Çocuktum, ama aklım eriyordu, yani her şeyi değilse de, çok şeyi biliyordum! Örneğin tuz, un ve şekere “Üç beyaz” deniyordu ve yemememiz öneriliyordu. Keza alkol ve sigara “Hayır!” kapsamındaydı. Her gün bir yumurta yemek iyiydi.
Kırmızı olan her şey yemek için faydalı idi (Kızılderililer, kırmızı kâğıtlar, sarhoş burunlar da bu kırmızılara dâhil miydi, bilmiyorum!)
Kırmızı et yenmese de iyi olurmuş da balık, tavuk gibi beyaz etleri daha fazla tercih etmeliymiş!
Bildiklerimden, daha doğrusu bildiğimi sandıklarımdan bu kadar bahsetmem yeterli. Sırası geldikçe engin(1) (bilakis kısır(1)) bilgilerimle ilgili diğerlerini de söylemeye gayret ederim!
Aklımın gerçekten hiç ermediği şey; leyleklerin bebekleri neden çok zaman yaz aylarında getirdiği idi! O zaman leylekler yaşam ve yaşamalarının kısıtlı, hatta mümkün olmadığı zamanlarda bebekleri nasıl getiriyorlardı ki?
Ben bir temmuz gününde doğmuşum, her yaz daha doğrusu sadece bir yaz doğum günü kutlaması yapılmıştı benim için. Annemin dediğine göre dört yaşıma basmıştım ve anneme yalvarıyordum;
“Ben de komşu teyzeler gibi kardeş istiyorum!” diyerek.
“Leyleklere haber verin, bana kardeş göndersinler, kız kardeş olsa çok iyi olur, leyleklere ona göre söyleyin!” demiştim, üstelik kışın da leyleklerin nasıl gelip bebekleri getirip bırakıp gittiklerini merak ederek!
“He, bakalım oğlum!” derken hüzünlü, üzüntülü gibiydi annem, anlayamamıştım küçük beynimle. Kardeş istememi leyleklere söylemenin ne sakıncası olabilirdi ki?
Beynimi zorladım, annemin-babamın söylediklerini aklımdan geçirerek. Aslında leylekler ilk, yani beni de getirdikleri seferde benimle birlikte bir kardeş daha getirmişlermiş!
Ancak taşıyamadığı için mi, dermanı kesildiği için mi, yoksa annem ya da babam kardeşimi tutamadıkları için mi, her nedense kardeşim olmamış. O yaşlarda “Leyleğin yuvadan attığı yavru(2)” deyimini anlamaya böylesine gayretli bir şekilde anlamaya çalışıyordum.
Aklımın ermediği konulardan biri de, dışarıda gördüğüm komşu teyzelerin bazılarının arada sırada şişmanlamaya başlamaları, sonra aniden zayıflamaları ve o evlere leyleklerin yeni bebekler getirmeleri idi.
Annemi, hatta babamı da hiç öyle şişmanlamış ve zayıflamış gibi görmemiştim!
Babam, zaten tanıdım tanıyalı(!) bildim bileli hep zayıftı. Bazen annemin, bazen komşu amcaların “Baston yutmuş, çiroz(1), kikirik(1) gibisin!” deyişlerini duyardım, anlamazdım o zamanlar ne anlama geliyorduysa!
Bu sözlerin kötü sözler olduğunu ve her kötü sözün, kötülüğün ve çirkinliğin insanların güzellikleri üzerinde leke bıraktığını bilmez miydi ki o amcalar? Allah var hiçbiri gıybet(3) yapmaz, yüzüne karşı söylerlerdi babamın.
Buna ek olarak özellikle annemin;
“Bir deri-bir kemiksin be adam! Biraz yemeye gayret etsen ne olur ki!” deyişi daha çok etkiliyordu beni.
İnancım, arzum, dileğim, isteğim, düşüncelerim o günlerde, bugünlerde olmak ve aklımın ermediği her şeye akıl erdirmek, yani akıl erdirmeye çalışmaktı!
Sanatkârın dediği gibi; “Benim balonlarım(4), arabalarım, misketlerim, toplarım vardı. Bana göre tek sakınca o günlerde kesin çizgilerle koruma, himaye(1), muhafaza, gözetilme altında olmamdı. Ne bakkala, ne çocuk parklarına benim ben başıma gitmek hakkım değildi.
Annemin;
“Şapşik(1) oğlum benim, şöyle bir mıncırayım(5), cimcikleyeyim(5) de hevesimi alayım(5)!” şeklindeki tezahüratlarını(1) ise oldum olası, bugün bile hâlâ anlamış değilim.
Bu durumda bildiğim, anladığım, ya da anlamam gerekenin okula başlayıncaya kadar bu esarete katlanmam, tahammüllü olmam gerekliliği idi. Keşke bir büyüğüm abla, ağabey gibi, ya da küçüğüm olsaydı!
Büyük-küçük fark etmez sığınırdım onlara, hangisi olursa olsun. Bana göre sevgi, himaye bağlamında boğmak amaçlı(!) bu demokratik olmayan baskı rejimini(6) engellemek için gayretli olmam gerekliydi!
Bildiğim daha doğrusu hissettiğim kadarıyla leylekler; işleri-güçleri nedeniyle çok meşgul idiler ki bana kardeş getirmiyorlardı. Eee! Ne de olsa dünyada bebek isteyen o kadar çok aile vardı ki, hangi birine yetişesinlerdi ki?
Çocuktum, lunaparklardaki şişman-zayıf, uzun-kısa gösteren aynalara kanacak, onlardaki gerçeği arayacak gibi ve kadar(7).
Tam aklımda kalmamış babamın kendinden büyük 8-10 tane kardeşleri, bir de evli olmayan çocuğu olmadığı için bana düşkün olduğuna inandığım ablası vardı, halam yani, aynı şehirde.
Benim babam gibi onun evinde de bir baba olmadığı için olsa gerek, leylekler onun evine hiç uğramamışlar diye düşünüyordum! Bir ara bekâr(1) gibi bir söz de çalınmıştı kulağıma, ama anlamını bilemediğim.
Günlerden bir gün, soluk soluğa telâşla geldi babam eve, aslında; “Çok zaman olduğu gibi…” demem gerek, annemin “Telâşe Memuru(6)” sözünden esinlenerek.
“Nerde çokluk...” denir ya, hani, aklımdan geçenlere göre, “Ya ölen ölmüş, kalan sağlar bizimdi!” ya doğum, ya hastalık, ya başarı, ya hüzün olurdu o kadar kalabalık mevcutta sık sık. Nüfusun geometrik dizi(8) niteliğinde olması nedeniyle geometride mutlaka hareketlilik olurdu, bildiğimden değil, amcaoğlu ağabeyin dediğine göre.
Bazen de aklım ermezdi, bu 8-10 kardeş içinde en küçük olan babamın en cıbıl olmasına. Aslında nenem, dedem hakseverlerdi(1), kalanlarını eşit olarak bölüştürdüklerine inancım tamdı, hani beynimin çalıştığı kadar yorumlayabildiğim.
Ancak eli açık olan babam tutması gerekeni tutmasını bilmemişti, kim sıkıntıdaysa uzatmıştı elini, bitirip tüketinceye kadar. Halam bile ondan daha varlıklı idi, hissettiğim kadarıyla. Gene tekrar ediyorum; aklımın erdiği kadarki bilgilerimle.
Babamın telaşe müdürlüğünden (memur değil!) o halini gören annem de telâşlanmıştı ki, babamın kaş-göz hareketlerini(6) görmem, görsem bile anlamam mümkün değildi.
Babam dile geldi;
“Oğlum akrabalar haber verdi, leyleklerin sürüsü geçiyormuş köyden. Sen de kardeş istiyordun, bakarsın leylekler annene de senin için bir kardeş bırakırlar. Bu nedenle sen birkaç gün halanda kal, biz bir-iki gün köyde kalıp hemen döneriz, merak etme!”
Öyle olmadı ama. Köyden sadece babam geri döndü, sonra da biz köye gittik halamla, arabalarımı, balonlarımı, misketlerimi alıp babamı şehirde bırakarak...
Leylekler bu kez cömert davranmışlardı(5)! Tıpkı ben ve rahmetli kardeşim gibi iki kız bebek vermişlerdi anneme, bana da kardeşler tabii! Öğrendiğimde deli gibi olmuştum ve benim o günlerde bilmediğim, ama annemin babamın öğrettiği o Allah’a dua ettim, iyi ki rahmetli kardeşim gibi annem onları yitirmeden, düşürmeden tutmuş diye!
Şeyma ve Şeyda, sanki “Hık deyip birbirinin burnundan düşmüş!” gibi o kadar birbirine benziyordu ki! Ama kime benziyorlardı, bu küçücük hallerinde kestirmem mümkün değildi! Ancak gördüğüm kadarıyla bana benzemiyorlardı, kesinlikle.
Bir kere ben esmer, karaşın(1) ötesinde kara idim, onlar aydınlık, bembeyaz. Benim gözlerim karaya yakın kahverengi, onların (“İleride değişir!” denmesine rağmen) gözleri mavi mavi, doğal olarak tüy halindeki saçları da sarı idi.
Anneme de, babama da, hatta o kalabalık sülâlemde saçlarını boyatan gelin ablalar dışında kimseye benzemiyorlardı. Kaldı ki gelinler sonradan girmişlerdi içimize çok bilenlerin aralarında konuştuklarına göre, aklımda kaldığınca.
Gelin ablalar leyleklerden iyi, güzel bebekler kapmak için, belki de “Leyleklerin hoşuna gitsin!” diye saçlarını sarıya boyatmış olabilirlerdi!
Başlangıçlarda (ben hariç; çünkü farklarını çok iyi gözlemlemiştim, burunlarından, Şeyma hokka burunlu(6), Şeyda mantı burunluydu(6)) hiçbirimiz birini diğerinden ayıramıyorduk, onların hangisinden hangisi idiyse biri; Şeyma ve diğeri ise Şeyda olarak.
Ama dediğim gibi aklım kıt olmasına rağmen ben biliyordum. Bir de farklılık mı, hissettiğim yakınlık mı daha bebek iken onlar, Şeyma, Şeyda’dan farklı olarak parmaklarımı elleriyle tutar, bırakmamak için direnir, daha doyurucu bir şekilde bakardı bana sanki çocuk aklımla ne kadar biliyorduysam?
İlerleyen tarihlerde annem akıl etmiş, önce onların sağ ve sol bileklerine takmak için ayrı ayrı bilezikler almış, biraz büyüyünce de başka farklılıklarını bilememiş gibi, sarı saçlarına da değişik renklerde kurdeleler takmıştı.
Ancak, özellikle bu konuda halamın iştiraki ile(!) bilezik ve kurdelelerini değiştirerek annemi de, babamı da kandırmışlardı, küçücük de olsa aklımla ben hariç, bunu bir tek halam biliyordu, rahmetli oluncaya kadar, ben söylemedim, o da hiç söz etmedi. Muhterem(1) ve muhteşem(1) bir halaydı o, evini, barkını, tüm birikmişlerini ölmeden önce bana bağışladığı için değil bu söylemim.
Aklımın ermediği bugünler yine…
Leyleklerin iki bebeği de aynı anda vermesi nedeniyle, hepimiz çok sevinmiştik, ancak herhalde annem daha çok sevinmişti ki, ne olduğunu bilmediğim için yorum yapmam mümkünsüz, annemin sütü kesilmişti(5)! Bu nedenle köyde bebekleri sütanne ile beslemek zorunda kalmamız üzerine, köyden şehre dönen sadece babam olmuştu.
Halam, annem, ben ve ikizler köyde kalmıştık. Sütanneyi köyden şehire getirmek, ya da bebekleri yapay beslenmeye(6) alıştırmak büyüklerimin akıllarına gelmemiş olsa gerekti. Yoksa “Leyleklerin bebekleri getirmediğine inancı olmayanlar çıkabilir!” diye düşüncelerini akla getirmek safdillik(1) mi olurdu ki? İleriki yaşlarımı bugünlere uyarlayarak düşünüyorum, şimdilerde meselâ...
Yaz bitti, arkasından kış da, biz köyü terk etmemiştik. Sütanne “Paydos!” demiş, ya da teslim bayrağı ile görevini sonlandırmıştı.
“Artık bizi köye bağlayan bir şey kalmadı, şehre geri döneriz!” diye düşünüyordum.
Babamın söz verdiği anaokuluna başlarım gibime geliyordu, mezun olunca da baba okuluna gidecektim tabii! Ancak benim için bu konuda ne annem, halam oralıydı, ne de hafta sonlamda köye gelip, geri dönen babam.
Bu sıralarda dikkatimi çekti horozların tavukları kovalayıp tepinmeleri, sonunda annemin yumurtaları toplamaları. Mart-Nisan aylarında kedilerin damlarda köşe kapmacaları, kovalamacaları, sırt-sırta vermiş köpeklerin dinlenmeleri...
Sonralarında “Enik(1)” denilen yavruların havada hiç leylek görünmediği halde köpek ve kedilerin karınlarında bir yerlerden çıkmaları merakımı çekmişti benim. Mademki, hayvanlar bebeklerine böyle sahip oluyorlar, o zaman annem-babam neden leylekleri bekliyorlardı ki, her mevsim?
Dedim ya çok şeye değil, hiçbir şeye aklım ermiyordu, özellikle ve öncelikle leylekler konusunda...
Çok seviyordum kardeşlerimi. Onlar da beni herhalde, ya da ben öyle sanıyordum. Dünyada kaç oğlanın ikiz kız kardeşleri vardı ki? “Övünmek gibi olmasın!” diye “Böyle ikiz kızların benim gibi ağabeyleri vardı!” demiyorum!
Annem, babam, hatta halam mutluydular. Hissettiğim, ya da kulağıma ulaştığını sandığım şey; o leylek sürüsü geçerken neden halama da bir bebek bırakmamış olmalarıydı. Eee! Evde baba yoksa leylekler neye güvenip de halama da bebek bırakacaklardı ki? Halam her şeye rağmen gene de şansını denemişti, ben yanlarındayken;
“İkisine birden bakmak zor gelirse ben bakayım birine, bakabilirim!”
Gönül hangisinden vazgeçebilirdi ki? Halamın dileği; bebeklerin birbirinden ayrılmaması, kardeş sevgilerinin olağan olarak devamı için uygun görülmedi. Bu nedenle halam evinin kapısını kilitleyip bize taşındı, taşıyabildiği eski bir bavulla.
Bebekler şimbil şimbi1 ve meraklı bir şekilde bakınarak(5) büyüyorlardı. Büyümüşlerdi de. Ağabeyleri olarak hep üzerlerine titremiştim(5), titriyordum da. Başlangıçlarda arabalarımı, misketlerimi, toplarımı üleşmek istemiştim, onlar “Bebek!” diye tutturmuşlardı.
Annem de iki kardeşimin de ellerinden tutup beni nihayet ben başıma serbest bırakmış ve onlara kendi beğendikleri, karışmaması için iki ayrı giyimli, ama mutlaka sarı saçları olan bebekler almıştı.
Kardeşlerimin bebekliklerinde; “Annemin, halamın işleri olsun da, ben bakayım Bebişlere” diye düşünürdüm. Nedense ailem dâhil çok kişi onlara “Allah nazardan saklasın!” dedikten sonra bebek yerine öyle derlerdi, ben de öyle alışmıştım, başlangıçlar için.
Annem bebekleri salıncağa alıştırmamıştı, önceleri bebe karyolasında ters-türs yatırmış, ilerleyen zamanda ikisi bir bebe karyolasına sığmaz gibi olunca, ikincisi için de bir karyola, bebe yatağı almıştı babam.
Halam da bizde kalmaya başlayınca sıkış-tepiş(6) iyice daralmıştı evimiz. Ancak sığışabiliyorduk!
Halam bebekleri başsız bırakmak istemiyordu, bense onlardan bir saniye bile ayrı kalmayı aklımdan bile geçirmiyordum.
Bu arada eve zaten sığışamıyor olmamıza rağmen, babamın nereden aklına geldiyse, ya da kim aklına getirdiyse iki tane sarışın(!) muhabbet kuşu misafir etmişti evimize, üstelik adlarını Şeyma ve Şeyda koyarak...
Kafese ne zaman parmağımı uzatsam çekinmeksizin parmağıma oturup severcesine şakıyıp(5) parmağımı gagalayanın, bir anlamda cimcikleyenin Şeyma olduğunu varsaymıştım, oysa ayırım yapmak bana yakışır mıydı, belki de Şeyda idi o?
Başlangıçlarda Şeyda bir kenarda dururdu tıpkı aslı gibi. Sonra o da benim oldu. Ne zaman kafesin kapağını açsam, biri bir omzuma, diğeri diğer omzuma konarak sanki kulağıma içlerinden geçenlerini fısıldarlar, ondan sonra da evin içinde yürüyüş yapar gibi tur atarlardı uçarak.
Bu; fazla tüylerini uluorta saçmaları anlamındaydı ve fasılasız olarak bu konuda annemden her gün fırça yemem(5) farzdı(1)!
Muhabbet kuşlarım anlayışlı kuşlardı. Kardeşlerim yanıma geldiklerinde beni asıllarına bırakmalarının gereği olarak, önce ayrı ayrı onların omuzlarında şakıyor ve sonra hemen kafeslerine yöneliyorlardı, belki asıllarına düşkünlüğümü kıskanırlarmış gibi…
Gerçekten ikizlerin birini bir koluma, diğerini öbür koluma alıp da koynuma büzüldüklerinde ikisinin de dikkatleri şakımaya devam eden muhabbet kuşları üzerinde idi.
İlkel bir tanımlama olacak belki başlangıçlardı “Agu!” sonralarında, “Sevgililerim, hayatlarım, aşklarım, gönlümün sultanları, tatlı bebekler, güzeller...” şeklinde yalakalık yapmaya çalıştığım anlarda ikisi de; “Kalp, kalbe kaşıdır(9)!” modunda, gözlerini kapatıp sanki “Sussan da kuşları dinlesek, ya da başımızı dinlesek, dinlendirsek!” diyorlarmış gibi duyardım seslerini.
Anlayışlı ve bilgiden yoksun olmayan(!) bir ağabey ya da insancık olduğum için, tavırlarından yaptığım tezahürata hiç de ihtiyaçları olmadığını “Şıp diye anlıyordum(5)...”
Annem de, babam da, hatta halam da öğrenmişlerdi, ilerleyen tarihlerde ikizlerin farklılıklarını, kurdele, bilezik gerektirmeksizin, belki benim bilmediklerimi de.
Kızların, bebekliklerinden itibaren ilerleyen yaşlarına kadar bıkıp usanmaksızın en çok sevdikleri şey, beraberce yıkanmak ve yıkanırken de beraberce şarkı söylemeleriydi.
“Adam öldürüyorlar!” tavrında cırtlak(1) bir sesle değil, makamıyla, ritmiyle, ahengiyle ve sözlerin değerlerini tam anlamlarıyla vererek.
Başlangıçlarda Şeyma’nın bana tek başına düşkünlüğüne sonraki tarihlerde Şeyda da katılmıştı. Aramız bozuk değildi zaten, başlangıçlardı sanki tarafsız olmayı yeğliyor(5) gibi geliyordu bana.
Ben onların birini diğerinden farklı tutmuyordum ki, ne bebekliklerinde, ne çocukluklarında hatta ilerleyen tarihlerde utandıkları fiziksel gereklilikleri yaşadıklarında genç ablalar olduklarında bile. Yani oğlan çocukları ile kız çocukları arasındaki ergenlik farklılıklarım öğrendiğimde!
Bu günlerden en tatlı diyebileceğim şekillerimizden biri kızların biraz büyüyüp “r” harflerini ''y” şeklinde söylemeyi bıraktıkları tarihlere rastlar. Halam yaşıyorken, bana yatacak yer kalmadığından halamın somyasının dibinde, kızlarla aynı odada görünüşte tek başıma yatıyordum.
Oysa sabahlan kalktığımda üç kişi olarak uyanıyordum. Çünkü kardeşlerimden birini bir koltuğumun, diğerini diğer koltuğumun altında koynuma büzülmüş, ellerini göğsüme dolamış olarak uyuyor şekilde buluyordum, hem her gün.
Annemin uyarılarına, hatta kardeşlerime; “Ablalar oldunuz, genç kızlar oldunuz, ben sizlerin yaşlarınızda evlenmek üzereydim, evlenmiştim bile, rahat bırakın ağabeyinizi!” demesine aldırmaksızın, benim de hoşlandığım eylemlerine devam etmekten asla vazgeçmemişlerdi.
Ben onların anaokuluna gitmelerini diledim, kısa bir anaokulu devresi (ya da macerası)(!) yaşadığımdan, anaokulundan sonra gelen devrenin baba okulu değil, ilköğretimin ilk basamakları olduğunu öğrendiğimden dolayı.
Kız kardeşlerimin önce anaokulu öğretmenleri, sonra ilkokul öğretmenleri çağırdı babamı ve annemi okullarına. “Kambersiz düğün olmadığı(10)” gibi, her konuda meraklı olan bensiz de nedenlerin öğrenilmesi olmazdı! Ben de katıldım babamın işi olduğu için katılmadığından annemle birlikte, kız kardeşlerime;
“Çok hassas kulakları, sesleri ve yeteneklerini olduğunu” söyledi öğretmenleri, demek ki banyoda seslerini deneme faslının(1) kendilerine büyük bir katkısı olmuştu. Annem meraklarını, isteklerini sordu kardeşlerime ve müzik öğretmeninin önerilerini dinledi.
Öğretmenleri kardeşlerime “Müzik konusundaki yetenekleri dolaysıyla klavyeli müzik aletlerinden melodika, akordeon, ksilofon(1) gibileriyle” meşgul olmalarını söylemiş ve bir süre durakladıktan sonra, belki de ekonomik durumumuzun ne olduğunu bilmeksizin, ama umudu yokmuşçasına;
“En iyisi piyano, beraber çalar, sesleri de güzel olduğundan beraber söylerler, ama bunun güzel bir rüya olmaktan ileriye geçemeyeceği kanısındayım.”
Annem, ben ve kızlar aynısını anlattık babama, birbirimizin eksiklerini tamamlayarak.
“Kim demiş; ‘Ben canım kızlarıma piyano alamam?’ diye? Siz yeter ki isteyin çocuklarım, dağları yakar, yıkarım. Evimi, ceketimi satarım, önünüzdeki başarı yollarını aşmanız için…”
Yağmasa da gürlediği(5) kanaatindeydim babamın, ancak o güne kadar da domdom kurşunu(6) gibi boş atıp tuttuğunu(5) hiç hatırlamıyordum. Nitekim bir-iki gün gözükmedi ortalıklarda, ancak eve her akşam geldiğinde yorgun-argın(6) ve düşünceliydi.
Söz vermiş olması beynini meşgul ediyor olsa gerekti. Yaklaşık bir aylık süre, hatta daha fazla bir süre geçti aradan. Hepimizin meraklı bakışları ile sorguladığımız bir akşam eve gelen babam;
'Kızlar! Sorun bakalım öğretmenlerinize, sizin için nasıl bir piyano alınmasını öneriyorlar. Fiziksel özellikleri, satın alınacak adres, yaklaşık bedeli, hatta varsa bir fotoğrafı, resmi falan…”
Şaşırmıştık, ancak sığışabildiğimiz evimizin neresine sığdıracaktık ki, okulda gördüğümüz zebellâ(1) bir tank gibi olan piyanoyu? Bu arada halamızı yitirmiştik. Piyano onun bıraktığı boşluğa sığmaz, sığışamazdı ki!
Babam sürprizlere meraklı değildi, ama çocuklarına aşın düşkündü, hem her türlü birikimini, “Ölümlük, dirimlik(6)” diyerek bir kenara koyduklarını bile sarf edecek kadar…
Halamın vefatından sonra, vasiyeti gereği evi 18 yaşıma bastığımda benim olacak olmasına rağmen, babam o kendisinden 8-10 yaş büyük kardeşini, çoluk-çocuklarını, torun-topalaklarını, damat ve gelinleri toplamış, evde neyi almak istiyorlarsa almalarını söylemiş.
Özellikle akıllı gelinler öncelikle ziynetleri kapışmışlar, sonra evde ne var, ne yoksa neticeyi kelâm(6) buzdolabı, çamaşır, bulaşık makinaları, perdeler, avizeler, ampuller, hatta inanılmayacak gibi görünse de klozet kapaklarına kadar her şeye el koymuşlar, ev tamamen tığ teber, şah merden(11) kalmıştı!
Babam bizlerin rahatça ders çalışmamız için ampul ve askısı, bir masa ve üç sandalye almıştı, başlangıç olarak. Ağır sınavlarımın olduğu tarihlerde, daha sonra kız kardeşlerimin de bana katılmalarını düşünerek.
Halamın evi ile bizim ev çok yakındı, öyle bir sigara içimi(6) değil, iki ıslık mesafesi kadar. Bu nedenle ister yalnız, ister beraber çalışmalarımızın sonunda, akşamın ya da gecenin hangi vakti olursa olsun evimize dönüyorduk.
Halamın evinin ilerleyen tarihlerde nasıl bir fonksiyonunun(1) olacağını başlangıçlarda bilmek değil, tahmin etmemiz bile zordu.
Bizim bir eksikliğimiz vardı. Havalar soğuduğu ve halamın evi soğuk olduğu için derslerimize evde devam etmek mecburiyetini yaşıyorduk, kardeşlerimle, üst üste, sıkış-tepiş. Annemizin o halimize şahit olmasına rağmen ser verip sır vermeme gayretini düşünmemiz bile mantık dışıydı(6).
Babam, halamın evine bizim gitmediğimizi bilerek, öncelikle sesle komşuların rahatsız olmaması için salonun tüm duvarlarını, tavan ve tabanını yalıtkan ses geçirmeyecek malzemelerle, mantolama(1) olarak kaplattıktan sonra, üstüne ne gerekiyorsa, onları yaptırmıştı.
Örneğin boya-badana, değişmesi, tamamlaması gereken klozet kapağı, musluk, aksesuar, halı, avize, pencere ve elden geçmesi gereken ne varsa elden geçirtirmiş, kızlara odaların güneyde olanını, bana diğer odayı hazırlatmıştı, yatak-yorgan, etajer olarak ne gerekiyorsa, onlarla birlikte.
Annemin babama yardımı ve katkısı mutlaka vardı, olmalıydı da. Mutfak âlâ bir şekilde döşenmiş, buzdolabı alınmış, buzdolabının içi neredeyse tıka-basa doldurulmuştu(5), insanın boğazı kaşındığında yiyecekleri, susadıklarında içecekleri, zihinlerinin açılması için çayları, kahveleri tamamlanmış olarak.
Masalar, sandalyeler, gardırop, hatta kızların odasına bir tuvalet masası, salona ve kızların odasına güçlüsü, benim odama sıcaktan pek hazzetmediğim(5), hatta çorap-terlik bile giymek yerine çıplak ayakla gezmeyi tercih ettiğim için küçük güçlü, elektrikle çalışsan yağlı kalorifer koymuştu babam.
Evin piyano için düzenlendiği kesinkes belliydi, nitekim kardeşlerimin hayallerini gerçekleştirmişti babam. Sahip olmayı diledikleri piyanoyu kırmızı bir kurdele iliştirerek salonun ortasına yerleştirmişti, onlarındı.
Benim düşüncem; onların sesleri ve piyanonun tuşlarına parmaklarıyla dokunuşları ile neşeleneceğim dakikalar dışında benimle beraber olmak alışkanlıklarına devam ederlerse o küçük somyama nasıl sığınacağımız, o somyanın bizi nasıl taşıyacağının tereddüdü idi.
Ama sığıştık, inanılacak gibi olmasa da. Eee! Onlar ilköğretim boyutunda, ben onlardan iki-üç adım önde ve o öndelik boyutunda ilerilerdeydim.
Ancak hemen eklemem gerekli ki; tüm bu zahmetlere girmek, hiçbir eksiğimizi bırakmamak için, ufak bir devlet memuru olan babam, yapılacak fedakârlıkların en yücesini yapmış ve kaybolduğu zamanlarda emekliliğini isteyerek aldığı ikramiyenin tümünü bizim için harcamıştı, öğrendiğim kadarıyla.
Daha doğrusu annem-babam olarak uyuduğumuzu varsayıp dertleştiklerinde, dikkatli bir kulağa ve hafızaya sahip olmam dolaysıyla öğrenmiş olmamın farkında değillerdi annem-babam. Ancak bildiklerimi kızlara söylemedim, asla.
Ne zamanki babam ayağını dairesinden çekmiş, evden camiye, camiden eve yönlenirmiş gibi olmuş, kızlar da bunu fark etmiş, tahmin etmek değil, ama babamın emekli olduğunu ısrarla sorup soruşturup, ağzımdan lâf alıp, annemin başının etini yiyerek(5), babamın düşüncelerini kemirerek öğrenmişlerdi.
Kardeşlerimin ilköğretime, piyanoya başlangıçlarından kendimizi öğrendiğimiz, daha doğrusu ilkel deyişimle bazı şeyleri bilmeye başladığımız zamanlara kadar onlara kol-kanat germekten(5) dolayı mutluydum. Her türlü yanlışlıklardan korumaya gayretli idim. Eğer gerekirse onlara ders de çalıştırırdım, beraberce, hele yeni evimize sahip olunca.
Kardeşlerim her zaman ve çok yerde iki tarafıma geçip yanaklarımdan öptüklerinde yamulur, kendimden geçerdim sanki ancak, tek farkla. Şeyma öyle bir öperdi ki, vantuz gibi(5), yanağımdaki kızarıklığın çok çabuk geçmesi için; “Yavaş be, güzel kardeşim!” dememe rağmen kim söylüyordu ki, ne sözlerim kulağına giriyordu(5), ya da bir kulağından girip diğer kulağından çıkıyordu(5).
Tahammüllüydüm(5), olmak zorundaydım, üstelik ikisinden de “Allah razı olsun!” şikâyetçi değildim, bilakis memnundum da!
Babamın emekliliği, piyanonun alınması, kışın haşmetiyle arzı endam etmesi(5) nedeniyle yaşam düzenimizin de değiştiğini söylemem gerek. Babam belirli bir vakitte, öğle namazından sonra, ya da ikindi namazına doğru salondaki kaloriferin düğmesini büküp odaların kapılarını kapatıyordu.
Kızların her gün okul dönüşü meleke kazanmaları(5) için, ders durumlarına göre yarım saat, bir saat hatta daha fazla çalışmaları için bunun gerekli olduğuna inandığını söylemişti.
De?! Ben neden gurk tavuk(6), ya da gamlı baykuş(6) gibi başlarında durup, üstelik onlarla beraber olup onları dinlemekten hoşlanarak bir kenarda nöbetçi başçavuş gibi başlarında duruyordum ki, bilmiyordum.
Ancak babamın kardeşlerimin korunması içgüdüsünün(12) onu yönlendirdiğini, ya da bunu istediğini kesinkes biliyordum (“İlerleyen zamanda” sözümü buraya eklememin yararlı olduğunu düşünmekteyim!)
Yaşamımızda oluşan diğer bir ayrıcalık Cumartesi-Pazar karmaşasındaydı. Kızlar ev işlerinden kaçmak için değil, sırf piyano eğitimleri için o tatil günlerinde erkenden çıkıyorlardı evden.
Öyle ki “Piyano Evindeki” (Kızlar halamın evine bu adı vermişlerdi) dolaplarında hazır bir takım çamaşırları, banyo havluları şampuanları, lifleri olduğundan evde zaman harcamamak için tıpkı çocukluklarındaki gibi beraberce banyoya giriyorlardı, tek farkla. Banyoya yalıtım yapılmadığı için o güzel sesleriyle şarkı söylemek yasağına uyarak!
Aslında iş yapmamak için evden kaçtıklarını düşünmem yanlıştı, çünkü çocukları için emekli ikramiyesini bile bir çırpıda(6) gözden çıkaran bir baba, annemi mi düşünmeyecekti?
Cumartesileri sabahlardan bir teyze geliyordu evimize. Bu nedenle annem babamı da, beni de kışkışlıyordu(5) evden. Ben kardeşlerimin evinde, kendi odamda, kapım kapalı olarak çalışıyordum, somyamın üstünde. Her ne kadar benimle yatıp uyumaktan vaz geçmemiş olsalar da, annemin dediği gibi kocaman kızlardı onlar!
Babamın gün boyu ne yaptığım bilmiyordum, sonraları bilmeye başladım, buna öğrendim demem de mümkün. İl kütüphanelerinden, cami kütüphanelerinden yararlanıyor, yararlanmaya çalışıyor, vaazları(1) dinliyordu babam. Tarikatlara(1) da girmiş miydi, mürit(1) olmuş muydu, işte bunu ömrümce öğrenemedim.
Kızların ders veren öğretmenleri Cumartesi-Pazarları öğleden sonraları gelirdi. Öğle yemeği? Eee? Kızlar çalışmalarını bırakıp yemek için eve mi gelsinlerdi ki?
“Gel bakalım Şerefettin! Angarya var, yüklen!” Eve git, gak-guk(13) mu, çörek-börek mi, yemek-pilâv ya da makarna, tatlı mı, her ne verilirse, pazarı da içine alacak şekilde yüklen, ısıt, tabaklara servis yap, ikramı tamamla, seslen, yedir hatta...
Kızlar piyanonun tuşlarında öylesine kendilerinden geçiyorlardı ki, gerçekten kırk bin tekdir(6) ve azarla onları mutfağa yemek yemeğe zar-zor(6) yönlendiriyordum. Onlar da bir fazlası kırk bir bin alelusul(1), yalapşap(1) bedenlerini sandalyelere iliştirip nefislerini köreltiyorlardı(5) sadece, yemek yemiyorlardı bir bakıma (bence).
Allah var haklarını inkâr etmem, günaha girerim yoksa! Çay-kahve-neskafe yaptıklarında beni kesinlikle unutmuyorlardı, bu konuda bana kontenjan tanımışlardı, ancak bunu her seferinde başıma kakarlardı(5), şartmış gibi!
“Hadi gene sevildiğini bil abi, kontenjandan iyi tarafımıza geldin!”
Sanırım ki kontenjan kelimesi onların bu sözlerinden dolayı beynime işlenmişti. Bende de cevap anında şekillenirdi, dilimin ucundan;
“Allah razı olsun! Allah ne muradınız varsa versin! İyi sevgilileriniz, eşleriniz, sizler gibi tatlı çocuklarınız olsun! Âmin!”
Tabiidir ki bu hınzırca tebessümlerinin altında yatan gerçek, ağabeylerinin etrafı toplaması, bulaşıkları yıkaması gibi görevlerin “Ellerinden öpüyor olması!” idi.
İnsanın kardeşlerinin olması, sevgide aşırı coşkunluk olsa da sevgi; Tanrının en büyük nimetlerinden biri olsa gerekti.
“Ne güzeldir canlarının olması
yaşamda
El sallamaları
arkandan
ve gülümsemeleri
her şeyden önemlisi... (14)”
Dünyamızda çok kişinin yaşamı rutin geçer belki, “Homini gırtlak, püfüdü kandil, tumba yatak(15)” ye, iç, yat şeklinde. Yaşam; bu üçgenin içine renksiz siyah-beyaz film(16) kareleri şeklinde sığdırılmaya çalışılır. Kardeşlerimle benim, bizim yaşantımız öylesine monoton, yeknesak ve stabil(1) değildi, farklıydı her günümüz, renk-renk, desen-desen, kare-kare, hevenk-hevenk(6) tüm güzellikleri barındırıyordu.
Bu sözümün en belirgin özelliği, piyano öğretmeninin dersini bitirip ayrılmasından sonra, güzellik uykusunda(6) olan bana, kardeşlerimin katkıda bulunmasıydı, o küçücük somyaya öncesinde de söylediğim gibi nasıl sığdığımızı bugün bile bilip anlamakta zorlanıyorum.
Bugün; o tarihlerdeki yaşamımdan kesitler bunlar, hangi birini anlatmaya öncelik vermeye karar veremediğim, bugün bildiklerimle o günlerime gülücükler göndermeye çalıştığım.
Bugün için bilmediklerimi, ilerideki günlerimden parantez açarak söylemeye çalışayım, örneğin 20-22 yıl sonrası, hatta daha da ilerileri diyeyim. Merak konusunu yok etmek için, neden sorularına cevap vermek için...
Öncelikle leyleklerin insan hayatı için bir halt yedikleri(5) yoktu, bebek için anne ve baba yeterliydi! Rahmetli halamın neden bebeğinin olmayışını, böylesine ilerlemiş tarihlerde ancak fark etmiş ve hatta anlamıştım!
Gençler yaşadıkça büyüyorlar, yaşlılar ise yaşlandıkça küçülüyorlardı. Babamın destek aldığı bastonu dışında, görme, duyma yetileri de oldukça zayıflamıştı. Sadece Cuma namazlarına katılabiliyordu cesareti, gayreti ile ve de desteğimle. Sair namazlarını ise annemin arkasından suflörlük(1) desteği ile evde oturarak kılıyordu (Allah kabul etsin!)
Bizler yaşadıkça büyüme çağındayken ben mühendis olmuştum, kardeşlerim konservatuarda büyümüş alkışlanan sanatkârlar olmuşlardı. Eksiğimiz onlardan temelliye yakın uzak olmamızdı. Öylesine ki belki biraz mübalağalı(1), afra-tafralı(6) söz gibi görünse de, özlediğimde ki dinmez bir özlem her zaman yüreğimde idi, neredeyse konserlerine bilet alıp girerek onları görebilecektim!
Leylekler kardeşlerimi getirdiklerinde, yani bugünkü akıllılığımla(!) bildiğime göre annem onları doğurduğunda, babam ebeden ve muhtardan aldığı belgelerle Nüfus Kâğıtlarını çıkarttırmıştı.
Bazı şeyleri bilmediği düşüncesindeydim babamın, belki de öğrendiklerimden sonra hayır işlediğini(5) sanıyor olmalıydı; o günlerde!
İhtiyarlığının gelişmekte olan sonunu adımladığında, yani Tanrıya emanetini teslim etmeden evvel(17) söylemek zorunda olduğu gerçekleri söylemeyi gereklilik olarak görmüş olsa gerekti, annemi ve kardeşlerimi, hepimizi etrafında toplayarak.
“Her şeyi, her işi, gücü bırakıp gelin yanıma, ölmeden önce söylemek istediklerim var!” dediğini iletmişti annem bizlere. Düşünüyordum babam; “Artık demir almak gününün yaklaştığının(18)” farkındaydı, belki de hissediyordu, bu benim hissedebileceğim ya da bilebileceğim bir konu değildi, hele ki kardeşlerimin?
Kardeşlerim meşhur bireylerdi, birbirinden ayrılmayan. Bu nedenle magazin muhabirlerini atlatmak için çok zaman yitirmişler ve çok didinmişlerdi, eve gelmek konusunda kaybolmak için.
Detaylara girmeme gerek yok, babamın sonundan önce beraber olmayı dilemelerinden daha doğal ne olabilirdi ki? Çünkü bundan sonrasında gelip de görmemek gidip de gelmemek şekillenebilirdi, deyimdeki gibi.
Burada bir bencillik sergilemek istiyorum, ilerisini düşünerek değil asla; “Şeyma ve Şeyda Kardeşler ağabeyleri Şerefettin’le” diye bir haber ve bir fotoğrafımız olsaydı bir magazin dergisinde, fena mı olurdu ki? Ne gibi bir beklentim vardıysa, kardeşlerimle övünmek dışında?
Ve adım gibi eminim ki magazinci arkadaşlar; Nüfus Memurunun ismimdeki hatasını Şerafettin olarak düzeltirlerdi!
Annemin düzeninde aldığımız terbiye ve örfe(1) göre babamın karşısına oturduk. Babam geniş bir öksürükle boğazını temizledikten sonra tane tane konuşmaya başladı, ama sanki sır veriyormuş da, başkaları duymasın istermiş gibi, sessizce.
“Geçtiğimiz Cuma hoca vaazında ölüm gelmeden ölüme hazırlıklı olmamızı(19) öğütledi. Ben de elim-ayağım tutarken, beynim çalışırken hatırladığım gerçekleri sizlere aktarayım istedim. Her ne kadar sırasıyla-sekisiyle(6) olmasa da, en küçük kardeş olmama rağmen, ha bugün, ha yarın, ya da hepsinden önce bir münasip zamanda bir namazlık saltanatımdan(20) önce isteklerimi, istediklerimi ve bilmeniz gerekenleri aktarmaya çalışacağım sizlere…”
“Dinliyoruz baba!”
“Ben köyümün sularında yıkanmayı(21), mezarımı köyümün yağmurlarının sulamasını diliyorum. Buna kız kardeşlerinin durumu müsait olmayabilir, çünkü yaşamları plânlı, programlı, eğer imkânların elverirse bu görev sana düşüyor oğlum…
Şehirlerde gasılhaneler(1), gassaller(1) varsa da beni köyümün cami hocasının yıkamasını isterim. O halde daha huzurlu olurum gibime geliyor. Kefenim bohçasında hazır, eğer rahmetli babamın, ya da annemin yanlarına defnedersiniz huzurum birkaç misli artar. Var mı sormak istediğiniz bir şey?”
“Yok baba, devam edebilirsiniz!"
“Sağ ol Şerefettin. Halanızın Şerefettin’e ismen bıraktığı, gençlik hatıralarınızın olduğu ev ile bebekliğinizi yaşadığınız bu ev dışında anne-baba olarak maddi hiçbir birikimimiz yok. Halanız ismen bırakmış olsa da, üçünüzün de bu evlerde haklarınız var...”
““Olur mu baba, erkek evlât, ağabeyimizindir onlar!”
“Ağabeyimizin olsun!”
“Ben de bunu kabul edeceğim, öyle mi kardeşlerim, meşhur ve zengin bebeler?”
İkisi ağız birliği etmişlerdi(5) sanki;
“Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi, mal da yalan, mülk de yalan... (22)”
Sözlerini bitirmelerine fırsat bırakmadım;
“Sırf inat olsun diye, evvel emirde(6) ben göçersem, görürsünüz o zaman...”
İkisi birden yerlerinden fırladılar, biri ağzımı kapatırken, öteki yumuşakça tokatlıyordu, daha doğrusu mıncıklıyordu omzumu ve söyleniyordu ağzımı kapatan;
“Kötü sözlere devam etmeyeceğine söz verirsen ağzını açarım, başını sallayarak ya da göz kapaklarınla işaret ver, çabuk! Hemen!”
Sıkı mıydı söz vermemem, ama sorum da aklımdan çıkma çabasında dilimin ucunda hazır bekliyordu;
“Söz vermeseydim...”
“İki kardeş el ele tutuşur, sadece babamın bıraktıklarını değil, tüm dünyayı sana bırakırdık, senin yerine söylediğin yolu biz tutardık!”
“Ağzınızdan yel alsın(6)! Âmin!”
“Karşılıklı didişmeniz(5) bittiyse en önemli konuya başlamak istiyorum!”
“Devam et baba, lütfen!”
“Bugüne kadar annenizle, hatta rahmetli halanız dâhil sakladığımız bir sır vardı içimizde, giderayak da olsam(5), annenize de danışarak bilmeniz gerektiğine inandığım sözleri söylemem, bu sırrı açıklamam gerek sizlere. Önce senden başlayayım oğlum!”
“Tamam baba!”
“Çocuklarım! Şerefettin'in doğumda bir kardeşi daha, yani ikizi vardı, doğar doğmaz yitirdiğimiz. Doktor, ikinci bir bebeğe annenizin hamile olmasının riskli ve hayati sonuçlara gebe olacağını söyledi ve rızamızla gereken operasyonu yaptı!”
Hepimiz, özellikle kızlar, birbirimize bakarak tedirginliğimizi(1) belli etmeme çabasıyla, dudaklarımızı ısırarak, ellerimizi birbirimizde kenetleyerek babamızın ağzına bakıyorduk. Devam etti babam;
“Oğlum devamlı kardeş istiyor, biz bir kardeşi olamayacağını söyleyememenin hüznünü yaşıyorduk, anne-baba olarak!”
Kızlar beni bırakıp yerlerinden kalkıp babamın iki dizine dirseklerini, sonra birer ellerini kendi kulaklarına dayayıp babamın ağzına düşecek gibi can kulağı ile dinlemeye başlamışlardı onu.
Babam tekrar, öğürür(5) gibi, iğrendirecek(5) bir şekilde hatta, temizledi boğazını tekrar, muhtemelen yaşlılığının gereği olarak;
“Köyden bir haber geldi. Babalarını doğumlarına bir-iki ay kala bir trafik kazasında, annelerini ise doğumda yitiren iki kız çocuğu hem yetim, hem öksüz(6) kalmışlardı. Ebeyle, muhtarla konuşup, anlaşıp adlarını ben koyup bizim çocuklarımız olarak kaydettirdim o kızları nüfusumuza... "
“Yani babacığım?”
“Evet babacığım, o kızların adı Şeyma ve Şeyda mı yoksa? Ben yüreğimde ne varsa sevgi olarak kardeşlerime verdim. Onların kardeşlerim olmadığını söyleme, yaşamım kararır, ölürüm, kendime bile tarafsız kalamam. ‘Bu bir hikâye!’ de, ‘Bu bir yalan!’ de, ‘Ben uydurdum!’ de!”
“Anneniz şahit oğlum, neden hikâye uydurayım ki?”
Dünyamız yıkıldı, yıkılacak diye düşünürken kardeşlerim, evet hastan öte, özden öte, kan bağımız olmasa da candan kardeşlerim iki koluma girip yanaklarımdan öperlerken öncelikle Şeyma;
“Sen bizim, ilk, tek ve son aşkımız, sevgilimiz, her şey bir yana dünyadaki tek ve sevgili ağabeyimizsin, dünlerde, bugünlerde ve yarınlarda da...”
“Ne senden öncesi vardı bizim için, ne de senden sonrası olacak ağabeyimiz. Kişi doğduğu değil, doyduğu yerde mutludur, mutlu olmalı. Üstelik babacığım, doğuran değil, doyuran önemli…
Belki kaba kaçabilir, ama o kızları, yani bizleri kurda-kuşa bırakmaksızın, eğitimimiz için tüm varlığını esirgemeksizin, yedirip, içiren, koruyan, gözeten, esirgeyen sizler annemiz, babamız ve ağabeyimizsiniz.”
Biraz duraklar gibi oldu Şeyda, mimiklerimize(1), şaşkınlığımıza, durağanlığımıza(1) önem vermez gibi devam etti;
“Bu konuda nasıl yasalar, nasıl insanlık hükümleri varsa hepsinin canı cehenneme! Mademki sizler ve ağabeyim kendinizi bize adadınız, bundan sonrası önemsiz bizim için. Bizler sizin çocuklarınız, ağabeyimizin de kardeşleriyiz…
Tanrıya şükür ki; sizin gibi anne ve babamız, bize doğduğumuzdan beri kol-kanat geren, göğsünde saklayan, himaye eden, koruyan, uyutan bir ağabeyimiz var!”
“Yani gücenmediniz, gözüm açık gitmeyeceğim!”
“Biz beraber çok yaşayacağız babacığım!”
“Peki, öz annenizi, babanızı merak etmeyecek misiniz?”
“Belki daha ilerilerde, şimdi anne, baba ve ağabey sizlersiniz gönüllerimizde!”
Şeyma, Şeyda'nın sözlerini tasdikler gibiydi, oysa buna gerek yoktu...
YAZANIN NOTLARI:
(*) Öyküyü kâğıt üstünde kardeş gibi şeklinde basmakalıp “Bir Aşk Hikâyesi” gibi sonuçlandırmam da mümkündü! Ancak ölmedilerse bu; ebe ile muhtarın ve başlangıçtan sona kadar ismini hiç söylemediğim babanın yasal olarak başlarını ağrıtacaktı. Kızların da (Nüfus Memurunun ismini hata ile yazdığı kabullenilen) Şerefettin’in ağabeyleri olmadığını ispat için yaşları kadar geriye dönüp evvellerinin şahitlerini bulmalarını gerektirecek ve öykünün gereksiz olarak uzamasına neden olacaktı.
Ayrıca Şerefettin kızlardan hangisine âşık olursa olsun, hangisi ile aşk düşünürse düşünsün, çocukluktan o günlere gelinen öylesine bir beraberlikte, düşüncesi diğerine karşı saygısızlık olmaz mıydı?
Bu durumda kâğıt üzerinde görünse de konuyu dinen ve ilmen düşünmenin de yararlı olacağını düşünmekteyim.
Kardeşler arasında evlenme olmaz konusunda; Habil ile Kabil dramını hatırlayalım. Havva ile Âdemden doğan çocuklar kız kardeşleriyle evlenme dilekleri dolaysıyla kavga etmişler ve Kabil, Habil'i öldürerek ilk kardeş katili ve ilk mezar kazan insan olmuş. Nüfus çoğalınca da bu şekilde kardeşlerin evlenmeleri ortadan kalkmış! (İlginç bulan, konuyu internetten okuyabilir).
Kur’an’da Nisa Suresi 23. Ayette; uzun meali ve kız kardeşlerle nikâhı bir kenara bırakırsak, “Sütkardeşleri, iki kız kardeş birlikte nikâhlamanın (bile) haram olduğu” belirtilmektedir.
Keza Medeni Kanun'un 129. Maddesinde ise; kardeşler ve altsoy, üstsoy arasında evlenme yasaklanmıştır.
Bunları detaylı incelemek ve öğrenmek isteyenler Kur’an’dan ve Medeni Kanundan, hatta sağlıkla ilgili sitelerden yararlanabilirler.
(*) Şeyda; Aşk çılgını, çok tutkun, âşık.
Şeyma; Bedeninde ben veya benzeri izi olan, çok kıymetli, değerli. Güneş, bilgi ve huzur veren, psikolojik yol bulan kimse.
Şerafettin; Dinin şereflisi, büyüğü.
(1) Alelusul; Âdet yerini bulsun diye, yol-yordam gereğince, kurallara uygun bir biçimde.
Bekâr; Genelde erkekler için evli olmayan, ya da evli olmakla birlikte herhangi bir nedenle ailesinden uzakta yalnız yaşayan kimse. [Öyküde Şerefettin (çocuk aklı elvermediği için) halası için bâkire (Kızoğlankız, cinsel temasta bulunmamış kız) demek istemiş olabilir].
Cırtlak; Cırlak. Hoşa gitmeyen, keskin, çiğ ve tiz rahatsız edici ses. Kendini beğenmiş, şımarık, her söze karışan.
Çiroz; Çok zayıf kimse. Yumurtasını atarak zayıflamış uskumru balığı. Bu balığın tuzlanarak güneşte kurutulmuşu, nefis bir meze.
Durağanlık; Yerini değiştirmeme, olduğu yerde durma, kalman, devinimsizlik. Etkinliği olmama.
Engin; Ucu bucağı görünmeyecek denli geniş, uçsuz bucaksız, çok geniş. Denizin karadan, kıyıdan çok uzaklardaki, açıklardaki geniş bölümü.
Enik; Kedi, köpek gibi çok memeli hayvanların yavrusu.
Farz; Tanrı emri olarak mutlaka yapılması gereken şeyler.
Fasıl; Bölüm, kısım, devre, dönem. Belli bir sürede gerçekleşen iş, durum veya olay. Türk Musikisinde bir icra şekli.
Fonksiyon; İşlev. Bir nesnenin gördüğü iş, nesnenin iş görme kabiliyeti, görev.
Gasılhane (Gasilhane); Ölüleri yıkama yeri.
Gassal; Ölüleri yıkamakla görevli olan kişi. Ölü yıkayıcısı.
Haksever; Doğruluğu kendine ilke edinmiş, adaleti, hakkı kollayan.
Himaye; Koruma, gözetme, esirgeme, elinden tutma, gözetme, kayırma.
Karaşın; Esmer. Esmer-sarışın karışımı.
Kısır; Verimsiz. Yaratıcı özelliği olmayan. Boş, yararsız. Ürün vermeyen toprak. Meyve vermeyen bitki. Döl vermeyen üreme yeteneği olmayan canlı varlık.
Kikirik; Zayıf, ince, uzunca boylu, çıtkırıldım tarifinde bir kimse.
Ksilofon; Değişik kalınlıklardaki sert tahtalardan dizilerek yapılmış, iki çift değnekle çalman müzik aleti.
Mantolama; Binaları soğuğa veya sıcağa karşı koruma amacıyla özel malzemeyle kaplama.
Mimik; Duyguları, düşünceleri belirtecek biçimde yüz kaslarının kasılmasıyla kımıldanışlar, hareketler. Bakış ve yüz çizgilerinde oluşan değişikliklerden doğan yüz anlatımının bütünü. Bir duygu ve düşüncenin beden, göz, el, kol ve yüz hareketleriyle anlatılması.
Muhterem; Saygıdeğer, sayın, saygın.
Muhteşem; Haşmetli. Görkemli, gösterişli, heybetli, büyük, kibar, nazik, alçakgönüllü.
Mübalağa; Abartma. Herhangi bir şeyi tasvir veya tarif ederken sözün etkisini güçlendirmek için olduğundan fazla veya eksik gösterme.
Mürit (Mürid); Dileyen, isteyen, talep eden, arzu eden, irade ve istek sahibi. Derviş. Bir tarikat şeyhine bağlanarak ondan tarikatla ilgili şeyleri öğrenen ve ona bağlanan kişi.
Örf; Yasalarla belirlenmemiş, halkın kendiliğinden uydurduğu gelenek.
Safdillik; Saflık, kolayca aldatılma, temiz kalplilik, alçak gönüllülük, kolay inanırlık, aldatılabilirlik, kerizlik.
Stabil; Dayanıklı, sağlam, dengeli, düz, kararlı, değişmez, istikrarlı. Hasara karşı direnç gösteren ve normal yapısını sürdüren bir kimyasal madde ya da bileşik olarak da anlamlandırılmaktadır.
Suflörlük; Sahnenin görünmeyen bir yerinden oyunu elindeki metinden izleyen, sahnedeki oyunculara, rollerinde unuttukları sözcükleri ya da tümce başlarını, tümceleri fısıldayarak oyunculara hatırlatan görevlinin yaptığı iş.
Şapşik; Türkçede var olan bir kelime değil. Ancak genelde sevecenliği, sevgiyi anlatan, şapşallığını gizleyen kişilere söylenen bir söz. Yeri geldiğinde sevgi, hakaret, özür gibi kullanılan bir söz olsa gerek. Şapşal anlamında hakaret içerebilecek devşirme bir söz olabileceğini de düşünüyorum.
Tarikat; Bir dinin içinde, özellikle İslâmlıkta, aynı tasavvufa dayanan ve kimi ilkelerle birbirinden ayrılan kollardan, Tanrıya kendine özgü bir tarzda ulaşma iddiasında olan tezinde olan yollardan her biri.
Tedirginlik; Rahatsızlık, huzursuzluk. Rahatı, huzuru kaçmış olma. Bizârlık.
Tekdüze; Yeknesak, biteviye, monoton, rutin.
Tezahürat; Bağırıp çağırarak, alkışlayıp tempo tutarak yapılan eylem.
Vaaz; Cami, mescit gibi yerlerde vaizlerin (vaaz edenlerin) yaptığı, genellikle öğüt niteliği taşıyan, dini konuşma. Özellikle vurgulamak istediğim böyle bir konuşmanın korkutucu, incitici kırıcı hatta küfre yönlendiricilik dışında, insan kalbini yumuşatacak, kendisini doğruya, doğruluğa yöneltecek, iyiliğe götürecek şekilde olması temennisidir.
Yalapşap; Yalap şalap. Yalap çalap. Baştan savma, üstün körü, yarım yamalak.
Zebellâ; Zebellâh şeklinde yazılan bu kelime, Türkçemizde; “Olağandan iri, büyük, devasa boyutta, korkunç, ya da doğaüstü” anlamlarında kullanılan bir kelimedir.
(2) Leyleğin Yuvadan Attığı Yavru; Bu söz Türkçemize annenin bakamayacağı yavrusunu yuvadan attığı şeklinde yerleşmiş olup, yanlıştır. Aslında anne, getirdiği yemleri yavrularına eşit miktarda dağıtamadığı için, güçlü yavrular, zayıf olanları yuvadan atar ki, kendisinin payı artsın diye. Bu miras (ya da mal varlığı için) kardeşlerini katledenler için de güzel bir örnek olmalı, diye düşünüyorum.
(3) Gıybet; Çekiştirme. Dilin âfeti. Bir kimsenin gıyabında (arkasından) onun ve yakınlarının kusurlarından hoşlarına gitmeyecek şekilde bahsetmek, konuşmak, yüzüne karşı söyleyemeyeceği şeyleri arkasından söylemektir ki Kur’an’la yasaklanmıştır. Kur’an’ı Kerim’in Hucurât Suresinin 12. Ayeti başlarında şöyle buyrulmuştur. “Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?…” Bu konuda Peygamberimize ait olan bir hadiste; “Gıybetin denizleri kirletecek kadar kirli olduğunu” ayrıca “Bir kimse biri hakkında arkasından doğru konuşmuşsa gıybet, yalan konuşmuşsa iftira olduğunu” belirtmiştir.
(4) Benim balonlarım vardı; Özdemir KAPLAN’ın sözlerini yazdığı, İbrahim SESİGÜZEL (İBO)’nun seslendirdiği eskilerden kalma bir bayram şarkısı.
(5) Ağız Birliği Etmek; Söz birliği etmek. Aynı konuda konuşmak, fikir beyan etmek. Uyuşmak.
Anne sütünün kesilmesi; Stres, kalsiyum eksikliği (et, yumurta, tavuk, süt ürünleri yemek gerekir), herhangi bir nedenle emzirmede kesinti, düzensizlik, memede iltihap, aşırı unlu gıdalar tüketimi ile oluşan sıkıntı.
Arzı Endam (Etmek, Eylemek); Kendini göstermek, ortalık yerde salınıp boyunu-bosunu göstermek, uzun süredir görünmeyen kişinin ortaya çıkıp boyunu boşunu, kendini göstermesi.
Başa Kakmak; Serzenişte bulunmak, sitem etmek.
Başının Etini Yemek; Sürekli olarak, bıktırıncaya kadar, ısrarla birinden bir şey istemek; bu sebeple onu rahatsız edip üzmek.
Bir Kulağından Girip, Öteki Kulağından Çıkmak; Söylenen söze önem vermemek, kulak asmamak, umursamamak.
Boşa Atıp Tutmak (Boş atıp dolu tutmak (vurmak); Umutsuz olarak girişilen bir iş, iyi sonuç vermek, doğruluğuna inanmadan söylediği söz gerçek çıkmak.
Cimciklemek; Cimcirmek. Mıncıklamak. Çimdiklemek. Bir kimsenin etini başparmakla, işaretparmağı arasında kıstırarak sıkıp acıtmak. Bir bütünden küçük parçalar koparmak. Yöresel olarak okşamak anlamında sıkmak.
Cömert Davranmak; Eli açık olana yakışır şekilde davranıp parasını, malını, elinde bulunanı vermekten sakınmamak, paylaşmayı bilmek.
Didişmek; Ellerle veya sözlerle birbirini hırpalamak. Geçimini sağlamak amacıyla güç şartlarda çalışmak, uğraşmak.
Fırça Yemek (Atılmak); Azarlanmak, paylanmak, horlanmak, aşağılanmak, sitem edilmek, hakaret edilmek.
Giderayak Olmak; Gitmek üzereyken, gitme anında olmak. Ölmek üzereyken olmak.
Halt Yemek (Etmek, İşlemek, Karıştırmak); Uygunsuz bir söz söylemek, uygunsuz davranmak, uygunsuz bir iş yapmak, uygunsuz hareket etmek.
Hayır İşlemek; Bir karşılık beklemeksizin, dine ve insanlığa uygun, iyi, güzel iş yapmak.
Hazzetmek; Hoşlanmak, tat, keyif almak.
Hevesini Almak; İmrendiği çok istediği bir şeye kavuşup, ona doymak.
İğrendirmek; Tiksindirmek. Bir şeyi, bir kimseyi, bir düşünceyi, bir davranışı vb. kötü, iğrenç, ya da aşağı bularak ondan uzak durmak duygusuna kaptırılmak. Tiksinti verici, tiksindirici hale getirmek.
Kışkışlamak; Bir yerden uzaklaşmasını sağlamak, kovmak, kovalamak işlemi.
Kol Kanat Germek (Olmak); Yardım etmek, gözetmek, himaye etmek, bir kimseyi koruyuculuğu altına almak.
Meleke Kazanmak; Yetilerinde, yeteneklerinde; uğraşıları ve çeşitli nedenlerle ilerleme kaydetmek, başarıları üst seviyeye çıkmak. Tekrarlama sonucu kazanılan yatkınlık, alışkanlıklarında çoğalma.
Mıncıklamak; Örseleyecek veya biçimini bozacak, ya da zevk alacak, ya da eziyet verecek şekilde ellemek, sıkıştırmak.
Mıncırmak; Ellemek, sıkıştırmak anlamındaki mıncıklamak kelimesinin evrim geçirmiş hali olsa gerek. Ancak bebeklerin acayip ses ve hareketlerle sevilmelerinin tarifi diye de düşünülebilir.
Nefsi Köreltmek (Nefis Körletmek, Nefsini Köreltmek); Nefsin isteklerinden herhangi birini üstünkörü gidermek. Bir şeyin zayıflamasına, şiddetinin yoğunluğunun azalmasına sebep olmak. Doyum isteğini şu ya da bu şekilde karşılamak. Nefsi değer, önem ve yeteneğini yitirmiş duruma getirmek.
Öğürmek; Kusarken ya da kusacak gibi olurken öğürtü sesi çıkarmak.
Sözler Kulağına Girmemek; Duymamak. Duymazdan gelmek, ilgilenmemek.
Şakımak; Şarkı, şiir olarak söylemek. Neşeli, tatlı bir biçimde bir şeyleri söylemeye çalışmak. Güzel hoşa gidecek bir şekilde ötmek (ötücü kuşlar için).
Şıp Diye Anlamak (Fark Etmek); Ansızın, beklenmeyen bir anda, olanı biteni fark edip anlamak, vakıf olmak.
Şimbil-Şimbil (Şipil Şipil) Bakmak; Tek başına iken genel anlamı küçük ve kurnaz demektir. Ancak ardı ardına iki kez söylendiğinde yöresel olarak gözlerini iyice açarak ve merak ederek dört bir yanına bakmak anlamında, daha ziyade bebekler ve çocuklar için kullanılan bir deyimdir (Şipil şipil; Ayrıca suların taşlara vurmasıyla çıkan ses olarak da kullanılmakta).
Tahammüllü Olmak; Güçlü, zorlayıcı dış etkenlere karşı koyabilmek, dayanmak, direnmek. İnsanın kötü güç durumlara karşı koyabilme gücü, kaldırması ve katlanması.
Tıka Basa Doldurmak; Haddinden fazla doldurmak. Bir şeyin ağzına deyin, silme dolu olduğunu vurgulamak için kullanılan genel sayılabilecek bir deyim.
Üzerine Titremek; Kollayıp, gözetmek, kıskanmak. Gözünden Bile Kıskanmak
Vantuz Gibi Çekmek (Öpmek, Yapışmak); Hava ile çeker gibi, emer gibi yapmak, emmek.
Yağmasa da Gürlemek; Yapacakmış gibi davranıp hiçbir şey yapmamak, yapmasa da kavga, gürültü, sesini yükselterek yapıyormuş gibi davranmak.
Yeğlemek; Bir şeyi, ötekilerden daha üstün, daha iyi, daha uygun görüp ona doğru yönelmek.
(6) Afra Tafra; Çalım. Çalımlı bir biçimde. Kendini olduğundan fazla gösterip böbürlenme, kibirlenme.
Ağzından Yel Alsın; Olumsuz ve kötü söz edenlere karşı başına gelmemesi, gerçekleşmemesi için söylenen bir dua biçimi.
Baskı Rejimi (Uygulamak); Otoriter Rejim, istibdat. Yöneticilerin ülkelerini sert kanunlarla idare etmesi. Ailede büyüklerin küçüklerine uyguladığı baskı (tahakküm).
Bir Çırpıda; Hemen, çabucak, ele alır almaz, bir davranışta.
Bir Sigara İçimi Yol; Bir sigara içimi kadar vakit içinde bitecek kısa yol.
Domdom (Dumdum) Kurşunu; Silindir şeklinde, kurşun kütle içinde sert bir alaşımdan yapılan haç biçiminde çekirdek içeren, büyük yaralar açma hüviyetine sahip özellikle domuz avlarında kullanılan av tüfeği kurşunu.
Evvel Emirde; Her şeyden önce, ilk iş olarak, ilk önce, ilkin.
Gamlı Baykuş; Çok kimsenin korku veren, uğursuz olduğunu belirttiği kuş. Baykuşun gam yüklü olarak uğursuzluk getirdiğine inanılan biçimi. Bir şeyler düşünüp kimseyle paylaşmayanlara kasvet taşıdığı düşünüldüğü için deyim kendiliğinden oluşmuş olup, “Gamlı baykuş gibi tünemek” şeklinde bir diğer şekli de vardır.
Gurk (Gork) Tavuk; Civciv çıkarmak için yumurtalar üzerine oturup sabırla süreyi bekleyen tavuk. Bu tipte bekleyen insanlar için uydurulmuş söz.
Güzellik Uykusu (Kestirmesi); Genellikle asıl anlamı dışında günün herhangi bir saatinde uyuklamak, ya da uyumak anlamında mecazi olarak söylenmektedir.
Hevenk Hevenk; İplere, çubuklara geçirilmiş, dizilmiş veya birbirine bağlanmış yaş meyve ve sebze bağlarının çokluğu.
Hokka Burunlu; Hokka; anlamı mürekkep, macun, boya vs. konulan anlamında kullanılan küçük yuvarlak malzeme, “Küçük kutu” anlamında olsa da öyküde ufak ve düzgün ağız, burun, çene anlamındadır.
Kaş Göz İşaretleri; Kaş ve göz hareketleri ile bir şeyler anlatmak, dikkat çekmek, ikaz etmek, saklamak…
Kırk Bin Tekdir; Azarlamanın, paylamanın sınırları aşan derece ve miktarda olduğunun ifadesi..
Mantı Burunlu; Yerel bir tarif. Ufak, hokka gibi fındık burun tarifine uygun bir ileri aşamada burnu olan. Burun deliklerinin ve burun yapısının küçük olduğunun izahıdır.
Mantık Dışı; Mantıkla hiçbir ilgisi olmayan, mantığa uymayan. Mantıkla çözümlenemeyen (Mantıksız demek değildir).
Neticeyi Kelâm; Sözün kısası. En son söylenmesi gereken sözün uzatılmadan söylenmesi.
Öksüz-Yetim; Çok kişi “Kimsesiz” anlamında da kullanılan “Öksüz” kelimesini “Yetim” kelimesi ile karıştırmaktadır. Öksüz; bazı literatürlere göre hem anasını, hem babasını kaybetmiş kişileri için kullanılmaktaysa da; Öksüz; “Anasız”, Yetim ise; “Babasız” demektir.
Ölümlük-Dirimlik; Ölmeden önce ihtiyat olarak, ya da ölüm döşeğinde ağır hasta yatarken kefen parası gibi, kimseye muhtaç olmamak için elde tutulan para, ziynet, mal ya da herhangi bir şey.
Sıkış Tepiş; Balık İstifi. Üst üste, çok sıkışık bir durumda. Sandviç gibi, kıpırdamaksızın bir arada.
Sırasıyla Sekisiyle; Yerel bir deyim olup düzgünce, sıralanmış gibi işleri yapıp bitirmek, beklememek. Kurallara, sıralara uyarak, hiçbir şeyi oluruna bırakmaksızın yapmak.
Telâşe Memuru; Her konuda aşırı telâş gösteren, çevresini telâşa veren, çabuk telaşlanan, karşısındaki insanları da hareketleri ile telâşlandıran, telâşa sürükleyen insan.
Yapay Beslenme; Suni Beslenme de denilebilir. Anne sütü haricinde hayvan sütleriyle beslenme (Anne sütüne en yakın sütün eşek sütü olduğu söylenir). (Doğal=Tabii Beslenme; Anne ile beslenmedir, Karışık Beslenme= Doğal + Yapay Beslenme)
Yorgun Argın; Çok yorulmuş, gücü kalmamış, bitkin bir durumda.
Zar Zor; Yöresel olarak; dar kıt. Ancak. Sabırsızlıkla, her şeye boş vererek, umursamaksızın. Güçlükle. Ucu ucuna.
(7) Lunapark Aynaları; Akıl tutulması yaratacak biçimde aynalardır. Bilindiği gibi; içbükey aynalar zayıf gösterir, dışbükey olanlar ise şişman. Diğer bilemediğim bir kısım cinsleri ise, uzun ya da kısa göstermek üzerine kurgulanmıştır. Maksat hoşça vakit geçirmek değil midir, hele ki aptala kişi aptal görünüme yatarsa…
(8) Geometrik Dizi; Bir sayı dizisindeki art arda gelen iki terim arasındaki oran sabit bir sayı ise, örneği öyküde verildiği gibi, (ya da bir değişik konum; 3, 9, 27, 81 gibi...) terimler arasında sabit oran vardır, bu dizilişte bu orana “Dizinin Ortak Çarpanı” adı da verilir.
(9) Kalp Kalbe Karşıdır; İnsan kalbi, diğer birinin kendine karşı sevgi mi, nefret mi beslediğini hisseder, sevgi varsa sevgi, nefret varsa soğukluk demektir.
Uyandım seninle birden… şeklinde başlayan “Kalp kalbe karşıdır, derler” Aslı GÜNGÖR
Kalp kalbe karşıdır derler, onun için sormadım… Güftesi; Turhan TAŞAN’a, Bestesi; Coşkun SABAH’a ait olan Türk Sanat Müziği eseri Hicaz Makamındadır.
(10) Kambersiz Düğün Olmaz; Kamber; Yunan lisanında; “Damat” demek. Aslında Türkçemizde; “Sadık köle” anlamındadır. Her işin içinde bulunan, her türlü eğlenceye, işe, çalışmaya, konuya katılan, çevresindekileri umursamaksızın kendi olmadan bir iş yapılmayacağına inandıran gereksiz yerde, gereksiz bir şekilde duran kimse için alay yollu bir söz.
(11) Tığ-ı Teber, (Tığteber) Şah-ı Merden; Aslında; “Tığ; silâh, teber; hilâl biçimli, şah-ı merden; mertlerin şahı şeklindedir Öyküde kastedilen de budur, her ne kadar sözün sahibinin Hazreti Ali olduğu bilinirse de. Türkçemize yerleşmiş anlamı; “Sersefil kalmak, beterden beter, ya da rezilden rezil olmak, elinde avucunda ne varsa yitirmiş, her şeyini kaybetmiş olmanın sonucu” gibi bir anlamdadır.
(12) İçgüdü; İnsiyak. Canlıları, araya akıl ve düşünce, bilinç girmeksizin, kendilerine yararlı ve de gerekli bir takım eylemlere yönelten duygu. Bir canlı türünün bütün bireylerinde akıl ve düşünceden bağımsız olarak doğuştan gelen bilinçsiz her türlü hareket ve davranışları. Sevkitabii. Organizmayı o türe özgü olan bir amaca sürükleyen hareket, davranış eğilimi. Davranıştaki doğal ve kalıtsal faktör (Örümceğin ağını örmesi gibi). Organizmayı o türe özgü olan amaca sürükleyen hareket eğilimi.
(13) Gak-Guk; Etmek eklentisi ile bir şeyi söylemekten çekinmek, kekelemek, kaba anlamda mantıksızca dolambaçlı bir şekilde söylemek olmakla beraber, yöresel bir terim olarak ikindi kahvaltısı şeklinde yiyecek-içecek, ikram edilecek şeyler (kurabiye, sandviç, meyve, çerez, gibi şeylerle nefis köreltmek) anlamlarında kullanılmaktadır. Yanlış aklımda kalmadıysa bir masalda; Keloğlan Zümrüdü Anka Kuşunun sırtına binip Kaf Dağına doğru prensesini devden kurtarmak için yola çıkıyordu. Eee! Yol ve yolculuk uzundu tabii. Keloğlan heybesine yiyecek ve su koymuştu ve Zümrüdü Anka Kuşu “Gak!” dedikçe yiyecek, “Guk!” dedikçe de su veriyordu. Sanırım yöreme, yöresel bir terim olarak bu sebepten yerleşmiş olsa gerek!
(14) KARATEKİN, Erol. 2007 Yılı. “ESENLEME” (Aslında; şiirdeki dizeler tekil olarak sıralanmıştır. Ancak öyküye uygun olması için dizeleri çoğul hale getirdim).
(15) Homini gırtlak … Püfüdü Kandil… Tumba yatak… Sadece dünyalık zevkler için yaşamak anlamında bir Sezen AKSU şarkısı. Genelde; Ege-Akdeniz yörelerinde oldukça yaygın bir tekerleme şeklinde kullanılmaktadır.
(16) Bizimkisi Bir Aşk Hikâyesi, / Siyah beyaz film gibi biraz… Kayahan AÇAR
(17) Kur’an, Âl-i İmran Suresi, 145. Ayet; “Allah’ın izni olmaksızın hiçbir nefis için ölüm yoktur. O; süresi belirtilmiş bir yazıdır ve Allahümme inna ileyhi ve inna ileyhi raciun!...” Ölüm Duası.
(18) Yahya Kemal BEYATLI’nın “SESSİZ GEMİ” adlı şiirinden bir dize. Eser daha sonra Fransızca; “Sans tol je suis seul” şarkısından esinlenerek şarkı olarak da bestelenmiştir. Bilindiği üzere şiir; “Artık demir almak günü gelmişse zamandan, / Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan, / Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol; / Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol…” diye başlar. “Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli / Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli / Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu… / Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu…” Yahya Kemal, Nazım Hikmet ve annesi Celile ile ilgili hüzün dolu özel bir de öyküsü vardır.
(19) Ölüm gelmeden önce, ölüme hazırlıklı olmak, Peygamberimize mal edilen bir HADİS
(20) Ne doğan güne hükmüm geçer, Ne halden anlayan bulunur… şeklinde başlayan Cahit Sıtkı TARANCI’nın “GÜN EKSİLMESİN PENCEREMDEN” isimli şiirinin başlangıcından sonra “Neylersin ölüm herkesin başında / Uyudun, uyanmadın olacak / Kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında? / Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında…” dizeleri yer almaktadır. Şiir Münir Nurettin SELÇUK tarafından Türk Sanat Müziği eseri olarak Mahur Makamında bestelenmiştir.
(21) Beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar… “Eğer ölürsem buralarda” şeklinde başlayan Bir Anadolu (Artvin Yöresi) Halk Türküsünün nakarat bölümü. En iyi yorumlayan, herkesin tercihi farklı olabilir, ama ben grup AYNA diyorum.
(22) Mal sahibi mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi / Mal da yalan, mülk de yalan / Var biraz da sen oyalan! Faniyiz, kefenin cebi yok anlamında Yunus EMRE deyişi.