Bir arkadaşım önayak olmuştu(1) ve güneylerde bir yerlerde, denize yakın, her yıl bazıları dini bayramlara rastlasa da aynı tarihler için bir devre mülk(2) sahibi olmuştum, yani arkadaşım sayesinde(1) ikimiz de birer devre mülk sahibi olmuştuk anlamında...
O; evli, çoluk-çocuk sahibi, beraber çalışma mecburiyetinde olsak bile ne yapıp edip iznini alıyor ve yaz tatilini kendi devre mülkünde mutlaka değerlendiriyordu. Hem de nasıl?
Eğer ben herhangi bir nedenle tatilimi değerlendiremeyeceksem, onun, özellikle hanımı tarafından “Boş kalmasın!” diye sevabına değerlendirecek kadar, kadrolu ve söylemekte beis gömüyorum(1), bedava sevap işlemeye hazırlıklı “müşteri” demeyeyim de o kadar çok insancıkları vardı ki!
Benim dini, ruhi, siyasi ve sosyal saplantılarından vazgeçmeyen bir tek annem vardı yaşamımda, ancak yaşamım nedeniyle bana ayak uyduramayacağından emin olduğu için(!) benimle aynı ortamda, aynı evde yaşamaya yanaşmamıştı.
“Hatıralarım var!” deyip şehrini ve evini terk etmemiş, yanındaki ahretliği(3) yahut da ahret kardeşliği(2) ile yaşamını üleşir olmuştu. Bu konudaki zorunluluklarımı ayrı ayrı ifade etmeye çalışmama gerek yok, sanıyorum.
Kardeşlerim yoktu, “Bir daha doğurmak mı, tövbe(3)! “Tövbe!” dediği için, babam da yaşamıyla ilgili tüm zorluklara karşın ancak yaşayabildiği kadar yaşam için tahammüllü olmuş, olabilmişti!
Babamı toprağa verdiğimizde ben üniversiteye henüz başlamıştım.
Bir gün cep telefonumdan bir haber geldi;
“Baban öldü, gel!”
Annem böyle dobra dobra konuşan(1), sözünü esirgemeyen(1), makul olma(1) hakkını asla kullanmayan biriydi;
“Üzgünüm, babanı yitirdik, gelmen gerek!” gibi zorunluluk addeden(1) sözlere, cümlelere gerek duymayan; “Gel!” dedi mi yahut da herhangi bir şekilde emretti mi, gereğini bekleyen biriydi. Belki babam anneme değil, annem sağlam bir beden ve ruhani bir yapıyla(2) tahammül etmiş olabilirdi babama (meselâ)!
Babam yaşarken, annemin gece yarılarına kadar ibadet edip üstüne aldığı bir pike, ya da battaniye ile somya ve kanepelerde, hatta tünemiş olarak koltuklar üzerinde başörtüsünü çözmeksizin oturmasına akıl erdiremezdim.
Babam yatak odasında yatardı kendi başına, çocukluğumda bile yalnızlığını benimle paylaşmaksızın, bildim bileli.
Kısaca; belki de özenerek “Her erkek çocuk annesine benzemek ister!” diye bir kelâm(3), düstur(3) uydurulmuşsa da, ben babam gibi olmayı, babamın oğlu olmayı tercih ettim.
Zaten fizikman da babamın kopyası gibi olduğumdan; annem beni sadece “Evlât” olarak severdi.
Her neyse!
Bu yıl devre mülkte kadrolu(!) misafirlerim yoktu, ben kendim kullanacaktım çünkü. Buna memnun olmayan tek kişi arkadaşım Fahrettin’in hanımı Fahrünnisa idi. Birinci memnuniyetsizlik; akrabaları ile beraber olamamak, ikinci memnuniyetsizlik; “Kocamı yoldan çıkartıyor(1)!” telâşı idi.
Bu nedenledir ki bir kez bile “zoraki(3)” yemek davetlerine asla katılmamıştım. Fahrettin'in beni ayıplamaması, bağışlaması dileğiyle içimden söylüyorum; “Ne Şam’ın şekeri, ne Arabın yüzü…(4)”
Kulübem dediğim devre mülk evimde bir-iki kadirşinas(3) meze, çerez takviyesi ile neşelenmek, daha doğusu neşelenmeye çalışmak ekonomik ve rahatlatıcıydı Fahrettin ve benim için. Ya da bedelini göz ardı ederek arada bir bedenlerimize bayram ettirmeyi düşünerek “Rakı-roka-balık(5)” teranesiyle(3) devre mülklerin fiks menülü(2) lokantasına gitmek bizim için mutluluktu, accıcık(3) da lüks yani.
Hele ki; gerek gidiş, gerekse dönüşlerimizde (doğal olarak eşinin surat asması(1) olmaksızın izin alabilmişsek(!) bıkmaksızın, usanmaksızın rahmetli ozanın “Uzun, ince bir yoldayım(6)” türküsünü defalarca nakarat şeklinde (özellikle dönüşlerimizde daha yaygın, azgın, yavşak, mayışmış(3) ve çoğalmış olarak) söyleyerek sahil lokantaları civarlarına kadar gider ve dönerdik, arabasız.
Çok zaman kambersiz düğün olmazdı(2)! Bazen Fahrettin'in eşini ve çocuklarını da birimizden birinin arabası ile götürürdük bir yerlere, tahammül mülkünü Hülâgu gibi yıkmamak(7) gayretiyle.
Burada kendime azıcık da olsa, dürüstçe övünme payı çıkarmak istiyorum; gerek çocuklara kötü örnek olmaktan sakınmak, gerek yenge hanımın malûm sözlerine muhatap olmamak(1), gerekse Fahrettin’in izinli olması(!) dolaysıyla ayarını tutturamama(1) endişesiyle arabayı kullanma zorunluluğum benim masada edepli(!) olmamı(1) gerektiriyordu!
Genelde alkol duvarını aşmakta her zaman başarılı olan Fahrettin’di, gidişinin olup da dönüşünün de olacağı ve evde fırçayı yiyip popo üstü oturacağını bilmeksizin neredeyse! Bunu en az eşi kadar ben de hisseder ve çocuklarının hatırına ve eşinden çekinerek gereği için daima sus-pus(1) ve tedbirli olmaya gayret ederdim.
Sanırım yengeden aşikâr olmasa(1) da, içinden geçirdiğini(1) sandığım “Aferin!” takdirlerini ben de içimden geçirip kabullenirdim!
Hesabı ödeyip, arkadaşın bir miktar süre havalanmasını sağladıktan ve özenle koltuğa oturtturduktan sonra selâmetle(!) evlerine bırakır, ayık olan, ancak teşekkür etmek gibi huylara sahip olmadığına inandığım Fahrünnisa’nın herhangi bir davranışını beklemeksizin geri döner, o günkü hakkımı(!) kendim, kendimle üleşmek için evime çekilirdim...
Yaptığım güzel işlerden biri havuz başında, bir masada, internette sörf yapmak(1), bazen çocukları annelerinin yüksek izinlerini alıp onları denize taşıyıp denizi taşırmaktı!
Gerçeği saptırmadan söylemem gerekirse gözlerinden pırıl pırıl zekâ fışkıran çocukların başlangıç olarak ne annelerine, ne babalarına ve de en sonunda bana benzemelerini istemezdim (gene meselâ), bir-iki istisna demeden, hem her bakımdan...
Saklamamam gerek ki; gerek havuz başında, gerek denizde, gerekse bazı akşamlar yalnız veya Fahrettin’le beraber oturduğum masanın az biraz ilerisindeki masadaki bir genç kız çekiyordu dikkatimi (çok zaman).
Ben yıllarca ne Fahrettin gibi olmayı, ne de çoluk-çocuğa karışmayı aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Belki Fahrettin’de gördüğüm; “Bir musibet, bin nasihatten evlâdır! (8)” düşüncesi nedeniyle.
90-60-90 düzgün bedenli, denizde ya da havuzda ikide-bir çekingen bir şekilde mayosunun üstünü düzelten, giyiminde-kuşamında dikkatli, devre mülkte, sahilde, havuzda, hatta Türkiye’mde ondan güzelinin olmadığına iddialı olarak inandığım bu genç kızdan gözlerimi ayırmam mümkün olamıyordu.
Cesaretsiz (ve belki de çaresiz) olduğum için yanına yaklaşmaktan bile çekindiğim bir varlıktı o. Abartmış olmadığımı düşünüyorum; O; Tanrısal bir varlık, ya da kısaca Tanrının dalgın bir anından yararlanıp dünyaya inmiş bir melekti, desem?
Çaresizdim, beni yıkan, hatta hüsnü kuruntu(2) olsa bile; “Gel! Benimle tanış!” dercesine bakışlarına rağmen, tanışmak için bir çare üretemiyordum, belki bunda tahminimce anne, baba ve ağabey diye düşündüklerimle birlikte olmasının, onu hiç yalnız göremememin etkisi de olabilirdi.
Bildiğim seslenişlerine göre aile oldukları ve o genç kızın isminin Fazilet olduğu idi. Hüsnü kuruntu dedim ya, belki o da benim ismimin Fatih olduğunu öğrenmiş olabilirdi Fahrettin ailesinin seslenişlerinden (meselâ).
Oysa bana göre bir genç kızın kalbini, gönlünü fethedemeyecek kadar kendine güveni olmayan, zavallıydım ben!
Fazilet, yüzmeyi bildiğine emin olduğum halde, ya suya atlamayı bilmiyordu, ya da suyun soğukluğundan ürktüğü için kenar merdivenlerden suya usul usul giriyor, kısa saçlan nedeniyle bone takmıyor, havuza girer girmez, belki de saçlarının hemen ıslanması için, belki de öyle yüzmekten, nefesini tutmaktan zevk aldığı için dipten yüzüyordu.
Tesadüf...
Belki de akıp geçen zaman içinde ben bu tesadüfü beklemiştim, tesadüfü oluşturmak yerine. Yalnızdı o gün. Belki de bana öyle gelmişti. Bu tesadüften yararlanmalıydım; daha fazlasına ne gücüm, ne mecalim(3), ne cesaretim ne de tahammülüm vardı, sesini duymalı, nefesini hissetmeli ve gözlerinde kaybolmalıydım.
O suya girdi, ben de tam karşısından suya atladım, balıklama, hem yasak olduğunu bile bile. Tesadüf bu ya(!) su altında kafa kafaya çarpışıp su yüzüne çıktık. Elini kafasına götürüp “Uf” dediğinde;
“Özür dilerim, fark etmedim!” dedim. O da, ben de su üstünde kalma uğraşı içinde ayaklarımız ve ellerimiz çarpışmaksızın çırpınma gayretini yaşarken, havuzun ancak boyumuz kadar olduğunun, ayakta durmamızın sorun yaratmayacağının bilincinde değildik. Haydi ben, neyse ne şaşkın âşık olarak, ama o da mı akıl edemezdi ki?
“Bu yalanınıza inanmak mecburiyetinde değilim!”
“Ben de, inanmanızı beklemedim zaten. Şımarıklık edip ’öpeyim de geçsin!’ desem?”
“Hem cüret(3), hem sözlü taciz(2)...
Doğrusu beklemezdim, beklemiyordum da!”
Kenara doğu yüzmeye çalışırken sesimi duyurmaya çalıştım;
“Ya nasıl bir şey bekliyordunuz?”
Yüzerken sırtüstü döndü, gözleri ateş saçıyordu, duymazlığa geldiğini, ya da cevap vermek istemediğini düşündüm. Havuzdan çıktı, duşunu aldı, kurulandı, güneşlendi, yanına gelen ailesi ile konuştu, hiçbir şeyi, özellikle beni umursamaz bir şekilde, başını bile kaldırmaksızın dizüstü bilgisayarını açtı.
Düşünüyordum ve düşündükçe büyüyordu yalnızlığım(9). Ve düşünmek; düşünen kişiyi de, değiştirirdi(10). Hatta abartı gibi görünse de düşünüleni de. Onu izlerken güneşte kalan sırtımın yandığının farkında değildim.
Güneşin bu kadar insafsız olacağını kestirememiştim, duş alırken ve silinirken fark ettim fiziksel olarak yandığımı, oysa gönlüm de yanıyordu, hem alev alev, hem için için…
Zaman yitirmemeliydim, yangınlara, ateşlere, alevlere dayanıklı olmalıydım. Evime gidip dizüstü bilgisayarımı aldım, gerekliymişçesine. Bir yakınımdaki kulübenin balkonunda güneşlenen Fahrettin’in “Hayrola?” diyen sorgu dolu tepkisine aldırmak istemeksizin, ama terbiyem gereği yalan söyleyerek cevap vermeye çalıştım, bu konuda Fahrettin sık sık espri yapardı, bazen dozunu ayarlayamadan;
“Senin dört sözünden üçü yalan, biri de şüpheli!” diyerek.
Aslında yalan söyleyecek, yalanı aklında tutacak kadar akıllı bir insan değildim. Çünkü yalanın destek olarak diğer yalanlara da muhtaç olacağının farkındaydım.
“Maillere bakacağım, belki biraz da internette gezinirim, hani biliyorsun ya; Bekârlık sultanlık değil(11)!”
“Beni görüyorsun, sen öyle san!”
“Bu sözlerinden Fahrünnisa’nın haberi olsun mu?”
“Aman sakın ha! Böyle tehdit etme lütfen! Zaten durum-vaziyet limoni(3), bir de sen körükleme!”
“Peki, senin ezilmene kıyamam!”
“Hadi be sen de! Yürü, anca gidersin!”
“Gerçi karın beni sevmez, ama istersen aranıza girip düzelteyim!”
“Yürü!”
“Yürüdüm, peki!”
Havuzun kenarına oturdum. Hazırlıklıydım, bir kâğıda; “Ne olur bir şans!” deyip mail adresimi “gelen” hanesinde gözükecek olmasına rağmen yazdım, dizüstü bilgisayarının üstüne bırakırken, fısıldamaya çalıştım;
“Ne olur?”
Oysa kaba bir benzetme ama “İtin duası kabul olsa gökten kemik yağardı! (12)”
Bilgisayarımı açtım. Açış o açış...
Dakikaları bırakayım, saatler geçmişti, aç-biilaç(2), susuz, huzursuz. Öğle ezanını duymamıştım, ama ikindi ezanı yalnızlığımın sessizliğinde;
“Haddini bil(1)! Kuyruğunu topla! Defol git!” anlamında olsa gerekti.
Haddimi bildim, benden ne köy olurdu, ne de kasaba(2)! Süt dökmüş kedi gibi kuyruğumu toplayıp(1), utangaç ve hüzünlü, üstelik umutsuz olarak kulübeme yöneldim.
Maksadım akşamı getiren sesleri dinlemek(13), sonrasında şairin haklı olduğuna inanarak; “Akşam olmuş, güneş batmış, içmeyip de ne yapacaksın?(14)” diyerek kendimi unutma moduna girmemdi, yalnızca ve yalnız başıma.
Dediğim gibi; umutsuz... Umut bile Kaf Dağının arkasındaydı(2) (galiba)!
Lokantada bir masaya oturdum, peşin olarak önce içkimi söyledim, diğerlerini nasıl olsa beklerdim. Oysa beklediğimi beklemekten dolayı yorgundum. Beklemek, beklemek ve hep beklemek...(15) Sessizliğin, bazen sesten de anlamlı ve önemli olduğunun(16) bilincindeydim. Sanırım, şifasız bir dert sahibinin sabahlardan önce Azrail'i beklemesi gibi bir şeydi beklemem(17).
Belki saçmalama gibi gelir, benim dışımdaki tüm insanlar için geçerli olmasa bile, benim için gece aydınlandı birden, nur yağdı sanki gökten masama. Yanımdan geçen bir melek ki, onun sadece benim meleğim olduğuna inanıyordum, sahiplenmemiş olmama rağmen, yanımdan geçerken o da benim gibi fısıldadı; “Bak!” diyerek, muhteşem kokusuyla aklımı peşinden sürükleyerek...
Anlamıştım, kim tutardı ki beni, masaya oda kartımı bırakarak, tam anlamıyla ayaklarım popoma vurarak(1) odama koştum, dizüstü bilgisayarımı alarak gelip tekrar masama oturdum ve açtım.
“Mail box’taki adres altında sadece 8-10 tane kadar soru işareti vardı, anlamamıştım. Üstelik mail adresinde Fazilet’in “F” harfi bile yoktu, cümbür cemaat(2) gibi “cumbay29ek(18)” gibi bir adresti.
Kafamı “Anlayamadım!” anlamında sallama gayretini yaşadım, tam karşımda oturan ağabeyinden sakınarak, masanın görünmeme engel olan tarafında anne ve baba oturuyordu çünkü. O da dikkatli bir şekilde omuzlarını kaldırıp indirdi, silkti, gene anlamadım anlamını.
Hemen o anda cevap yazma gayretini yaşadım;
“Ne olur, diye birkaç defa yazsam, cevabınız zalimce 50-100 soru işareti mi olacak? Sizi tanımam için hiç mi şansım yok? İdam mahkûmlarına bile son arzuları sorulur! İdam et beni, bensiz kal ve ömür boyu rahatsız olma!”
Birkaç kez yazdım, sildim, incitmeyi istemeksizin. Bu; en son görüntümdü. Ağabeyi kalktı masadan. e-mailimi henüz okumuş olması mümkün değildi. Ağabeyinin peşinden yöneldi o da lâvaboya ve anne-babasının da duymayacağından emin olarak fısıltıyla;
“Ne içki, ne sigara, yakışmıyor. I-ıh!” dedi, cevaplamama fırsat bırakmaksızın.
Kadehimdeki yarım olan içkiyi de, şişeyi de garsona teslim etmek için, her nereye gittiyse dönmesi için bekledim, belki de “Dediğin kabul!” anlamında övünmek için!
Geldi, masasına oturunca göz göze gelmek için bekledim, Hayret dolu idi bakışları herhalde, ya da bana öyle geldi, garson şişe ve bardaklarımı alıp götürürken. Sigara paketini kaldırdım, omuz hizama kadar ağabeyinin de görebileceğini umursamaksızın, Buruşturdum, çakmakla beraber masa üstüne bırakıp kalktım, hesabı kasada ödemek üzere.
Elini göğsüne götürdü, belli-belirsiz, neden gerekiyorduysa? Ben “Teşekkür ettiğini” sandım. Şansımı zorlamam gerektiğine inandım, yan masa komşusu gibi;
“Afiyet olsun!”
Bayram değil, seyran değil(2), “Bir yerlerden tanışıyor muyuz acaba?” şeklinde sorgularcasına baktılar birbirine ve ağabeyi olarak artık bildiğim o genç adam;
“Sağ olun, size de!” derken Fazilet gülümsemekle somurtmak arası gözlerini kırpıştırdı sadece.
Mademki o istemiş içkiyi ve sigarayı bir anda silmiştim yaşamımdan. Masamdan, onunla ilgili çok soru işaretleri almış olsam da ona artık doğrudan doğruya Fazilet dememde sakınca yoktu bence, her ne kadar karanlıkta esnerken ağzımı kapattığım görülmüyor olsa da.
Zamanın birinde sonrasında milletvekili de olan bir paşaya yakıştırıldığı gibi “Şak!(2)” diye emredilmemiş, Fazilet dilememiş olsa da ben “Tak!(2)” diye gereğini yapmıştım, emir gibi!
Kendimi alkışlamam mı gerekti, yoksa bir mükâfat beklemem mi?
Her ikisi de olsa fena olmazdı gibime geliyordu! Hatta idam cezası müebbede çevrilmiş gibi hissediyordum kendimi. Aslında prangalansam(1) da, ağırlaştırılmış hücre cezası alsam da umurumda değildi!
İtiraf etmeliyim ki; bu yaşıma kadar ne öyle gözlerle ve ne de soru işareti bombardımanı o bakışlarla karşılaşmıştım. Tek çarem, hatta tek umudum penceresini açık bıraktığım bilgisayarımda idi. Sabaha kadar da olsa, ekranın kararmasına fırsat bırakmaksızın bekleyecektim. Malûm; “Bekleyen derviş, murada erermiş! (2)” gibi hiç de sakıncası olmayan bir söz vardı, benimsediğim.
İlerleyen zamanda gerçekten sayısını belirleyemediğim soru işaretli bir e-mail daha aldım ve hemen cevap verdim;
“İlmek boğazımda, vur sandalyeye tekmeyi, soru işaretlerinden de, ıstıraptan da, hüzünden de, üzüntüden de kurtulayım, hak ettiğime inanıyorsan. Çünkü içimdekileri daha önce asla yaşamadım, inanmasan da! Ben Fatih, desem?”
“Biliyorum, ama ben hissetmiyorum!”
“Ben ki bir fısıltınızla tüm berbat alışkanlıklarımdan bir çırpıda uzaklaşmışım, izin verin de minnetimi anlatayım, teşekkürlerimi ileteyim, beni adam olmaya yönlendirdiniz, adam yerine de koyun, lütfen!”
“Kafalarımızın çarpışmasından bu kadar çok şeyi umut etmeniz yanlış değil mi?”
“Günlerdir fark edilmeye çalıştım, olmadı. Olması için özellikle tos vurdum(1) size, ama incitmemeye dikkat ederek...
Fark ettiniz, ayıpladınız ve alışkanlıklarımdan bir fısıltıyla beni vazgeçirdiniz. Benimle ilgilenmeseniz bile yaşamımdaki en büyük başarıya sayenizde ulaştım, belki de ömrüm uzadı, ölünceye kadar unutmayıp sizi hep hatırlayacağımı bilin lütfen!”
“Yararlı olabildiysem, teşekkür etmeniz yeterli!”
“Yok, hayır, böyle yazışarak değil, minnetimi size göstermem, beni ispat etmem, elimi uzattığımda elimin aç, açık ve açıkta kalmaması arzum. İzin verin, ya da hiç olmazsa telefon numaranızı verin, beni görmek istemeseniz de…
Sesinizle ‘Aferin!’ almayı, sizi baskı altında tuttuğuna inandığım ailenizden ayrı olduğunuz bir anda tüm içimdekileri söylemek istiyorum size, içinizden inanç geçmese de.”
“Peki, odamdayım, ailemle ilgili sözlerinize hak vermiyorum. Arayın ve konuşun, mademki bu kadar çok ısrar ediyorsunuz, ilk ve son defa ve eğer bir kez daha karşıma çıkmayacağınıza, yolumu kesmeyeceğinize, tos vurmayacağınıza, söz verirseniz telefonu açacağım!”
“Söz veremiyorum. Beni felâketlerden azat ettiniz, ömrümün uzadığını hissediyorum ve ömrümün uzayan bölümünü size hediye etmeyi istiyorum.”
“Saçmaladığınızın farkında mısınız, telefon numaramı vermiyorum ve kapatıyorum!”
Sanırım kapatmıştı dizüstü bilgisayarını. Ama nasılsa açacaktı, son bir kez daha şansımı denemek istedim, vaktimi umursamaksızın, uzun uzun cümlelerle...
“Nasıl olsa kabul yerinde telefon numaralarınız, kulübenizin numarası vardır. Temin edemezsem bile ki bu resmen ayıp etmektir ama sizi takip edip kulübenizi öğrenir, çat kapı gelir; ‘Beni tanıyın! Kızınız bana ümit verdi, ben de kendisine âşık oldum. İzniniz olursa ‘Allah’ın emriyle…’ demek için ailemle birlikte sizi rahatsız etmek istiyorum!’ derim.”
“Taş atıp da kolum mu yorulacak(1)? En kötüsü Faruk ağabeyinden dayak yerim, sen de bana nasıl ümit verdiğini ailene anlatırsın artık, nasılını bilemem. ‘Haberim yok, denizde kaza ile kafamız çarpıştı!’ sözlerine nasıl ve ne kadar inanırlar artık, onu da sen düşün!...
Dalgacı Mahmut(19) her sabah fedakârlık edip gökyüzünü boyarmış. Tıpkı ben! Ben de her sabah güneşin doğmasını sağlıyorum, uyanman, güne başlaman için. Akşamları da güneşin batması için yardımcı oluyorum, dinlenmen için. Arası sana kalmış, ister yer, içer, çalışırsın, istersen beni düşünürsün, hak etmişsem…
Kış olursa, ben senin için yaz olurum, bahar olurum. İstersen güneşi, ayı, yıldızları bulutlardan kurtarırım. Denizde med-cezir olurum sevabıma. Yeşil, mavi, beyaz olurum, asla siyah, kırmızı, sarı olmam…
Bir bakarsın umulmadık bir zamanda rüyanda, hülyanda olurum. Hayret edersin; “Kim o deme, benim ben, öyle bir ben ki baştan aşağı sen(20)” diye ispatlamaya çalışırım özümü sana!..
Son bir not; bu bir tehdit ve şantajdır(3). Baktım bana gülümsemedin, ben de tez zamanda Azrail’e gülümserim. Bilmenin gerekli olduğuna inandığım hususlardan biri; gerçekleşmesi mümkün olmayacak hayaller peşinde asla koşmadığımdır…(21)
Ve söylersem, söz vermişsem bil ki mutlaka yaparım…
Sevgilerimle, eğer kabul edersen. Fatih”
Sabah iki satır notla karşılaştım, bilgisayarımda;
“Telefon numaranı ver, lütfen. Annemler pazara gidecekler, ağabeyimle...
Ben senin için kalacağım, havuz başında olacağım, ama ‘Umutlanma!’ demek de isterim!”
“Peki, senin telefon numaranı kaydedip de her türlü riske karşı zırt-pırt(2) seni rahatsız edersem? Çekinmiyor musun?”
“Hayır! Eğer ‘Hayır!’ dersem, beni tekrar rahatsız etmeyeceğinden eminim…
Ve ümitlenmeni istemem, ama ‘Hayır!’ demeyi düşünmek istemiyorum, bu ‘Evet!’ anlamında da değil, lütfen kabul et!”
“Siz” demeler “Sen” haline dönmüştü yazışmalarımızda farkında olmaksızın.
“Telefon numaramı mecburmuşsun gibi istemen üzdü beni. Ben havuz başına gidiyorum hemen. Ne zaman istersen gel, akşama kadar da sürse bekleyeceğim seni!”
Geldi, soyundu, yanımdaki şezlonga uzanırken, gözlük taktı gözlerine, siyah...
“Saklama gözlerini benden!”
“Önemli mi?”
“Hem nasıl? O gözlerinle esir ettin beni kendine. Seni sevdiğimi hissediyorum. Belki defalarca duymuşsundur bu sözü, ben de defalarca söylemek istiyorum. Çok güzelsin. Saçlarını koklamak için kolumun birini verip çolak, kucaklamak için de ayaklarımdan birini yitirip topal olmayı isterdim, çekinmeksizin!"
“Ya tümünü?”
“Ben kendi bedenim için hiçbir şey söylemeyeceğim çünkü ben bedenine değil, sana âşık olduğumu hissediyorum. Uzat elini, bağışla sıcaklığını, tıpkı gözlerin gibi...”
“Mesleğini sormayacağım!”
“Neden?"
“Maillerinde de yazdığın gibi, bu sözlerinle de anlıyorum ki, şiirlerinden para kazanıyor olmalısın?”
“Hayır! Sadece içimden geçirdiklerim dilimde söz olarak şekilleniyor. Çünkü gerçekten günlerdir karşımdasın, önceleri tahmin ediyor, hissediyordum, şimdi eminim, biliyorum, seni seviyorum!”
“Beni tanımıyor, bilmiyorsun ki?”
“Tanıdım say! Ben sana aitim artık, anlatırım kendimi. Yıldızın barışırsa kabul edersin beni, yoksa intiharım için vurursun sandalyeme tekmeyi. Ama bil ki ölsem bile seni unutmam asla mümkün olmayacak!”
“Teşekkür ederim.”
“Gereksiz, sadece ellerini uzat bana ve ellerini ellerimden ayırma hiç, ne olur(22)? Haydi, biraz yüzelim, derinlere dalarak. Korkma, çekinme, sertifikam var, yüzmeyi biliyorum, boğulur gibi olursan da, gönüllü olarak kurtarmak için suni teneffüs yaptırırım!”
“Maksadını anlıyorum. Ama çok acele etmiyor musun?”
“Geciktim bile, bu kadar yıldır, çok zaman geldiğim halde, bugüne kadar seni fark etmemiş olmam, garabet(3) benim için. Her neyse, haydi yüzelim biraz!”
“Tamam, ancak bu sefer tos vurma, olur mu? Artık toslaşmaya gerek yok, sanırım!”
“Anladım, peki!”
Bir uçtan bir uca yüzüyorduk, birden daldım, ayaklarından tutup dibe çektim ve öptüm onu. Göğsüme doğru öyle bir tekme atıp çıktı ki su yüzüne, ben böğürür(1) gibiydim o ise aceleciliğime şaşırmış gibiydi. Şezlonguna gidip silinirken sinirliydi.
“Kızma lütfen! Ne yapayım çok özendim!”
İstemese de gülümsedi;
“Bir daha özendiğinde acele etme, izin iste, hep su altına gizlenmeye gerek bırakma!”
“Sahi mi? O halde hemen izin ver, lütfen!”
“Bak Fatih! Her ne kadar tekmelediysem de ‘İlginden, hatta cesaretinden memnun olmadım!’ dersem yalan olur. Ama böyle herkesin ortasında, daha ‘Merhaba!’ deyişimizin ilk dakikalarında bu dileğin, delilik modunda; “Yüz verdim deliye... (2)” şeklinde olmuyor mu?”
“Deli olmaktan ne sıkılıyor, ne de çekiniyorum. Ancak...”
“Ne demek ancak?”
“Bana ilk imkânınla seni öpme şansı, izni, sözü vermezsen hemen şimdi çevreme metelik vermeksizin öperim seni, tercih senin!”
“Delilik miras mı, irsiyetten mi, yoksa sadece sana mı mahsus?”
“Sen ne dersen o! Ancak söz vermeni bekliyorum... "
“Peki! Ver telefonunu, palmiyeler, çamlar arasından mehtap süzülürken(23), bir uygun zamanda sevaba girmek isterim.”
“Allah razı olsun. Birilerinin ağzından çıkan klâsik bir söz; ‘Yetmez, ama evet! (2)’ yerine peki! İlerilerimizde, umarım, inşallah birbirimize yeteriz, gönüllü olarak, gönülden gönüle…”
Çamlar arasından süzülmedi mehtap ama. O gece aldıkları bir haber nedeniyle, neredeyse sözleşmemizin biraz ertelerinde, gecenin kör bir vaktinde alelacele yola çıkmışlardı. Gene de beni unutmamış, bir mola yerinde cep telefonuma mesaj bırakmıştı;
“Anneannemi yitirdik! Arayacağım!”
O kadardı mesajı. Sadece “Başınız sağ olsun!” demek bile ailesinin dikkatini çekebilirdi. Başa “Reklâm” diye yazdıktan sonra;
“Başınız sağ olsun! Bekleyeceğim!” diye devam ettim.
Sabırlı olamayıp belki de mola vermişlerdir umuduyla hemen çektim mesajı. Ola ki “Dıt!” sesinin reklâm olduğunu söylemiş olsa gerekti ailesine, kimi kandıracağımı düşünüyorduysam?
Uzun, belki bana göre uzundan da uzun bir zaman geçti aradan, öncelikle sevdiğimi, sonrasında kimseyi rahatsız etmemem gerektiğine inandığım.
Sonra güneş bir başka doğdu ufuktan, aydınlandı gönlüm yeniden, telefonla aradı beni Fazilet;
“Sana bu kadar çabuk kapılacağımı ve özleyeceğimi gaipten sesler gelse(1), birileri fal açıp söylese kesinlikle inanmazdım. İnsanda şeytan tüyü olması(1) sözünün aslı bu olsa gerek!”
“Emret, ‘İbibikler öter ölmez…(24)’ yanında olayım. Çünkü ben de özledim, hem özeniyorum yanında olmayı, ne olur bir kez daha söyletme, hemen adresini ver, lütfen!”
“Hastanede buluşalım, hemen yarın, hatta saliseler içinde...”
“Allah’ını seversen sana ya da yakınlarından birilerine gene bir şeyler oldu, deme!”
“Yok canım, bilmiyorsun ki, ben pratisyen doktorum!”
“Desene ‘Sen bir şahinsin, ben garip karga(25)’ haddini bilmeyen! Söyleseydin, sana ulaşmayı denemezdim, gerçekten sana ulaşmam imkânsız!”
“Beraberken bedenimi değil, beni sevdiğini söylemiştin. Peki, şimdi mesleğim mi önemli senin için?”
“Aramızdaki farkı basite indirgemen çok saçma!”
“Peki, benim şairim. Beni kendine esir et, mecbur et, ondan sonra da ‘Kusura bakma! Sen doktormuşsun! Bana doyum olmaz!’ de. Bir kere daha bana gözükmeksizin, beni elim böğrümde bırakarak olduğun yerde kal! Bir de ‘Ömrümün sonuna kadar!’ falan diyerek gönlümü almıştın...
Demek ki başkalarını bilmem, bilemem, ama sözlerine inanmakla yanlış yapmışım, sözlerinin doğru olmadığını o hayal dünyasını beraber paylaştığımızı düşünürken anlayamamışım…
O halde ‘Allah korumuş beni!’ dememde sakınca yok, sanırım. Mesleğimi söylemeksizin beni sana temelli verseydim, demek ki işin bittikten sonra sırtını dönecekmişsin. Hüzünlüyüm. Ben seni sevdim, seviyorum, seveceğim de ömrümün sonuna kadar…
Ve bu sevgimin gücü ile seni affediyorum. Yeter ki Allah da affetsin seni. Allahaısmarladık! Hoşça kal!”
Bu kadar uzun konuşmasını beklemiyordum, üstelik nutkum tutulmuş(1) gibi sus-pus dinleyeceğimi, hele ki telefonu; “Dur! Kapatma!” diyesiye kadar kapatacağını da. Beden önemli değilken, unvan, meslek, kariyer(3) mi önemli olmalıydı? Hay benim akılsız kafam!
Her türlü riski yüklenerek hemen birkaç dakika içine sığıştırarak bir araba kiraladım, mademki Fazilet saliselere hükmetmemi bekliyordu. Öncesinde “Yarın” demişti, yarına ulaşacaktım, hem de gece boyu giderek. İş yerimden izin almak en son düşüneceğim bir kavramdı ve bir bakıma umurumda bile değildi...
Bir yerlerde durup dinlendim, bir yerlerde kestirdim biraz. Sabah ezanları geçtiğim yörelerde birbirini peşi sıra tekrarlarken ulaştım menzile. Arabayı park ettim, giriş kapısında beklemeye başladım, bana ait olanı, ona ait olmayı dilediğimi.
Ben onun hastaneye geleceğini beklerken, o gece nöbetindeymiş, hastaneden yorgun bir görünümle çıktı, beni görünce çılgınca koşup kucakladı, öperek boğmak, öldürmek arzusunda gibiydi sanki
Sonra birden duruldu, ayrıldı ve daha sonra;
“Neden geldin?” dedi ve devam etti;
“Telefonda üzdüğün yetmedi mi? Bir sadist gibi ıstırabımdan zevk almaya mı geldin, dünya göstergeleri için?”
“Ölümüm dâhil, seni hiçbir şey ve hiçbir zaman kaybetmemek için geldim. Sensiz olamayacak, yaşayamayacak kadar sana ait olduğum için geldim. Bu beden senin, bu kalp, bu gönül, bu ruh, hepsi senin...
İster tepe tepe kullan gönlünce, ister ilk rastlayacağın çöp kutusuna at!”
“Nasıl kıyarım sana? Ben gönül gözümü açtığımda ilk seni gördüm. Bir fısıltı ile beni dinledin. Beni ilk defa öpen ve sonsuza kadar öpmesini dilediğim tek varlıksın sen!”
“O halde?”
“Beni sonsuza kadar seveceğine yemin et, çamlar var, ama mehtap yok, öp beni ölesiye değil, sonsuza kadar yaşatacak, ayrılmayacak gibi demek isterim, ama imkânsız, Hemen geri dön, her daim ara beni. Hem şiirlerini okuyayım, hem sesini duyayım, hem seni, sende yaşayayım, sezon başına kadar…
Tüm bunlara karşın özlemimdin, vazgeçmeyeceğim kadar özlemimsin de. Ama mastırımı(3) yaptım, doktora sınavım için biraz, yaklaşık bir yıl kadar gayretli olmam gerek. Bir yerlerin ağrırsa, nezle olursan ki Allah korusun, olman asla aklımın ucundan bile geçmez, sana benim ilâç olmamı istemez misin?”
“Of! Şuramda, tam kalbimde müthiş bir ağrı var! Şimdi bakman mümkün değil mi?”
“Yalancı sen de! Hemen şımarma, dürüst ol!”
“Beni bir yıl sensizliğe mahkûm ediyorsun, bir şeyleri özenmeyeyim mi?”
“Bir yıllığına beni azat et! Sonrasında eğer sevgin devam ediyor olursa senin olurum, sevgilin olmaktan mutlu olurum. Yok! Başka şeyler erişirse kulağıma ki Tanrı bu konuda bizlere özel yetenekler vermiştir, Jülyet, Aslı, Zühre olmasam da bağrıma taş basarım(1). Unutmam seni ve her yaz o devre mülkte sana rastlamak için can atarım, sen istemesen de…”
“Nasıl böyle düşünürsün ki? ‘Ben senin için ilmeği boynunda bir idam mahkûmuyum, altımda sandalye, iskemle, ya da tabure!’ demiştim. Sana ihanetimde kimseye müdana etmeksizin(1) altımdakini senin yerine ben tekmelerim...”
“Ben de peşinden gelirim, kaderimizde böylesi yazılmışsa cehennemde buluşuruz artık, ödül olarak(26). Ama cenneti beraber yaşamayı düşleyip ummak daha güzel, değil mi?”
“Peki o zaman, yorgunsun, seni evine kadar götürüp bırakayım, uygun bir yerde mehtabı beklemeksizin görev olarak özencimi ödeyeyim...”
“Sanırım avucunu yalayacaksın, Farisi Ağabeyim geldi beni almaya. Bence kaybol!”
“Ellerim böğrümde, bana Faruk diye bir katil adayı yetmiyormuş gibi, kız kardeşini benim gibi canilerden korumak için bir de Farisi Ağabeyi geliyor. Allah’ım ne suç işledim ki ben? Kaçıyorum, ara beni ve Allah'ım her şeyi gönlüne göre versin, ilkyazdan sonra katil adaylarından da, annenden, babandan da korkmayacağımı bil!”
Islık çalarak bir hasta yakını gibi görüntü olmaksızın dikildim oralarda, haşin gözlerden sakınarak, özlemimi tabutlara gömerek (belki).
Gelirken yolun uzunluğunu bitirmek için gayretliydim, şimdi ise hiç acelem yoktu. İlk mola yerinde iki satır karaladım, cep telefonumdan;
“Şimdiden özledim. Allahaısmarladık!”
Anında cevap geldi;
“İyi yolculuklar, merak ederim, ara beni!”
Uyumamış mıydı, merak ederek kendiliğinden mi, yoksa mesaj sesini duyarak mı cevaplamıştı beni, anlayamadım.
Yol uzun, heves kursakta(2) kısıtlı, beden yorgun, özlem boyutsuz, mola sayısı yetersiz ve menzil için gayretsizdim.
Ve bunu bir yıl boyunca, sonucundan habersiz gayretli olma mecburiyetiyle yaşayacaktım.
Arkamdan selektör yapan acelesi olanlara yol vererek, dünya umurumda olmaksızın ceplere giriyor, dinleniyor, daha doğrusu beynimden geçenleri kâğıtlara dökmek için bu avantajlardan faydalanıyordum.
Mademki bana “Şairim!” demişti, onun için düşünüp yazdıklarım da şiir olsa gerekti, iddiasız, ama her e-mailde birini, bir-ikisini gönderdiğimde mutlu olacağından umutlu.
Düşünmekten de beynim karıncalanıyordu(1), itiraf etmem gerek. Şiirlerden biri şöyle olabilirdi meselâ;
“Sevmek; nasıl bir duygudur?
Var mıdır gerçekten bilen;
Hele ki aşk olarak yürüyorsa…
Gerek var mıdır;
Ele, ayağa, göze, saça, başa?
“Gönül kimi severse…
Gönül şuna da, buna da…”
demişler…
Peki;
azat isteyen
hak eden bir gönüle;
“Hele dur! Bekle!” demek
doğru mudur ki?(27)”
Bir diğeri şöyle idi, eksikli de olsa;
“Yandım Allah’ım, hem anlamadan nasıl yandım?
Cehennemin ateşi yetersizmiş, inandım,
Hikmetinden sual edilmez, ama Allah’ım
Yaşamak değil, onda sana kavuşmak andım.
Yaşamak için mecalsizim, düşmüşüm dara,
Nasıl bedbahtlık ki, almadım duygusal yara,
Onsuz yaşamak hüzünlenmektir hiç emretme
Yetersiz emrin Tanrım, bağlamam asla kara.
Yaşamıyorum, orada bana da yer ayır,
Kolla beni, uzak tutma ahretinden, kayır!
Onsuz olmaya tahammülüm o kadar zor ki
Bundan sonra bedenim beklemesin hiç hayır!
Biliyorum ki standart, belirtilmiş ömrüm,
Bilmediğimse nedir; günah, kusur ve cürmüm?
Bundan sonra tanıma yaşama hakkı bile
Sen istemesen de ben isyan edip ölürüm.
Açılmamış bir gül idi, yok oldu gülüm,
Ne oldu da bana ediyorsun böyle zulüm,
Ben aciz kulun olarak esaretindeydim
Israr etme Tanrım, bana yakışacak ölüm!(28)”
Yol çoktan başlamıştı, nasıl sonlandırabileceğimi bilmeksizin. Dünyadaki meşhur âşıkları düşündüm bencilce, hiçbirinin benim kadar sevemeyeceği inancıyla hepsinin isimlerinin üstünü çizdim, aklımdan sildim.
Yol bitti, bir yıl sabırlı olma mecburiyetinin sıkıntısı bitmedi, hem henüz başlamıştı. İnsan uykusu kaçınca, gözlerini kapatıp koyunları sayardı. Ya ben neredeyse 365 gün süreyle sayacak neleri bulabilirdim ki, bana sürüler yetmezdi ki, hissettiğim kadarıyla…
Yazdım, dizdim, sürpriz yaptım, bazen geceler boyu bir kenarda onunla nöbet tutarak, bazen gün boyu -şimdilik- ağabeylerinden saklanarak, sakınarak, ta ki; “Asistan olduğu” başarısından haberdar olarak her türlü imkânsızlığı zorlayarak...
İzin alıp devre mülke geldim, yeni bir hayata başlama umudu ve çekinceleri ortadan kaldırma amacıyla. Bu; bir bakıma dereyi görmeden paçaları sıvamamın yanlışlığı idi, aklımın ucundan bile geçmeyen.
Ben geldim, o yoktu, telefonum çaldı;
“Bağışla! Babam apandisit ameliyatı oldu, onu bu şekilde bırakmamın uygun olamayacağına sen de hak verirsin, değil mi? Gelmem çok zor!”
“Canın sağ olsun!” demekten başka çarem yoktu.
İşte bu atmosferde karşılaştım Denise ve Daphne ile, daha doğrusu bikinileri içinde, davetkâr bakışlarıyla.
Deniz ve Defne ile tanıştım, onlara doğru yönelerek;
“İkizsiniz değil mi, fark edilemeyecek gibi!”
“Evet! Dediğiniz gibi! Defne yeşil bikinili olanımız, Deniz de mavi bikinili olan ben!”
“Eee! O zaman sizleri hep bikinili olarak göreceğim, öyle mi?”
“Yoo! Dikkatlice bakarsanız farklarımızı görürsünüz!”
“O kadar dikkatli bakarsam, çarpılırım, yanar, eririm, ama dert değil, azıcık yanlışım olsa da ‘Güzele bakmak sevap derler!(2)’ bol bol sevap işlerim!”
“Şakacısınız!”
“Huyum kurusun, öyleyim!”
“O halde yüzmeye devam etmiyor musunuz?”
“Bir saniye aksanınız kendinizin mi?”
“Hayır, annemizin, ama bebeklikten sonra devamlı Türkiye’deyiz, Ancak isimlerimiz annemin arzusu dolaysıyla, İngilizceden Türkçeye devşirme Türkçe olarak. Annem ‘Denise ve Daphne’ demiş, Türk olarak babam Deniz ve Defne olarak almış Nüfus Kâğıtlarımızı…”
“Ben de Fatih, memnun oldum, mademki çok ısrar ettiniz, ben denizi taşırmaya uçuyorum, sizler denizin suyunun tadına bakmakta da ısrarcı olursanız çekinmem, sizleri ayağınızdan dibe doğru çekerim. Ona göre...”
“Gücün yetecek mi bilmem, biz iki kardeş tuzlu suyu midenize yüklersek siz asıl gücenmeyin!”
“Tamam, ben dalıyorum, kimin gücü kime yeterse artık!”
Ne oluyordu bana? Bir görüşte iki çift gözün etkisi altına mı giriyordum, sevdiğimden uzak kalmamın hüznüyle. Bedenim soğuk suyla tanışınca aklım başıma gelmişti hem derhal...
Oysa “Derhal!” demekte aceleci davranmıştım. Ben onlardan birinin ayağını çekecekken, onlardan biri ayaklarımdan çekmiş ve dudaklarıyla dudaklarımı mühürlemişti, tıpkı benim daha önce sevdiğime uyguladığım gibi.
Nefesim kesiliyor, canım çekiliyordu sanki. Bir bakış, sonrasında bir dalış ve öpüşle hayatıma kastetmişti, hangisi olduğunu bilemediğim…
Su yüzüne beraber çıktık, ancak iki kez nefes alabilmiştim ki tekrar ayaklarımdan çekildim dibe doğru, aynı hareketler sonucu boğulmam mukadderdi(1), inanıyordum. İki güzel katil, canıma okuyacaklardı, delilsiz ispatsız...
Kendimden geçtiğimi söyleme mecburiyetim yok. Beni sahile sürüklemişler, doymamışlar gibi önce biri, sonra diğeri suni teneffüsle(!) beni hayata döndürmüşler, çevredekilerin alkışları ile.
Allah razı olsun!
Hayatımı onlara borçluydum, bu yükün altından nasıl kalkardım ki?! Öpüşlerini iade etmeye kalksam, bu; sadece takas(1) olurdu. Yoksa kısasa kısas(2) mı demeliydim? Yemeğe, gezmeye devam etsem bu; yaşamıma o kadar değer verdiğime karşı ucuz bir haksızlık olurdu. Ne yapmalıydım?
Onlardan biri girdi konuya, doğrudan doğruya;
“Hayatını kurtardık, ya yemeğe çıkar bizi, ya da yemeğe bize gel!”
Yemeğe gitmek tehlikeli idi, sözü aldım;
“Hayatıma kasteden(1) sisiniz, hem de ilk görüşte, bir defada, ya boğulsaydım!”
“O kadarını da aldığımız eğitim sonucu olarak bildiğimizi düşün istersen. Şimdi yemek daveti için evet mi, hayır mı?”
“Hayır deme şansım?”
“Yok!”
“O halde bir lokanta için yer ve zamanı söyleyin, ben oraya geleyim!”
“Yağma yok! Giyiniriz, bekleriz, buranın yerlisi sizsiniz. Neresi iyi, neresi sağlıklı ve güzelse bizi oraya götür!”
“Peki, yalnız sevgilime söz verdim, sigara ve içki kullanmıyorum, ona göre...”
“Anlaşıldı, ne vazgeçilmez sevgiliymiş ya bu sevgilin? Sanki seni sarhoş edip koynumuza almaya arzu ve niyetimiz varmış gibisine, neden çekiniyorsun ki?”
Bir biri, bir diğeri konuşuyordu, sıralı olarak birbirini tamamlar gibi.
“Tek bir konu, giyinmeden, lokantaya gitmeden evvel; sevgiliniz o çiroz(3) yapılı, zayıf doktor mu, geçen sene yanınızda gördüğümüz?”
“Ona ne kadar düşkün olduğumu anladınız mı şimdi? Onun yanındayken sizleri fark etmemişim bile. Oysa siz onun doktor olduğunu bile benden önce öğenmişsiniz!”
“Kalanını da yemekte konuşsak?”
“Tabii. Hemen duş alıp giyineceğim ve danışmanın önünde sizi bekleyeceğim!”
“Biz kadınların bazı hazırlıklarının uzun sürdüğünü öğretmedi mi doktor hanım sevgiliniz?”
“Öğrenmişimdir, ama unutmuşum galiba. Tamam, kapınızda bekleyeceğim, yalnız kul-köle olarak(1) değil. Dediğim gibi benim kul-köle olduğum biri var, bildiğiniz gibi...”
“Aman! Sanki ‘Onu bırak, birimizden birimizin sevgilisi ol!’ mu dedik ki? Ayrıca iki kardeş olarak bugüne değin birbirimizden hiç ayrılmadık ki, hem hiçbir konuda!”
“O halde tam ortamdan ikiye bölünemeyeceğime göre, çok rahatladım şimdi!”
Benim söylemime rağmen hiç oralı değil gibiydiler. Biri bir koluma, diğeri öbür koluma girerek sürüklercesine kulübelerine sürüklediler beni.
İçeri girer girmez de iki taraftan saldırıya geçtiler.
“Birimize öncelik vererek, içinden geçtiği gibi öpmezsen, gerektiği gibi ve kadar bağırırız, her ne şekilde olursa olsun, istemezsin, değil mi?”
“Beni kandırdınız, gerçek mi?”
“Deneme istersen!”
Söz etmeyene döndüm, sanki dünden hazırdı, yüzünü, dudaklarını uzattı, öpmeyi değil, öpülmeyi bekliyordu, çekinmeden.
Namusumu kirlenmeden nasıl kurtaracağımı bilemiyordum; “Battı balık yan gider (2)” örneği.
Öptüm, onun değil, benim tükendi nefesim. Oysa nefesimi idareli kullanmalıydım. Çünkü ‘İstemem, yan cebime koy!(2)’ modunda ikinci bir felâket yanı başımda sırasını bekliyordu! Felâket geliyorum demez, gelirdi hem sıra, seki beklemeden…(2)
Soluk soluğa oturdum, kapı önündeki sandalyeye, onların soyunup dökünmeleri gerekliydi. Benim de bir koşu kulübeme gidip duş almam, onlara lâyık bir şekilde giyinmem, hatta grand tuvalet(2), kravatlı olmam gerekli idi...
Kapı önündeydim, taksimetre ne yazarsa yazsın, sadece canımı bağışlayanlara hizmet sunmak için ve şükran duyarak, taksiyle bekliyordum!
Kapıdan çıktıklarında;
“Çok güzelsin Deniz!” dedim, hayret edişine aldırmadan ve sonra;
“Sen de çok güzelsin Defne!”
“Yanlış, ben Deniz’im!”
“Yalan hiç yakışmıyor diline!”
“Tamam, attın tuttu, ekstra farklılıklarımızı bilmiyorsun ki!”
“İddialaşmam uygun değil, farz edelim ki, attım, tuttu!”
“Ha, şunu bileydin yakışıklı. Bizi fark ettin mi ki? Fark edince de meselâ attın, tuttu! Tabii, elbiselerimiz gene isimlerimize uygun, bu atıp tutmanı sağladı, değil mi?”
“Var sayalım!”
“Var sayma, kabul et!”
İki koldan bombardıman, hangisine söz geçireydim ki? Boynumu büküp; “Kabul!” dedim. Onları, sadece Deniz’in Defne’ye göre hafifçe kalkık burnundan ayırdığımı söyler miydim hiç? Bana ait bir sır olarak kalacaktı, gerekmedikçe açıklanmayacak...
Lokantaya götürdüm onları, Fazilet’le tanışmadan önce bir-iki defa gönüllü olarak ziyaret ettiğim, klâsik bir balık lokantasıydı. Eskilerden olsa, Fazilet’e söz vermemiş olsam, ‘Arzuladığım yerlerden biriydi!’ de diyebilirdim belki.
Masamıza kurulduk, taksi şoförüne;
“İstediğin masaya otur, hesap benden, ya da kızlar ne vakitte derlerse, o vakitte gel!” dedim.
“Sağ ol ağabey, karnım tok!”
Bu, servis dışında iyi bir bahşiş demekti, lâvaboya ellerimi yıkamak için yöneldiğimde, kızların şoföre bir vakit belirledikleri inancındaydım. Ancak saygısızlığımın farkında değildim. Çünkü hangi “Geri zekâlı odun(2)” iki genç kızı masada yalnız bırakarak ayrılırdı ki masadan, “Deniz ve mehtabı(29) kendi kendinize paylaşın!” dercesine, sebep ne olursa olsun. Üstelik başına geleceklerin farkında olmaksızın, hissetmeksizin…
Aklımdan asla bir sabotaj(3) ihtimali geçmemişti. Ama bilmediğim, her ne zaman, her nerede ve her ne yaşta olursa olsun, kadınların erkeklerden daha zeki ve akıllı olduklarını, Tanrının onlara erkeklerden farklı olarak daha fazla yetenekler de yüklediğini öğrenecektim.
“Biz sana da, bizim gibi bir çipura, bir salata ve kola söyledik, bilmem farklı mı düşünürdün? Biz de senin gibi şarap-marap bir şeyler içmeyelim dedik, mademki senin arzun yokmuş, mademki sevgiline söz verdiğin için içkiyi bırakmışsın!”
Garson geldi, salata tabaklarını yerleştirdi gülümseyerek ve kola şişelerimizi açtı teker teker ve bardaklarımıza doldurdu ayrı ayrı, her birimizin şişesinden. Ne herhangi bir şekilde şüphelenmek geçti aklımdan, ne kolanın açık rengi, ne de kola şişelerinin açılırken duyamadığım gazının fısıldama sesi. Ta ki...
“Kolaların tadı mı değişti, bana mı öyle geldi yoksa?”
“Kolaların aromasını(3) değiştirip, şeker miktarını azaltmışlar, şimdiki kolalar böyleymiş. İstersen bir başka şeyle değiştirelim haz etmediysen, beğenmediysen, gazoz falan gibi...”
Utandım, kolayı beğenmemek bir alçalma gibime geldi, Ancak rahmetli bir yazarın hoşaf öyküsü(2) de aklımdan geçmedi değil!
Balıklar geldiğinde kola şişelerimiz, daha doğrusu benim kola şişem dibini görmüştü ve ben yeni cins bu koladan bir hayli hoşlanmış, “Bir tane daha lütfen!” demiştim gerçekten.
Kızlar işaret etti, nedenini anlamamın mümkün olmayacağı ve bu andan itibaren sorgulayamayacağım bir şekilde. Bense utanmaksızın balığı elimle parçalayıp, kabuğundan, kılçığından sıyırıp lokmaları, hatta salatayı bile elimle yemeğe başlamıştım.
Tatlı istemedi kızlar, ben de. Kahveler ve likörler geldi, “İçmem!” dedim likörü, "Söz verdim çünkü” diye de unutmadan tasdikledim.
Kafam Fazilet’i tanımadan önceki gibi bir hoştu; “Balık bayattı herhalde!” diye düşündüm. Başka anlam yoktu beynimde, nihayeti kola içmiştik, kızlar da ben de. Onlar gülücüklü, ben yayvan, yapalak konuşmakta özürlü…
“Kızlar! Bakın şu benim cüzdanım. Herhalde boğulmaktan kurtulmak beni etkiledi, kafam allak-bullak(2). Hesabı ödeyin ve taksi ne zaman gelirse o zaman evlerimize dönelim, evli evine, köylü köyüne örneği. Lütfen tehdit etmeyin, mutlu ve memnun oluyorum, ama beni öpmeyin!”
“Arkadaşın zoruna bak! Denizde seni öptük, peki! Suni teneffüs yaptırdık, amenna(3)! Sanki evimizde bizi o öpmemiş, hayret bir şey valla! Gören, duyan da biz zorlamışız, sanacak ki, pes!”
“Peki güzel Deniz!”
“Gerçekten güzel mi buluyorsun beni?”
“Yalan söylemeye mecburiyetim yok, sen de kardeşin de güzelsiniz, birbirinizden ayıramayacağım kadar ikiniz de güzelsiniz, ama nedense sen daha çok konuşuyorsun ve ben bunun etkisindeyim galiba, Defne kusuruma bakma lütfen!”
“Ama sen ikimize de aitsin!”
“Dedim ya, nasıl ikiye bölüneyim, hem Doktor Fazilet’e söz verdim!”
“Kefaretini ödersin, şeker çeviririz(2), lokum dağıtırız(2), tütsü yaparız(2) öderiz, sözünden dönersin, olur, biter!”
“Mümkün değil, ben canımı adadım, yaşamımın tümünü vaat ettim ona!”
“Peki, sabah tekrar konuşuruz, olmaz mı? Dinlen, seni biz mi, yediğin içtiğin mi, her ne etkilediyse kendine gel ve…”
“Allah rahatlık versin gençler!”
“Daha taksiye bile binmedik, inince dersin artık!”
Eve nasıl, ne zaman geldim, neredeydim, bilmiyor, bilemiyordum. Sabah birleştirilmiş kanepelerde, iki taraftan kuşatılmış olarak kızlarla beraber yatıyorduk, üçümüz.
Beni sevdiğim insandan uzaklaştıracak bir yanlışlık yapmamış olmak için dua ettim. Aksi takdirde yandım ki, hem nasıl yanardım, hem ömür boyu.
Ne kızların, ne de üçkâğıtçı garsonun kola şişeleri içinde miktarı gittikçe artırılmış votka içirdiklerini, daha da kötüsü selfie çekimle(2) beni rezil rüsva edecek(1) görüntülere sahip olduklarını söylemeseler, ya da itiraf etmeseler, bilemezdim.
Altındaki kolumu çekme gayretim Deniz’i uyandırmasa da yarı baygın gözlerini açma gayretini yaşamış ve çekinmeksizin;
“Merak etme, bir şey olmadı, namusun elden gitmedi yani!” dediğinde;
“Allah’ım sana şükürler olsun!” sözü döküldü dudaklarımdan. Allah şükrümü nasıl kabul edecektiyse?
Yerimden doğrulmakta sıkıntı çektim, kenetlenmiş kollar nedeniyle. Temelli uyandı her ikisi de.
“Her ne kadar saygımız ve sevgimiz nedeniyle senin olmadıysak da bundan sonra bizimsin, istemesen de!”
“Ne yaptım ben size de, siz bana ne yaptınız böyle tehdit eder gibisine?”
“Seni sevecek kadar gönlümüzde yer ettin!”
“Ama zorla olmaz ki?”
“Bal gibi olur!”
“Olmaz, inkâr ederim! Çünkü tapındığım, asla vazgeçemeyeceğim, bunun mümkün olmadığı birine bağlıyım, ona aitim ben!”
“Selfie çekimlerin var elimizde, inkâr edemeyeceğin, o bağıntının kopacağını bil!”
“Yapmayın, bu kadar insafsız ve zalim olmayın, size güvenimi, inancımı yitirmeyin!”
“Sen bilirsin, sen varsan biz varız, sen yoksan hiçiz! Bize dokunma, sevme, bedenen beraber olma, ama hep yanımızda ol. Biz, sensiz bir hayatı düşünemez olduk.”
“Tek bir sual...
Birinin mutluluğu sahiplenmesini engelleyerek mutlu olacağınıza inanıyorsanız, peki! Ancak, ben içinizdeki var olan duygular nedeniyle bu kadar zalim olabileceğinizi düşünmüyorum…
Gene de söz veriyorum, ne olduğunu bilip anlamadığım, anlamayı da gerek görmediğim tehdidiniz nedeniyle ben artık sizinim, ama gönlümle değil!”
“O muhterem insan; ‘Ne olursan ol, gel!(30)' demiş. Ne olursan ol, ne düşünürsen düşün, nasıl yaşarsan yaşa, istersen bize egoist de, ama bizim ol!”
“Mutsuz?..
“Ben sizden önce sahiplenildim sevdiğime...
Üstelik sadece birinize ait olmak, diğerinize haksızlık olmaz mı? Bakın, iyi düşünün, iyi karar verin, beni bana verin, beni azat edin, demiyorum. Buradan ayrılıncaya kadar tüm vakitlerimi sizinle geçiririm. İstediğinizce sevgiyle, arzuyla sizleri kucaklar, doyasıya desem de inanmayın, arzulayarak, içimden geldiğince sevgiyle öperim her ikinizi de. Ama benden fazlasını istemeyin, elinizdekiler her neler ise silin ve unutup beni sevdiğime bağışlayın, lütfen!”
“O kadar kolay yani?”
“İnan Deniz, ikiniz de güzelsiniz, sadece güzel değil, söyleyeceklerime Defne gücenmesin, her türlü imkânı elinizde tuttuğunuz halde, sevgi olmaksızın, karşılığı verilmeksizin birliktelik yaşanmayacağını bilecek kadar saygılı ve beni harcamaktan çekinen abideler gibi insanlarsınız. Ancak neden beni sahiplenmek için içkiyi kullandığınızı anlayamadım, hatta bilmediğim, öğrenmeyi de istemediğim elinizdeki kozları da…”
“Sahiplenmek kısaca... "
“Sahibimsiniz dilediğiniz için. Ben sizinim, sizin olacağım, ama mecburiyet olarak elinize geçiremeyeceğiniz gönlüm, yüreğim, beynim...”
“Seni azat edinceye kadar bizim ol!”
“Kabul ediyorum!”
Tuhaf bir yanlışlık, yaşadığım bu süre içinde ne sevdiğim Fazilet herhangi bir şekilde, herhangi bir haber göndermiş, ne de ben “Geçmiş olsun!” dedikten sonra, tekrar aramayı akıl etmiştim, yaşadığım mahzun yoğunluk nedeniyle! Tabiidir ki; ameliyat, ameliyat idi, belki de benim öncesinde hiç yaşamadığım, onun gibi, onun kadar hissedemediğim.
Ve söylemem gerek ki; “Mevlâ'm neyler, neylerse güzel eylerdi!(31)” İki yerine, üçe bölünmek değil, ben tek parça olarak Fazilet’e ait olmak istiyordum, doğal olarak benim parçam olan, beni bir bakışıyla tüm kötülüklerden uzaklaştırıp bana bir ömrü bahşedeceğine inandığıma.
Böyle günlerden bir gün mayolarını değiştirerek gelmişlerdi karşıma, söylemediğim farklılıklarını sınar gibi.
“Hayırdır, neden değiştirmek istediniz ki mayolarınızı, beni şaşırtmak ister gibi!” dediğimde, biri sırtıma, öteki karnıma vuruyordu, şaşırtma dileklerinde başarısız olduklarına inanmak istemezcesine.
“Ayrılacağınız gün söyleyeceğim, bana söylemediğiniz farklılıklarınıza karşın, benim bildiğim, fark ettiğimi…”
“O gün hiç gelmesin isteriz, ama sevgili saplantından vazgeçmediğine göre, bizim de başımızı eğmekten başka çaremiz yok!”
Günlerimiz ikizlerle beraber geçmeye başlamıştı, bence ilk günlerimizin coşkusundan uzak olarak. Yalan söylemem gereksiz, sevdiğimin yokluğunda ikisinin de varlığı ilâç gibiydi. Beraber yiyorduk, beraber yatıyorduk bir bakıma kardeş gibi, ama taksit taksit öpüşerek sevgili gibi. Ve alışkanlık haline gelmişti, her deniz altına girişte gözlerden uzak olarak öpüşmek...
Artık iki kardeş güneş yağlarını birbirinin sırtına sürmüyor, bu görevi sevabıma ben yapıyordum, bedelsiz olarak, arzuyla, sevgiyle...
Böylesine bir işim(!) sırasında arkasında bodyguard(3) gibi iki ağabeyi Faruk ve Farisi ile gelen Fazilet omzuma dokunarak ve sitemle;
“Beni özle, demiştim. Özlemek bir yana bensizlik yaramış sana. İstersen kadrajına(3) sığdırdıklarınla baş başa bırakayım, rahatsız etmeyeyim seni. Vaktin olunca, ya da önemli değil benim için vedalaşmak, yüzüğünü hemen iade edeyim ve sonrasında sen selâmet, ben evime. İyi ki sana inanmalarını istediğim ağabeylerimle birlikte sürpriz yapmak istemişim. Yoksa gerçeği başka nasıl öğrenebilirdim ki?”
Sözlerine belki daha da devam edecekti Fazilet, benim cevaplamama, ya da bir bakıma savunma hakkımı kullanmama gerek kalmadan benden önce Deniz söze atıldı, yerinden doğrularak;
“Doktor Fazilet Hanım?”
“Tanıyor muyum, affedersiniz?”
“Siz beni, bizi tanımıyorsunuz! Fatih de tanımıyordu. Ben Deniz, kardeşim Defne. Lütfen Fatih’in hakkını yemeyin! Siz bu genç adama efsun(1) mu yaptınız, okuttunuz, üflettiniz(1) mi, hokus-pokus mu yaptınız(1), ibadet gibi sizin dışınızda bir söylemi olmadı. O kadar arkadaş olma isteğimize, cömertliğimize, teşvik, tehdit ve şantajlarımıza karşı ‘Fazilet!’ dedi, başka bir söz çıkmadı ağzından…”
“Gerçek bu Fazilet! Belki inanmakta güçlük çekecek olsan da. Ben seninle başladığına inandığım hayatımı sana adadım, bundan önce olduğu gibi bundan sonra da sana aitim, kulunum, kölenim. Ağabeylerin de hazırladıkları yumruklarını açıp beni kucaklarlarsa, sana olduğu, olacağı gibi ömür boyu onlara da sevgi ve saygımın devamlılığına inanmaları mutluluğum olacak, yemin ederim.”
Ayrı ayrı tümünün yüzlerine bakıp cesaretimi sevdiğime yönlendirmek istedim;
“Sen benim tek ilâhımsın, ben aciz bir kul, ‘Diz çök! İbadet et bana!’ dersen çekinmem, tek dileğim, bu kızların beni savunmaları değil, benim söylediklerime inanman…”
“Şüphelendiğim için, bağışla beni!”
“Aklımın ucundan bile geçmez hak etmediğim dilekler. Her âşık şüphelenir ve kıskanır sevdiğini ve ben mutluyum, senin aşkın olduğum için. Ağabeylerin şahit olsun; ben güneşin doğup gülümsemesinde, her sabah uyandığında yanında beni görmeni diliyorum...”
“Bir saniye genç adam, bu bir evlenme teklifi mi?” Konuşan Farisi idi.
“Anne ve babanızdan, sizlerden izin almadan, nasıl cesur olabilirim ki?”
“Cesur ol o zaman. Anne ve babamız adına vekâleten(3), kendi adlarımıza asaleten(3) sırtımızı dönüyoruz. Kızlar sizler de bir iki dakikalığına aynı işlemle azat edin bu iki yanık aşığı lütfen! Fatih, sen de ne diyeceksen de artık, bir çırpıda(2)!”
“Hasta olursam bana bakacağına söz verir misin?”
“Sanırım, yaşamında hiçbir doktor böyle bir evlenme teklifi ile karşılaşmamıştır, ama ne yapayım ki kaderim çizilmiş...”
“Beynimde akıl, ağabeylerinin jestine karşılık cesaretim şaşkınlaştırdı beni. Evlen benimle!”
“Bu da emir gibi olmadı, düşünmem gerek dersem?”
“Düşünme! Seni seviyorum, canımdan aziz, beni bütünleyen tek varlıksın sen. Benimle evlenip tüm ömrünü benimle paylaşman, her sabaha, her güne, her akşama, her geceye benimle başlayıp, tüketmek...”
“Evet! Tabii ki evet, ölünceye kadar değil, sonsuza kadar hem!”
“Peki, ama biz ne olacağız?” Uzun zaman sonra Defne ilk kez sesini duyurmuştu.
Fazilet, söze karıştı;
“Bekâr, yalnız, genç ve sevgiye aç iki ağabeyim var tam karşınızda!”
“Şansınızı iyi kullanın kızlar. Görüyorsunuz, ben Fazilet’i sevmekte haksız mıymışım? Ben sevilmeye de lâyıkmışım, değil mi?”
Farisi’nin kulağına fısıldadım;
“Burnu hafifçe kalkık, ama burnu büyük olmasına karşın mağrur olmayan Deniz’dir, dikkat!” Sonrasında hiçbir şey; ne Fazilet'in ne de benim umurlarımızda değildi...
YAZANIN NOTLARI:
(*) Çocuk İsimleri; Yurt dışındayken çocukları olan Türk aileler (ya da yabancılarla evli olan bay veya bayanlar) genelde çocuklarına Türkçede de kolayca söylenebilen, Denise (Deniz), Defne (Daphne), Can (John) gibi isimleri koymaktadırlar. Bu konudaki diğer isimler; aklıma geldiği kadarıyla Yasemin (Jasmine), İbrahim (Abraham), Suzan (Susan[ne]), Kâmuran (Cameron), Davut (David), Dilan (Dylan), Bünyamin (Benjamin), Ayla (Aila) olabilir.
(*) Fahrettin; Karşılıksız kabul edilen iş, görev.
Fahrünnisa; Çok övülen, şanlı, şerefli, onurlu kadın.
Faris; Anlayışlı, sevgili, atlı süvari, ata iyi binen
Farisi; Farsça. (Türkçemizde, dinimizde yer etmiş bir zat olan Selman-ı Farisi’nin asıl adı Mahbe bin Büzehmeşan’dır. Müslüman olduktan sonra Selman-ı Farisi olarak tanınmış, Selman el-Hayr, Selman-ı Pak veya Selman el-Hakîm diye de anılmış İranlı Sahabe'lerden biridir. Milattan sonra 568 yılında doğmuş ve Irak’ta hayata veda etmiştir).
Faruk; Haklıyı, haksızdan, doğruyu yanlıştan ayırmakta güçlü olan. Adaletli. Keskin.
Fatih; Fetheden, açan. Bir ülkeyi, şehri, kaleyi zapt eden kimse. Hüküm veren.
Fazilet; Erdem. İnsanda iyilik etmeye ve fenalıktan çekinmeye olan devamlı ve değişmez istidat. Güzel vasıf. Kişiyi ahlâklı ve iyi hareket etmeye yönelten manevi kuvvet. İnsanın yaratılışındaki iyilik, iyi huy. İnsan yaratılışındaki bütün iyi huylar, insanda iyilik yapmaya ve fenalıktan çekinmeye devamlılığı olup değişkenliği olmayan güzel nitelikler.
(1) Addetmek; Saymak, yerine gibi farz etmek.
Aşikâr Olmak; Çok açık, açıkça, çok belli olmak.
Ayakları Poposuna Vurmak; Telâş, heyecan veya ivecenlikle kişinin kendini ayakları sanki poposuna, (kıçına) değiyormuş gibi hissetmesi (Namazdaki ka’de [oturuş] sırasında topukların kalçaya değmesiyle alâkası yoktur).
Ayarını Tutturamamak; Ayarını kaçırmak, kantarın topuzunu kaçırmak da denebilir. Herhangi bir konuda (örneğin içkide, konuşmada, harcamakta, biriktirmekte…) aşırıya kaçmak, ölçüyü kaçırmak, ölçüyü tutturamamak dengeleyememek, ayarı yitirmek. Saçmalamak, zırvalamak.
Bağrına Taş Basmak (Yüreğine, Kalbine Taş Basmak); Uğradığı bir zarara, felâkete, ayrılığa, hüzne, hicrana sesini çıkarmadan katlanmak.
Beis Yok! (Beis Görmemek!); Zararı, önemi, engel, uymazlık, kötülük yok.
Beyni Karıncalanmak; Zihni yorulmak, zihin yorgunluğu nedeniyle düşünemez duruma gelmek.
Böğürmek; (İnsanlar için hakaret anlamında) Yüksek sesle, anlaşılmaz bir biçimde, ağlarcasına ya da korkunç bir öfkeyle bağırmak (Öyküde hakaret anlamı içermemektedir). Büyükbaş hayvanların bağırma şekli.
Dobra Dobra Konuşmak (Söylemek, Olmak, Demek, Anlatmak, Dobralaşmak); Açık, açık açık, açıkça, net, sakınmadan, çekinmeden, korkmadan, gerekli doğruları, gizlemeden konuşabilmek, söyleyebilmektir.
Edepli Olmak; Âdâbını Bilmek. Edebiyle, edeplice, usulünce, adabı-ı muaşeret kurallarına uymayı bilmek.
Efsun Yapmak (Afsunlamak, (Efsunlamak); Fisun (sihir, büyü kelimesinin çoğul hali) sihirlemek, büyülemek.
Gaipten Ses Gelmek; Görünmez, bilinmez, gizli âlemden, kâinattan (sözüm ona) sesler geldiğini hissetmek, duymak.
Haddini Bilmek; Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yetebileceğini bilerek onun ötesine geçmemek, ölçüsünü bilmek.
Hevesi Kursağında Kalmak; Çok istediği, imrendiği, dilediği bir şeyi elde edememe.
Hokus Pokus Yapmak; Acayip kelimelerle seyircinin gözlerini boyayıp el çabukluğuyla numaralar sergilemek. Türkçemizde katakulli yapmak şeklinde, olumsuz hareketler için de kullanılan bir söz.
İçinden Geçirmek; Bir şeyi yapmayı düşünmek.
Kastetmek; Demek istemek. Amaçlamak, amaç olarak düşünmek.
Kul Köle Olmak (Birine); Tam doğruluk ve özveri ile bağlanarak o kişinin tüm isteklerini yerine getirmeye hazır olmak.
Makul Konuşmamak; Akla uygun, akıllıca, belirgin, elverişli, akla uygun, mantıklı, akılla kanıtlanacak, sözü akla yakın olacak şekilde konuşmamak.
Muhatap Olmamak; Kendisine söz yöneltilip, kendisiyle konuşulurken oralı olmamak, karşısındakini umursamamak, dikkate almamak. Önem vermemek.
Müdana Etmemek; Kendini borçlu hissedecek duruma düşürmemek, kendi ayakları üzerinde durmak, kimseye açıklama gereği duymamak, hissetmemek. Yaranmaya, iyi görünmeye çalışmamak.
Nutku Tutulmak; Genel söyleşilerde; “Nutkunu tutmak, nutkunu yutmak” şeklinde de yanlış söylenen bu deyim; “Beklenmeyen şeyler karşısında hayret edici bir duruma düşmek, korkudan heyecandan, şaşkınlıktan konuşamaz hale gelmek” olup, handiyse “Dili tutulmak, ağzı açık kalmak” deyişleri ile de özdeşleştirilebilir.
Okutup Üfletmek; Dinî inanca göre birine bir duayı okuttuktan sonra, üfleyerek ruhlara yollamasını sağlatmak.
Önayak Olmak; Diğerlerine örnek olmak üzere bir işe ilk önce başlamak.
Prangalanmak; Ağır cezalı insanların ayaklarına kalın zincir, topuz takılmak.
Rezil Rüsva Olmak; Ayıplanacak durumda olmak, kalmak.
Sörf Yapmak; Özel kayma aracı ve yelkenlisi ile denizde yapılan bir spor olmakla beraber, öyküdeki anlamı; internet sörfü, yani, edinilmek istenen bilgi için internet ortamında araştırma yapmak.
Sözünü Esirgememek; Ne düşünüyorsa söylemek, kimseden çekinmemek, karşısındakini kıracağım diye kaygılanmamak.
Surat Asmak; Kaşlarını çatarak yüzüne küskün bir anlam vermek. Somurtmak. Küskünlüğünü, bir şeye kırgınlığını, can sıkıntısını, neşesizliğini anlatacak biçimde yüzünü buruşturmak, keyifsiz ve suskun durmak.
Suspus Olmak; Korku ya da benzeri bir nedenle sinmek, susmak, hiç sesini çıkarmamak, artık işe karışmaz ve sesi çıkmaz olmak.
Süt Dökmüş Kedi Gibi Kuyruğunu Toplamak; Başarısızlık, bir kabahat, suç işleyip de çekince ile bundan utanma durumunun izahı.
Şeytan Tüyü Olmak; Kendisini herkese kolaylıkla sevdiren kişilerde bulunan özellik.
Taş atıp da kolu yorulmamak; Bir kazancı hiç yorulmadan sağlamak. Yorulmayacağının, emek ve para sarf edilmeyeceğinin ifadesi.
Tos Vurmak; Süsmek. Alın veya boynuzla vurmak.
Yoldan Çıkarmak; Doğru yoldan saptırmak, ayartmak.
(2) Aç Biilaç; Yoksulluk içinde. Varsıllıktan uzak bir biçimde.
Ahretlik (ya da Ahret Kardeşi); Birbirine kardeş gözüyle bakacaklarına ve ahrette birbirlerine şahadet edeceklerine söz vermiş iki kadından her biri, aralarında sözleşmiş karı-koca.
Allak Bullak (olmak); Çok karışık duruma, altı üstüne gelmek, karmakarışık olmak, düzeni bozulmak, şaşkına dönmek, şaşırmak.
Battı balık yan gider; Durum artık kötü nasıl olsa, işler kötü gittiğine göre artık istenildiği gibi davranılabilinir. Durum iyi değil, ben de ipin ucunu bıraktım, artık ne olacaksa olacağına varır, bildiğim yolda devam ediyorum, ne olursa olsun anlamında bir söz dizisi.
Bayram Değil, Seyran Değil…; Sözün aslı; “Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü?” şeklindedir. Durup dururken gösterilen bir yakınlığın, açık bir nedeni olmadığına göre gizli bir nedeninin olacağı endişesini anlatır.
Bekleyen Derviş, Murada Erermiş; Sözün aslı; “Sabreden derviş, murada erermiş!” şeklinde. Bir işin gerçekleşmesi için sabırlı olmak, uzun zaman beklemek gerekir. Acele eden ve içinde bulunduğu şartları zorlayan kimse başarılı olamaz.
Belâ (Musibet, Felâket) geliyorum demez; Yaşamın inişli-çıkışlı badire ve olayları kapsadığı, neyin, ne zaman, nasıl meydana ya da başa geleceğinin bilinmediğinin, bir anda, hiç umulmadık bir zamanda, hiç ummadığın biri tarafından, hiç hissedilmeyecek bir mekân veya ortamda kötülüklerle, yanlışlıklarla hatta felâketlerle karşılaşılabileceğinin ifadesidir. Bu nedenle insanların tedbirli olmalarını emreden bir atasözüdür.
Bir Çırpıda; Hemen, çabucak, ele alır almaz, bir davranışta.
Cümbür Cemaat; Bazen “Cumhur Cemaat” olarak da telâffuz edilen deyim; toplu olarak, hepsi birden, beraberce, hep birden gibi bir anlam taşımaktadır
Devre Mülk; Genellikle dinlencede kullanılmak için yapılan çok daireli bir yapıda çok ortakça, ortaklaşa satın alınan, ortaklarca dönem dönem, belli bir dönem ve gün sayısınca kullanılabilen daire.
Fiks Menü; Belli bir menü ve tek fiyattan oluşan liste.
Geri Zekâlı (Odun) Adam; Zekâ seviyesi yaşından geride olan adam. Gerzek adam.
Grand Tuvalet; Takım elbise, kravat kombinasyonu tarzı şık giyim.
Güzel Bakmak Sevap; Asıldır. “Güzele bakmak sevap!” yanlış, değiştirilmiş halidir. Bu durumda hani hatırlatılmak istenirse güzele çirkin bakmanın da günah olacağını varsaymak mümkündür, eğer, denilen gerçek ise.
Hüsnü Kuruntu (Hüsn-ü Kuruntu); Zararsız kuruntu, güzel kuruntu anlamlarını içermekte. İhtimali bulunmadığı halde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, kendini buna inandırma. Herhangi bir durumu kendince, bencilce iyiye yorumlamak denilebilir. (Süslü Kuruntu; Avam dilindi söyleniş biçimi.)
İstemem, Ama Yan Cebime Koy; Rüşvet konusunda alay yollu söylenen söz. Kendisine sunulan şeyi almak istemez görünüp verilmesinden memnunluk duyma.
Kambersiz Düğün Olmaz; Kamber; Yunan lisanında; “Damat” demek. Aslında Türkçemizde; “Sadık köle” anlamındadır. Her işin içinde bulunan, her türlü eğlenceye, işe, çalışmaya, konuya katılan, çevresindekileri umursamaksızın kendi olmadan bir iş yapılmayacağına inandıran gereksiz yerde, gereksiz bir şekilde duran kimse için alay yollu bir söz.
Kısasa Kısas; Kişiyi işlediği suçun, kötülüğün aynısıyla, aynı biçimde, aynı şekilde cevap vererek cezalandırmak, zararı, zararla cevaplatmak, bir bakıma kana kan, dişe diş, göze göz olayı. Bu konuda Kur’an’da Bakara ve Maide Surelerinde ayetler vardır.
Ne köy olur, ne kasaba; Hiçbir işe yaramayan, niteliğinden söz edilmeyecek basit insanlar için kullanılan bir deyim.
Ruhani Bir Yapı; Gözle görülmeyen fakat inanılan şeylerin olağan üstü güçte dini, dinle ilgili, dini bir havası olan, ruhani bir şekilde, cismanilikten uzak manevi şekillendirilmesi anlatımı.
Selfie Photo, Selfie Çekim, (Öz Çekim); Kişinin kendi fotoğrafını çekmesi.
Sözlü Taciz; Tavır, söz ve davranışlarıyla tedirgin etmek, adabı muaşeret ve töre kurallarına uymaksızın sözlerle hatta işyerlerinde mobbing tarzında rahatsız etmek.
Tak-Şak Kavramı (Tak Diye Emredilince Şak Diye Yapmak); Eski Genel Kurmay Başkanlarından Doğan GÜREŞ, ülkemize ziyarete gelen önemli bir şahsın Başbakan Tansu ÇİLLER’le ilgili “Size emir veriyor mu?” sorusuna cevabı; “O tak diye emrediyor, ben şak diye yapıyorum!” sözünün gönüllerimizde taht kurduğunu söylemeye gerek görmüyorum!!!
Umut, Kaf Dağının Arkasında (Ardında); Tüm olasılıklar tükendiğinde bile tutunacak bir dal beklentisinde, çok zor, ulaşılamayacak gibi görünse de umut dolu bir düşünceyi yaşamak.
Votkalı Hoşaf; Aziz NESİN’e ait öyküsünün adı; “ALIRSINIZ CENNETİ” başlığı iledir (Ben zevk aldım, umarım okuyanlar da zevk almıştır, ya da alacaklardır. Kısaca; kaza ile votkalı hoşaf içen imamın başından geçenlerin öyküsüdür).
Yanlış İnanç. Hatalı Düşünce. Batıl İtikat (Batıl İnanç). Boş inanç; Hepsi “Hurafe” adı altında şekillendirilir ki; “Lokum dağıtmak, şeker çevirmek, tütsü yapmak…” bu şekilde bir garabettir.
Yetersiz (Yetmez), ama evet… Bir sonraki işlem, iş, eylem, seçim vb. için şimdilik, ya da defi belâ kabilinden niyet “Hayır!” üzerine kurulu olmasına rağmen “Evet!” deme mecburiyeti.
Yüz Verdik Deliye (ya da Ali’ye yahut da ayıya) Geldi Bilmem Ne Yaptı Halıya; Bir insana hak ettiğinden fazla verilen değerin o insanı şımarttığına dair bir terim.
Zırt-Pırt (Zırt-Zırt); Sık sık, ikide birde, uygunsuzca, yerli yersiz, gereksiz yere.
(3) Accıcık (Azıcık, Yöresel); Bir gıdım, bir fırt, minnacık, çok az.
Amenna; Genelde peşine “ve saddakna” kelimesi eklenerek kullanılan Arapça bir deyim olup, asıl anlamı “İman ettim, tasdik ettimdir. Türkçemizde “Mutlaka öyledir, doğru, diyecek bir şey yok, kabul ettim, inandım, anladım!” şeklinde onaylama sözü olarak kullanılmaktadır.
Aroma; Bitkisel ya da hayvansal türlü maddelerden yayılan, genellikle güzel koku.
Asaleten; Kendi adına olarak. Bir görevde asil olarak.
Bodyguard (Badigard); Can güvenliğinin tehlikede olduğu bir kimseyi saldırılardan korumak üzere görevlendirilmiş kişi. Koruma görevlisi, fedai, muhafız, sakınan.
Cüret; Düşüncesiz ve saygıyı aşan davranış. Korkusuzca davranış, yüreklilik.
Çiroz; Çok zayıf kimse. Yumurtasını atarak zayıflamış uskumru balığı. Bu balığın tuzlanarak güneşte kurutulmuşu, nefis bir meze.
Düstur; Genel kural. İlke. Bir çok yasadan oluşan kitap.
Garabet; Yadırganacak yönü olma, gariplik, tuhaflık, acayiplik.
Kadirşinas; Değerbilir, iyilikbilir, kıymet ve değerlerden anlayan, anlayabilen.
Kadraj; Çerçeveleme, filmi çekilecek cismin büyüklük ve yer bakımından düzenleme işi. Fotoğrafa sığma, sığdırma.
Kariyer; Bir meslekte zaman ve çalışmayla bir yere gelme, bir yere çıkma. Başarı, uzmanlık, aşama. Meslek. Üniversite öğretim üyeliği mesleği.
Kelâm; Söz. Söyleyiş biçimi. Söyleme.
Limoni; İnsan ilişkilerinde bozukluk, tatsızlık yaşanmış durum.
Mastır (Yüksek Lisans); Lisans eğitimini tamamladıktan sonra devam edilen eğitim. (Tezli ve tezsiz olarak ikiye ayrılır. Bazı koşullarda “Mastır Yapmak” olarak da adlandırılır. Üniversite diplomasıyla doktora arasındaki akademik araştırma).
Mayışmış; Çok yemiş, sıcaktan, ya da zevkten gevşemiş.
Mecal; Can, dinçlik, derman, kuvvet, takat, canlılık, güç.
Mukadder; Yazgıda var ve yazgı ile ilgili olan, alında yazılı olan (alınyazısı), ilâhi takdir, kader. Takdir edilmiş, kaderleşmesine verilmiş.
Sabotaj; Baltalama. Bilinçli ve kasıtlı olarak bir işi veya bir durumu bozarak zarara yol açan harekette bulunma, sabote etme.
Sâye; Gölge. Koruma, kayırma, yardım.
Şantaj; Bir kimseyi, istemediği bir davranışa zorlamak amacıyla, elverişli bir durumu kötüye kullanarak onu baskı altına alma, para sızdırmak ya da çıkar sağlamak amacıyla kendiyle ilgili lekeleyici, kötüleyici, gözden düşürücü bir bilgiyi açıklamak, yaymak tehdidiyle korkutmak.
Takas, bugünün ticari hukukunda Barter Sistemi, kliring olarak anlatılıyor. Kısaca kişinin elindeki ihtiyaç fazlası malın, ihtiyaç hissedilen mal ile değiştirilmesidir. Bunu mal mukabili ile karıştırmamak gerekir. Mal mukabilinde (takas değildir), satılan malın bedelinin, bir başkasına satılmasından veyahut da kullanılmasından sonra bedelinin ödeneceği anlamına gelmektedir.
Terane; Çok yinelendiğinde usanç verici bir durum alan söz dizisi. Ezgi, makam, nağme.
Tövbe (Tevbe); İşlediği bir günahtan ya da suçtan, hatadan, kötülükten farkına varıp pişmanlık duyarak bir daha yapmamaya iradeli bir şekilde karar verme. “Bir daha yapmam, olmaz, yeter!” anlamında.
Vekâleten; Vekil olarak. Birinin işini görmesi için kendi yerine bıraktığı veya yetki verdiği kimse olarak.
Zoraki; İstemeye istemeye, zorla.
(4) Ne Şam’ın Şekeri, Ne Arap’ın Yüzü; Aslı; Ne Şam’ın Şekeri, Ne Arap’ın zekeri şeklinde bir söz olup, zeker Arapça kötü anlamlı bir söz olduğundan Türkçemize “Arap’ın yüzü” şeklinde yerleştirilmiştir. Kendinden fayda umulacak olsa da bundan sarfınazar etmenin gerekliliğini, menfaat için yaklaşmamayı ifadelendiren bir söz.
(5) Rakı, Roka, Balık; Bu üçlü için yazılmış şiirlerden biri Burcu BİR’e, şarkı ise Hurşid YENİGÜN’e aittir.
(6) Uzun ince bir yoldayım, Gidiyorum gündüz gece… Sivas-Şarkışla Yöresinden Âşık VEYSEL Türküsü.
(7) Tahammül mülkünü yıktın Hülâgu Han mısın kâfir" / Aman dünyayı yaktın, ateş-t suzan mısın kâfir... NEDİM
(8) Bir musibet, bin nasihatten evlâdır. Bin nasihatten, bir musibet yeğdir. Yanlış bir yol tutmuş insanlara verilmiş nasihatlerin, öğütlerin fayda etmediği, ancak başına gelen bir felâketin onu doğru yola getirmekte daha etkili olduğuna dair TÜRK ATASÖZÜ (Her şeyin bir âfeti, her nimetin de bir musibeti vardır. Hazreti OSMAN)
(9) Düşünüyorum, düşündükçe büyüyor yalnızlığım; Ethem YAZGAN’a ait “GARİP” şiirindeki esas dizeler; “Düşünürüm, düşündükçe büyür yalnızlığım” şeklindedir. Ayrıca; “Düşündükçe büyüyor yalnızlığım…” Semih ERTÜRK’ün “SENİ SEVDİM BEN” isimli şiirinde bir dize.
(10) Düşünmek; düşünen kişiyi de değiştirir. F. David PEAT
(11) Bekârlık Sultanlıktır Felsefesi; Evliliği, bir eş ve çocukların sorumluluklarını yüklenmek istemeyenlerin başvurdukları bir yöntemin izahı görünen mizahi bir söz dizisi.
Bir lokma aşım, kaygısız başım şeklinde sorumluluk kavramından uzak bir düşüncesinin görünümü.
(12) İtin duası kabul olsaydı, gökten kemik yağardı; Aşağılık bir kimsenin değerli bir şey istemesi mümkün değildir. Böyle birinin duası kabul olsaydı, dünya çekilmez olurdu.
(13) Akşamı getiren sesleri dinle… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Necip Fazıl KISAKÜREK’e, Bestesi; Sadun AKSÜT’e ait olup eser Acemkürdi Makamındadır.
(14) Dağ başındasın / Derdin günün hasretlik; / Akşam olmuş, Güneş batmış , / İçmeyip de ne halt edeceksin. Orhan Veli KANIK, “DAĞ BAŞI”
(15) Beklemek güzeldir. Ama doğru durakta… Can YÜCEL
Aşk dediğin beklemektir Ey Sevgili! Ve beklemek dünyanın en asil eylemidir, eğer beklenene değecekse. Bilesin! Mevlânâ Celâleddîn-î RÛMÎ
Beklemek… / ama neyi / ve kimi... / hem, nereye kadar... / Beklemek… / ama niye… Elif ŞAFAK (Şehrin Aynaları)
Beklenen gün gelecekse çekilen çile kutsaldır. Victor HUGO
Gelecekse beklenen, / beklemek güzeldir. / Özleyecekse özlenen, / özlemek güzeldir. / Ve sevecekse sevilen; / O hayat her şeye bedeldir... Özdemir ASAF
Beklemek değil ki zor olan; Neyi, kimi ve neden beklediğini bile bilmemektir asıl zor olan. Sedat BALUN
Sevmek, seviyorum demek değil, yüreğinde hissetmektir… Ve aşk yanında olanı sevmek değil, bazen gelmeyecek birini beklemektir. Can YÜCEL
Aşk; Mucizedir. Tecessüstür(Meraktır). Tevekküldür (Beklemektir). Hasrettir (Özlemdir). Emirdir, kabuldür. Umut, hülya, rüyadır. Ekmek, su, toprak, ateştir. Havadır. Karşılık beklenmeksizin vermektir. Erol KARATEKİN
Unutmak ve beklemek insanı en çok acıtan eylemlerdir; ama bunların ne kadar süreceğini bilememek acıların en beteridir! Jean-Chrıstophe GRANGE
Sevmek; hem yürek, hem de emek gerektirir, üstelik ve asla karşılık beklemeksizin. “Sevmek için; ‘Yürek’, sürdürmek için ‘Emek’ gerek… Sevgi; bir lokmada iki mutlu insan demek… Nazım Hikmet RAN
(16) Bazen sessizlik, sesten de anlamlıdır! Bekir COŞKUN
(17) Ne hasta bekler sabahı, / Ne taze ölüyü mezar. / Ne de şeytan bir günahı, / Seni beklediğim kadar. / Geçti istemem gelmeni, / Yokluğunda buldum seni, / Bırak vehmimde gölgeni, / Gelme, artık neye yarar?” “BEKLENEN” Necip Fazıl KISAKÜREK
(18) Fazilet akıllı bir kızdı. Çok zeki insan gibi “cumbay29ek” mail adresini almakla “Cumhuriyet Bayramı olan 29 Ekimde” doğduğunu anlatmak istemişti. Fatih’in ilerleyen tarihlerde bunu öğrenecek olması doğaldı!
(19) İşim gücüm budur benim, / Gökyüzünü boyarım her sabah... Orhan Veli KANIK "DALGACI MAHMUT”
(20) Kim o, deme boşuna / Benim, ben… / Öyle bir ben ki gelen kapına / Baştanbaşa sen! “KİM O DEME” Özdemir ASAF
(21) Gerçekleşmesi mümkün olmayacak hayaller peşinde asla koşmamak; “Göğe direk, denize kapak olmaz” şeklinde, sonuç getirmeyecek işlerle uğraşmanın insana hiçbir şey kazandırmayacağı anlamına gelir. İnsan büyük hayaller kurmak yerine planlı hareket ederse, hedeflerini gerçekleştirebilir. Gerçekleşmesi mümkün olmayan şeylerin peşinden koşmak sadece zaman kaybına neden olur.
(22) Ellerini ellerimden ayırma hiç… diye başlayan bir bölümünde de “Gözlerini gözlerimden ayırma hiç…” sözleri geçen Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; İsa COŞKUNER’e ait olup eser Nihavent Makamındadır.
(23) Çamlar arasından süzülürken mehtap… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi ve Bestesi; Muzaffer İLKAR’a ait olup eser Kürdîlihicazkâr Makamındadır.
(24) Karagözlüm efkârlanma gül gayri, ibibikler öter ötmez ordayım! Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım. Tüfekleri çatar çatmaz ordayım…
Bekir Sıtkı ERDOĞAN’ın “KIŞLADA BAHAR” isimli şiirinden bölümler olup eser, Münir Nurettin SELÇUK, Gültekin ÇEKİ, Erol SAYAN, Yusuf NALKESEN tarafından Nihavent, Rast ve Kürdilihicazkâr Makamların Türk Sanat Müziği eseri olarak bestelenmiştir. Şiirin bir bölümünde; “Vatan borcu biter bitmez ordayım!” dizeleri hâkimdir.
(25) Bağdat Yolu diye ünlenen, “Bir bakış baktın, kalbimi yaktın” şeklinde başlayan “Sen bir şahinsin, ben garip serçe” nakaratıyla gönüllere yerleşen Rast Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Beste ve Güftesi; Cevat ÜLTANIR’a ait.
(26) Bir şarkıdan esenleniş; Gözlerim uykuyla barıştı sanma, sen gittin gideli dargın sayılır… şeklinde başlayan VURGUN isimli eserin Seninle cehennem ödüldür bana, sensiz cennet bile sürgün sayılır!” Türk Sanat Müziği eserinin son bölümü olup eserin Güftesi; Cemal SAFİ’ye, Bestesi; Selçuk TEKAY’a ait Uşşak Makamındadır.
(27) KARATEKİN, Erol. 2021 Yılı. “HAK ETMEYİ BİLMEK!”
(28) KARATEKİN, Erol. 2021 Yılı. “GİZEM’DE ALLAH’A ÖZLEM!”
(29) Deniz ve mehtap (Rüzgâr ve martı), sordular seni neredesin; Dario MORENO, Tanju OKAN ve daha sonra Candan ERÇETİN'in hafızalarımıza kazıdığı orijinali, eğer yanılmıyorsam; “Las Mouettes De Mikonos” olan şarkı.
(30) Gel, Ne olursan Ol Gel; “Gel, gel, ne olursan ol, yine gel, / İster kâfir, ister dergi, / İster puta tapan ol, yine gel, / Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir, yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel…/ Şu toprağa sevgiden başka tohum ekmeyiz biz / Beri gel beri! Daha da beri! Niceye şu yol vuruculuk? / Mademki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik, benlik… / Ölümümüzden sonra mezarımı yerde aramayınız / Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir. Mevlânâ Celâleddîn-î RÛMÎ’nın büyük, incitmeyen sözleri.
(31) Hiç kimseye hor bakma, incitme gönül yıkma, Sen nefsine yan çıkma, Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eyler! Erzurumlu İbrahim HAKKI