Suresi, 145. Ayet)
Kur’an’daki Yunus Suresi 49. Ayet; De ki; “Ben Allah'ın dileğinin dışında kendi kendime ne bir zarar ne bir fayda verebilirim. Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince artık ne bir an geri, ne bir an ileri gidebilirler!” 56 Ayet; “O, hem can veren, hem can alandır. Ve hepiniz ona döndürülüp götürüleceksiniz!” şeklindedir.
Küllü nefsin zalikatül mevt olarak Kur’an’da üç yerde (Ali İmran Suresi; 185. Ayet, Enbiya Suresi; 35. Ayet ve Ankebut Suresi; 57. Ayet) geçen ayetin tefsiri; “Her canlı ölümü tadacaktır!” şeklindedir, bilindiği gibi.
Nisa Suresi, 93. Ayeti şöyle demektedir; Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedi kalacağı cehennemdir. Buna göre insanın kendisini öldürmesi (intihar etmesi) de aynı düşünce içine girer gibime gelir.
(10) İnsan her adımını mezardan uzaklaşmak için atar. Yine her adımda mezara bir adım daha yaklaşır. Her nefesi hayatı uzatmak için alır, yine her nefeste hayatından bir nefeslik zamanı azaltır. Namık KEMAL
(11) İçgüdü; İnsiyak. Canlıları, araya akıl ve düşünce, bilinç girmeksizin, kendilerine yararlı ve de gerekli bir takım eylemlere yönelten duygu. Bir canlı türünün bütün bireylerinde akıl ve düşünceden bağımsız olarak doğuştan gelen bilinçsiz her türlü hareket ve davranışları. Sevkitabii. Organizmayı o türe özgü olan bir amaca sürükleyen hareket, davranış eğilimi. Davranıştaki doğal ve kalıtsal faktör (Örümceğin ağını örmesi gibi). Organizmayı o türe özgü olan amaca sürükleyen hareket eğilimi.
(12) Rüya, yaşadıklarına göre düşündüklerinin şuur altında şekillendiğini sanmadır. Bir diğer deyişle düşündüklerinin zihninde fotoğraf haline gelişidir. Erol KARATEKİN
(13) Güneş yüzü görmemiş küfürler etmemiş… Selcan TAŞÇI
(14) İnadım inat, her kuşta var iki kanat… sözünün sansürlenmiş bir başka söylenişi de vardır.
(15) KARATEKİN, Erol. 1963 Yılı. “YAĞMURDA HİS”
(16) KARATEKİN, Erol. 1967 Yılı. “YAĞMURDA HİSLER” (Karanlığı götürdü yağmur, aydınlattı geceyi, esintisiyle)
KARATEKİN, Erol. 1966 Yılı. “YAĞMURUN GETİRDİĞİ”
(17) Ölüm beraat değil, sadece fani dünyadan tahliyedir. ALINTI
(18) Adam Olmak; Büyümek, yetişmek, topluma yararlı olmak, iyi olmak, adam gibi davranmak, bir duruşa sahip olmak. Bir gruba dâhil olmak değil, bir duruşa sahip olmaktır.(Meşhur hikâyedir; “Kaymakam olan bir oğul, babasını makamına getirttirir ve “Adam olmazsın!” diyordun, “Kaymakam oldum!” sözlerine karşılık “Ben kaymakam olamazsın demedim ki, adam olamazsın, dedim. Adam olsaydın beni getirttirmek yerine gelir elimi öperdin!” demiş).
Rahmetli Bülent ECEVİT Rudyard KIPLING’e ait “IF (EĞER)” şiirini “ADAM OLMAK” olarak tercüme etmiş ve en önemli dizeyi; “Düşlere kapılmadan, düş kurabilir(sen)” şeklinde belirtmiştir.
(19) Öfkeyle kalkan nedametle (öfkeyle kalkan zararla) oturur. Türk ATASÖZÜ
Keskin Sirke Küpüne (Kabına) Zarar Verir. TÜRK ATASÖZÜ
Öfke gelince akıl uçup gider. LEASING
(20) Anlamsız karşı çıkmalar, anlamlı karşı çıkmaları anlamsız hale getirir. Ege CANSEN
(21) Önemli olan insanın yalnız diğer insanlara değil, kendi kendisine de yalan söylememesidir. Kendi kendine yalan söyleyip de, söylediği yalana inanan kimse, sonunda, kendi içindeki ve çevresindeki gerçekleri tanımamaya başlar Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKI
(22) Düşünüyorum, düşündükçe büyüyor yalnızlığım; Ethem YAZGAN’a ait “GARİP” şiirindeki esas dizeler; “Düşünürüm, düşündükçe büyür yalnızlığım” şeklindedir. Ayrıca; “Düşündükçe büyüyor yalnızlığım…” Semih ERTÜRK’ün “SENİ SEVDİM BEN” isimli şiirinde bir dize.
(23) Gerçekleşmesi Mümkün Olmayan Rüyalar; Rüya; Düş demek. Gerçekleşmesi mümkün olmayacak bir durum. Uykunun genel karakteristiklerinden biri olup görülenlerin gerçekleşmesi mümkün değildir. Ancak bu konuda yapılan araştırmalar verimli gerçeklere ulaşmamış olsa da, iddiam şu ki; gündüz ya da gece boyu yaşadıklarıma rüyalarım (belki de oluşturduğum hayallerim) öykülerimin gerçekleşmesine sebep olmaktadır. Örneğin yaşamımda kullanmadığım, sözler, kelimeler ve hatta cümleler bana empoze edilmektedir ki bilemediğim bu sözleri italik harflerle bile şekillendirdiğimde; “Acaba (ç)alıntıyor muyum?” şeklinde tereddüt yaşıyorum. Çünkü arıyorum, bulamıyorum.
(24) İrem Derici’ye ait HUZUR isimli şarkının ilk bölümü; “Dualar eder insan, / mutlu bir ömür için / sen varsan her yer huzur, / huzurla yanar içim / Çok şükür, bin şükür, / seni bana verene...” şeklindedir.
(25) ŞENAY'a ait; “Şu dünyadaki en mutlu kişi...” diye başlayan şarkının nakarat kısmı “Hayat bayram olsa...” şeklindedir.
(26) Sayılı Gün Çabuk Geçer; Atasözü. Gün sayısı, ne kadar süreceği belli olan bir iş çabucak biter. İnsan iş her ne kadar uzun olsa da işi yapmaya başladıktan sonra işine öyle dalar ki, bir bakar iş sonuca ermiş. İnsan işini yapmaya odaklanınca günlerin nasıl geçtiğini anlayamaz.
(27) Sahibinin Âşık VEYSEL ve Sivas yöresine ait olduğunu bildiğimi sandığım ve “Giyindiğin urbalardan” yerine “Yerdeki karıncalardan” şeklinde bildiğim türküyü Neşet ERTAŞ da sahiplenmiştir (Internet bilgisi). Dörtlükler öykü içinde şekillendirilmiştir.
(28) Muhabbet bağına girdim bu gece... diye başlayan Hicaz Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Güfte Yazarı bilinmemektedir, Bestesi; Sadettin KAYNAK'a aittir. “Ararım; ararım, ararım seni her yerde...” nakarat bölümüdür.
(29) Arayan Mevlâ’sını da belâsını da bulur; Kişi hayatını doğruluk ve dürüstlükle devam ettirirse güzelliklerle, sahtekârlık ve yalancılıkla sürdürmeye çalışırsa belâlarla karşılaşır.
(30) Aşk üzerine birkaç söylemi sıralamak geçti içimden; Deliliktir. (William SHAKESPEARE), İbadettir. (Suzan KURAN), Açgözlülüktür. (Oscar WILDE) Canın belâsıdır. (FUZULİ), Şuur bozukluğudur. (PLÂTON), Örgütlenmektir. (Ece AYHAN), Bir mucizedir. (Ayşen BOZKUŞ), En güzel mucizedir. (Sibel KARA)…
Aşk; Fedakârlıktır. Erol KARATEKİN Aşk; Mucizedir. Erol KARATEKİN
(31) Sıfıra Sıfır, Elde Var Sıfır; Yapılan zahmetlere, girişimlere karşılık elde bir şey olmaması.
(32) Kafasında kırk tilki dolaşıyor, kırkının da kuyruğu birbirine deymiyor; Genelde kurnaz, hin oğlu hin deyiminde geçen insanlar için söylenen bir söz ki, bu tip insanların art düşüncelerinden, kalleşlik ve içtenlik bulunmayan eylemlerinden sakınmanın gerekliliğini ifade eden söz dizisi.
(33) Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun, gördün güzelleri beni unuttun… “Diktiğin fidanlar meyveye döndü” eki olan Kayseri yöresine ait türkü.
(34) Sözün aslı; Zürefanın Şaşkını şeklindedir. Çok kişi bu sözü “Zürafanın şaşkını” şeklinde söylemektedir ki, yanlıştır. Zaten bilgisayarda zürefa yazar yazmaz altına kırmızıçizgiyi çekiyor hemen mal bulmuş mağribi gibi. Zürefa; “Zarifler, kibarlar” anlamında bir kelimedir. Sözün devamı; “Zürefanın şaşkını, beyaz giyer kış günü” şeklindedir. Ayrıca eskilerden kalan deyimler olarak; “Eşkıyanın, ihtiyarın, fukaranın düşkünü beyaz (hasa) giyer kış günü” şeklinde de söylenegelmiştir. Burada denilmek istenilen; durumu elverişli olanın kıyafetinin düzgünlüğünün, elverişli durumu yitirmesiyle kıyafetine olan düzeninin, ya da düşkünlüğünün yok olduğu gibidir. Bununla hiç de ilgili olmayan bir tekerleme vardı, çocukluğumuzdan aklımızda kalan: “Zürafanın aşkından, filler verem olmuşlar, bunu duyan kel kızlar, saçlarını yolmuşlar” gibi olan. Ama öyküyle ilgisi yok, tabii.