Ben bir Atatürk çocuğuyum. Rahmetli babam Atatürk’le büyütmüş beni. Sonra aynı görevi annem yüklenmiş ve Atatürk’ün emanetleri ile büyütmeye devam etmişti beni.
Annem, ilkeli(1) bir partide boş vakitlerinin tümünü değerlendiren, uzak-yakın, ucuz-pahalı demeksizin bu partinin tümüne değilse bile çok etkinliklerine katılırdı.
Eee! Kocaman, ya da avam tabirle; “Eşşek kadar bir adam” olduğum için katılmasının kendisi için gerekli olduğuna inandığı etkinliklerde beni düşünmesi gerekli değildi.
Yemeğimi yapar, ütüleneceklerimi ütüler, gerekli tüm isteklerimin neler olacağını bilip istiflenmesi gerekenleri istiflerdi, banyo sabunuma kadar. Uz(1) değildim, ama çok iş benim de elimden gelirdi!
Örneğin yemeği buzdolabından çıkartmak, ocağa koyup ısıtmak ve kirlenmiş tabakları lâvabo ya da bulaşık makinesine yığmak, sıralamak gibi, meselâ!
İyi, takdir edilir, laik(2) bir Müslümandı annem, başına bir şeyler dolamazdı, ama seccadesi, tespihi her zaman, çantasındaydı. Mümkün olduğunca devamlı olarak abdestli idi.
Ancak, ola ki namazları kazaya kalmışsa, eve döndüğünde öncelikle banyoya kapanır, çıktığında önce kaza namazlarını(2), sonra her ihtimale karşı beş vaktin farzını(2) kılardı bir çırpıda, nafile namaz(2) olarak.
Annem beni, perşembeleri cumaya bağlayan gecelerde yatsı namazlarına, vakitleri geldiğinde cuma ve bayram namazlarına, ramazanlarda teravih(2) namazlarına gecikmeksizin katılmam ve kandiller(2) için saygı göstermem konusunda devamlı olarak uyarırdı.
Annem orucuna, zekâtına(2), fitresine(2) sadıktı(2). Benim tutamadığım oruçlara ait fidye(2) ödemek için, iletişim kurduğu hayır kurumları ve adreslerini çok iyi bildiği kadrolu(!) fakirleri vardı.
Kurban Bayramlarında da bu alışkanlığı değişmezdi. Kestirdiği kurbanların sadece sevabına erişmek için iki böbreğine el koyar, tümünü “Haksızlık olmasın!” diyerek ayrı ayrı poşetler halinde bu kadrolu insancıklara iletirdi.
Kadınsal bir içgüdüye(1) sahip annem söylemem mutlaka gerekli ki, birçok hayır kurumunun fahri üyesi(3) idi. Sadece çeşitli adlarla duygu sömürüsü(3) konusunda uzman olan vakıflar; inancı, düşüncesi ve kabulü dışında idi. Sebebini, tahminim olmasına rağmen ne ben sordum, ne de kendisi kendiliğinden anlattı.
Şehrin çoğu tanırdı kendisini, özellikle kırtasiyeciler, lokantacılar ve pastane sahipleri, doktor ve eczacılar...
Çocuklar okula gideceklerdir, defter, kalem, silgi falan alırdı, çatır çatır pazarlık ederek(4), hatta önceleri aldıklarının bedelinin yarısı kadarını bırakırdı kasaya. Sonraları kırtasiyeciler uyanık davranmışlar, “Kârımız hariç” demişler, annem o zaman “Peki!” deyip aldıklarının tam bedellerini ödemeye başlamış.
Ancak; “Akşam eve giderken okul müdürlerine, ya da şu-şu-şu adreslere siz bırakın!” demeye başlamış ve bu hareketi gelenek haline gelmiş, parayı bırakıp “Merak etme sen!(5)” dileklerini içtenlikle kabullenir olmuş annem.
Aynı şey lokanta, pastane, eczane ve doktorlar için de geçerli idi. “Şu adresteki çocukların canları lâhmacun, etli pide çekmiş, şu çocuğun doğum günü pasta gönderin, şunun kardeşi oldu, şuradaki bebek hasta, ihtiyaçlarını karşılayın, doktor baksın, ilâcını verin, ben uğrarım!” ya da “Bana ulaşın!” dermiş.
Doğumlar için ufak altın, sünnetler için gereken ne ise onlar için de ufak ya da bir gram altın bırakmak alışkanlığı idi annemin.
Düğünler için bilenler mutlaka düğün davetiyesi gönderirlerdi. Bildiği, ilgilendiği olsa da, tanımasa da mutlaka gereğini yapardı annem.
Babamdan ve babasından yani dedemden kalan para ve imkânlar bereketli idi. Yokluk çektiğimizi hatırlamıyorum hiç. Annem el-avuç açan(4) dilencilere kızardı, prensipleri(1) nedeniyle ne yanlarından geçer, ne de el uzatırdı. O yönün insanları, yani dilenciler bunu da bilirlerdi.
Annemin güzelce sayılacak başka huyları da vardı. Dedesinin Atatürk’le, annesinin ondan sonraki Türk büyüğü İnönü ile çektirdiği fotoğrafları olağandan iri olarak büyüttürmüş ve salonun dört bir tarafında konuk etmişti onları.
Resimlerin üstünde Atatürk’ün imzası olan Türk Bayrakları, İstiklâl Marşı ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi vardı ayrıca, yaz-kış, gündüz-gece gülümsenen, her hafta sonu tozları alınan, ancak badana yapılması gereken zamanlarda yerleri değiştirilen anılardı onlar.
Bunun yanında büyük ebatta çerçevelenmiş Peygamberimizin Veda Hutbesi(2), Ayet El Kürsi(2) daha yükseklerdeydi. Ayrıca yine Atatürk'ün Balıkesir Zağnos Paşa Camii minberinden(2) halka hitabesi(2) yer alıyordu.
Bir diğer köşede babamın büyük resmi, ona iliştirilmiş bir kısım ölmüş büyüklerimizin vesikalık fotoğrafları ile resmin sağ alt köşesinde Karınca Duası(2), onun üstünde rahmetli babamın devamlı olarak cebinde taşıdığı aynen muhafaza edilen, düzenli bir şekilde asılı tespihi vardı.
Zamanında sadece evimizde telefon olduğundan takkesi, misvağı(2), devamlı olarak boynunda taşıdığı hamaylısı(2), cebindeki son tebeşir, naylon bir poşet içinde bir iki kutu içinde karanfil(1) ve karbonat ise annemin dolabında hatıra olarak saklıydı.
Benim odamın giyimi-kuşamı da aşağı-yukan aynı boyuttaydı; dört farkla; birincisi annemle rahmetli babamın birlikte evlenme fotoğrafları, sempatizanı(1) olduğum futbol takımının flâması(1) ile her yıl değiştirdiğim takım posteri(1), onun yanında benim 3-5 yıl öncesinden kalmış, orta boy resmim ve diğer yanda ileri yıllarımda sevgilim olmasını dilediğim hayalimdeki kızın karakalemle resmetmeye çalıştığım portresi(1)...
Okul hayatlarım mükemmel değilse de, iyinin, hatta pek iyinin üstünde idi. İlk üçe giremesem bile her okulda ve dönemde daima ilk on içinde yer alırdım, mutlaka!
Ve bu sene lise son sınıfa geçmiştim.
Endişem, düşüncem, olası hüznüm, hatta kahrım üniversiteyi kazandığımda bu herhangi bir şanssızlık olmadığı takdirde tercihim olarak ya Ankara ya da İstanbul için bir sonuç olacaktı.
Okumak; arzum olduğu kadar mecburiyetimdi de sanki. Maddi hiçbir sorunum olmayacaktı, burs-kredi gibi imkânları zorlamasam bile annemin desteğinin benim için yeterli olacağına inanıyordum.
Ancak...
Evet, ancak ben annemi yalnız bırakıp annesizliğe nasıl dayanırdım, annem ben başında olmazsam bensizliğe nasıl tahammüllü olurdu? Daha bir yıl öncesinden, okulum bitmeden üniversiteye başlamadan evvel düşünüyordum ve ne beynim bir şey üretebiliyor, ne de ben herhangi bir şeyi hayal edebiliyordum.
Bir gamlı baykuş(3) yaşantısı gibiydi yaşantım. Bu düşüncelerle resmettiğim sevdiğim, aşkım, gönlümün sultanı olsun dileğimle başladım son lise ders yılıma.
Kütüphanemdeki resmimin yanındaki karakalem portreye uyan birine gençlik heyecanıyla da olsa rastlayamamıştım, yaşadığımı sandığım, buna aptalca inandığım bugünlere kadar.
Ha? Rastlasam, ne olurdu? Gönül meselesi, ders meselesi ile at başı gibi eşit gidebilir(4) miydi? Hele ki gençlik âdâbmda(1) gönül felsefesi ilerleme anlamında daha ağır basardı gibime gelir.
El ele tutuşmalar, kaçamak öpüşler, hayaller, rüyalar, düşünceler, melûl davranışlar(3) bir öğrencinin ders çalışmalarına ne kadar imkân verirdi ki? Ya da çalıştığımı sandığım, ama sayfasını çevirmediğim kitaplardaki bilgilerin ne kadarı beynimde yer ederdi ki?
Bu durumu iki tekerlekli bisiklete binmek gibi yorumlarım ben. Pedalı çevirdikçe ilerlersin. Yani ders çalıştıkça ya da devamlı olarak ders çalışırsan başarılı olursun, ya da başarılı olmanın önünde engel yoktur.
Pedalı çevirmende yavaşlama olursa düşersin, belki yavaş yavaş, belki yavaşça, ama mutlaka! Ders çalışmandaki gevşeme olarak yorumlamak mümkün bu durumu. O halde haytalık(1) yasak olmalı.
Ders çalışmamı ve başarılı olmamı engelleyecek hiçbir şeye aldırış etmemem gerek. Hele ki; üzüntü, hüzün, moral bozukluğu, ya da maddi-manevi bilinmeyen, hatıra gelmeyen bir başka sebep, gönül sıkıntısı, aşk-meşk(3) dâhil...
Eğer pedalı çevirmezsem, yani âşık olup, her şeye boş verirsen, bu temelli düşmek demektir, ancak kendi çabanla ayağa kalkabilirsin ve bisikletini tekrar hareket ettirebilme imkânın oluşur. Bu durumda, eğer ayağa kalkmana ve bisikleti kullanmana yardım edenler olursa bu yardımları ne inkâr etmeyi düşünmeli, ne de reddetmelisin!
Bisiklette sürat de endişe verici idi; hırs, tamah, en iyi olmak, herkesi geçmek, üst sınıf başarı elde etmek gibi. Kayardın, egemenliğini yitirebilirdin, uykusuzluk, rahatlıktan çalınan zamanlar, bir sonraki günlerden zamanı ödünç almalar fiziksel olarak yıpranmana neden olabilir, bisikleti bu nedenle belki de hiç kullanamayabilirdin.
Bu kadar bisiklet edebiyatı yapmam benim için gerekliydi, anlatmazsam olmazdı!
Okul açıldı, kozmopolit(1) bir dağılım çarptı gözüme. Aslında bu dağılımı tam o kelime ile anlatmaya çalışmam hoş olmadı, ama aklıma da başka kelime gelmedi, örneğin karmakarışık desem, daha mı doğru olurdu?
Ekstra olarak şöyle anlatmaya çalışayım. Memurlann tayin mevsimi olsa gerekti ki(!) sınıfımızdan bir kısım arkadaşlar gitmiş, bir kısım yeni arkadaşlar gelmişti onların yerlerine...
Karma olan okulumuzda birkaç sınıfta kız-oğlan dengeleri değişmiş, bu nedenle konuyu bilen ve çözüm konusunda ehil ve konu uzmanı olan öğretmenlerimiz, ellerinde olan adalet terazisi benzeri bir kantarla gerekli eşitliği sağlamışlardı!
Gene de pehlivan sayısı, nazenin(1) sayısından üstündü(!) ve nazeninlerin üstünlüğü üç sıralı sınıfta boy uzunluğu göz önüne alınmaksızın ön sıralardı.
Bir bakıma haremlik-selâmlık(2) gibi bir ayırım vardı gibime geliyordu, iddia ediyorum. Çünkü baştan üçüncü sırada bir kız kardeşimiz, ya da arkadaşımız tek kalmıştı ve onun yanına oturacak hiçbir erkek öğrenci uygun görülmemişti!
Bu; şansımız olarak yorumlanabilirdi belki. Çünkü toplam kız sayısı tek idi ve o tek kız da gelip bizim sınıfa nasip olmuştu! Oldukça dikkati çeken biriydi bu genç kız.
Ve fakat bugün için bisikletin pedalını devamlı çevirmemiz gerekliliği nedeniyle tabu(2) ya da yasaktı!
Doğal olarak hepimiz birbirimizle görüşüyorduk, öğrenci gözüyle, öğrenci olarak tabii, gönül gözüyle değil. Bisikletin pedalını yavaş çevirmek, hele ki durdurmaya meyil etmek demek, üniversite hayallerimize dur demek, sekte vurmak(4) demek olacaktı.
Kitaba el basarım(2) ki, ya da Mushaf(2) çarpsın ki bu; aklımdan geçmemesi gereken bir düşünceydi. Ama içtenlikle ifade etmek isterim ki o kız, yani Gülfem gerçekten güzel ötesinde çoktan çok güzel bir kızdı.
Gerçi vasat bir güzellikte, muntazam bir fiziği olduğunu kabul etsem bile, çalışkanlığı, zekâsı, çekinikliği, monoton yaşam tarzı ve bir kısım konulara at gözlüğü ile bakmayı(4) arzulayan bağnaz(2) bir yapısı vardı. Bunu daha sonraları ispatlı-delilli öğrenecektim.
İlerleyen konuşmalarımızda okula, yani üniversiteye devam etmeyeceğini, ailesinin kendisini bir yakınlarının oğluyla evlendirip çoluk-çocuğa karışacağını söylemesi nedense hüznüm olmuştu. Üstelik okumak isteyip de buna ailesinin belirlenen nedenle okumasına rıza göstermediğini öğrenmem hüznümün katmerleşmesine(4) ek olarak üzüntüm de olmuştu.
Gülfem’in bir diğer özelliği genelde konuşmalara katılmaması, bir fikir, bir yorum eklememesi, diğerlerinden farklı olarak hep yanımda olmak için arzulu gibi görünmesi, yanında olmam için isteğini belli etmesi dikkatimi çekmiyor değildi.
Aç tavuğun kendini darı ambarında görmesi(3) örneği Gülfem, kendi kulvarında dur-durak bilmeksizin pedalını çevirmek gayretini yaşıyordu bisikletinin. Ancak, sanırım, pedal çevirmeyi bırak, bisikleti bile yoktu garibimin(1)! Ayakta dururken bile hüznü ve üzüntüsü ile sallanıyor gibiydi.
İnsanın, yani benim ve onun gibi sanal da olsa bir bisikletlerimizin olmaması en büyük eksiğimiz olsa gerekti!
Gülfem’de merak ettiğim, hatta akıl erdiremediğim konulardan biri; okula ne zaman gelsem onu okul kapısında görmem ve ne zaman paydos olsa eğlenip siftinip(4) en son çıkan olmasıydı.
Merak bu ya bir çıkışta gizlendim bir duvar kenarına. Aslında insanların en çok anlamadığı, bilmek, öğrenmek istediği bizim dışımızda olan, örneğin uzay ve ötesidir ki bu deliliğimizin de bir gerekçesidir. Ben zaten akıllı olduğumu hiç iddia etmedim ki!
Çantasını özenle açtı, formasına hiç dokunmaksızın, okulun giriş kapısındaki cama bakarak türbanını(2) bağladı, kara bir çarşafa(2) bürünerek evine doğu yürüdü.
Evini merak etmiştim doğrusu. Akıllı ve zeki bir kızdı, takip edildiğini hissederdi mutlaka. Uzaktan izledim bir süre, o kayboldu, ben de kaybolmam gerektiğime inandım. Ertesi günkü nöbetim, okuldan çıkıp kaybolduğu köşede gereğince pusuya yatmak olarak gerçekleşecekti, nedeni -şimdilik- umurumda değildi.
Ancak şeytan aklımı mı çeldi(4), ertesi günün sabahının erkeninin erkeninde sindim aynı duvar dibine, aynı uzay merakındaki gibi, bu kez bizim dışımızda olan yerin diplerini, neden olduğumuzu, olmasak olmaz mıydık ki meraklılarla bütünleşerek ve akıllı olmamak hakkımı gene saklı olarak.
Gülfem okulun kapısına kadar geldi, iki tarafına bakındıktan sonra bir çırpıda üstündeki öcü(1) görünümlü karafatmayı(1) çıkardı, bu kez saçlarını -tahminen- okulun kızlar lâvabosuna giderek düzeltti.
Aile baskısını, okumak istemesine rağmen okumayacak, okuyamayacak oluşunun nedenini anlamıştım. Mezun olup kuluçkaya yatmış bir gurk tavuk gibi(3) kısmetini bekleyecekti, evinde, belki pencere önünde, belki de kapalı kapılar ardında. Belki de kısmeti hazırdı şimdiden, anlattığı gibi akraba olarak…
Üstelik hiçbir söz hakkı olmaksızın, gerçeğe yakın görücü usulü(3), belki de “Başlık parası(3)” denilen bir acz ile satın verilerek kısmetinin koynunda olacaktı, kısmetinin çocuklarını doğurarak büyüklerinin torun sevgilerini kucaklamaları için.
Yolunu kestim birkaç gün sonra okul girişinde, gerekli düzenlemesini tamamladıktan sonra;
“Neden?” dediğimde bir çırpıda(3) anlamıştı sorumu, zeki ve akıllı demekte ne kadar haklı olduğumu belirtir gibi, ama yanlışça;
“İnancım gereği...”
“Zorlama bir inanç gereği mi?”
“Ne gibi?”
“Aile baskısı gibi!”
“Ailemin baskısı yok!”
“O halde tanıştır beni ailenle, çünkü seninle ilgileniyorum!”
“Olmaz!”
“Saygı duyuyorum, duymam gerek hem. O halde gel, ben seni annemle tanıştırayım. Annem beş vakit namazında ama başı açık, yani sana göre inançsız!”
“Ben size de gelemem!”
“Bu cevap benim sorumun karşılığı değil Gülfem!”
“Beni zorlamasan...”
“İslâm'da zorlama yoktur Gülfem. Her koyun kendi bacağından asılır. Sen bana içtenlikle itiraf et, kapanman ailenin baskısı sonucu, değil mi?”
“Yoo! Hayır, kendi iradem(1)!”
“O halde gerçek olarak söylüyorum, biraz önceki söylemime eklenti olarak. Sana ilgim sonsuz, hoşlanıyorum senden. Hatta şu kısa devrede ‘Sana aşığım!’ diyecek kadar da cesurum. Hadi beni ailenle tanıştır, ‘Bu öğrenci arkadaş bana ilgi duyuyor, beni sevdiğini söylüyor!’ de, kendi konumun ne ise ekle ve beni ailenle tanıştır! Cesaretin var mı?”
“Katiyen(1)! Kesinlikle olmaz!”
“O halde aile baskısını kabul ediyorsun, doğru mu?...
Sustuğuna göre; gerçek o zaman. Peki, inancı senin gibi olmayan, ama inançlı olduğuna inandığım annemle seni tanıştırmama ne dersin?”
“Sevgilin gibi mi?”
“Olur, neden olmasın? Çünkü bir anda geldin, gönlüme oturdun, bir anda kalbime hükmettin, bir anda beynimin tüm hücrelerini doldurdun. Hatta öyle ki, belki inanman zor olabilir, üniversiteye gitmektense seninle yeni bir hayata başlamayı yeğ tutarım(4)!”
“Lâyık mıyım? Neden nefes tüketeyim ki boşu boşuna? Ama olmaz?”
“Neden olmaz?”
“Eve giriş ve çıkış vakitlerim bellidir. Üstelik “Oğlanlarla aşna-fişne(3) yok! Gâvurluk etme(2) tembihiyle salavatlanırım(2) evden.”
“Peki! Beni ayıplama, bir öğle sonrası okula gitmeyip okulu kıralım(4) mı? Tabii ki eğer okula gitmediğin fark edilince kendini savunabileceksen, tenkit edilip hırpalanmayacağına inanırsan. Sana beni anlatayım dolu dolu, tanı beni. Annemle tanıştırmak isterim seni...”
“Yani görücüye çıkacağım? Üstelik benim cehenneme gitmemi, recm edilmemi(2), yahut da şu kadar adet kırbaçlanmamı(2) mı istiyorsun ailem tarafindan?”
“Asla! Senin kılına zarar gelmesi mahveder beni. Üstelik görücüye çıkmak gibi düşünürsen üzülürüm ve hemen vaz geçerim düşüncemden. İsteğim seni çok çok öncelerden nasıl hayal edip resmettiğimi göstermek. ‘Bu, ben değilim!’ demen hüznüm olacak, tıpkı “Görücüye çıkmak’ şeklindeki ilkel düşüncen(3) gibi.”
“Ben çağdaş düşünen bir Müslümanım!”
“Diyorsun ve buna benim de inanmamı bekler gibisin, öyle mi?”
“Bu senin hayatın, hükmetmem mümkün değil!”
“Ben bana hükmetmeni istiyorsam? Okulumuz bitinceye kadar bu sözüne ‘Peki!’ diyorum. Ama sonrasında hükmetmeyi denesen ne olur ki? Ben mutlu olurum, seni de mutlu etmeye çalışırım, bu zor değil!”
“Bunu bir ilânı aşk olarak mı kabul etmeliyim?”
“Neden olmasın ki? Şimdi sınıf arkadaşım olarak sevdiğim, saydığımsın, benimsemediğim tek konu hariç. Bu, senin özelin...
Eğer aile baskısıyla değil de, kendi istek ve arzunla tutumunu gerçekleştiriyorsan saygımın doruklarında olduğunu bil!...
Ama okula gidip-gelmen süreleri için saat tutan, üniversiteye gitmeni engelleyen ailen nedeniyle yapıyorsan tavrına inanmamı bekleme benden. Seni beynimle seviyorum. Çok erken belki, ama seni kalbimle, gönlümle de sevmek istiyorum, sana muhtaç olmak gibi bir duygu bu, şu anda sana da, bana da yasak olan…
Ancak isterim ki ellerim boşlukta kalmasın, uzat ellerini ve “Ellerini ellerimden ayırma hiç ne olur…(6)” biz bizeyken?...
Ve bir daha da beni böyle uzun uzun konuşturma, sadece gözlerime bak ve gözlerini de esirgeme benden!”
Sadece dinledi, belki de ne diyeceğini bilmediğinden, belki de söylemesi gerekenleri frenlemek ihtiyacı ile. Çünkü gerçekler göz ardı edilince ortadan kalkmıyordu(7)!
Ailesini tanıyor, biliyordu ve sanırım kendi yapısına göre ailesi hakkında yanılmadığının bilincindeydi.
Gerçeği (tahmin ederek de olsa) söylemem, onu bilen biri olarak onu ikna etmek(4) arzum değildi asla. Gerçeği söylüyorsam, amacım onu bilmeyeni, bilmek istemeyeni, ya da kendine bile itiraf etmekte çekineni ikna etmek değil, sadece bilenleri savunmak(8) ihtiyacı idi benim için.
Sabahın ilk dersi yok olmuştu, çenemin düşüklüğünde. "Geç” kâğıdı alarak beraberce girdik sınıfimıza. Meraklı bakışlar var mıydı, bilmiyorum.
Vazgeçemediğimdi o. Sanırım vazgeçemeyeceği olmasam da, vazgeçemeyeceği olacağıma dair bir inanç vardı içimde, şüphesiz...
Bir öğle paydosunda, öğleden sonraki dersleri kazanacağımız düşüncesiyle teklif ondan geldi;
“Kaçalım mı?”
“Sakıncası yok!”
Sessizce peşime takıldı, ya da görüleceği çekincesiyle.
“Beni böyle takip etmen, inancın gereği ise, amenna(2). Ama dar kafalılık(3) seni buna mecbur ediyorsa affetmem asla mümkün değil!”
“Hiçbir şey umurumda değil, çekinikliğim; yanında görülüp de bunun mal bulmuş mağribi(3) gibi aileme yetiştirilmesi ve bu yaşa gelmiş olmama rağmen, babamdan, ağabeyimden, hatta annemden bile şiddet görmem, lütfen bağışla!”
“Anlaşılmıştır! Devam…”
Evime yaklaştığımızda çekinikliği bir başka boyuta ulaşmıştı, yanımdan fısıldayışında;
“Annen evdedir, değil mi?”
“Namusun bana emanet, çekinme! Annem dışarıda ise, efendice döneriz okulumuza. Ancak dışarıya çıkacak olsa, akşamdan, ya da sabahtan beni mutlaka bilgilendirir, acil bir durum olmazsa. O nedenle dertlenme, demek isterim.”
Kapıyı anahtarımla açarken, emindim ki, iki tarafina bakarak çevreyi kontrol ediyordu, korkuyla; “Anne, ben geldim!” dememi hissetmeksizin belki de.
Anahtar sesini, seslenişimi duyan ve ek bir nefesi daha hisseden annem ikimizi bir arada görünce hayret etmiş, şaşırmış gibiydi. Gene de başörtüsünü sıkılaştırarak kendinden bekleneni söyledi, işaret ederek;
“Hoş geldin kızım, buyur! Buyur! Öğle namazının son sünneti kaldı, bitirip size hemen yemek hazırlayayım. Lâvaboya falan gideceksen, oğlum sana yol göstersin, temiz havluların yerini biliyor, istersen kâğıt havlu da var. Şimdilik izninizle!”
“Anne, bu genç kız, benim sınıf arkadaşım Gülfem!”
Gülfem kazık gibi çakılı kalmıştı(4) yerinde, hatta kapı arkasında öylece hayret dolu gözlerle tavana, Türk Bayrağına, Türkiye Haritasına, Atatürk’ün resmine ve sempati duyduğum futbol takımının flâmasına bakıyordu.
“Girsene, gelsene içeriye lütfen!”
“Girmem, çünkü orda o var. Hem namaz kılıyorsunuz hem de onun resmi var!”
“Ne var, kimin resmi?”
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ümün ismini söylemekten bile çekiniyordu sanki. Eliyle işaret etti. O zaman fark ettim bayrak üstündeki Atatürk resmini.
“Mustafa Kemal Atatürk demek zoruna mı gidiyor senin? Oysa okulumuzun her sınıfında Atatürk resimleri, lisemizde Atatürk maskları(1) ve heykelleri var. Ayrıca İstiklâl Marşımızı söylerken değişik bir tavrına hiç rastlamadım senin!”
“Okumak içtenlikle görevim, Müslüman Mehmet Akif Ersoy yazmış onu.”
“Yani evimden içeri girmen konusunda tereddütlerin(1) olduğunu mu söylemek istiyorsun?”
“Gücenme! O varsa ben yokum!”
“Çağdaş olduğunu iddia etmiştin, inanır gibiydim, inancımı yitirdim. Frekanslarımız(1) uyuşur diye düşünmüştüm, demek ki yanılmışım. Atatürk’ü neden sevmediğini sorgulamak bile geçmiyor içimden. Haydi gel, seni okula bırakayım…”
Beklediği bir tepki olmasa gerekti, gözlerinin açılmasından dolayı hayretle anladığım.
“Anne, biz gidiyoruz, namazını rahatça kıl, yemeğe falan da gerek yok! Haydi Gülfem giy pabuçlarını, öğlen paydosu bitmeden okula gidip derslere devam edelim. Sanıyorum bugüne kadar tarih kitaplarını sadece sınıf geçmek için okumuşsun ve ezberlemişsin, inancın olmaksızın…
Yalnız yol boyu anlatacaklarıma kulak vermeye çalış, içinden gelmezse de tıka kulaklarını. Eğer dinlersen, bu konuda yanlış bilgileri olan, seni yanlış bilgilendiren ailene de gerçekleri tekrar okuyup gücünün yettiğince anlatmaya çalış!..
Dinleyecek misin, yoksa susayım mı? Çünkü bazı sabit fikirli(3) insanların yanlışlardan dönmesinin zor olduğuna inanıyorum!”
“Anlat! Dinlemek isterim, nasıl olsa kovdun beni evinden, okula kadar da yolumuz ve zamanımız var!”
“Mustafa Kemal olmasaydı neler olurdu? O gelince neler kazandık, vatan, cumhuriyet, köhne(1) çökmüş bir devletten yeni bir devlet yükseldi. Hepsi bir tarafa siz kadınlar neler kazandınız? Şu andaki tavrınla Atatürk ve Cumhuriyet öncesi gibi yaşamak senin için memnuniyet olacaksa devam et, o okula gidişte ve dönüşte mecburiyet hissettiğin külüstür(1) bürünmeye!..
Yalnız üç-beş adım içinde kalacak olsa da okuduklarından zihninde kalanları derlemeye çalış, bir-iki kelimeye sığdırmaya çalışacaklarımla de beynini güçlendir, hatta eskiyi bırak gençleştir.”
Yüzüne baktım, anlayıp anlamadığı, ya da dinleyip dinlemeyeceği konusundaki tereddütlerimi yok etmek istercesine. Tavrından hiçbir şey anlamadım, ama içimdekileri boşaltmalıydım, anlayacağı konusunda şüphe hissediyor olmama rağmen.
“Yaşamına, giyimine, kuşamına asla karışamayacağım biriydin. Bağnaz ve buna nelerin sebep olduğunu bilmediğim Atatürk düşmanlığın için seni bir dönüş sürecinde aydınlatabileceğimi düşünemiyorum…
Türbanınla sadece kafanı değil, beynini de örtmüşsün. Seni karanlıktan aydınlığa yönlendirmem çok zor. Sadece satır başlarıyla bazı ilkleri, ilkeleri söylemeye çalışacağım sana, anlatmaya değil…
Çünkü anlatmaya kalkışsam, dizimin dibinde oturacağın süreyi belirlemem çok zor. Belki bir ara, benim söylediklerimi bir kütüphaneye uğrayıp Atatürk Devrimlerini(9) daha detaylı olarak, ya da şöylece üstünkörü(1) de olsa öğrenebilirsin?”
Almam gerektiği kadar nefes aldım, devam etmek için;
“Susuyorsun! Sustuğuna göre uç uca dokunmaya çalışayım, tabii bilmek, öğrenmek, anlamak istersen. Her şeyden önce söylemek isterim ki; okuduğun Kuran’ı Kerim’in anlaşılır bir şekilde mealen Türkçeye çevrilişini(2), üstelik Diyanet İşleri Başkanlığının kuruluşunu(2) Atatürk sağlamıştır, hani kendini bilmez din adamı yaftasını(1) taşıyan yobazların(2) “Dinsiz” diye lekelemeye çalıştığı Atatürk…
Kur’an’da “İnsan eti yemeyiniz(2)” ayeti ile “Ölülerinizi hayırla yâd ediniz(2)!” diye hadis edildiği halde, bugün ulema(2) kesilip insan eti yiyen, tarafsız olamayanların çoğunluğu Diyanet İşleri Başkanlığında kapılanmıştır(4)…
Sizin gibilerin inkâr etmekte çekinmediği; laiklik, yani din ve devlet işlerinin ayrılması, halifeliğin kaldırılması, Medeni Kanunun kabulü, sizlere seçme seçilme hakkının sağlanması, eğitim, harf, dil inkılapları onun sayesinde gerçekleştirilmiştir. Şimdilik bu kadarı yeterli olacak gibime geliyor bana…
Deminden beri konuşuyorum, birbirimizi anlıyoruz, bugünkü modern Türkiye’yi ona borçluyuz ve ben bu nedenle senin hayatından çekiliyorum Gülfem!”
Susuyordu, ben de sazı eline almış halk ozanı gibi çığırmıştım. Bir deyim vardır hani; “Yol sıra gidip, çay sıra gelmek(4)” gibi.
Gelirken neler konuşmuştuk, dönüşte ben, üstelik nasihat eder gibi Türkiye’min tek insanı, her şeyimizin başı, yazıya, çiziye, müdafaaya gerek göstermeyen Atatürk’üm için neler söylemiştim, ben başıma?
Daha doğrusu neler anlatma gayretini yaşamıştım, kalıplaşmış düşüncelerle burnunun doruğuna gidene(4)...
Okula teslim ettim Gülfem’i. Gerçek olan, yapmam gereken buydu, bana göre tavrından, anlattıklarımdan sonra.
Ve mantıksızlığım(1) o kadar üst boyuttaydı ki, ona evimdeki resmini göstermediğim aklıma gelmediği gibi derslere; küsmüşçesine, beni hiç ilgilendirmiyormuşçasına girmemiştim. Bu; belki de ilk ve son devamsızlık günümün yarısıydı.
Soğuktu hava benim için soğumuştu, soğukta büzüldüm parklardan birinin kanepesine, bir ağacın altında düşünmeye başladım, dünyaya metelik vermemecesine(4), yorulacağımı ummaksızın. Bir serçe kondu ayağımın ucuna üşümüş ve muhtemelen aç. Sonra bir kumru, bir güvercin...
Ya onlar yalnızlığımı paylaşma gayretindeydiler, ya da yumuşak kalpli olduğumu hissederek karınlarını doyurmam gerekliliğinin ricası görünümündeydiler.
Fırına gittim, eski bayat ekmeklerden birini bir poşette suyla ıslatıp yumuşatarak ikram etmemi bekleyenlere sunduğumda, yufla yürekli olmama rağmen, neden Allah’ın bir kulu olan bir genç kıza karşı, rijit(1), ters, tahammülsüz, bağışlama düşünmeksizin davrandığımın muhasebesini(1) yapma gayretindeydim.
Başıma, ya da çoğul olarak söylemeye çalışayım başımıza geleceklerden habersiz olarak.
Annemi merakta bırakmamalıydım, oldukça büyük ve iri bir yalana ihtiyacım vardı(!) her ne kadar yalan söyleyecek kadar zeki değilsem de! Çünkü gerçekten hak etmediğime inandığım bir çöküntü içindeydim. İlerilerde kalbime de, gönlüme de sığdıracağım dediğimin benden uzaklığı mesken edeceğini ilk uzaklaşmamızda anlamıştım.
Hissetmek değil bu; gerçek bir inançla anlamaktı. Ancak onun bize bugünleri sağlayana da nankörlük etmek hakkı yoktu ve bu affedilecek bir davranış değildi benim için.
Düşünmeliydim, hem çok düşünmeliydim. Eğer Atatürk’üm olmasa ben bugünlere ulaşamaz ve böylece de Gülfem’i yaşayamazdım. O halde Atatürk, vatanım, bayrağım her şeyin önünde idi. İkilem(1) diye bir olay yoktu. Eve döndüğümde;
“Anne! Yarın arkadaşlarla beraber olacağız, geç geleceğiz merak etme!” dedim, tatil günü hesabıyla. Niyetim o ağacın altını saatlerce demeyi bırak, günlerce de sürse kendim kendimle paylaşmak, kendimi kendime anlatmak, vazgeçmek, unutmak, onunla geçirdiğim zamanı hiç yaşamamışım gibi kabul etmekti.
Poşet içinde ekmek kırıkları, bank, kuşlarım ve ben. Farklı olarak da olsa kuşlar birbirleriyle konuşmuş olsalar gerekti ki, sayıları artmıştı, hatta arsızları, açgözlüleri(1), poşet tükeninceye kadar dizlerime oturmaktan ve şeylerini sanki teşekkür edercesine pantolonuma bırakmaktan utanmamışlardı.
Hissettiğim kadarıyla sabah kahvaltısı sonunda öğle ve akşam menüsünü(!) de bekleyeceklerdi ki, benim için asla sakıncası yoktu.
Ben hancı olmaya niyetliydim, onlar yolcu iseler gayet tabii hancıyı ziyaret edeceklerdi! Sanki ben onları mı kıracaktım ki? Dişimi kırardım da onları kırmak, gücendirmek, üzmek, hele ki aç bırakmak aklımm ucundan bile geçmez, geçemezdi. Sessizliğimde gönül yorgunluğum da geçti ve bitti günüm.
Ertesi gün annem için, bir öncekinin benzeri; “Arkadaşlarla üniversite sınavları için ders çalışacağız!” dedim.
Bu kere ayaz vardı, doğaldı, daha eğitimin yarısına ulaşmış mıydık ki? Hatırıma gelmeyen, başladık mı, yarıyıl oldu mu ve ne zamandaydık?
İlk iki günkü gibi kadrolu serçem ve güvercinim dışında, pantolonuma işini görenlerden teşrif eden(!) hiçbiri yoktu. Belki de korkularından, cesaretsizliklerinden bilip anlayamadığım.
Çünkü itiraf etmemde beis yok ki, bir gün evvelinde aynı açlığı hisseden bir kedi koşmuş, ben de onu kovalamıştım tüm gençliğimle, yani gücümle demek istediğim. Kuşlar bile; “Bir musibetin, bin nasihatten daha evlâ olduğunu(10)” biliyor olsalar gerekti.
Kedi her şeye rağmen sinsice(1) uygun vakti bekliyor, kuşlarımsa çevreyi kontrol ediyor, ara sıra havalanıp tekrar konuyorlardı. “Tanrı kimseyi ne bedeni, ne de ruhani açlıkla terbiye etmesin!” dileği geçti içimden. Bu hengâmede(1) kedinin varlığını hissedip tedbirli olmaları için ayağımı yere vurmam ve uçmalarını sağlamam, doğanın kanunlarına karşı gelmem gibi yorumlansa da kuşlar, kedilerden önce gelirdi bana göre!
Belki gerçek bir şekilde ifadelendirmem gerek ki, biri küçük serçe, diğeri ortanca kumrum; ikisi de nice ukalâ(1) insanlardan daha akıllı olduklarını ispat etmişlerdi bana. Çünkü ikinci, üçüncü kez ayak vurmamın ritmini yakalamışlar ve sonrasında, “Dalga geçme lan!” dercesine, tınmaksızın(4) ekmek parçalarına yumulmaya devam etmişlerdi, kedinin yokluğundan haberdar imişler gibisine!
Öğlenin yakınlığının ayazında bir sıcaklık ulaştı bedenime parkta, olsun istediğim, belki değil, mutlaka. Ama gördüğüm gibi değil.
Gülfem’di gelen ve yüzü yamulmuş gibi morluklar içindeydi, dudakları patlamış, gözünün biri kapanmış, çenesinde acemi bir berberin kesiği dövme şeklinde bir yara oluşmuştu.
Paltosu, türbanı yoktu. Sadece bir hırkası ve elinde bir kısmı parçalanmış bir kitap enkazı vardı. Sorulacak soru çoktu, anlamıştı, elindeki kitap enkazını göstererek;
“Atatürk Devrimleri... Seni kazanmak için okumaya başlamıştım!”
“Beni değil, kendini kazanmak için okumalıydın. Ben senin olmaktan vazgeçmedim, sadece senin olmayı ertelemiştim bir süreliğine...
Hem bu halin ne?”
“Okula gelmiyorsun artık! Sen; ‘Ben bir Atatürk’üm!’ dedin. Ben aynı sözleri heceledim, bu kitabı okumaya başladım, yakalandım ve bu hale getirildim. Üzgünüm, pişmanım, bugüne kadar sevgiyle değil, korkuyla, yanlışlıklarla pısıp(4) saklandığım için. Beni kabul et, sığınayım sana!”
“Gönülden kabul ederiz seni. Ama bu yeni darbeler için yeniden yıpranmana, incinmene neden olmaz mı senin?”
“Olmaz! Çünkü ailemin baskısıyla okula aynı bağnazlıkla geç başladığım için, yaşım on sekizi geçti ve reşidim(2), okuduklarıma göre. Bana kucağınızı açın, ne dilerseniz benden dileyin, yapayım, yerine getireyim ve ömür boyu dua edeyim size!”
“Hadi, hemen önce hastaneye gidelim, pansuman yapsınlar, ilâç versinler ve sonra annemi dinleyelim. Mezun olmamız için okula devam etmeliyiz. Kendi adıma önemsiz, ama senin yeni bir işkence çekmene dayanamam, kahrolurum!”
Kuşları kovaladım, kediden uzak olmaları için, onu kanepeden kaldırmakta zorluk çektim. Yediği dayak, gördüğü zulüm, içinden geçirdiği mihnet, ağırlaştırmıştı onu sanki. Omuzuma dayandı, sonra ayrıldı hemen, birden ve fakat uzaklaşmakta başarılı olmayı düşünürken, sanırım duygularına mağlup olup, elimi avuçladı sıkı sıkı.
Bir taksi tuttum, hastaneden çıktıktan sonra, yeterli param olmamasına rağmen;
“Eve ulaştığımızda öderim!” diyerek…
Gülfem anlattı, annem dinledi, benimle birlikte, düşünceli.
“Gün doğmadan, neler doğar çocuklar!” dedi, Gülfem’i kendi yatağına yatırırken.
Bazen sabahların geldiğini bilirsin, bazen olmaz sabahlar, gecikir, gene de lânetleyemezsin(4)! Çünkü başlayan her gün, yeni bir gündür, taze, insanların tümünün umutlarının aydınlandığı.
Akşamki yorgunluğu, belki aklından geçirdiklerini sormak, görmek, anlamak gibi etkinlikleri körelmişti(4) Gülfem’in. Sabah ıstırap çekerek uyanıp yüzünü yıkamaya çalışırken elinden tutarak odama götürdüm onu.
Atatürk Resmi, Türk Bayrağı, İstiklâl Marşı, Peygamberimizin Veda Hutbesi, Atatürk’ün Balıkesir Zağnos Paşa Hutbesi, sempatim olan futbol takımının flâması ve kütüphanemin boş bıraktığım kısmında hayalimden çizdiğm onun resmi.
“Hiç benzemiyorum!”
“Dünlerde, hayalimde, seni görmeden, bilmeden evvel ancak böyle şekillendirebildim. Sen bu resimdeki sensin. İyileş, bir kere de o gözle bak bu resme…”
Okula gitmemize engel yoktu bence. Her şeye rağmen Gülfem’in “Düştüm!” diyerek aldığı raporu okula vermemiz gerekiyordu.
Doktorlar bilgili ve halden anlayan oldukları için üstelememişlerdi(4) Gülfem’i.
Evinden bir gece uzak olmasının bir bedeli olacaktı Gülfem’in. Ama o kadar erken, vahşice, canavarca olacağını aklımızın ucundan bile geçirmemiz mümkün değildi.
Pusuya yatmıştı ağabeyi, babası hatta annesi. Evimizi öğrenmeleri kolay olmuş olsa gerekti.
Kapıyı açmamızla beraber önden çıkmakta olan Gülfem’e doğru kurşun yağmuru ile karşılaştık, baba-ağabey silâhları ve annenin seyirciliği ile.
Silâh seslerinden ne söylediklerini anlamamıştım, olsa olsa böyle geri kafalı insanların, “Namusla” töreyle(1), başlıkla ilgili garabetleri(1) olsa gerekti.
Gülfem; “Ah!” bile diyemeden, merdivenlere ayaklarımın dibine yığılmış, onu delip geçen ve isabet kaydedemeyen mermilerden sıyrıklarla, gevşekliklerle ben de nasibimi almıştım(4).
“İnna Lillâhi ve İnna İleyhi Raci’un…(2)”
Karanlığı yaşayacağım bir dünyaya yöneldiğimde, çözemediğim nedenlerle doyamadığım bir ses ve huzursuz bir gelecek yer ediyordu zihnimde...
YAZANIN NOTLARI:
(*) Gülfem; Gül dudaklı, gül ağızlı.
(*) Bisiklete Binme; Kurgusunu ya okudum, ya da duydum. Konuyu kendime göre açarak öyküde açıklamaya çalıştım. Aklımda kaldığı, etkilendiğim ve dâhi muhtemelen (ç)alıntıladığım kadarıyla, öyküye monte etmekte başarılı olduğumu sanıyorum.
Bisiklet gezegenin yavaş ölümüdür! Bisikletçi ülke ekonomisi için tam bir felâkettir! Mustafa BAHÇIVAN (Euro Exim Bank Ceosu) ve sözünün ekleriyle okuyucuyu şöyle bilgilendirmek istedim;
Araba almıyor.
Bankadan borç da almıyor.
Sigorta poliçesi ödemiyor.
Yakıt almıyor.
Periyodik bakım için para ödemiyor.
Ücretli otopark kullanmıyor.
Büyük kazalara neden olmuyor.
Çok şeritli otoyol istemiyor.
Obez olmuyor.
(1) Açgözlü; Gerekenden çok mal, mülk, yiyecek, içecek elde etmek isteyen, bunlara doymak bilmeyen, gözü aç olan, gözü doymaz, haris. Tamahkâr, çok isteyen.
Âdâp (Adap); Edep kelimesinin çoğulu, Edepler. İyiliğe, güzelliğe yönelttiği için insanın övgüye değer güzellikler. Dinin gerekli gördüğü ve aklın güzel bulduğu bütün söz ve davranışlar ile uyulması gereken görgü kurallarını, göz önünde bulundurulması, izlenilmesi, bilinmesi gereken yol, yordam, yöntem gibi unsurlar…
Flâma; İşaret olarak, ya da çeşitli amaçlarla kullanılan küçük bayrak. İki veya üç köşeli küçük boyutlu bayrak. Mühendislerin, haritacıların kullandığı renkli belirtme sırığı. Alev.
Frekans; Birim zamanda titreşim ve sıklığı, devirli bir olayda saniyedeki devir sayısı (Öyküdeki anlamı; aynı titreşimlerin iki tarafça da hissedildiği şeklindedir).
Garabet; Yadırganacak yönü olma, gariplik, tuhaflık, acayiplik.
Garip; Aile ocağından uzakta, kimsesiz, gurbette yaşayan, doğduğu yerlerden ayrı düşmüş, yabancı.
Haytalık; Külhanbeylik, kabadayılık, serserilik. Başıboşluk. Bir baltaya sap olamamışlık, apaşlık, holiganlık
Hengâme; Seslerin birbirine karışmasından çıkan gürültü. Şamata. Patırtı. Kavga.
İçgüdü; İnsiyak. Canlıları, araya akıl ve düşünce, bilinç girmeksizin, kendilerine yararlı ve de gerekli bir takım eylemlere yönelten duygu. Bir canlı türünün bütün bireylerinde akıl ve düşünceden bağımsız olarak doğuştan gelen bilinçsiz her türlü hareket ve davranışları. Sevkitabii. Organizmayı o türe özgü olan bir amaca sürükleyen hareket, davranış eğilimi. Davranıştaki doğal ve kalıtsal faktör (Örümceğin ağını örmesi gibi). Organizmayı o türe özgü olan amaca sürükleyen hareket eğilimi.
İkilem; Dilemma. Kıyasımukassem. Değişik iki yapıda her iki durumda da doğru davranılmayacak iki olanak karşısında kalıp kişiyi, istemediği halde bunlardan birini yapmaya zorlayan durum. İki önermesi bulunan ve her iki önermesinin sonucu da aynı olan düşüncelerden birini seçme mantığı. Değişik yapıda iki öğenin birlikteliği. İki özellik gösteren durum. Bu durumlarda insan özellikle beğenip istemediği bir seçeneği seçmek zorunda kalmaktadır.
İlkeli; Prensipleri olma. Temel düşünce, temel inanç, unsur, öge, temel bilgi, davranış kurallarına uygun olan.
İrade; Dilek, istek. İsteme, dileme. Buyruk. Nefsin yapılması gerektiğine hükmettiği bir işi, bir amacı gerçekleştirmeyi istemesi, ona yönelmesi. Canlıyı kendisinden değişik mahiyetteki fiillerin doğmasını sağlayacak bir duruma getiren nitelik. Bir fayda elde etme amacının ardından doğan eğilim.
Karafatma; Hamamböceği ile karıştırılan bir böcek türüdür. Günümüzde (ve öyküde de) tamamen siyahlara bürünmüş, ya da büründürülmüş kadınlara öcü, kara çarşaf gibi anlamlarda verilen diğer bir ad.
Karanfil; Mersingillerden, anayurdu Molük Adaları olan, Filipinler’de ve Hindistan’da da yetişen, yaz kış yaprak dökmeyen, çiçekleri gonca durumundayken toplanarak baharat olarak kullanılan bir ağaç. Karanfilgillerden, karşılıklı biçimde ensiz, sivri yapraklı, boğumlu ince saplı, hoş kokulu ya da kokusuz, beyaz, pembe, kırmızı renkli güzel çiçekler açan, birçok türü bulunan, tarlada ve saksıda yetiştirilebilen, otsu bir süs bitkisi.
Katiyen; Zinhar. Memnu. Olamaz. Hâşâ. Asla. Kesinlikle, sakın ola, hiçbir zaman, yasak, yasak edilmiş.
Kozmopolit; Karmakarışık. Muhtelif. Ulusal özelliğini kaybetmiş olan. Değişik uluslardan, ırklardan, dinlerden ve kültür gruplarından olan kimseleri bir araya getiren, içinde barındıran, kapsayan ve uyumla birleştiren.
Köhne; Eskiyip yıpranmış, bakımsız kalmış. İçinde yaşanılan zamana göre geride kalmış, eskimiş olan. Çağdışı.
Külüstür; Eskimiş, yıpranmış, eski görünüşlü olan. Bakımsız.
Mantıksızlık; Mantıksız olma, doğru düşünmeme durumu (Mantık; Doğru düşünme sanatı, bilimi, yolu ve yöntemi. Gerçeği aramaya yönelik işlemler ve bunlarla ilgili tasarım, çıkarım ve kanıt gösterme).
Mask; Maske. Alçı veya balmumundan yapılmış yüz kalıbı. Örtü. Genellikle ölünün yüzüne uygulanarak elde edilen yüz kalıbı.
Muhasebe; Karşılıklı olarak oturup hesap görme, hesaplaşma, hesap işleriyle uğraşma.
Nazenin; İnce yapılı, narin, cilveli, nazlı.
Öcü; Ağız ya da burundan çıkan herhangi bir ifrazatın bedenin, ya da elbiselerin herhangi bir yerine yapışıp kurumuş halinin çocuk dilinde ifadesi. Ayrıca; küçük çocukları korkutmak için uydurulup kurgulanmış, hayali yaratık, umacı, mömücü (Tamamen siyahlar içinde, kara çarşaflı, karafatma görünümlü kadınlara da yakıştırılan sıfat).
Portre Resim; Belli bir kimsenin yüz ve baş karakterini gösteren resim.
Poster; duvara asılmak üzere basılmış büyük boy resim ya da fotoğraf.
Prensip; İlke. Temel bilgi. Temel kural. Her türlü tartışmanın dışında, üstünde ana düşünce, inanış, baş kural.
Rijit (Rijid); Sert, bağışlaması, hoşgörüsü olmayan. Gönül kırıcı, katı, ters.
Sempatizan; Duygudaş. Bir kimseye ya da bir konuya sempati besleyen, üyesi olmakla beraber bir partinin, bir örgütün görüşünü benimseyen, onu destekleyen, ya da bir öğretiyi, görüşü, akımı tutan, yandaşı olan.
Sinsice; Sinsilikle. Gizlice, kurnazca davranış.
Tereddüt; Kararsızlık, duraksama.
Töre; Bir toplumda ahlâk, görenek ve ortak davranışlarla belirlenmiş, benimsenmiş davranışların ve yaşama biçimlerinin öteden beri uyulan ve uyulması gereken tüm yol, kural, kaide ve zorunluluklar.
Ukala (Ukalâ); Arapça akil kelimesinin çoğuludur. Akıllılar anlamına gelir. Kendini akıllı ve bilgili sanan, bilgiçlik taslayan kişi davranışı. (Şimdilerde çoğul olarak ukalâ şeklinde değil de “akil adamlar” şeklinde (kadın da olsa) söylenmektedir!
Uz; Eli işe yatkın, işini iyi ve güzel yapan, mahir, temiz, dikkatli, akıllı, anlayışlı, becerikli, uygun, doğru usta, uzman. İşinin eri, ehliyetli. Yakın, içten.
Üstünkörü; Gelişigüzel. İnceliklerine inmeden, özen göstermeden, şöyle bir, baştan savma.
Yafta; Üzerine asıldığı ya da yapıştırıldığı şeylerle ilgili bilgi veren yazılı kâğıt parçası.
(2) Din, Kur’an, İbadet İle İlgili Kelimeler; Ezan okumak, müezzinlik yapmak, Tebdili Erkânı (yani namazı düzgün kılmak), rükû, secde, kavme (rükûdan sonra ayakta durmak), kamet, makam, celse (iki secde arasındaki oturuş), tecvid, tevhid, ayını-gayın, elifi-be, namaz çeşitleri, hac, umre vb. Tümünü yazmak ve ayrı ayrı anlatmak bir öykü içine sığdırılamaz. Bu nedenle öyküyle ilgilenenlerin başvuracakları kaynak bellidir.
Amenna; Genelde peşine “ve saddakna” kelimesi eklenerek kullanılan Arapça bir deyim olup, asıl anlamı “İman ettim, tasdik ettimdir. Türkçemizde “Mutlaka öyledir, doğru, diyecek bir şey yok, kabul ettim, inandım, anladım!” şeklinde onaylama sözü olarak kullanılmaktadır.
Atatürk, şahsi çıkarları için kutsal dinimizi siyasete alet eden cahil din adamlarını sevmezdi. İlk Diyanet İşleri Başkanı Rifat BÖREKÇİ
Atatürk’ümüzün Balıkesir Hutbesi; Atatürk'ün 7 Şubat 1923 Çarşamba günü öğle vakti, Balıkesir şehrindeki Zağnos Paşa Camii'nde okunan mevlitten sonra minbere çıkarak yaptığı konuşma. Atatürk hutbesinde; “Ey millet! Allah birdir, şanı büyüktür!” diye başladığı hutbede Allah’ın birliğinden, şanının yüceliğinden ve İslam dininin son, buna bağlı olarak da kusursuz bir din olduğundan bahsetmiştir (Oldukça uzun öneriler, bilgiler teşkil eden hutbeyi ilgili yerlerden okuyup öğrenmek ve hafızalara kaydetmek mümkündür).
Ayetel Kürsi; Kur’an, Bakara Suresi, 255. Ayet. Allah’ın tekliğine, büyüklüğüne ait dua. Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur. O, daima yaşayan, daima duran, bütün varlıkları ayakta tutandır. O'nu ne gaflet basar, ne de uyku. Göklerdeki ve yerdeki her şey O'nundur.
Bağnaz; Bir düşünceye, bir inanışa körü körüne bağlanmış olma. Bir öğretiye, bir dine, bir kimseye, bir şeye çok aşırı ölçüde, coşku ve tutkuyla bağlı olup başka hiçbir düşünce ve inanışı kabullenmeyen mutaassıp, fanatik.
Dini Vecibeler; Din ile ilgili farz (Hac, Zekât, Oruç, Namaz, Kelime-i Şahadet) Vacip, sünnet gibi gereklilikler. Ölünün arkasından mevlitlerin okunması dini bir vecibe değildir. İbni Abidin adındaki bir İslam bilginin sözleri aynen şöyledir; "Ölüleri hayırla yâd etmek vaciptir. Ama onların arkasından 7, 40 ve 52. Geceler, sene-i devir mevlitleri bidattir. Muayyen gün ve gecelerde (ki sene-i devriye mevlidi de bunlardan biridir) evlerde mevlit okutmak o mümin ölüye işkence etmek hükmündedir.” Bu vesile ile; Duvak, Sünnet, 40 Uçurma, Lohusa, Hac Dönüşü vb. gibi okunan mevlitler de aynı şekilde mülahaza edilmelidir.
Diyanet İşleri Başkanlığı; 3 MART 1924 yılında Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından kurulmuştur. Anayasa’da yazılı olan görevi; “Laiklik ilkesi doğrultusunda bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek İslam Dininin inanç, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmektir.
Fidye; Yaşlı, hasta veya özür gibi mazeretleri olan bir kimsenin yapamadığı ibadetlere (genelde tutamadığı oruç borçlarına karşılık ödemesi gereken bedel. Ramazandaki gün sayısına göre (Bazı yıllar 29, bazı yıllar 30 gün tutulan) Ramazan günü karşılığı ödenen fitre bedeli. Kurtulmalık, tutsak düşmüş olan ya da rehine olan birini kurtarmak için verilen para.
Fitre; Sadaka-i Fıtır. Can-Beden Sadakası. İslam’da varlıklı olanların ramazan ayı içinde yoksullara vermesi dince buyurulan miktarı belli sadaka. Bir fakirin bir günlük ihtiyacının giderilmesi.
Gâvurluk Etmek, Gâvurca, Gâvur Gibi Davranmak; İslâm’a göre peygamberi olmayan, Müslüman olmayan kimseler gibi tavırlı olmak. Dinsizce, merhametsizce, acımasızca, inat edercesine davranmak, yaşamak..
Gıybet Etmek (Yapmak); Çekiştirmek. Bir kimsenin gıyabında (arkasından) onun ve yakınlarının kusurlarından hoşlarına gitmeyecek şekilde bahsetmek, konuşmak, yüzüne karşı söyleyemeyeceği şeyleri arkasından söylemektir ki Kur’an’la yasaklanmıştır. Hucurat Suresinin 12. Ayeti; “Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.” Gıybet, Acizlerin işidir. Hazreti ALİ
Hamaylı; Muska da denilen mürekkebi farklı, üçgen ya da rulo şeklinde, yedi kat balmumu ile kaplanmış muşamba ile örtülü, insanları (genelde) kötülüklerden koruduğuna inanılan Arapça dualardan müteşekkil bir koruyucu. (İlki Hazreti Muhammet zamanında “Cevşen” adı ile yapılan muska, şimdilerde aynı adla cami yanlarında, avlularında satılmaktadır.)
Haremlik-Selâmlık; Bir yerde kadınlar ayrı, erkekler ayrı oturmak, bulunmak.
Kandil Geceleri (Regaip, Miraç, Berat, Mevlit) ve Kutlu Doğum Haftası Kur’an da yer almaz. Ne Peygamberimiz, ne de dört halife devrelerinde kutlanmamıştır. Din dışıdır, Bid’attır
Kara Çarşaf (Çador, Çadar, Çadur); İran menşeili ve İran’da halen kullanılan bir kadın giyim şekli dir. Türkiye’de aslında yasak olmakla beraber, özellikle Suriyeli baskınından sonra Türk kadınlarımızda da giyim olarak olağan görülmekte (Günah kızların saçlarında değil. Gönlünü ferah tutamıyorsan onlara karşı hepsini kara çarşafa soksan da sen yine günaha girersin. Günah onların saçlarında değil, senin yüreğindedir. (Sessiz Öyküler) Ayşe KULİN)
Karınca Duası; İş yerlerine bereket getirdiğine inanılarak asılan dua.
Kırbaçlama Cezası; İslâm’da hırsızlık, zina gibi suçlarda kırbaçlama cezası vardır. Dayanağı; Kur’an, Nur Suresi. 2. Ayet; Zina eden kadın ile zina eden erkeğin her birine yüz sopa vurun. (Kur’an’da recm yoktur).
Kitaba El Basmak; Kur’an’ı Kerim üstüne el koyarak yemin etmek.
Kur’an Meali; Kur’an’ın anlaşılır bir şekilde mealinin yapılmasını Atatürk emretmiş, Mehmet Akif ERSOY, Elmalılı Hamdi YAZIR ve Ahmet Hamdi AKSEKİ çeviriyi yapmıştır.
Kur’an, Âl-i İmran Suresi, 145. Ayet; “Allah’ın izni olmaksızın hiçbir nefis için ölüm yoktur. O; süresi belirtilmiş bir yazıdır ve Allahümme inna ileyhi ve inna ileyhi raciun!...” Ölüm Duası.
Laik; Din işleriyle, dünya işlerini ayıran, dinin dünya, özellikle de devlet işlerine karışmasını istemeyen düşünce biçimi (Fundamentalist; Köktendinci. Dini esaslı asli kaidelere katı bir biçimde geri dönme isteklisi olan kişi. Lâiklik karşıtı, toleransı olmayan, dinsel hareketleri ve bakışı olan).
Minber; Camilerin içinde, hatibin çıkıp hutbe okuduğu, merdivenli ve yüksekçe, özel yer.
Misvak (Salvadore Persica); Hindistan, İran ve Kuzey Afrika’da yetişen küçük bir ağaç. Bu ağaçtan yapılmış, ucu dövülerek fırça haline getirilmiş, diş temizlemekte kullanılan ve Müslümanlıkta sünnet olan çubuk.
Mushaf; Türlü sayfalardan oluşan kitap anlamında olmakla beraber, Kur’an’ın sayfalarının bir araya toplanarak kitap haline getirilmiş şekli. Kur’an anlamında da kullanılmakta.
Namaz Çeşitleri; Farz (Beş vakit ve Cuma), Vacip (Vitir, Bayram) Sünnet (Beş vakit namazların önünde ve arkalarında kılınan namazlar) Kaza ve Nafile (Teravih, Teheccüd, Tahiyyatül-Mescit, İsrak, Duha, Evvabin, İstihare, Tespih) namazlardır. Bu namazların her birinin kendilerine göre kural ve şekilleri vardır.
Ölülerin Arkasından Konuşulmaz; “Ölülerinizi hayırla yâd ediniz, ölenin arkasından konuşulmaz!” sözleri Peygamberimize mal edilen HADİS’lerdir.
Peygamberimizin Veda Hutbesi; “Allah’a hamdolsun!” diye başlayan Hicri 9 Zilhicce 10 tarihinde İslam peygamberi Muhammed tarafından, kendisinin ilk ve son Haccı olan Veda Haccında 124.000 Müslümana karşı yaptığı hutbe. Dinleyicilerin sayısı itibarıyla en kuvvetli hadis kabul edilir (Oldukça uzun nasihat, öneri teşkil eden hutbeyi ilgili yerlerden okuyup öğrenmek ve hafızalara kaydetmek mümkündür).
Recm (ya da Recim) Edilmek; Kur’an’da ifade olarak yeri olmayan, kafatasçı, gelenekçilerle, Kur’an’da belirtilen İslam’ı ve denilenleri savunanlar arasında zıtlık yaratan bir konu. Genel bir hukuk terimi olarak; zina yapan, erkek ve kadının her ikisinin de taşlanarak öldürülmesi anlamını taşıyan şeriat cezası. Kur’an’da recm yoktur. Asıl anlamı; Hor görülmek, yalnız bırakılmak, dövmek denebilir. Bir bakıma yasalara göre değil, kendi başına karar vermek şeklinde de düşünebilir.
Reşit; Ergin, Doğru yolu tutan, iyi hareket eden, akıllı, 18 yaşını doldurmuş, ya da mahkeme kararı olarak evli.
Sadık; Aslına uygun, gerçek, doğru. Dostluğu ve bağlılığı içten olan, birine ya da bir şeye içtenlikle bağlı bulunan.
Salâvatlamak, Selâvatlamak, Sâlavatlamak, Selavatlamak; Yöremde kullanılan ve “Uğurlamak, güle güle demek” Mezarına teslim etmek anlamında kullanılan bir fiil.
Tabu; Toplumca yasaklanmış, yaptırımlarla korunan, dokunulması, eleştirilmesi, değiştirilmesi olanaksız her şey. İlkel kavimlerde dini inanış olarak kutsal kabul edilen, korkuyla karışık saygı duyulan, dokunulması, ya da kullanılması yasak olan, yoksa zararının olacağına inanılan her şey, yasaklanarak korunmuş olan, tekinsiz.
Teravih (Namazı); Ramazan ayında her gece kılınan 20 rekâtlı nafile (Sünnet-i müekkede kabul edilen) namaz.
Türban; İnce kumaştan yapılmış, başı sıkıca kavrayan baş sargısı (başörtüsünden farklı, Türban; Kur’an’ı Kerim’in hiçbir bölümünde yer almamaktadır).
Ulema; Âlimler, sarıklı din bilginleri.
Yobaz; Bir düşünceye, inanca aşırı derecede bağlı olan kimse. Dinde bağnazlığı aşırıya vardıran, başkalarına baskı yapmaya yönelen, fikirleri değişmeyen kimse. Mürteci. Aksi, inatçı, kaba-saba, önceliksiz.
Zekât; Artma, çoğalma, temizlik, bereket. İslam’da, İslam’ın beş şartından biri olan, Müslüman zengin olanların sahip olunan mal ve paralarının kırkta birinin (Yüzde iki buçuğunun) her yıl fakirlere sadaka olarak dağıtılması. Bu konuda Kur’an’da Bakara Suresi, 43 ve 110. Ayetlerinde; “Namazı dosdoğru kılın, Zekâtı verin!” şeklinde ayet vardır.
(3) Aç tavuğun kendini darı ambarında görmesi; Sözün aslı; “Aç tavuk düşünde kendini buğday (arpa, darı) ambarında sanır!” şeklinde olup, yoksul kimse hayal dünyasında yaşar, kendini bolluğa ve hayallerine erişmiş gibi görür, düşünür, bir bakıma olmayacak, olması mümkünsüz rüya ve hayaller içinde yaşar anlamındadır.
Aşk-Meşk; İki kişinin karşılıklı duygularının iletişiminin anlatıldığı deyim. Meşk kelimesi asıl anlamı dışında sadece bir tamamlamadır.
Aşna Fişna (Aşna Fişne); Yöresel olarak; “Meşru bir karı-koca birlikteliği, zifaf” anlamlarında kullanılan bir sözdür. Aganigi Naganigi, İnna-Minna, İngiri-Mingiri kelimeleri ile uyumlu saçma bir deyiş. Gizli dostluk.
Başlık Parası; İlkel toplumların bir geleneği olarak kız ailesi tarafından uygulanan evlilik ile ilgili bir terim, ya da söz. Kadının anne ve babasına ya da akrabalarına ödenen, toplumsal ve hukuksal hediye niteliğinde bir ödeme şeklidir. Bu; para, mal, mülk, büyük ya da büyükbaş vb. çeşitli birimler şeklinde gerçekleşebilir.
Bir Çırpıda; Hemen, çabucak, ele alır almaz, bir davranışta.
Dar Kafalılık; Geniş düşünememe, anlayışı ve kavrayış bakımından geri olma, anlayışsızlık. Yeniliklere kapalılık.
Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar. Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği.
Fahri Görev; Onursal, gönüllü, karşılıksız olarak dikkatli bir şekilde yapılan iş, görev.
Gamlı Baykuş; Çok kimsenin korku veren, uğursuz olduğunu belirttiği kuş. Baykuşun gam yüklü olarak uğursuzluk getirdiğine inanılan biçimi. Bir şeyler düşünüp kimseyle paylaşmayanlara kasvet taşıdığı düşünüldüğü için deyim kendiliğinden oluşmuş olup, “Gamlı baykuş gibi tünemek” şeklinde bir diğer şekli de vardır.
Görücü Usulü; Arada aşk olmadan, ailelerin birbiriyle konuşup anlaşması, oğlanın ailesiyle kızın görülmeye gidilmesi, belki fotoğraflarla kız ve oğlanın tanışması ve sonrasına “Siz bilirsiniz?” reklâmıyla oluşan evlilik.
Gurk Tavuk Gibi; Tavuğun civciv çıkarması için yumurtaları üzerine oturup, sadece ihtiyaçları için hava alması gibi bu tipteki insanın da hareketsiz, becerisiz, mesnetsiz, kıpırdamaksızın yerinde olduğu gibi durması. Veyahut da bir kadının sadece doğurganlığı nedeniyle evlenmesinin şart olduğu gibi bir anlamda şaşırtıcı bir söz.
İlkel Düşünce; İlerleyememiş, çağa ayak uyduramamış düşünüş. İlk durumunda kalmış, gelişmemiş. Zaman bakımından eski düşüncelere sahip olan.
Mal Bulmuş Mağribi; Mağrubi şeklinde de kullanılan, “Kendinden umulmayacak işleri yapan kişi” anlamında kullanılan bir deyim. Büyük bir zenginliğe kavuşmuşçasına, büyük bir sevinç, neşe ve coşku ile.
Melül Davranış; Boynu bükük bir şekilde hareket. Usanmış, bıkmış, bıkkın, hüzünlü, mahzun, üzgün, tavırlı davranış. zavallı, yoksul görünümlü şekilleniş.
Sabit Fikirli; Ön yargılı. Saplantılı. Statik düşünceli.
(4) At Başı Gitmek; Herhangi bir konuda yapılan iş, sınav vb. işlerde ufacık (çok küçük) bir farkla kazananın belli olması (Bir bakıma at yarışlarında yarışın bitiminde birinci gelenin foto finişle belirlenmesi gibi bir olay).
At Gözlüğü İle Bakmak; Çevresinde ne olup bittiğini anlamaktan uzak olmak, sabit fikirli olarak olayı dar açıdan değerlendirmek. Olup bitenleri değerlendirememek ya da değerlendirmekten kaçınmak için hayal dünyasında yaşıyormuş gibi çevresine objektifliğe sırt çevirerek duyarsızca bakmak, bakınmak.
Burnunun Doruğuna (Dikine, Doğrusuna) Gitmek; Kendisine verilen öğütlere kulak asmayıp kendi bildiği gibi davranmak, istediğini yapmak.
Çatır Çatır Pazarlık Etmek; Zor kullanarak, baskı uygulayarak, belki biraz da merhamet sömürüsü yaparak pazarlığı abartmak.
Çay Sıra Gidip, Yol Sıra (Gelmek); Herhangi bir işi isteksiz olarak yapmak.
El Avuç Açmak; Yardım istemek, dilenmek, para istemek.
İkna Etmek; İnandırmak.
Kapılanmak; Bir işe girmek ve o işte yerleşip kalmak.
Katmerleşmek; Kat kat olmak, katmerli duruma gelmek, katmerlenmek, Sorunların üst üste gelmesi.
Kazık Gibi Çakılı Durmak; Dimdik ve sert bir şekilde, şüphe, hayret, inanmazlık gibi duygularla ayakta durmak.
Körelmek; Kurumak, çalışamaz duruma gelmek, akmaz olmak, suyu çekilmek. Kesici şeylerin kesemez hale gelmesi, keskinliğinin kaybolması, körleşmesi.
Lânetlemek; Lânet Etmek (Okumak), Lânet Yağdırmak, (“Lânet Olsun!” Demek); Bir kimsenin Tanrının acımasından, merhametinden, muvaffakiyet ve bereketinden mahrum kalmasını dilemek.
Metelik Vermemek; Değer vermemek, önemsememek, umursamamak, aldırış etmemek.
Nasibini Almak; Payına düşen kazancını, kaybını, neşesini, belâsını sahiplenmek, artısına, eksisine rıza göstermek.
Okulu Kırmak; Okuldan kaçmak, O gün okula gitmemek.
Pısmak (Pusmak); Bir şeyi kendine siper edip korkup saklanmak, gizlenmek.
Sekte Vurmak, Sekteye Uğratmak; Kesilmesine neden olmak, kesintiye uğratmak.
Siftinmek; Yerel tabirlerden olup, genel anlamıyla -ki bu öyküde de o anlamda kullanılmıştır; “Vakit geçirmek, oyalanmak” tır. Diğer bir anlamı da; bir yere sürtünerek kaşınmaktır.
Şeytan Aklını Çelmek; Kişiyi kendi kararından ve düşüncesinden yoksun bırakarak başka bir yola sokmak (Konu için şeytanı suçlu görmek).
Tınmamak (Dınmamak); Ses çıkartmamak, söylememek, takmamak, değer vermemek, önemsememek, herhangi bir harekette bulunmamak.
Üstelememek; Üst üste istememek, yapmamak, ısrarcı olmamak.
Yeğ Tutmak (Yeğlemek); Bir şeyi diğerlerinden daha üstün, daha iyi, daha uygun görüp ona yönelmek, tercih etmek.
(5) Bakışların bana biraz cesaret versin… şeklinde başlayan ve; “Toprak olur, taş olurum, Yolunda yoldaş olurum, İstersen gardaş olurum, Merak etme sen!” şeklinde nakaratı olan Ferdi TAYFUR şarkısı.
(6) Ellerini ellerimden ayırma hiç… diye başlayan bir bölümünde de “Gözlerini gözlerimden ayırma hiç…” sözleri geçen Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; İsa COŞKUNER’e ait olup eser Nihavent Makamındadır.
(7) Gerçek, göz ardı edilince ortadan kalkmıyor. Soner YALÇIN
(8) Gerçeği biliyorsam, amacım onu bilmeyenleri ikna etmek değil, bilenleri savunmaktır. William BLAKE
(9) Atatürk'ümün ülkesinden esirgemediği devrimlerin tümünü yazmam mümkün değil, ama özetlemem gerekirse;
* 01 Kasım 1922 Saltanatın Kaldırılması.
* 29 Ekim 1923 Cumhuriyetin İlân Edilmesi.
* 03 Mart 1924 Halifeliğin Kaldırılması.
* 17 Şubat 1926 Medeni Kanun’un Kabul Edilmesi.
* 30 Kasım 1925Tarikatlann Kaldırılması, Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması.
* 04 Şubat 1937 Laikliğin Kabul Edilmesi.
* 04 Nisan 1926 Kadınlara Birtakım Haklarının Verilmesi.
* 03 Nisan 1930 Kadınlara Birtakım Haklarının Daha Verilmesi.
* 05 Aralık 1934 Kadınlara Birtakım Haklarının Tekrar Verilmesi.
* 25 Kasım 1925 Şapka ve Kıyafet Kanunu’nun Kabul Edilmesi.
* 26 Aralık 1925 Saat Ölçülerinde Değişiklik.
* 0l Ocak 1926 Takvimlerde Değişiklik. (Hicri, Rumi Takvimlerin, güneşe göre saat ve imsakiye saatinin değiştirilmesi).
* 01 Haziran 1929; Rakamlarda Değişiklik.
* 26 Mart 1931 Ağırlık ve Uzunluk Ölçülerinde Değişiklik.
* 21 Haziran 1934 Soyadı Kanunu’nun Kabul Edilmesi.
* 03 Mart 1924 Eğitim ve Öğretim İnkılâbı.
* 01 Kasım 1928 Harf İnkılâbı.
* 12 Temmuz 1932 Dil İnkılâbı.
(10) Bir musibet, bin nasihatten evlâdır. Bin nasihatten, bir musibet yeğdir. Yanlış bir yol tutmuş insanlara verilmiş nasihatlerin, öğütlerin fayda etmediği, ancak başına gelen bir felâketin onu doğru yola getirmekte daha etkili olduğuna dair TÜRK ATASÖZÜ (Her şeyin bir âfeti, her nimetin de bir musibeti vardır. Hazreti OSMAN)