Dayısının saçını kestiği kız çocuğunun saçı gür olurmuş! İşte o saçını kestiğim gür saçlı annesiyle aynı ismi taşıyan yeğenim Emine’yle banliyö treninde beraberdim. Sebep; annesi rica değil, emretmişti!
“Kocaman, ablacık kız oldu, bu sene okula başlayacak, dayısı olarak al bir kuaföre götür, senin kestiğin gibi kalmasın, saçlarını düzelttir, fotoğrafını çektir, bir yerlerde bir şeyler yiyin, okullar açılmadan önce son bir defa Dayday(1)-Yeğen gezinin bakalım…
İşin hemen bitti de sanma bizim oğlan! Okula kayıt, gömlek-önlük-yaka-pantolon-forma-defter-kitap-kalem-silgi-cetvel artık başka neler gerekiyorsa onları da sen alacaksın. Yoksa beni bu halimle çarşı-pazar dolaştırmazsın, değil mi? Haydi şimdi marş, marş!”
Kısa bir özet; üniversitedeydim. Emine; ablamın ilk çocuğu idi ve kısa bir zaman sonrasının içinde ablam ikinci bebeğini bekliyordu, yani başka hangi şekilde söyleniyordu kısaca; ağırdı, yüklüydü, gebeydi, hamileydi? İşte, onlardan biriydi işte…
Babamı, annemi yitirdikten sonra yalnız kalmıştım, evcimen(1) bir adam olarak yetişmediğim için hiçbir şey bilmiyordum. Ablamın ısrarları ve eniştemin himmetiyle kapağı onların evine atmış(2), üniversiteyi burada kazanmış, hasbelkader(1) değil, tüm mevcudiyetimle bir an evvel mezun olmak istiyordum, bilinen bu sebeplerden dolayı.
Malum; “Taş, taş üstüne olurdu…(3)” da...
Ablam beni atsa, atmak istese de atamazdı(3)...
Üstelik evle ilgili ne kadar angarya iş varsa, eniştemin gayreti ve bıkkınlığı ve beni himaye etmekle(2) karşılık beklemesinin doğal gereği olarak, başa ne şekilde geldiği düşünülürse o şekilde zoraki olarak benim üzerimdeydi.
Eniştem ben geldikten sonra “Briç Hastası(3)” olmuştu! İşindeki mesainin bitmesine herhalde ancak dayanıklı oluyor, ancak gece yarılarına doğru oteline(!) dönüyordu, belki de mecburen mecburiyetten(4).
Bu karmaşaya neden olanın ben olduğumu bilmek (tahmin etmek değil) doğal olarak üzüyordu beni bir sığıntı olarak. Oysa babamdan yetim maaşı ve babamdan kalan evden de ablam sayesinde yarı miktarda kira alıyordum ve bunlar benim burs almadan okumama yetiyordu.
Kısaca; kaldığım eve yemek, yatmak, temizlik dışında bir külfetim(1) olmadığı gibi, mutfağa devamlı olarak destek yapıyor, ara sıra da olsa, bazen haberli, bazen habersiz, elektrik, su, telefon giderleri gibi ödeme konularında birikmişlerimi de seferber ediyordum(2)!
Yeğen(ler)im neşeli, ablam minnettar, eniştem ise her konuda, her zaman sitemkârdı...
Eğer üniversitede sınıfları ve sınavları çifter atlamak, ya da daha başlangıçta ablamın isteği ve duaları yerine her şeye boş verip yatılı bir yurtta yer bulaydım ne bu mihnetle karşılaşırdım, ne de minnet borcum(3) olurdu.
Son senemdi üniversitede. Hapırsa da köpürse(3) de bu seneyi de geçip mezun olacak, hemen askerliğim için müracaat edecektim.
Evi terk ederek bir yerlerde sırtımı dayayacak bir sandalye, yatacak bir yatak aramıyor da değildim. Böyle bir imkânı bulmuş olsam da, ablamı ve Emine’mi ziyaret için vakit ayıracaktım mutlaka, üstelik bu vakitlerin sınırlı olmayacağından da emindim.
Ancak ben ayrıldığımda, ablamın durumunu göz önüne aldığımda eniştemin briç vakitlerinin fazla olacağını sanmıyordum. Hele ki bencilliğe ve nankörlüğe(1) devam etmekte ısrarcı olursa dışarıdan gazel okumak(2) bana yakışmazdı, ama gene de ablama bir şeyler söylememin gerekli olacağına inanıyordum.
Muhtelif misafirliklerde, nerede olursa olsun, eniştem bencilce ablamı yanına çağırıp oturtturur, hatta yer yoksa bazen dizlerinin dibine çöktürür, elini bir apaş(1) gibi sıfatı anlatılamayacak bir şekilde omzuna koyar ve “Aşk Evliliği(3)” yaptığını söylerdi, buna kerelerce şahit olmuştum. Oysa kimin kime, nasıl âşık olduğunu anlamakta zorluk çekerdim.
Bana göre, asla bencilce ablamın yanında olmak gibi bir düşüncem yok, bir hanıma saygının göstergesi olarak ablamı yanına çağırmak, omzuna elini atmak yerine, kendisi gidip ablamın elini tutsa daha iyi olmaz mıydı?
Ne de olsa aşk konusunda cahildim. Âşık olmak için vaktim vardı, ayırabilirdim de, eğer karşıma “Aşkım!” diyebileceğim birinin çıkacağına inansaydım. Ancak cehalet bir yana, bana öğreten, öğretecek biri olmayınca aşkı nasıl bilebilirdim ki, hem de vakit ayırarak?
“Dayday! E-em geldi(3)!” sözü ile dalgınlığımdan sıyrılıp düşüncelerime son verdim, üstelik beynimde kurgulamaya(2) çalıştığım, bilmediğim aşk üzerine faraziyelerimle(1)…
“Tamam aşkım, tamam güzelim, bir tanem, son durağa geldik, gelmek üzereyiz, biraz sabret, hemen!” derken onu kucağımdan indirmiştim.
Karşımdaki yaşlıca bayanı, yanımdaki iki genç kızı, yaşlı bayanın hareketi ve genç kızların kıkırdamaları(2) ile ancak fark edebilmiştim. Kıkırdamaların yeğenimin sözleri için mi, yoksa benim sevgi dolu sözlerime mi yönelik olduğunu anlayamamamın garabeti(1) içindeydim,
O yaşlı bayan yerinden kalktı, yanıma geldi ve;
“Yerlerimizi değiştirelim mi genç adam?” dedi, yanımdaki yolcu kalkmış, kızlar da kalkmak üzere hazırlanırlarken.
“Bir dakika gençler!” dedi yaşlı bayan, yanındakinin dizine elini koyarak ve söylediklerinin benim tarafımdan duyulmamasına özen gösterircesine, ancak sağlam bir işitme yeteneğimi bilmesinin mümkün olmadığı gibi.
“Bakın gençler! Ben, emekli bir öğretmenim. Trene bindiğinizden beri de karşınızdayım. Giyiminiz iyi, konuşmalarınız sessiz, telefonlarınızla oynamıyorsunuz, ellerinizde kitaplar, terbiyelisiniz ve iyi ailelere sahipsiniz, sanıyorum. Ama bağışlayın, iki kusurunuz için sizi ayıpladığımı ve ikaz etmem gerektiğini söylemek istiyorum, üstün meziyetlerinizi(1) dikkate alarak ve eğer dinlerseniz…
Söylemek istediklerimden bence birincisi önemli! O kadar güzel tavırlarınıza karşın, ayak ayaküstüne atmanız nedeniyle inen-binen yolcuları rahatsız ettiğinizin, üstelik bu şekilde yayılmanızla kucağında bir kız çocuğu ile büzülmüş olan gencin farkında olmadınız, ta ki küçük kızcağız; ‘E-em geldi!’ deyinceye kadar…
Biz çocuklarımızı küçüklüklerinde böyle tembihledik; ya da ‘Kakam geldi!’ diyerek. Bu söz sizlere acayip geldi herhalde?”
Sorar gibiydi, tren istasyona gelmiş ve durmuştu. Sözlerini bitirmesinin gerektiğini düşündü herhalde öğretmen;
“Alkışlamak isterdim sizleri, ama esefleniyorum(2). Bundan sonrası size kalmış, isterim ki kısacık sözlerim kulağınıza küpe olsun(2), başarılı, sağlıklı ve gerekebilir mutlu bir ömür dilerim sizlere!”
Öğretmen abla cevap beklemeden yürüyen merdivenlere yöneldi, benim de yeğenim dolaysıyla acele etmem gerekliydi, ama nasıl? Evde olsa kolaydı;
“Haydi güzelim, haydi sevgilim!” der, taharetlerdim(2) bile, ama umumi tuvalette?
Bayanlar tarafına beni almazlardı, beyler tarafında ise benim sıkıntım olurdu, ilk kez yaşayacağım düşüncesiyle...
Daha önce böyle bir şeyi hiç yaşamamıştım, nasıl yaşamam, ne yapmam gerektiği de anlatılmamıştı bana! Bu sırada bir el dokundu koluma;
“Affedersiniz, özür dilerim öncelikle gülümsememiz için ve eğer izin verirseniz yardımcı olabilir miyim sevgilinize?”
Demek ki bundan sonra “Kıkırdamak” yerine “Gülümsemek” kelimesini kullanacaktım.
“Adı Emine!”
“Tesadüf adaşmışız! Hadi gel Emine, beraber girelim tuvalete kız kıza. Kitaplarıma, çantama Asude Ablan gibi dayın birlikte bakarlar, merak etme!”
Ne oldu, nasıl oldu, ne kadar zaman oldu? Bilemiyorum. Bir şeylerin(!) trene baktığı gibi(2) sakin, sessiz birbirimize bakmıştık Asude ile konuşmaksızın...
Emine’cik lâvabodan çıktığında rahatlamış olduğunun belirtisi olarak yüzü ve hatta tüm bedeni kırmızı-mordan, pembeye dönmüştü, huzurlu gibiydi, üstelik Emine Ablası elinden tutuyordu.
“Bir kuru özürle aldığımız dersi savuşturamam! Ama sakıncası yoksa Emine’ye bir dondurma ısmarlasam, yaptığım yanlışlığın karşılığı olmadığının bilincinde olsam da?”
“Geç kardeşim bunları! Öğrencisiniz, etiniz ne, budunuz ne, harçlıklarınız ne ki? Harçlıklarınızı yeğenim için yok etmeyin. Ben sizin adınıza da ısmarlarım yeğenime, ama arzularsanız sizlere de…”
“Tekrar affedersiniz, zengin değiliz, ama bir dondurmayı da küçük bir kıza ikram edemeyecek kadar da züğürt(1) değiliz, iki komşu, iki aynı üniversite öğrencisi olarak!”
“O halde şöyle bir teklifte bulunayım. Şimdi ben size ısmarlayayım, bir dahaki karşılaşmamızda da siz ısmarlarsınız!”
“Tekrar özür dilerim, lâf ola, beri gele(3) derler ya hani, nasıl yani?”
“Kadere inanır mısınız?”
“Tabii!”
“O halde; ‘Şu gün, şu saatte Emine’yle şurada ol, dersiniz ‘Dondurmalar benden!’ diye biz de sevgilimle birlikte orada oluruz!”
“Ve bu kader olacak, ama nasıl?”
“Meselâ şimdi siz, “Çıkmaz ayın ilk çarşambası şurada olun!’ dersiniz, biz de o çarşambayı bekleriz...
Ve yahut size telefon numaramı veririm, ya da siz bana verirsiniz, hissi kabl el vuku(3) gerçekleşir, kim bilir?”
“Bu kadar yavan, umutsuz gibi ve çabuk?”
“Valla farkında değilim, öğretmen hanımın konuşmasından ve cezası olarak yeğenimi tuvalete götürmenizden dolayı cesaret aldım, şımardım, ‘geçen zamanın boşa akmamasını arzuladım!’ diyeyim. Gerçi gerçekleşmeyecek, gerçekleşmesinin mümkün olamayacağı hayaller peşinde koşmamak gerektiğini bilmeme rağmen, şansımı deneyeyim istedim…
Ama isterseniz hemen sırtlarımızı dönüp ‘Evli evine, köylü köyüne’ diyebiliriz, sakıncası olmaz. Çok arzulu iseniz ve isterseniz, parasını verirseniz dondurmayı yeğenime sizin adınıza ben ısmarlarım. Yalnız rica edeyim, paranız bozuk olsun!"
Emine yeğenim Emine’ye döndü diz çöker gibi;
“Dayın hep böyle midir?”
“Bilmem ben ve biz evde ona ‘Şakatör(1)’ ve ‘Dayday’ deriz, bu nedenle onu çok seviyorum ve büyüyünce mutlaka dayımla evleneceğim, çünkü onu dünyalar kadar çok seviyorum, o da beni dünyalar kadar çok seviyor, biliyorum!”
“Hoppala!”
“Hoppala ne demek!”
“Nasıl anlatsam ki?”
“Emine ablan, sen küçüksün, büyüyünceye kadar bir fırın ekmek yemen gerek, o vakte kadar biri daydayını alır gider, bu belki de ben olabilirim, demek istiyor!”
“Eee! Seni beğendiyse ben bir fırın ekmek yemem!”
Benim düşüncem; “Aç tavuğun kendini darı ambarında tahayyül etmesinden(3)” farklı değildi, ancak aç tavuk bile değildim ki!
Önümde sarf etmekte zorlanacağım o kadar uzun yol ve çok zaman vardı ki, bazı şeyleri hayal etmem değil, düşünmem bile yanlıştı...
“Oh! Ne âlâ! Tuvalet önü sohbet, dayı-yeğen abluka(1). Bari boşa gitmesin, ‘Evlenme de teklif et!’ bu bir-kaç dakika içine sığdırdığınız, bir ‘E-em geldi!’ sözü tüm yaşamımızı renklendirsin!”
Asude, bu karşılıklı halk ozanları gibi atışmamızdan rahatsız olmuştu galiba, tek kelime ile anlatmak istedi, içinden geçenleri;
“Sıkıldım!” dedi ve devam etti;
“Ben eve gidiyorum, dondurma mı ısmarlayacaksın, parasını mı vereceksin, ne halt edeceksen(2) et artık, kafana göre ve gecikecek olursan da haber ver, merak etmeyeyim!”
Asude’nin sözlerinin anlamını hemen çözemedim, gerekli de değildi bence.
“Peki!” dedi Emine, yeğenimin elinden tekrar tutarak, o kalabalıkta kaybolacağından korkar gibi ve sanki biri korkutarak itekliyormuşçasına;
“Tamam! Teslim oluyorum, ama sırf bu adaşım, çıtır pıtır(3) kız için. Baksana benim için, hemen senin üzerindeki hakkından vazgeçti. Ben bu jestin altından kalkamam!”
“Peki, ama öncesinde annesinin emirleri var, saçını düzelttireceğim, ne de olsa bugüne kadar saçlarını hep ben kestim, hurafe(5) ama dayısının kestiği saçlar gür çıkarmış. Sonra da bu sene okula başlayacağı için vesikalık fotoğrafını çektireceğiz. Kuaförü tarif etti ablam…
Fotoğraf için de yakın bir akrabamız var, ona gideceğiz. İsterseniz sizin için de torpil yapar, fotoğrafınızı ucuza çektiririz Sanmayın ne zaman ödeneceği meçhul dondurma karşılığı, ya da hani meselâ fotoğrafınızdan bir adedini de kendime saklamak için...”
Nefes almam mı gerekmişti, nefes almamın gerektiğini işaret için ayaklarının yerini mi değiştirmişti kaldırımda, doğrusu sözlerimi bitirmek için farkında olmamayı tercih ettim.
“Sadece bir isim ve fotoğrafla insan nereye varabilir ki, velev ki(3) karşısındaki dünyalar güzeli, düşlerinin insanı, hülyalarındaki kız olsa da, değil mi?”
“Sırayı şaşırdın galiba, önce ilânı aşk, sonra evlenme teklif edilir bildiğim. Ama şimdi bu sözlerini evlenme teklifinden sonra ilânı aşk mı kabul edeceğim?”
“Yahu güzel kız, bir erkek, yeğeninin himmetine sığınarak beğendiği, hoşlanacağını umduğu bir genç kıza aklından geçen güzel şeyleri söyleyemez mi? Üstelik yanımdaki bu cici kız, eve gider-gitmez annesine mutlaka; ‘Ben dayımla evlenmekten vazgeçtim, onun artık sevgilisi var!' diyecek!”
“Oh! Ho! Evlenme teklifi, ilânı aşk ve sevgili, zaman mı çabuk geçiyor, ben mi farkında değilim, sizler mi acele etmek düşüncesindesiniz?”
“Neyse, tüm söylediklerimi sildim. Siz bir pastanede oturun, ben yeğenimi kuaföre götüreyim, fotoğrafını çektireyim, gelelim, siz de söz verdiğiniz dondurmayı ısmarlayın ve siz yolunuza, biz yolumuza. Fark ettiniz herhalde yeğenimin fedakârlığına ve feragatine(1) karşılık ‘Sen’ artık ‘Siz’ oldunuz!”
“Bu kadar çabuk?”
“Doğrusu yarım saat içinde. Ama ‘Siz’ demem uygunmuş! Haydi şimdi, sizin bir yerlerde bizi beklemenize bile hiç gerek yok güzel hanımefendi, ben yeğenime sizin adınıza dondurma ısmarlarım!”
Döndüm, yeğenim Emine de elini bana teslim ederek benimle beraber döndü, bir hayal, anında değilse bile birden yok olmuştu, belki bizim için unutacağımı, unutacağımızı hiç de sanmadığım.
Öyle olamayacağını bilemezdim, her ne kadar aptallık suratımdan akıyorduysa da ve “Aptala her şeyin malum olduğu(2)” gibi bir saçmalık varsa da!
“Bir saniye!” denilmesi ve kolumdan tekrar tutulması nedeniyle geriye dönmek zorunda kaldım;
“Evet?”
“Tanıdığınız kuaför var mı? Hem kadınların olduğu bir kuaförde gazete okuyarak oturmak size yakışacak mı?”
“Ablam emretmişti, demiştim. Peki, teklifiniz?”
“Tanıdığım bir kuaför var, hemen iki-üç adım yakınımızda. İzninizle Emine'yi oraya götüreyim!”
“Valla gerçekten memnun olurum, gözümde büyüyordu, teşekkür ederim peşinen!” dedim ve yeğenime döndüm;
“Kızım şu parayı al, ablayı zahmete sokma olur mu?”
“Kırıcı olduğunuzun farkında mısınız?”
“Özür dilerim, peki! Ancak bunu dondurma ısmarlamışsınız gibi kabul edeceğimi bilin ‘Siz’, hanımefendi!”
“Hâlâ ‘Siz’ diyerek incitmekte, kırmakta devam ediyorsunuz, hak etmediğimi düşünüyorum, ısrar etmeyeceğim, sizin gibi olmayacağım efendim!”
Kuaförün kapısına kadar sessizce yürüdük, Emine, Emine’nin elinden tutuyordu, ben yabancı gibiydim, sessizlikte, okuyacağımdan değil, sırf dostlar yerine gözler beni alışverişte görsünler kabilinden bir gazete aldım, bir çay söyledim yan taraftaki kahveye oturup...
Bazen abartı diye düşünürüm, güzelliklerin kıyaslanmasından nefret ederek, ancak yeğenim gerçekten, dayısının elinden çıkmamış tıraşıyla bir ilkokul öğrencisi gibi olmuştu…
Ve nankörlük eğer parayla olsaydı, bir siteme tahammülsüzlükle herhalde dünyanın en varlıklı insanı olurdum. Çünkü;
“Teşekkür ederiz, zahmet verdik, size iyi günler hanımefendi!” diyerek Emine’yi teslim almış ve küskünce arkamı dönmüştüm, fotoğrafçı Emin Ağabeye doğru.
Emin Abinin dükkânından içeriye girmemizle birlikte daha “Merhaba!” deyinceye kadar Emine de arkamızdan dükkâna girdi.
“Vesikalık fotoğraf çektirmek istiyorum!” dedi, demesine ama yeğenim hemen koşup elinden tuttu ve;
“Merhaba Emine Abla, ne güzel, yeniden karşılaştık!” dedi.
“Dondurma borcumu ödemeden giderim mi sandın çıtır fıstık(3)!” dediğinde beni ya görmezden gelmek, ya da adam yerine koymamak düşüncesinde gibiydi, Emin Abinin ne olduğuna anlam veremediği şaşkınca bakışlarına aldırmaksızın.
“Bizim işimiz uzun Emin Abi. Hanımefendinin acelesi var galiba, sen onunla meşgul ol, işi bitsin ki, derslerine çabucak dönebilsin, biz bekleriz!”
“Benim işim daha uzun, üstelik ben sizden sonra geldim, sıra sizin, siz onlara bakın Emin Abi!”
Emin Abi, çarçabuk Emin Abisi olmuştu Emine Hanımefendinin!
Bizim işimiz çabuk bitti, ama “Haydi!” dedim, “Gelmişken ben de vesikalık çektireyim, bakarsın lâzım olur!”
Benden sonra Emine ve Emin Abi karanlık odaya girdiklerinde, başını kuma sokup da görünmediğini sanan bir devekuşu gibi(6), bir yanlışlığı fazla uzatmanın gerekli olmayacağı düşüncesiyle yeğenimin elinden tutup kaçmayı, uzaklaşmayı denemek istedim. Yandaki bayiye; “Biz gidiyoruz, dükkâna bakar olun, lütfen!” demeyi unutmaksızın.
Dondurmayı aldım yeğenime, bir tane de kendime ve dondurmaları bitirir bitirmez de trene bindik, evimize gitmek üzere.
Hayret edilecek bir şeydi. Eniştem evde ve bir kısım hazırlıklar içindeydi, telâşlı olarak.
Babasını yitirmişti.
“Ben de gelsem!” dediğimde, çünkü annemi ve babamı kaybettiğimde hiçbir fedakârlıktan çekinmeksizin bana, ablama destek olmuştu eniştem.
“Sen çocukların başında kal!” diyerek ablamı işaretledi, sebepli.
“Muhtemelen gerekeceksin, sanırım ikinci bebeğimizin isim dayısı sen olursun!”
“Peki enişte! Gözün arkada olmasın! Şu an itibariyle görevi devraldım!”
Eniştem gitti, ben derslere boş verdim, kısa bir süreliğine de olsa. Arkadaşlarıma rica ettim, notları iyi tutmalarını, bir ölüm haberi ve nedeni belli bir gelişme için okula gelemediğimi anlatmaya çalıştım. Onların beni notlar konusunda kırmayacaklarından adım gibi emindim.
Emine'nin yatması, uyuması, giyinmesi, soyunması, doyunması(2), tuvaleti, kısaca bakımı, ablamın “Ah!” dedikçe başında bulunmam “Ay! Uf!” dedikçe ihtiyaçlarını gidermeye çalışmakla geçti iki gün.
Bu aralarda iki ayrı tanımadığım numara cep telefonumdan aradı beni, birkaç kez “Reklâmdır, ya da fasa-fiso(3), vıddır-vızık(3) bir şeylerdir!” diye bakmadım bile, kapattım, telefonumu.
Bir gün ablam;
“Beni götür oğlum!” dedi, sanki ismimi bilmiyormuş gibi.
Taksiyle götürmem benim yiyeceğim bir halt değildi, ambulans çağırdım, Emine'nin de elinden tutarak beraberce bindik. Ambulansla giderken cep telefonum çaldı, Emin Abi idi, arayan;
“Hayırdır, fotoğrafları almaya gelmedin, o kız da geldi, fotoğraflarınızı size vermek üzere aldı, gitti. Cep telefonunu değiştirdiği için senin ismin silinmiş, telefon numaranı verdim, herhalde ev adresini biliyordur, değil mi? Şimdi neredesin, ne yapıyorsun, neden uğramadın, hayırdır inşallah!”
“Eniştem babasını kaybetti. Ablam da doğum yapmak üzere, onu şu anda ambulansla hastaneye götürüyorum, seni sonra ararım abi!”
“Sağlıkla kurtulsun, şimdiden gözünüz aydın!”
Ablamı sedyeyle odaya götürürken telefon tekrar çaldı. Bir taraftan sedyeye yardım et, bir taraftan Emine’yi kolla, bir taraftan ikinci yeğen için tatlı bir heyecan, sağlıklı bir doğum için endişe...
Bakamadım telefona, oysa sanki canı çekiliyormuşçasına dakikalarca çalmıştı, ya da o telâş içinde bana öyle gelmişti!
Sağlıklı bir oğlan çocuğu doğurdu ablam. Önce kucaklayarak yeğenime, sonra telefonla enişteme haber verdim. Daha sonra can alıcı bir şekilde çalan telefonun sahibini aradım;
“Merhaba! Buyurun ben Öner!”
“Emine! Merak ettim, fotoğraflarınız bende, neredesiniz, nereye getireyim!”
“Sizde kalsın efendim, ben bu numaradan daha sonra sizi arar, ‘Nereye gel!’ derseniz, oraya gelip alırım, ya da siz en iyisi uygun bir zamanda Emin Abiye bırakın, ben bir ara uğrar ondan alırım efendim!”
“İnce bir sitem seziyorum!”
“Olmasın mı? İki-üç kelime ettim, iltifat olsun diye, biri evlenme teklifi, diğeri ilânı aşk, ötekisi sevgili olmak oldu. Hem şimdi hastanedeyim ve çok meşgulüm, mümkünse sizi sonra arayayım mı?”
“Hayırdır, Emine’ye bir şey mi oldu yoksa?”
“Evet! Emine’nin bir erkek kardeşi geldi dünyaya, ağzı kulaklarında!”
“Hangi hastane?”
“Önemsiz, gelmenizi istemem!”
Sesinin tonunu yükseltti, hatta bağırarak;
“Hangi hastane, dedim!”
“Desem ki ‘Sarı Çizmeli Hanım Ağa Doğum Hastanesi’ diye, gerek var mı, gelmenizi istemiyorum, demedim mi?”
“Doğumevi yani?”
Cevap veremedim, belki de o yakıştırmalar nedeniyle vermek istemedim.
“Anlaşıldı!”
Telefon kapandı.
Yaklaşık yarım saat kadar sonra, doğumu yaptıran doktorla geldi Emine;
“Annem Zübeyde...
Anne bu da benim arkadaşım Öner. Şu sıralar limoni bir ilişkimiz var, ama düzelecek sanırım!”
Tanıtıyor, soruyor, benim adıma da cevaplıyordu. Oysa içimden;
“Siz öyle mi düşünüyorsunuz küçük hanım, ben sizin oyuncağınız mıyım?” demek geçiyordu.
“Kadınların olduğu bir koğuşta erkek refakatçı bulunamaz. Hele ki Emine’nin de bakıma, korunmaya, gıdaya ve annesi gibi hijyene(1) ihtiyacı olduğunu düşünürsek sen Emine’yle evinize gidin! Ben annemle beraber bu güzel annenin başında dururuz!”
“Sen?”
“Ne varmış yani? Sen, sen olmasan kavga mı edeceğiz?”
“Aklım karıştı da...”
“Uzmanlık alanım, övünmek gibi olmasın!”
Emine’yi elinden tutarak eve yöneldiğimde kendime tanıtımda zorluk çektiğim duygular içindeydim. Üstelik iki arada bir derede kalmak(2) denir ya hani, fotoğraflarımızı verirken Emine’yi öpmüş ve bana doğu fısıldamıştı;
“İstediğin kadarı da senin, sana ait!”
Evet, çirkin bir erişkin değildim, ama aklı başında bir genç kızın yüreğini hoplatacak kadar da yakışıklı sayılmazdım. Hele ki bir doktorun eksiklerinin olmadığına inandığım tek kızının sevgisi gibi bir şey, öyle mi?
Nereden biliyorduysam o güzel kızın tek ve sevgisinin olduğunu? Herhalde üzülmek için yer arıyor olsam gerekti!
Yol boyu birkaç kez Emine’nin ikazlarıyla kendime gelmeye çalıştım.
Önemliliklerden birini Emine hatırlattı. Fotoğraflarının nasıl çıktığım merak etmişti. Zarfı açtığımda önce doktorun kızının iki fotoğrafı geldi elime,
“Bak! Emine ablan sana hatıra fotoğraf bırakmış, ama neden iki tane anlamadım!”
“Biri sanadır akıllım!”
“Hem akıllım diyorsun, hem de akılsızlığımı yüzüme vuruyorsun!”
“Ben seninle evlenmekten vazgeçtim ya, onun için vermiştir belkim sana da!”
“Sen vazgeçtin, ama bakalım o beni beğenir mi, evlenir mi?”
“Kendi bilir dayıcıyım. Sana dünyada her şey var, ama önce ben. Çünkü çok seviyorum seni ve seni benim kadar hiç kimse sevemez, belki biraz da kardeşim bebek. Ama o da azıcık az sever, bana yetişemez!”
“Valla bir hanımefendi yeğenim olarak seninle baş edemeyeceğim, sustum!”
“Hamburger ve kola ısmarlarsan, ben de bir daha annem gibi konuşmam, ama aklında olsun Dayday, Emine Abla güzel bir kız, beni dinlersen…”
“Dinlemiyorum güzel kız! İşte hamburgerci. Herhalde yiyip-içerken aynı konuya dönmezsin. Hem senin fotoğrafların nasıl çıkmış, merak etmiyor musun?”
“I-ıh! İlk fotoğraflar yanında, benimkilerden söz etmek gereksiz!”
“Yanılıyorsun. Oysa bak ondan daha güzel çıkmışsın, artık birini cüzdanıma koymak için verirsin, değil mi?”
“Ben güzelliğimi biliyorum, Emine Ablamın yaşında da ne olacağım, Allah bilir! O nedenle istiyorsan fotoğrafımı alabilirsin!”
Emine hamburgerini yiyip kolasını yudumlarken, ben de fotoğraflara bakıyordum. Özellikle ilk iki fotoğraftan etkilendiğimi saklayamayacağım. Kişi hiç olmazsa kendisine karşı dürüst olmalıydı, yeğeninden kendini saklasa da, sakınsa da, değil mi?
Telefonum çaldı, o idi, açtım;
“Merhaba!”
“Merhaba? Bayram değil, seyran değil(3) ayrılalı henüz on-on beş dakika ya oldu, ya olmadı!”
“Özür dilemek ve bunu bir çay içiminde gerçekleştirmek istedim de!””
“'Ne özrü?”
“Hastane adını söylemen için sana bağırmıştım ya!”
“Üzüldüğünüz şeye bakın(7)! Ben kötü hiçbir şeyi aklımda tutmam, şu anda da öyle bir şey hatırlamıyorum. Size de önerim aynı, unutun gitsin, hanımefendi!”
“Hâlâ kırıcı olmaya gayret ettiğinin farkında mısın, ben “Sen!’ diyorum, sen ‘Siz!’ demekte ısrarcısınız. Kabul! Ama gelin özür dileyeyim, fazla uzaklaştığınızı sanmıyorum!”
“Biz?”
“Evet! Emine yanında değil mi?”
“Ya evdeysek?”
“Sanmam, Emine ile kalplerimiz aynı anda atıyor, ‘kalp kalbe kaşıdır derler(8)’, şu anda sana bakıyor ve ‘Kabul et!’ anlamında gibi işaret yapıyor!”
“Sakın ola hamburger kokuları da burnunuza ulaşıyor olmasın!”
“Yok, slow enstrümantal(3) bir müzik ulaşıyor kulağıma!”
“O halde?”
“Söylemek için gecikmek istemiyorum, doğumevinin lokaline gelip telefonumu çaldırırsanız hemen yanınıza gelirim, hatta ziyaret günü olmamasına rağmen, kontenjandan ablanızı tekrar ziyaret etmenize de yardımcı olmaya gayret ederim…”
Çaylarımızı içtik, “Gerek yok!” dememe rağmen “Özür dilerim” diyerek sadece elimi sıktı, ablamı ziyaret etmemizi sağladı ve ayrılmak üzereyken soluk soluğa sesini yetiştirmeye çalıştı ayaküstü;
“Bu bana doyurucu gelmedi, yasak savarmış gibi, dayı-yeğen istediğiniz bir vakitte okul kulübünde buluşalım mı?”
“Harçlığım hemen mi bitsin istiyorsunuz, hemen züğürt olmamı mı bekliyorsunuz?”
“Ben ikram edeceğim!”
“Benim olduğum bir yerde bir hanımefendi cüzdan çıkarıp hesap ödeyecek, öyle mi?”
“Ne varmış sanki?”
“Bak Emine Hanım! Haddimi de, hakkımı da(2), aradaki mesafeyi de biliyorum. Siz arkadaşlarınıza istediğiniz şekilde ikramda bulunabilirsiniz, ama benim olacağım bir mekânda böyle düşünmeniz bile üzer beni. En iyisi biz bu konuşmayı yapmamış olalım, bakın ‘Unutalım!’ demiyorum...”
“Peki, madem öyle istiyorsun, ‘Olur!’ diyeceğin bir yere geleyim ben, yalnız mesafe konusunda adımlarımızı birbirimize doğru yönlendirsek, ‘Siz’ demeyi ‘Sen’ olarak denemeye gayret etsen biraz diye düşünürüm. Hatta sen bir adım atarsan bana doğru, ben iki, hatta daha çok adım atarım sana doğru…”
“Bu, mesafeyi yok etmez Emine. ‘Sen gül dalında gonca, ben dağ yolunda yonca(9), sen bir şahin, ben bir serçe(10)’ ya da şairin dediği gibi; ‘Ben bir sokak kedisi, sen kasabın kedisi…(11)’ Ortak noktamız o kadar uzak ki birbirine…”
“Mevlâna'nın iki sözü geliyor aklıma; ‘Hoşgör yaratılanı Yaradan’dan ötürü(12)’ ve ‘Nice insanlar gördüm, üstünde çulu yok, nice çullar gördüm, içinde insan yok(12)!’ ya da benzeri sözler. İnsansın ve bunun için...
Neyse kalanını beraber çay içerken, Emine’nin vereceği izin kadar söylerim. Ha! Sen de aklında bir şeyler kurgularsan, söyle, inanırım!”
“Peki, buluşalım, ama sana karşı dürüst olmam gerektiğini biliyorum, bu nedenle asla inanmayacağın şeyleri söylemek aklımın ucundan bile geçmeyecek!”
Buluştuk, onun arzuladığı tarihte, benim belirlediğim yerde.
Karşı karşıya geldiğimiz ilk anda Emine’yi kucaklayıp öptükten sonra yüzüme bakarak “Hakkın bâki!” dedi ve konuşmaya başladı oturur oturmaz. Başlangıçta; “Hayat hikâyesini anlatacak!” diye çekinmedim değil, ama dinleseydim de sıkılmazdım herhalde!
“Bir musibet, bin nasihatten evlâymış(13), musibet(1) yerine ben; ‘bir yanlış, insanı bir doğrunun peşinden sürüklermiş!’ diyeceğim. Çünkü yaşlı öğretmenin sözleri beni sizlere yönlendirmeye teşvik etti, hele Emine ile adaş olmamız sizden hoşlanmaya yönlendirdi beni, hatta umursamadığınız, haddinizi bilmemekle kendinizi suçlamaya çalıştığınız sevgiye de…
Yaşadığımın duygusal bir yakınlık hissettiren bir davranış olmadığının bilincindeyim. Buna benim yönümden şaşkınca bir hoşlanış, beğenme veya hatta beklenti de diyebilirim. Üstelik aynı duyguları paylaşıyormuşuz gibi bir his var içimde, her ne kadar bir ara ‘Sen-Siz’ karmaşası ile iticilik yaşamış olsak da…
Seni zorlamıyorum, kendimi de zorlamayacağım, aramızda öyle sonsuz mertebesinde(1) bir mesafe yok! İstesek yakınlaşabileceğimiz inancındayım, ilerilerde neler olacağını bilmeksizin...”
Durakladı bir süre, çok konuştuğunun farkına varmış gibiydi, neleri hangi sırayla söylemesinin gerektiğini düşündü herhalde.
“Yakışıklısın! Şu birkaç güne sığdırabildiğim kadarıyla iyisin, ahlâklısın, kibar(1) ve anlayışlı, birazcık da olsa sitemlere tahammülsüz, duygusalsın. İyi bir ailen var ve okulunu bitirmek üzeresin! Ben ve Asude tabiri caizse(3) yanında çömez(1) sayılırız.”
“Affedersin Emine, müneccim(1) misin, psikoloji ya da ne bileyim psikiyatr(14) eğitimi mi alıyorsun?”
“Eh! Biraz öyle diyeyim, eğitime yeni başladım. Ama kendi gözlemlerim dışında bildiklerimin adresi Emin abi. Ben istedim, sağ olsun, o da verdi. Kalan konuları da bugün seninle yakınlaştığımı söyleyip, yoksa itiraf mı demeliyim, ablandan öğrenmeye çalışacağım, diğer kozum(1) da çıtır(1) Emine tabii, seni bana bağışlayan, benim için hakkından vazgeçen…
Sen ister izin ver, ister verme, uzaklaşsan da, yakınlaşsan da ben seni bilmek, tanımak istiyorum. Beni istersen kimseye başvurmana gerek yok, çekimser(1) değilim, kimseden de çekincem(1) yok, anlatırım, ne ya da neleri öğrenmek istiyorsan...”
Yutkundu, aklına gelmişçesine ekleme zorunluluğu yaşadı herhalde;
“Anneme, Asude’ye sorma beni, onlar duygusal ve tavırlı insanlar, benim hiçbir kötü yanımı sana söylemezler. Ben olduğum gibi görünmek, göründüğüm gibi de olmaktan yanayım. Eğer ilerilerde bir şeyler olacaksa bugün ne isem, yarın da o olacağım, bunu bil, demek isterim!”
“Ne gibi?”
“Emine seni bana bağışladı ya, kim bilir belki seversin beni, âşık olursun bana, emin ol, ne kapris, ne naz yapar(2), ne de eziyet ederim sana. Çünkü kendimi biliyor, hissediyor, tanıyorum ve okulumla ilgili de kendime göre, kendimle ilgili epeyce yol aldım düşüncesindeyim!..
Seni bilmek, tanımak istiyorum, eğer kendini bana bağışlarsan. Cennetten kovulmuş Âdem ile Havva gibi birbirini arayıp bulan, sadece birkaç çınar yaprağı serveti olan çıplaklar gibi...”
“Neler söylediğinin farkında mısın?”
“Herhalde bir dondurma mesafesinde kurgulamadım, sıraya sokmaya çalışmadım, birkaç gün içinde. Beklediğimdin, ben de senin beklediğin olmak istiyorum!”
“Emine’cik de sıkılmasaydı, herhalde daha da devam edecektin!”
Erkek milletinden değil miydim, karşımdaki beni istiyor, onun yerine ben nazlanma modunu yaşama gayretinde görüyordum kendimi
“Siz muhabbetleşin(2), ben duymuyorum, okulumu düşünüyorum. Bir de Emine Abla zarfın içine koyduğun fotoğraflardan biri benim değil mi?”
“Evet, arkası yazılı olan senin, ötekinin arkasını boş bıraktım, çünkü demek istediklerim o küçücük bölüme asla sığmazdı.”
Neler söylemişti, neler söylüyordu, bilerek mi, anlayarak mı, yoksa anlamayacağımı düşünerek ufak parçalar, bölümler halinde mi özetlemeye çalışıyordu kurguladıklarını? Ben ki yorgun bir savaşçı değildim, ama diri olarak da esir olmak üzere olduğumu hissediyordum, eninde-sonunda(3) bir “E-em geldi Dayday!” nelere, nerelere ulaştırmıştı beni?
Bana kalsa (belki) güler geçerdim, elimi uzatmak bile geçmezdi aklımdan. Gerçek olarak itiraf etmekte zorluk çeksem de, inkâr etmeye çalışsam da, şu bir-iki gün içinde özellikle sözlerinden etkilenmiştim, doğrusu buydu.
Ve inanıyordum ki, mezun olduğunda birçok insanı rahatlatacak, onlara doğru ve eğri yolları gösterecek mükemmel bir psikiyatr olacaktı.
Aşk? Bu kadar mükemmel ve geleceği olan bir insanda benim gibi birinin ne yeri olabilirdi ki? “Benim gibi biri” dedikten sonra arkasına yerleştirmeyi düşündüğüm kötü sıfatı bulmak için bir hayli sıkıntı çektim ve sonra da vazgeçtim.
Emine kendi kendime düşünmemi bile kısıtlamıştı, kendisi yetişmiyormuş gibi yandaş olarak Eminecik’i de kendisine katmıştı, insafsızca, bencilce ve acımasızca...
Ayrıldık, ben bende, kendimde değildim. Kendimde olacağım da meçhuldü, hatta mümkün değildi gibime geliyordu. Vedalaştık mı? Bu kafa yapım ve düşüncelerimle farkında bile değildim.
Ablam, bebek Emin’le hastaneden çıktı. Emine’ye yaklaşan ve yakışan isim Emin’di tabii, ancak eniştem ismin başına bir de Mehmet ismini eklemişti, babasından kalan
İnsanların zamana hükmetmesi mümkün değil, bazen insanların yaşam düzenlerinde zamanlama berbat, bazen de harika olabiliyor, benim hiç yaşamadığım, rastlamadığım gibi…
Emine okula başlamış, Mehmet Emin gülümsemelerini çoğaltmış, eniştem fark edilecek gibi evcimen olmuş, benim ve eniştemin sayesinde ablamın yükü azalmıştı. Ancak her şeyden önemlisi, son sınıf üniversite öğrencisi olmam nedeniyle yüküm artmış, kamburlaşmaya başlamıştım.
Hissediyordum.
Tarif etmekte zorlandığım, taşımakta güçlük çektiğim bir gönül yüküm vardı. Telefon ettiğimde ya kapalı oluyordu telefonu, ya da açmıyordu. İkinci bir numara aldığını bilmem mümkün değildi. Gündüzleri dersleri vardı, amenna(1), ya akşamları, geceleri, birkaç dakika ayıramaz mıydı, o kadar da mı hukukumuz yoktu?
Bazen vakit ayırıyordu, ayırmak denirse, eğer; “Nasılsın, iyi misin? Derslerim var, hoşça kal!” sözlerinden bir şeyler anlamak mümkündüyse.
Yabancılaşmıştı, unutmuştu, ya da unutmak istiyordu beni (galiba). Beni kendisine hapsetmiş, kullanmış ve bir çöp gibi atmıştı beni bir çöp kutusuna. Peki, eğer yeni biri yoksa yaşamında, daha önce neden denetlemeye, seçmeye gerek görmeksizin sarf etmişti ki beni, sadist(1) miydi?
O kadar kez cep telefonundan aradığımı görmesine rağmen, bir insan karşısındaki kişi yabancı bile olsa(!) cevap vermez miydi? Hiç olmazsa iki satırlık bir mesaj…
Yok! Demek ki insanların kalp yapısı irdelenmemeliymiş. Ama kendime egemen olamadım, şansımı denemek için okul kapısının önüne dikildim, çok şeye boş vererek.
“Asude! Sen şöyle iki dakka bir kenara çekil! Gel bakalım Emine! Ya hep, ya hiç, neden?” demeyi plânlıyordum, dereyi görmeden paçaları sıvamak(2) gibi...
Olacak şey değildi, benden daha genç görünen, daha yakışıklı bir gençle kol kolaydı, Asude yerine.
Kıskançlık damarlarımdaki bütün kanı dondurmuş gibiydi, tercihine saygı duymak geçmiyordu içimden, haddimi bilmemin gerekliliğini bilmez gibiydim. Hele ki beni görmüş de, nispet yaparmış gibi o gencin koluna iyice girerek, sıkıntı çektiği belli olmasına rağmen başını omzuna dayama gayretini görmem, çılgına çevirmişti beni. Ancak saklanabildim!
O gün olmadık bir zamanda telefonum çaldı, hayret ettim, çünkü o idi;
“Bu sabah okulumun kapısında seni gördüm gibime geldi!”
“Bir tahmin olmasın!”
“Olabilir, sevgilimle beraberdim. Yanılmışım herhalde. Arkadaşımı benim için uygun gördün mü?”
“Allah bahtiyar etsin!”
“Hem tahmin, diyorsun…
Hem de tepkisiz bir iyi dilek...
Geçmişimiz o kadar değersiz yani?”
“Geçmişimizdeki en güzel hatıralar beynimde. Ölünceye kadar yerlerini muhafaza edecekler. Ama tercih senin, bu senin hayatın ve benim karışmaya asla hakkım yok!”
“Henüz psikiyatr olmadım, ama hastam olmanı ve seni terapi(1) ile tedavi etmeyi denemek isterdim. Sözlerini şöyle bir tartınca beni, benimle olanla birlikte gördüğüne ve kıskandığına inanıyorum!”
“Hüsnü kuruntu(3) diyeceğim, ama en basitinden kendime karşı dürüst olmam gerek, beni yanlış sözler söylemek için yönlendirme lütfen! Haydi kapat telefonunu, artık iki yabancı(15) olmamız gerektiğini düşünüyorum!”
“Son bir söz, ya da dilek; sana telefon edeni kıskandığını yüzüne söyleyeni sevdin mi, seviyor musun, ya da âşık mısın? Tek kelimelik bir cevap ver, hem zor değil!”
“Benden cevap bekleme!”
“Anladım, bazı şeyler cevaplanmasa da, cevaplanmış gibidir. Gerçi kısasa kısas(3) gibi intikam almak iyi bir şey olmasa da, ödeşmek de âdettendir. Bu sözümü şantaj(1) olarak değil, tüm söylemek istediklerimin yerine kabul et! İlerlerde görüşeceğimizi, görüşebileceğimizi sanıyorum. İyi günler, hoşça kal!”
Sözlerinin anlamını çözmek o kadar kolay değildi. Ben ne yapmıştım ki, o ödeşmeyi geçirmişti aklından? Şu anda Azrail dikilseydi başıma, Tanrının buyruğu olarak canımı almaya yeltense, bende bulamazdı alacak. Çünkü Emine, son cümleleriyle acıttığı canımı almıştı, belki de Azrail’e kendi elleriyle teslim etmek için. Bir yalan dünyada(160) aşksız, âşıksız, ışıksız yaşamak; yaşamak değildi, o halde can da gerekmezdi!
Yaşamak isteğim olmamasına, ölmek isteğime rağmen derslerime çalışmam gerektiğini düşünüyordum, ancak adapte olmam(2) o kadar uzun zaman aldı ki, üstelik aileme dediklerimi anlatamamam ve unutturmaya ve özellikle unutmaya çalışmam da!
Saklanacağım en iyi ve güzel yerin başında taş olmayan bir mezar olacağını düşünüyordum, ancak bunun için de ölmek gerekti ve ben nasıl ölüneceğini bilememenin zavallılığım yaşıyordum!
Tüm dertler hevenk hevenk(1) sırtımdaydı, istemesem de. Aşk üzerine okuduğum, aklımda kalan tüm söz ve yazılara inanıyordum, hiçbir imlâ kusuru gözetmeksizin.
Ben, böyle kalpsiz bir zalime gönlümü kaptırmaktan dolayı pişmandım, oysa o teşvik etmişti(2) beni, o yönlendirmişti beni kendine, o uzatmıştı elini; “Benim ol!” diye. Ben de hazırmışım ki; hemen onun olmuştum! Bir yanlış olursa ancak bu kadar olurdu. Sınavlardaki gibi bir yanlış dört doğruyu değil, yanlışım; tüm doğrularımı götürmüştü!
Gerçekten ölmeye mecalim(1) yoktu, yaşamak gibi bir derdim de. Ama yaşayacaksam da adam gibi yaşamalıydım, çevremdekileri üzmeden, onlara zarar vermeden, özellikle dinlenip dinlenip “Sevgilim” dediğim, yeğenimin her gün yüzüne bakmalıydım. Belki onda Emine’yi görme ihtimalimi var ederek. Artık yaşamımda artı bir sevgili daha, Emin de olduğuna göre “Yeğenlerim” demem gerek.
“Bir musibet...” Sözü tamamlamakta sıkıntı çekiyorum, onun başlangıç cümlelerinden biriydi çünkü. O halde o sözü değiştireyim; hayatı bilmek, anlamak ve ders almak için sevildiğini sanmak yeterliymiş, etki tepkiyi(17) doğurduğuna göre sevmek de. Tek fark benim gerçeği sanmayışım, gerçeği gerçekten yaşayışımdı!
Çok şeyi unutmam gerekliydi, bu nedenle olsa gerek var gücümle derslere yöneldim. Yeğenlerime ayırdığım birkaç saat dışında tüm vaktimi dersleri takip etmem ve çalışmalarım alıyordu, dünya ile ilgilenmeksizin, dünyayla ilgili tüm bağlantılarımı, bağlılığımı, bağımlılığımı yitirerek at gözlüğü ile bakarak(2) çevremde olan bitenden habersiz.
Abartı gibi görülebilir belki, bayramlara ulaştığımızı ancak ikaz edilince biliyordum, cumartesi-pazarım yoktu çünkü. Ablamın “Bakkaldan bebelere süt alıver!” sözünü üçüncü-dördüncü tekrarında; “Hop! Alo!” seslerinden sonra yerine getiriyordum.
Demek ki aşk, böyle bir şeymiş, ömrümün bu devrinde yaşadığımı sandığım.
Ve tarihler arka arkaya tükendi takvim yapraklarında, umulmayacak bir başarıyla ve en yüksek puanla birinci sırada mezun oldum.
Üniversitedeki mezuniyet töreninde cılız alkış sesleri bile tamamlamak için yeterli olmadı bozuk olan moralimi. Ama törende onu görmekle onunla ilgili aynı heyecanı yaşamaya devam ediyor olmaktan dolayı kızdım kendime. Çünkü yanında, gözümün bir yerlerden ısırdığı o genç adam vardı.
Gözüm nereden, niçin, nasıl tanıyormuş gibi ısırıyordu, hatırlamak için kendimi zorlamama gerek yoktu. Hayata küsmeme sebep olarak onları kol kola, baş başa görmüş ve sonrasında o güne ait dersimi almıştım ya, başka bir olasılık geçmiyordu aklımdan.
Gülümseyerek yaklaştı yanıma, onu iteklercesine hareketime aldırmaksızın uzanıp yanağımdan öptü.
“İçtenlikle başarın için tebrik eder, hatta ederiz. Demek ki yaşamda başarı için insanın bazı gerçekleri görmesi gerekmiş, özetlemek bile uygun değil. Ha! Yanımdaki genç benim sevgilim Ömer…
Yani ismindeki tek harf senin isminden bir çentik fazla! Herhalde mezuniyet kokteyliniz, ya da yemeğiniz de olacaktır, davet edersen geliriz!”
“Beni zor durumda bırakmayın, ‘Gelmeyin!’ demek isterim!”
“Mademki bu kadar ısrar ettin, tamam sevgilimle birlikte orada olacağız!”
Ben ne diyordum, o ne anlamak istiyordu. En iyisi benim törene katılmamamdı, aynı eziyeti çekmemem, katlanmamam için. Ya da törenin tarih ve saatini belirtmemem...
Ama zeki ve akıllı kızdı, üniversitedeki töreni öğrenip geldiğine göre, ne yapar, eder, mezuniyet yemeğinin tarihini, saatini, yerini de öğrenir ve bana sadistçe ıstırap çektirdiğinden emin olarak davranışından zevk alırdı. Ben de bunun için törene katılmamaya karar verdim.
İnsanlar ne kadar hazırlıklı olurlarsa olsunlar, kader onları itekleyip yönlendiriyordu bir yerlere doğru.
Arkadaşlarım; “Kaçta buluşalım?” dediklerinde gelmek istemediğimi öğrenmişler ve eve baskın yaparak, kucaklayıp sırtlayarak götürdükleri gibi, görücüye çıkmış(2) kart bir oğlan (aslında kızlar için kullanıldığını sanıyorum, ama) gibi değil de, ihracat artığı(3) özürsüz bir mal gibi orta bir yere koymuşlardı beni...
Müzik başlamamıştı henüz, lâf lâfı açıyor, ağzım kıpırdıyor, ama nasıl, niçin, neden ve ne şekilde kıpırdadığını anlayamıyordum. Belki onu son bir defa görmek için gözlerim kapıdaydı her şeye rağmen, ama unutmamış olarak, asla umutla değil!
Göründüler, Emine, Asude ve o yakışıklı sevgili. Çekinmeksizin yanıma kadar geldiler ve baştan aşağı giydirilmiş bir cümle ile başladı Emine söze, çekinmeksizin, bazı şeyleri yeterli görmüşçesine;
“Yeğenin Emine nasıl ki senin sevgilinse anne bir, baba bir Ömer Ağabeyim de benim sevgilim. Üstelik ağabeyimle aynı okuldasınız, ama ağabeyim bir alt sınıfınızda. Dolaysıyla senden her anın için haber alıyordum, ancak tavrım biraz sert oldu, itiraf etmeliyim...”
Kalbimin çarpmasının ritmi bozulmuş, önüne geçemediğim bir şekilde nefesim sıklaşmış, kulaklarım uğuldamaya, gözlerim inkâra gerek bırakmaksızın, azat etmemek için direndiğim halde kendileri kendilerini azat eden gözyaşlarımla buğulanıp kapanmaya başlamıştı.
Dermansızlığımı, darmadağınıklığımı hissetmek mecburiyetinde değildim...
Kendime geldiğimde bir yerlere uzatılmıştım, şakaklarımı kolonya, ya da kolonyalı mendille okşuyordu Emine;
“Beni bu kadar sevdiğini, seveceğini aklımın ucundan bile geçirmemiştim!”
“Nasıl yani?”
“Baktım ki dengesizsin, okuluna saygın uzaklaşıyor, yasakladım beni sana. ‘Oku, bugünü yaşa!’ diye, aniden ve o gün. Oysaki bir vesile ile benimle tartışmak için önüme çıkacağını bilerek senin bizi görmen için o kadar çok prova yaptık ki ağabeyimle. Ancak başarısız olduğumuzu iddia edemezsin!”
“Demek istediğin ne? Sana sevgimi ispat etmemi mi bekliyorsun?”
“İspat etmene gerek yok, bu hale gelmekle gerçeğini ispatladın zaten. Ama ben seni senden önce sevdim, vazgeçmeyecek şekilde bağlandım. İsteğim, bana yaşamını değiştirecek kadar bağlanmamandı. Ama bu işin uzmanı olarak eğitim alıyor olmama rağmen, kendime bir terapi uygulayıp bir çare, bir çözüm üretemedim, öneremedim.”
“İyiyim şimdi, kalkabilirim, değil mi?”
“Tabii!” derken kalkmama destek verir gibiydi, kaçırmak istemedim bu fırsatı öptüm, başlangıç olarak...
“Seninle yaşamak, seninle bir ömrü paylaşmak istiyorum!”
“Hemen mi? Okulumu bitirseydim hiç olmazsa, seni bedava muayene ve tedavi ederdim.”
Ne cevap vermem gerektiğini bilemedim.
Salondan kulaklarımıza hafifçe ulaşan bir dans müziği vardı. Boşa geçen zamanın hakkını vermek istercesine, gözlerine bakarak tekrar tekrar öptüm onu, ayakta ritmik(1) bir şekilde sallanıyor, sözüm ona dans ediyorduk...
YAZANIN NOTLARI:
(1) Abluka; Etrafını çevirerek dışarısı ile ilgisini kesme.
Amenna; Genelde peşine “ve saddakna” kelimesi eklenerek kullanılan Arapça bir deyim olup, asıl anlamı “İman ettim, tasdik ettimdir. Türkçemizde “Mutlaka öyledir, doğru, diyecek bir şey yok, kabul ettim, inandım, anladım!” şeklinde onaylama sözü olarak kullanılmaktadır.
Apaş; Kabadayı, külhanbeyi, hayta, başıboş, bir baltaya sap olamamış, serseri, serserice yaşayan.
Çekimser; Bir şeyi yapmakta, eğilim göstermekten kaçınan, kararsız, tarafsız.
Çekince; Tehlike. Ölüm ya da ölüme yakın büyük dokunca olasılığı taşıdığı için çekinmeyi gerektiren durum veya neden.
Çıtır, Çıtırık, Çıtırcık; Asıl anlamı; birbirine girmiş, dolaşık, karışık olmakla beraber yöresel olarak, minyon, çıtı-pıtı, sevimli, “Alıp da göğsünde saklayasın!” anlamındadır.
Çömez; Eskiden medreselerde, müderrisin hizmetine bakan ve ondan ders alan öğrenci, normalde birinin kendi işini öğreterek yetiştirdiği kişi anlamında olmakla birlikte, bugün için (kaba anlamda, belki de argo olarak) aşağılar tarzda bir şeyler bilmeyen kişiler için kullanılan acemi, çaylak, henüz bir şey bilmeyen anlamında bir kelime.
Dayday; Çocuk dilinde ve yöresel olarak “Dayı” ya da “Dayıcıyım” demenin Türkçesi. Bebekleri, ayakta durmaları ve erken yürümeye teşvik için kullanılan “Taytay!” sözü ile karıştırılmamalı.
Evcimen; Evine, ailesine çok bağlı olan. Ev işlerini iyi bilen, becerikli, hamarat. Aklı başında, sakin.
Faraziye-Nazariye; Varsayım. Bir konudaki düşünce, tahmin, teori, hipotez.
Feragat; Hakkından kendi isteği ile vazgeçme. El çekme.
Garabet; Yadırganacak yönü olma, gariplik, tuhaflık, acayiplik.
Hasbelkader; Rastlantı sonucu olarak, rastlantıyla, tesadüfen.
Hevenk; Bir ipe, bir çubuğa geçirilmiş, dizilmiş veya birbirine bağlanmış yaş meyve (yemiş) ve sebze bağı.
Hijyen; Sağlık, sağlıklı korunma, sağlıklı olma durumu, sağlık bilgisine uygunluk, sağlığa yararlılık (Hıfzıssıhha).
Kibar; Düşünce, duygu, davranış yönlerinden ince ve nazik olan, değerli, şık, zengin.
Koz; Başarı fırsatı olan elverişli durum. Saldırış ve savunma fırsatı. Ceviz. İskambil oyunlarında diğer kâğıtları alabilen, diğerlerine göre üstün tutulan belirli renk ve işaretteki kâğıt.
Külfet; Sıkıntı, zorluk, yorgunluk, büyük masraf.
Mecal; Can, dinçlik, derman, kuvvet, takat, canlılık, güç.
Mertebe; Aşama, derece, rütbe, basamak, evre, safha.
Meziyet; Bir kişiyi, ya da nesneyi, diğerlerinden üstün gösteren nitelik.
Musibet; Ansızın gelen felâket, sıkıntı veren şey, uğursuz.
Müneccim; Yıldızların durumundan ve hareketlerinden anlam çıkararak falcılık yapan. Yıldız falcısı. Gökbilimci. Astronom.
Nankörlük; İyilikbilmezlik, kendisine yapılan iyiliğin değerini bilmezlik. İyilikbilmezin eylemi.
Ritmik; Ritimli. Düzenli aralıklarla tekrarlanma, tartımlı, dizemli.
Sadist; Elezer. Başkalarına ruhsal ve fiziksel acı çektirerek cinsel doyum sağlayan, acı çektirmekten zevk duyan.
Şakatör; Türkçemizde böyle bir kelime olduğunu sanmıyorum. Bir arkadaşımdan edindiğim bilgiye göre, “Şaka yapmayı, uygulamayı, tahammülü bilen, şakacı” anlamında bir kelime olsa gerek.
Şantaj; Bir kimseyi, istemediği bir davranışa zorlamak amacıyla, elverişli bir durumu kötüye kullanarak onu baskı altına alma, para sızdırmak ya da çıkar sağlamak amacıyla kendiyle ilgili lekeleyici, kötüleyici, gözden düşürücü bir bilgiyi açıklamak, yaymak tehdidiyle korkutmak.
Terapi; Sağaltım. Bir hastalığı yenecek etkenleri ve bu etkenlerin kullanılma yöntemlerini bularak hastanın (insanların) zihinsel ve duygusal olarak sıkıntılarını giderme ve rahatlamalarını, iyi etme işlerini sağlayan tedavi şekli olup çeşitleri vardır. Amaç; ruhsal bir denge sağlamaktır. Bu konuda terapiyi uygulayacak olanla (Terapist) ona danışan kişi arasında bilimsel bir yaratıcılık ve zekâ gerektiren sürecin geçirilmesi gerekir, hatta zorunludur da.
Züğürt; Parasız, yoksul, meteliksiz (Züğürt Tesellisi; Elde ettiği önemsiz bir şeyin, elde edemediği önemli bir şeyi aratmadığını söyleyerek kendini avutma. Kötü sonuçlanmış, ya da sonuçlanması muhtemel işte, çok önemsiz iyi bir yan bularak sevinme).
(2) Adapte Olmak; Uymak.
Aptala (Alığa) Malûm Olmak; Sözün aslı; “Abdala (Allah’a yaklaşmış kişiye, dervişe) malûm olmaktır”. Bir şeyin olacağını önceden sezen kimseler için söylenen bir söz. Genelde saf insanların olaylar hakkındaki görüşleri ile alay etmek anlamında “aptala” şeklinde kullanılan söz yanlıştır.
At Gözlüğü İle Bakmak; Çevresinde ne olup bittiğini anlamaktan uzak olmak, sabit fikirli olarak olayı dar açıdan değerlendirmek. Olup bitenleri değerlendirememek ya da değerlendirmekten kaçınmak için hayal dünyasında yaşıyormuş gibi çevresine objektifliğe sırt çevirerek duyarsızca bakmak, bakınmak.
Dereyi Görmeden Paçayı (Paçaları) Sıvamak; Daha olmamış bir iş için olmuş gibi davranmak. Kesinleşmemiş bir işe bitmiş gözüyle bakmak.
Doyunmak; Yeteri kadar bir şeyler yemiş olmak, midesi doymak.
Eseflenmek; Acınmak, acımak, üzülmek, kendini karşısındakinin yerine koymak.
Görücüye Çıkmak; Evlenmesi söz konusu olan kişilerin görücülerin oturdukları odaya gelip onlara görünmesi.
Hakkını, Haddini Bilmek; Neler yapamayacağını, yapmaması gerektiğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yetebileceğini bilip onun ötesine geçmemek çabası yaşamak, ölçüsünü bilmek.
Halt Etmek; Uygunsuz bir söz söylemek, uygunsuz davranmak, uygunsuz bir iş yapmak.
Hariçten (Dışarıdan) Gazel Okumak; Bir konuyu iyice bilmeden üzerinde görüş ve düşünce belirtmek. Bir konuşmaya yersiz ve zamansız katılmak.
Himaye Etmek; Korumak, gözetmek, esirgemek, elinden tutmak, gözetmek, kayırmak.
Istırap Çektirmek; Doğruluğuna, yanlış yapmasına, dürüstlüğüne ve bu konulara yönelmesine inanmamak, yapılan(ları) acı çekercesine kabullendirmek, üzülse bile üstesinden geldiğini hissettirmemek.
İki Arada, Bir Derede Kalmak; Çok sıkışık, zor şartlar altı yaşanan bir durumda kalmak.
Kapağı Atmak; Sıkıntılı bir yerden kurtulup rahat edeceği bir yere kavuşmak, uygun bir yere, işe girmek(Kaçıp, kurtulmak anlamına gelen “Kapağı dar atmak, zor atmak” gibi sözle karıştırılmamalı).
Kıkırdamak; Gülmesini tutamayarak “kıkır kıkır” diye ses çıkararak, kesik kesik, sesli bir biçimde gülmek.
Kulağına (Kulağa) Küpe Olmak; Başa gelen bir durumdan alınan dersi hiç unutmamak.
Kurgulamak; Görüntüleri ve sesleri çeşitli kurallara ve yollara uygun olarak arka arkaya belirli bir anlayışa uygun olarak sıralamak.
Muhabbetleşmek; İki ya da daha çok kişi dostça ilişkilerde bulunmak. Yöresel olarak; iki ayrı cinsin çok yakın olarak aralarında el ele, göz göze, diz dize sevgi konulu konuşmaları (Mehtaplaşmak şeklinde de kullanılan bir söz).
Naz Yapmak; Kendini beğendirmek, kendine muhtaç, esir etmek amacıyla yapılan tahakküm gizli davranışları sergilemek, cilve yapmak. İsteksizmiş gibi görünerek karşısındakini diz çöktürtmek, yalvartmak amaçlı davranışları koz olarak kullanmak.
Seferber Etmek; Bütün güçleri belirli bir amaç için yöneltmek.
Taharetlenmek; Aptes yaptıktan sonra dinsel kurallar uyarınca yıkamak, temizlemek, temizlenmek.
Teşvik Etmek; Birinde bir şeyi yapma isteği uyandırmak. İsteklendirme, özendirme, yüreklendirme amaçlı kısa ve özlü söz söylemek.
Trene Bakmak; Genelde; “Öküzün trene baktığı gibi bakmak” anlamında kullanılan bir deyim. Tren yolunun geçtiği bir kır bölgede sessiz sakin bir şekilde otlayan büyükbaş hayvanların, gürültülü bir tren sesini duyup, kafalarını kaldırması ve boş boş trene bakması durumundan esinlenerek, insanların boş boş bakmalarıyla karşılaşınca söylenen söz.
(3) Aşk Evliliği; Gerekçe aşktır. İki gönül bir olunca felsefesi ile para önemsizdir. Yakışıklı olmak, güzellik önemsizdir. Yalnız kalmamak düşüncesi önemsiz, kişiler aradıklarına rastladıklarını zannederler. Çocuk sahibi olmak için zaman kavramı yoktur. Ve genelde genç yaşlarda gerçekleşir.
Atsa atamaz, satsa satamaz; “Atsan atılmaz, satsan satılmaz” şeklinde kullanılan deyim; Ne çok değerli, ne de değersiz, akrabalık ya da arkadaşlıktan kopma imkânı olmamak, sıkıntı verdiği halde vazgeçilmesi mümkün olmayan şeyler ve kimseler için kullanılan bir söz dizisi.
Bayram Değil, Seyran Değil…; Sözün aslı; “Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü?” şeklindedir. Durup dururken gösterilen bir yakınlığın, açık bir nedeni olmadığına göre gizli bir nedeninin olacağı endişesini anlatır.
Briç Hastası; İkişer kişilik iki takım arasında elli iki kâğıtla oynanan İstanbul’da başlanan ve 1932 yılında kurallara bağlanan zekâ gerektiren bir iskambil oyununu oynamak konusunda katı prensipleri, kurallara bağlılığı ve aynı şekilde konuşan arkadaşından ayrılmayan hastalık derecesinde oyuna bağlı kişi..
Çıtır Pıtır, Çıtır-Çıtır, Çıtır Fıstık; Kadın ve kızlar için, ufak tefek, sevimli, çıtı pıtı. Çocuk konuşmaları için düzgün ve tatlı, kolaylıkla ve sevimli bir şekilde.
E-em geldi! Küçük çocukların genelde “Kakam geldi, tuvaletim geldi!” yerine kullandıkları yöresel bir deyim. (Elektrik-Elektronik Mühendisliğinin kısaltılmış şekli EEM ile karıştırılmamalı.)
Eninde (Önünde) Sonunda; Nihayetinde. En sonunda. Sonuç olarak.
Fasa-Fiso; Hiçbir önemi ve değeri olmayan, beş para etmez, üzerinde durmaya değmez, boş (şey, söz)
Hapırsa Da, Köpürse De; Sevilen, istenen, yapılmak istenen bir şey için her ne olursa olsun her hal ve şartta vaz geçmeksizin uygulamak, gerçekleştirmek, yerine getirmek.
Hevenk Hevenk; İplere, çubuklara geçirilmiş, dizilmiş veya birbirine bağlanmış yaş meyve ve sebze bağlarının çokluğu. Sıra sıra, dizi dizi.
Hiss-i Kabl-El-Vuku; Hissikablelvuku olarak da yazılabilir. Altıncı his, önsezi, içine doğmak gibi anlamları taşır. Bir olay olmadan önce o olayı hissetmek de denebilir.
Hüsnü Kuruntu (Hüsn-ü Kuruntu); Zararsız kuruntu, güzel kuruntu anlamlarını içermekte. İhtimali bulunmadığı halde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, kendini buna inandırma. Herhangi bir durumu kendince, bencilce iyiye yorumlamak denilebilir. (Süslü Kuruntu; Avam dilindi söyleniş biçimi.)
İhracat Artığı (Fazlası); İhraç amacıyla üretilen ancak herhangi bir nedenle ihraç edilemeyerek bu üretilenlerin bir kısmının çeşitli nedenlerle üreticinin elinde kalması nedeniyle iç piyasaya sunumu.
Kısasa Kısas; Kişiyi işlediği suçun aynısıyla, aynı biçimde, aynı şekilde cevap vererek cezalandırmak, zararı, zararla cevaplamak, bir bakıma kana kan, dişe diş, göze göz olayı. Bu konuda Kur’an’da Bakara ve Maide Surelerinde ayetler vardır.
Minnet Borcu; Yapılan bir iyiliğe karşı kendini borçlu sayma. Teşekkür etme. Gönül borcu. Müdana.
Slow Enstrümantal Müzik; Ses için değil, yalnızca çalgılarla çok hafif tonda çalınarak oluşturulan müzik. Sözsüz Hafif Batı Müziği. Fon Müziği.
Tabiri Caizse; Sözün özünü söylemek gerekirse, diğer bir deyişle şöyle söylemek uygunsa.
Taş taş üstüne olur, ev ev üstüne olmaz; En olmayacak şeyler bile bir gün gerçekleşebilir. Ama iki ailenin aynı ev ortamında yaşaması düşünülemez. Çok geçmeden aralarında geçimsizlik başlar. Ayrıca “Aile içine akraba da olsa dışarıdan birinin girmemesinin gerektiği” anlamındadır. ATASÖZÜ
Velev ki; İster, isterse, hatta bile, öyle olsa da, farz edelim ki anlamlarında Arapça bir kelime.
Vıddır-Vızık; Vıttır-vızık şeklinde de kullanılan bu deyim; uyduruk, dikkati çekmeyecek şeyler anlamındadır. Fasa-fiso deyiminden daha az bir değeri kapsar.
(4) Mecburen, Mecburiyetten; “Erken kalkmak mecburen...” şeklinde başlayan bir Mazhar-Fuat-Özkan (MFÖ) şarkısı.
(5) Hurafe; Batıl İtikat (Batıl İnanç). Boş inanç. Yanlış İnanç. Hatalı Düşünce. Korku, umarsızlık, çağrışım gibi nedenlerle beliren, geleceği bilmek isteğiyle rastlanılan benzerlikleri iyilik, ya da kötülüğün ön belirtileri olarak değerlendirilen, bilimin ve dinin kabullenmediği doğaüstü güçleri tasarımlayan, kuşaktan kuşağa geçen yanlış inanışlar. Dinde kesinlikle yeri olmayan, fakat günlük hayatta dinin bir parçasıymış gibi gösterilen ve gerçekte dindışı olan, hatta dinin özüne ters düşen kimi inanç ve davranış biçimleri. Nazar Boncuğu gibi…
(6) Deve Kuşu Gibi Sinmek (Devekuşu Gibi Başını Kuma Sokmak); Bir tehlike, bir olay karşısında duyarlı olmamak, gerekli tepkiyi göstermemek, gerçekleri görmezden gelmek, sorun yokmuş gibi davranmak. Kendini aldatarak başkalarını aldattığını sanmak. Aslında bu benzetme yanlıştır. Uçamadığı için yüksek yer avantajı olmayan devekuşu oldukça büyük olan yumurtalarını tehlikelerden uzak güvenli bir şekilde sığ delikler içine kuma saklar. Gerek baba ve gerekse ana devekuşu yumurtaların güvenliğini, hava almalarını temin ve kontrol, yumurtalarının aynı yerde ters-türs etmek şeklinde yerlerini değiştirmek için belirli periyotlarda başlarını kuma sokarlar. Yoksa sandığımız anlamda bir hareketleri yoktur.
(7) Aşk rüyadır çok zaman… olarak başlayan Kürdi Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Yalçın BENLİCAN’a, Bestesi; Turhan TAŞAN’a ait olup “Üzüldüğün şeye bak…” nakarat bölümüdür.
(8) Kalp Kalbe Karşıdır; İnsan kalbi, diğer birinin kendine karşı sevgi mi, nefret mi beslediğini hisseder, sevgi varsa sevgi, nefret varsa soğukluk demektir.
Uyandım seninle birden… şeklinde başlayan “Kalp kalbe karşıdır, derler” Aslı GÜNGÖR
Kalp kalbe karşıdır derler, onun için sormadım… Güftesi; Turhan TAŞAN’a, Bestesi; Coşkun SABAH’a ait olan Türk Sanat Müziği eseri Hicaz Makamındadır.
(9) Ben dağ yolunda yonca; sen gül dalında gonca… Aslı; “Sen gül dalında gonca, ben dağ yolunda yonca” olarak belirtilen bu Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Orhan Seyfi ORHON’a, Bestesi; Kasım İNALTEKİN’e ait olup, eser Hicaz Makamındadır. Öyküde; söz kaktüs olarak şekillendirilmiştir.
(10) Bağdat Yolu diye ünlenen, “Bir bakış baktın, kalbimi yaktın” şeklinde başlayan “Sen bir şahinsin, ben garip serçe” nakaratıyla gönüllere yerleşen Rast Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Beste ve Güftesi; Cevat ÜLTANIR’a aittir.
(11) Uyuşamayız seninle yollarımız ayrı / Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi… Orhan Veli KANIK “KUYRUKLU ŞİİR”
(12) Yaratılanı hoş gör (sev), Yaradan’dan ötürü… Evrende yaratılmış olan varlıkları yaratan Allah tektir ve büyüktür. Bu nedenle her canlıyı hoş görmek gerekir. Yunus EMRE
Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok… Mevlânâ Celâleddîn-î RÛMÎ
Nice insanlar kendilerinin olmayan inanışlar için, başkalarından aldıkları, ne olduğunu bilmedikleri fikirler için ses çıkarmadan diri diri yanmışlardır. Michel de MONTAIGNE
(13) Bir musibet, bin nasihatten evlâdır. Bin nasihatten, bir musibet yeğdir. Yanlış bir yol tutmuş insanlara verilmiş nasihatlerin, öğütlerin fayda etmediği, ancak başına gelen bir felâketin onu doğru yola getirmekte daha etkili olduğuna dair TÜRK ATASÖZÜ
Her şeyin bir âfeti, her nimetin de bir musibeti vardır. Hazreti OSMAN
(14) Psikolog-Psikiyatr; Çok kişi psikolog ile psikiyatrist kelimelerini, anlamlarını ve görevlerini karıştırmaktadır. Psikiyatrist, Psikiyatr; Tıp Fakültesinden mezun, psikiyatri ihtisası yapmış, ruh sağlığı konusunda uzmanlaşmış bir doktordur. Ruh Hekimi. Ruh ve sinir hastalıklarıyla ilgili olarak kişilerde görülen önemli uyumsuzlukları önlemeye çalışan, teşhis ve tedavisi ile uğraşan uzman kişi. Psikolog ise; Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü mezunu olup Ruh bilimi ile uğraşan, ruh bilimci olup doktorluk hüviyeti yoktur. Psikolog, psikiyatrist ile beraber çalışabilir, ancak tanı yetkisine sahip değildir.
(15) Yollarımız burada ayrılıyor / Artık birbirimize iki yabancıyız / Her ne kadar acı olsa, ne kadar güç olsa / Her şey, evet her şeyi unutmalıyız! Ümit Yaşar OĞUZCAN’ın “AYRILANLAR İÇİN” isimli şiirindeki ilk mısralar. Eser ayrıca Timur SELÇUK tarafından bestelenmiştir.
(16) Ah Yalan Dünya; Neşet ERTAŞ’ın “Hep sen mi ağladın, hep sen mi yandın?” diye başlayan Kırşehir yöresine ait bir türkü.
(17) Etki-Tepki Yasası (Newton Hareket (Devinim) Yasası); Bir cisme bir kuvvet etkiyorsa, cisimden de kuvvete doğru eşit büyüklükte ve zıt yönde bir tepki kuvveti oluşur. Burada dikkat edilmesi gereken bu kuvvetlerin aynı doğrultuda olduğudur. (Yasa;3) Bu yasa çok zaman şu cümle ile akıllarda kalır; “Her etkiye karşılık eşit ve zıt bir tepki vardır! Yani; İki nesnenin birbirine uyguladıkları kuvvetler eşit ve zıt yönlüdür.” “Bir cisim üzerine bir dış kuvvet etki etmedikçe o cisim durumunu korur, değiştirmez.” (Yasa;1) “Cisme etki eden kuvvet, kütle ile ivmenin sonucudur.” Yasa;2)